Son İletiler

Sayfa: [1] 2 3 ... 10
1
Erol Demiryürek / Rabbin Gazabını söndüren kulunu Rabbine Sevdiren
« Son İleti Gönderen: türkiyem Dün, 09:20:31 ÖÖ »


Rabbin Gazabını söndüren kulunu Rabbine Sevdiren

      “ …Sağ elinin verdiğini, sol elinin bilmeyeceği bir gizlilikle sadaka veren kimse…”

Samimiyetin ölçüsü fedakârlıktır. Fedakârlık yapmayanların samimiyetine inanılmaz.

İslam’a gönül veren samimi müminler, Allah yolunda mallarını ve canlarını fedâ ederek sadakâtlerini ispat ederler. Allah’ın irâdesi hâkim olsun, insanlar İslam’la buluşsun diye malından ve canından fedakârlık yapmanın adı da cihâddır. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurur: “Müminler, ancak Allah’a ve Resûlü’ne iman eden, sonra hiçbir şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihâd edenlerdir. İşte onlar sâdık olanların tâ kendileridir.” ( Hucurât 49/15) Malla yapılan cihâdın yanında, Allah rızası için yapılan her türlü harcamanın ve iyiliğin genel adı “sadaka”dır.

Sadaka kelimesi, Arapça ” s-d-q” fiil kökünden gelir. Gönüldeki ile ondan haber verenin sözünün birbiriyle uyumlu olması[1] ; yani özün ve sözün bir olması anlamına gelen “sıdk” kelimesiyle de bağlantılıdır.

Sadaka, ancak imanla uyumlu ve onu doğrulayan bir yardımın ve iyiliğin ifadesidir. Yine o, gaybe iman ve namazdan sonra müttakî olmanın en önemli göstergesidir.[2]

Yoksa yardım ve iyilik ne kadar büyük olursa olsun içinde riyayı barındırıyorsa sadaka olarak adlandırılamaz. Kur’ân-ı Kerim, Allah’a ve âhiret gününe inanmadığı halde mallarını insanlara gösteriş için harcayanlara şeytanın arkadaş olacağını haber vermektedir. (Nisa 4/38)

Yüce Rabbimiz, mallarını Allah yolunda harcayanlara verilecek kat kat mükâfatı harika bir benzetmeyle resmetmiştir: “Mallarını Allah yolunda harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir tohum gibidir ki, her başakta yüz tohum vardır. Allah dilediğine kat kat verir.

Allah bol bol veren, her şeyi bilendir.” (Bakara 2/261) [3] 

Mallarını Allah yolunda harcayanlara verilecek bu büyük mükâfat bizi şaşırtmamalıdır. Çünkü “Mal canın yongasıdır.”[4]

Öyle ki malından koparılan parça, çoğu zaman kişinin canından koparılmış gibi olur. Yüce Allah insanın infaktan kaçınmasını, onun mizâcında yer etmiş olan cimrilik özelliğine bağlar ve bunu çarpıcı bir misalle ortaya koyar:

“De ki: Eğer Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, o zaman da tükenir korkusuyla cimrilik ederdiniz. Zaten insan çok cimridir.” (İsrâ 17/100)  ”…Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.” (Haşr 59/9)

Sadakanın büyüklüğü, mükâfatın da büyük olmasını gerektirir. Fakat buradaki büyüklük nisbîdir. Verilen sadakanın büyüklüğünden çok, servetten yapılan fedakârlığın büyüklüğüne bakılır. Sevgili Peygamberimiz, “Bir gümüş para, yüz bin gümüş parayı geçti.” buyurmuştur. Bunun nasıl olabildiğini soran sahâbîlerine de,”Bir adamın sadece iki gümüş parası vardı; onların daha iyi olanını sadaka verdi. Diğer adam ise (çok fazla olan) servetinin yanına gitti ve içinden yüz bin gümüş parayı alıp onu sadaka verdi.” diye cevap vermiştir.[5] 

Bir defasında da kendisine gelip sahip oldukları yüz altından onunu, on altından birini ve bir altından da onda birlik bir kısmını sadaka verdiklerini haber veren (ve sanki hayır yarışında hangisinin öne geçtiğini öğrenmek isteyen) üç kişiye Efendimiz (as), “Hepiniz sevapta eşitsiniz. Çünkü her biriniz malınızın onda birini sadaka vermişsiniz.” buyurmuştur.[6]

Hiç şüphesiz kendisi de ihtiyaç içindeyken başka muhtaçları düşünen ve az da olsa onlar için mallarını harcayanların fedakârlıkları daha büyüktür. Sözlü kültürümüzde bu durumu anlatmak için, “çok veren maldan, az veren candan” deyimi vardır. Yüce Allah Kur’ân’da, ihtiyaç içinde oldukları halde Mekkeli muhâcir kardeşlerini kendilerine tercih eden Medineli ensârın şahsında îsâr ahlâkından övgüyle bahseder.[7]

Peygamber Efendimiz (as), hangi sadakanın daha faziletli olduğunu soran Hz. Ebû Hureyre’ye, “Darda olanın cömertliğidir. Sen (harcamaya öncelikle)  bakmakla yükümlü olduğun kimselerden başla.” buyurmuştur.[8]   
       
Sevgili Peygamberimiz (as), geçmiş ümmetler içinde, bilmeden bir hırsıza, zâniyeye ve zengine sadaka veren Müslümanın ilgi çekici hikâyesini bizlere haber vermiştir. Buna göre bu adam, riyâya düşme endişesinden dolayı sadakasını geceleri sokakta önüne çıkan ilk kişinin eline tutuşturmak sûretiyle gizlice vermeye azmeder. Ne var ki adamın karşısına ilk gece bir hırsız, ikinci gece bir zâniye, üçüncü gece de bir zengin çıkar.

Gündüze erdiği zaman, insanların kınayıcı konuşmalarından, gece sadaka verdiği kişilerin kim olduklarını öğrenir. Adam, hayal kırıklığına uğramış olsa da ihlâsla verdiği sadakalardan dolayı Allah’a hamd eder. Nihayet gece rüyasına giren bir kişi onu şöyle müjdeler: “Sadakaların kabul edildi. (Verdiğin sadakalar sebebiyle) belki de hırsız hırsızlıktan, zâniye de zinâdan vazgeçer. Zengine gelince, o da ibret alır da Yüce Allah’ın ona verdiği mallardan (Allah yolunda) harcamada bulunur.”[9]

Sadakaların, helâl ve temiz mallardan verilmesi gerekir. Çünkü sadaka vermek temizlenmek demektir: “Müttaki olan, o ateşten uzak tutulacak. O ki malını verir, temizlenir.” (Leyl  92/17 -18.) Kendisi temiz ve helâl olmayan, başka bir şeyi nasıl temizler!  Kumar ve faiz gibi haram yolla kazanılan mallardan verilen sadakalar kabul edilmez. Resûlullah (as) bu hususta, “…Allah, ancak güzel ve helâl olanı kabul eder…”[10] buyurmuştur.

Allah yolunda yapılan bir harcama, rızası aranacak Zât’ın şânına yaraşır nitelikte olmalıdır. Kendisinin tenezzül etmeyeceği bir giyeceği,  yiyeceği veya parayı başkasına verip bu şekilde Allah rızasını ve cenneti umanlar aldanmıştır. Bunlar, sonsuz zenginlik sahibi ve her türlü övgüye lâyık olan Allah’ı hakkıyla takdir edemeyen, bitmez tükenmez nimetlerle dolu cenneti basit bir bahçe zanneden kimselerdir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve yerden sizin için çıkardıklarımızdan Allah yolunda harcayın. Kendinizin (tiksinmekten dolayı) gözünüzü kapatmadan alamayacağınız pis (ve bayağı) şeyleri vermeye kalkışmayın. Bilin ki Allah, her bakımdan zengindir, övülmeye lâyıktır.” (Bakara 2/267) Allah Resûlü (as), “Yemediklerinizi kimseye yedirmeyin.”[11] buyurmuştur.

Yine Efendimiz (as), sadaka vermek üzere âdi ve döküntü hurmaları ayırıp asan bir zat için, “Bu sadakanın sahibi isteseydi bundan daha iyisini asardı. Bu sadakanın sahibi kıyamet gününde hurmanın döküntüsünü yiyecektir.”[12] demiştir.

Bir âyet-i kerimede, “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” (Âl-i İmrân 3/92) buyrulmuştur. Bu âyet-i kerimenin nâzil olmasından hemen sonra sahâbîlerden Ebû Talhâ (ra), Efendimiz  (as)’e gelerek en sevdiği ve en kıymetli malı olan “Beyrahâ” isimli bahçesini sadaka vermek istediğini bildirdi. Peygamber Efendimiz (as) bunu memnuniyetle karşıladı ve onu akrabalarına tasadduk etmesini tavsiye etti. Hz. Ebû Talhâ da öyle yaptı.[13]

O (ra), dünyada en çok sevdiği malından ayrılarak her şeyden çok sevdiği Rabbinin rızasına kavuşmayı seçti. Peki, bizler ne yapıyoruz? Biriktirdiğimiz mallara, hoşumuza giden meskenlere, konforlu arabalarımıza, paramıza neden kıyamıyoruz? Sanki o mallar bizimle ebediyen kalacak ve sanki biz hiç ölmeyeceğiz! Sanki biz cenneti garantiledik de sadaka vermeye ihtiyaç hissetmiyoruz! Yoksa sadaka vermeye gerek yok mu? Ümmetin fakirleri, mazlumları, dulları, yetim ve öksüzleri ortadan kalktı mı? Hayır! Hayır! Biz, mirasçılarımıza bırakacağımız malları kendi öz mallarımızdan daha çok seven kimseler olduk. Koskoca bir okyanusa benzeyen ahiret nimetleri karşısında bir damla su hükmünde olan dünya hayatını tercih eder olduk. Biz dünya hayatıyla aldananlardan olduk. Rabbim bizlere uyanmayı ve şuurlanmayı nasip etsin.

Âmin…

Yüce Rabbimiz, “Ey iman edenler, başa kakmak ve eziyet vermekle sadakalarınızı boşa çıkarmayın.” (Bakara 2/264) buyurmuştur. Başa kakmak ve gönül incitmek, içteki riyâ ve kibirden kaynaklanır. Bu kişi büyüklendiğinden dolayı kendisini mülkün hakiki sahibi olarak görmekte; içindeki riyâdan dolayı da yardım ettiği kimseden kendisine minnet duymasını beklemektedir. “Göklerin ve yerin mirası Allah’a ait olduğu halde, size ne oluyor da Allah yolunda infakta bulunmuyorsunuz?…” (Hadîd 57/10)  Yani siz, Allah’ın kendi mülkünden size emanet ve imtihan olmak üzere verdiği malları hak sahiplerine niçin ulaştırmıyorsunuz? Yüce Allah, “Onların mallarında belirli bir hak vardır. (ihtiyaç sahiplerinden) İsteyene de, isteyemeyene de.” (Meâric 70/24-25) buyurmuştur. Allah Resûlü (as) de, kendisine zekât hakkında soru sorulduğunda, “Malda zekâttan başka da hak vardır.” buyurmuş; sonra da, “Gerçek iyilik, yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. Asıl iyilik… yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunanlara sevdiği maldan harcayan(ın iyiliğidir)…” mealindeki Bakara sûresi 177. âyeti okumuştur. [14] Bütün bunlardan sadaka vermenin, tercihe bırakılan ve onunla fakirlerin minnet altında tutulduğu bir amel olmadığını anlıyoruz. Aslında imkânı olanlar, ihtiyaç sahipleri sebebiyle Allah’ın rızasına kavuştukları için onlara müteşekkir olmalıdır. Efendimiz (as) bir hadislerinde, “Bana zayıflarınızı çağırınız. Çünkü siz onlar sebebiyle yardım olunuyor ve rızıklandırılıyorsunuz.”[15] buyurmuştur.

Unutulmamalıdır ki sadaka, karşılıksız bir bağış değildir. Ahirette kat kat geri ödenmek ve büyük bir mükâfat verilmek üzere Allah’a güzel bir borç vermek[16] ve karşılığı cennet olan en kârlı ticarete girmektir. [17]

Sadakada ihlâsa en çok yardımcı olan husus, gizli verilmesidir. Söz Sultânı’nın (as) harika benzetmesiyle, “sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği bir gizlilikle sadaka veren kimse”, başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Allah’ın (Arş’ının) gölgesinde gölgelendirilecek yedi zümreden birisini temsil etmektedir. Bu hadis-i şerifte söz sanatlarından teşhîs; yani kişileştirme yapılmıştır. İnsanın elleri, birbirlerinden bağımsız, şuurlu varlıklar gibi anlatılmıştır. Âlimler bu hadisi izah ederken, sağ ve sol elin örnek verilmesinin, sadakayı örtüp gizlemede mübalağa için olduğunu söylerler. İki elin birbirine yakınlığı ve sürekli ilişki halinde oluşuyla darb-ı mesel getirilmiştir. Buna göre, sol el çok uyanık ve dikkatli bir insan bile olsa, yine de sadakayı gizli vermedeki mübalağasından dolayı sağ elin verdiğinden haberi olmazdı. Kâdî Iyâz (ra)’dan nakledilen başka bir görüşe göre de, hadisteki sağ ve sol tabirleriyle, kişinin sağındaki ve solundaki insanlar kastedilmiştir. İmam Nevevî (ra) ilk görüşü daha doğru bulmuştur.[18]

“Sağ elin verdiğini sol elin bilmemesi” ilkesi, insanın iyiliklerini başkalarına duyurması bir yana, kendisinden bile gizlemesini; yani zihninde sürekli canlı tutarak Rabbe karşı bir tür minnet etme psikolojisine girmemesini gerektirir.  Kula yaraşan, kullarına muhtaç olmayan Allah’ın verdiği sayısız nimetleri düşünüp şükür ve kulluktaki acziyetini anlayarak amellerini yetersiz görmesidir.

Hz. Lokman’ın, oğluna nasihat ederken şöyle dediği nakledilir: “Yavrucuğum, sana dört şey tavsiye ediyorum. Bunların ikisini unutacaksın ve ikisini de daima hatırında tutacaksın. Unutacağın iki şeyden birincisi, senin başkalarına yaptığın iyilik. İkincisi de başkalarının sana yaptığı kötülüktür. Daima hatırında tutacağın iki şeyden birincisi Yüce Allah, ikincisi ise ölümdür.”[19]

Ayrıca sadakayı gizli vermek,  ihsânın en güzel ölçüsüdür. Böylece fakirin rencide olması da önlenmiş olur. Böyle bir iyilik ve yardım, dünyada ve ahirette nice güzel karşılıklarla ödüllendirilir. Hadis-i Şerif’te, “İyilik yapmak, felâketleri önler. Gizli verilen sadaka, RABBİN GAZÂBINI SÖNDÜRÜR. Sıla-i rahim; yani akrabayı görüp gözetmek de ömrü uzatır.”[20] buyrulmuştur.

KULUNU RABBİNE SEVDİREN ameller arasında, gizli olarak verilen sadakanın zikredildiği diğer bir hadis-i şerifte de, Allah’ın sevdiği ve buğzettiği üç grup insan anlatılmıştır. Bu insanların ilki, içinde bulunduğu topluluğa gelip kendilerinden bir şey isteyen adama, herhangi bir yakınlıktan dolayı değil de sadece Allah adına sadakasını o kadar gizli verir ki, Allah’tan ve sadaka verdiği adamdan başka hiç kimse yardımını bilmez…[21]

Ne mutlu o kimseye ki, insanların sevgi ve övgüsünden kaçar da Allah’ın rızasına ve sevgisine kavuşur.

Yüce Rabbimiz, “Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açıktan (Allah için) verenlere Rableri katında karşılığı vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzûn da olmazlar.” (Bakara 2/274) buyuruyor. Rabbim bizleri de o bahtiyâr kullardan eylesin.

Âmin
 
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------

[1] Rağıb el-Isfehânî, Müfredâtü elfazü’l- Kur’an, Kitâbü’s-Sad “sa-de-qa” maddesi.
 
[2] Bakara 2/3.

[3]Sevgili Peygamberimiz de aynı manada olmak üzere, “Her kim Allah yolunda (cihad için) bir harcamada bulunursa, o harcama kendisi için yedi yüz katı olarak yazılır” buyurmuştur. (Tirmizi, Fedâilü’l-Cihâd, 4.)

[4] Bu deyimde geçen “yonga” kelimesi,”kesilen, yontulan veya rendelenen odun vb. şeylerden çıkan küçük parça, iri talaş”manalarına gelir.(Büyük Türkçe sözlük, D. Mehmet Doğan Ankara, 1992, s. 1176)

[5] Nesai, Zekât:49.

[6] Ahmed, 1/96.

[7] Haşr 59/9.

[8] Ebû Dâvûd, Zekât, 40.

[9] Buhari, Zekât, 14; Müslim, Zekât, 78.

[10] İbnü’l-Mübârek, Zühd, No:648; Müslim, Zekât, 63.

[11] Heysemî, Mecmeu’z- Zevâid III/113, IV/37; er-Rûdânî, Cem’ul-Fevâid, 2798.

[12] Ebû Dâvûd, Zekât, 17 No:1608.

[13] Buhârî, Vesâyâ, 10; Müslim, Zekât, 43; Ebû Dâvûd, Zekât, 45 No:1689.

[14] Rûdânî, a.g.e No:2794.

[15] Ebû Dâvûd, Cihâd, 77; Tirmizî, Cihâd, 24.

[16] Hadîd 57/11.

[17] Tevbe 9/111.

[18]En-Nevevî, El-Minhâc Şerhu Sahîh-i Müslim b. Haccâc, thk.: Halil Me’mun Şiyhâ (I-XVIII ve Fihrist), Beyrut 1995, c.7 s.123.

[19] Haşiyetü’s-Sâvî ale’l- Celaleyn c.3, s.211; Huzur ve Saadetin Esasları (Lütfi Doğan) DİB yay. Ankara 1988 s.160.

[20] Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid III/15; Rûdânî, a.g.e No:2776.

[21] Tirmizî, Cennet, 25; Nesâî, Zekât, 75.

Erol Demiryürek.
 
2
Sizden Gelen Sorular Cevaplar / Her Kötülüğün Tek İlacı
« Son İleti Gönderen: türkiyem Dün, 09:05:08 ÖÖ »


Her Kötülüğün Tek İlacı

Sual: Avrupa’da günah işlemek için ortam hazırdır. Büyük günahlardan kurtulmanın çaresi nedir?

CEVAP

Her türlü günahın tek ilacı vardır. Bu ilaç Kur’an-ı kerimde açıkça bildiriliyor. Bu ilacı kullanan her Müslüman, alışkanlık haline gelen büyük günahlardan mutlaka kurtulur.

Ankebut suresi 45. âyet-i kerimesinde (Namaz, münker ve fahşadan [edepsizlikten, akla ve dine uymayan, esrar, içki, zina, livata gibi her türlü kötülükten] alıkoyar) buyuruldu.

Bir genç, namaz kılar ve her türlü kötülüğü de yapardı. Bu gencin durumunu Resulullaha bildirdiler. Peygamber efendimiz, (Bir gün gelir namaz, onu diğer günahları işlemekten alıkoyar) buyurdu. (Haram işliyorsa, namaz kılmasın) demedi, (Namaza devam etsin) buyurdu. Aradan çok zaman geçmedi. O genç günahlarına tevbe etti, iyi hâl sahibi oldu. Bu bakımdan mutlaka namaz kılmalıdır! Namaz kılmanın fazileti çok büyüktür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Allahü teâlâ beş vakit namazı farz kıldı. Eksiksiz eda edeni Cennete koyacağına söz verdi. Namaz kılmayana verilmiş bir sözü yoktur, böyle kimseye dilerse azap eder, dilerse Cennete koyar.) [Ebu Davud]

(Müslüman, namaz kılarken günahları başı üzerine konur. Her secde ettiğinde başından dökülür. Namazı bitirince hiçbir günahı kalmaz.) [Taberani]

(Her namaz vakti gelince, melekler, “Ey insanlar, günahlarınız sebebiyle hâsıl olan ateşi namaz kılarak söndürün!” derler.) [Taberani]

Bir kimse, (İman eder, namaz kılar, zekât verir, oruç tutar ve diğer ibadetleri yaparsam, kimlerden olurum?) diye sual edince, Peygamber efendimiz, (Sıddık ve şehidlerden olursun) buyurdu. (Bezzar)

Namaz doğru kılınmazsa

Sual: Bir arkadaş namaz kıldığı halde içki ve diğer kötülükleri bırakmıyor. Bu nasıl oluyor?

CEVAP

Doğru kılınan namaz her türlü kötülükten alıkoyar. (Ankebut 45)

Kötülükten alıkoymayan namaz doğru kılınmıyor demektir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Bir kişinin namazı, kendini fahşa ve münkerden [her türlü kötülükten] alıkoyamıyorsa, Allah’tan uzaklığı artar.) [Taberani]

O halde yapılacak iş, namazı doğru kılmaya çalışmaktır. Namazı doğru kılabilmek için önce itikadın düzgün olması şarttır. Daha sonra diğer şartlar gelir. Guslün ve abdestin doğru olması lazımdır. Bu şartlara riayet eden, mutlaka her türlü kötülüğü bırakır.

Kötülerle gezmek bile çok zararlıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kötü arkadaş, demirci körüğü gibidir. Üflenince, ateş kıvılcımları seni yakmazsa da, kokusu seni rahatsız eder.) [Buhari]

(İyi arkadaş, güzel koku satan gibidir. Sana koku sürmese de, yanında bulunduğun müddetçe güzel kokusundan faydalanırsın.) [Müslim]

İçki ve namaz

Sual: Kocam içkili iken namaz kılıyor. Namazı kabul olur mu? Oruç da tutuyor. İçkiyle orucunu açtığı da oluyor. Namazı da orucu da boşa mı gidiyor?

CEVAP

Günah ayrı, ibadet ayrıdır. Yani günah işleyen kimsenin de ibadetleri sahih olur. Namaz borcundan, oruç borcundan kurtulur. Ayrıca, doğru kılınan namaz insanı kötülüklerden, günahlardan alıkoyar. Ahirette niçin namaz kılmadın, oruç tutmadın diye sorguya çekilmez. Niye içki içtin diye sorguya çekilir. İçki içenin kıldığı namazlar sahih olur, fakat kabul olmaz. Kabul olmaz demek, sahih olmaz demek değildir. Sahih ve ihlâslı olan her ibadetin sevabı olur. Namaz borcundan kurtulur; fakat namazdan hâsıl olan büyük sevabların hepsine kavuşamaz demektir.

Açık gezen kadının namazı da böyledir. Namaz borcundan kurtulur, namaz kılmakla hâsıl olacak büyük sevabların hepsine kavuşamaz, yani sevabı az olur. Bu sadece içki içen, açık gezen için değil, her çeşit günahı işleyen için de böyledir. Yalan söyleyen, gıybet eden, laf taşıyan kimsenin de namazlarının sevabları azalır.

Namaz kılmayan

Sual: Mecusi’nin biri Ramazan ayında çocuğuna dışarıda yemek yedirtmiyor, Müslümanlara saygılı davranıyor ve son nefeste imanla ölüyor. Dini yazılarda ise namaz kılmayan Müslümanın imanla ölmesinin zor olduğu, yani imanının tehlikede olduğu yazıyor. O Müslümanken bile kâfir ölebiliyor da, kâfir nasıl Müslüman ölebilir?

CEVAP

İslamiyet insanlardan iki şey ister. Birincisi ne bildirilmişse hepsine olduğu gibi iman etmek. İkincisi bu iman ettiklerine hürmet edip, saygı göstermek, hepsini beğenmek.

Bunlar imanla ilgilidir. Yapıp yapmamak ise günah ve sevab ile ilgilidir. Bahsettiğiniz örnekte üstelik bir mecusinin yani ateşe tapanın oruca, Müslümanların ibadetine hürmeti, saygısı, onun Müslüman olmasına vesile olabilir ki olmuştur da. Buna benzer olaylar çok olmuştur.

Fakat bir Müslümanın senelerce namaz kılmaması, diğer haramları işlemesi, bunları yaptığı veya yapmadığı için değil, iman ettiği hususlara saygıyı, hürmeti azaltacağı, hatta yok edebileceği için küfre düşme tehlikesi çok fazladır. Namaz dinin direğidir buyuruluyor.

Namaz insanı elbette kötülüklerden alıkoyar buyuruluyor. Kendisini koruyucu namazı niyazı yok. Üstelik laf olsun diye, gevezelikle saygıyı hürmeti kaybedenler ise çoktur. Bu yüzden, ikisi çok farklıdır. Birbirine karıştırmamak lazımdır.

Kâfir bir kelime-i şahadet söylerse hemen Müslüman olur, bütün günahları affolur, fakat namaz kılmayan Müslüman, yukarıda açıklamaya çalıştığımız sebepler yüzünden tehlikededir.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
3
Ölüm Kıyamet Ahiret / Hepimizin Kaçınılmza Sonu Ölüm
« Son İleti Gönderen: türkiyem Dün, 08:58:13 ÖÖ »


Hepimizin Kaçınılmza Sonu Ölüm

Dünyada yaşayan milyarlarca insanın hayattaki tek amacı iyi bir işe kariyere ve mutlu bir aileye sahip olabilmektir. Bunun haricinde başka bir amaçları yoktur. Zaten tüm bunlara ulaşabilmek için çabalarken geriye çok fazla zamanları da kalmaz.

Mesela yogun olarak çalışan bir iş adamı günün büyük bir bölümünü çalışarak geçirir; iş yemekleri toplantılar iş gezileri… Tüm bu yoğunluğun dışında ailesine de zaman ayıran bu kişiler boş kalan zamanlarında ise sosyal bazı aktivitelerde bulunarak toplum içerisinde daha saygın ve sosyal bir pozisyon elde etmeye çalışırlar. Tek amaçları hayatlarını en iyi şekilde yaşayabilmektir. Ölüm ve sonrasını ise asla düşünmezler.

Oysa ölüm insanı ne zaman yakalayacağı belli olmayan hayatın en önemli gerçeğidir.

Ölüm kısa bir hayalden oluşan dünya hayatından uyanma vaktinin geldiğini bildiren bir çalar saat gibidir. İnsan bu sesi duyduğunda uyanmak istemez. Hayatını sadece kendi arzuları ve istekleri doğrultusunda yaşayan ahiretini hiç düşünmeden Allah’ı anmadan O’nun rızasını gözetmeden yaşayan insan hayatın ölümle biteceğini zanneder. Oysa gerçek hayatın başladığını fark ettiği o anda yaşadığı uyku haline geri dönmek ister.

‘Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: “Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimiz’in ayetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık.” ‘ (En’am Suresi 27)

Bu geriye dönme isteği aslında büyük bir pişmanlığın göstergesidir. Yaşanacak sonsuz azabın şuuruna varan insanın çaresiz pişmanlığı…

Oysa Allah tüm insanlara öğüt alacakları kadar zaman vermiş ve uyarıcılarını da göndermiştir. ‘Size orda (dünyada) öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur.’ (Fatır Suresi 37) ayetiyle bu gerçeği çok açık bir şekilde görmekteyiz.

Şimdi geriye dönelim ve sonsuz azapla karşılaşan böyle birinin dünya meşgaleleriyle oyalanırken Allah için neler yaptığına bakalım.

Allah kullarına çeşitli şekillerde uyarılarda bulunmuştur. Bu uyarılar elçileri ve kitaplarıyla olduğu gibi bazen bir insan aracılığıyla bazen bir yazı bazen de bir olayla olmuştur.

Kendisine namaz kılması gerektiği hatırlatıldığında bu kişilerin en büyük bahanesi vakitlerinin olmadığıdır. Onlara göre namaz kılmak diğer işlerini yapmalarına engeldir.

Oysa Allah Kuran’da cennet ehli için : ‘(Öyle) Adamlar ki ne ticaret ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten ‘tutkuya kaptırıp alıkoymaz’; onlar kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar’. (Nur Suresi 37) buyurmaktadır

Cehennem ehli için ise çok para kazanmak kendini ya da başkalarını daha fazla hoşnut etmek namazdan ve diğer ibadetlerden çok daha önemlidir. Mesela daha fazla kazanmak için her şeyi yapabilen bu insanlara faizin haram olduğu hatırlatıldığında zamana uymak gerektiği ve faizin ticaret hayatının bir parçası olduğu cevabını verirler. Oysa Kuran’da faiz yiyenler için : ‘Faiz (riba) yiyenler ancak şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi çarpılmış olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar.

Bu onların: “Alım-satım da ancak faiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alış-verişi helal faizi haram kılmıştır. ‘ (Bakara Suresi 275) buyrulmaktadır.

İnfak etmeleri söylendiğinde ise mallara ve paraya olan hırsları ortaya çıkar. Sahip olduklarının sadece küçük bir kısmını ihtiyacı olanlara verirler. Ancak bunu Allah rızası için değil sadece kendi vicdanlarını rahatlatmak ya da toplum tarafından alkışlanmak amacıyla yaparlar. Geri kalan mallarına ise sımsıkı sarılıp daha da artırmaya çalışırlar.

 ‘Ve onlar mallarını insanlara gösteriş olsun diye infak ederler Allah’a ve ahiret gününe de inanmazlar. Şeytan kime arkadaş olursa artık ne kötü bir arkadaştır o.’ (Nisa Suresi 38)

Kendilerine emanet olarak verilen mallarla böbürlenir ve gücün kendilerinde olduğunu düşünürler. Oysa sahip oldukları her şey: ‘Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız ancak bir fitnedir (imtihan konusudur.) Allah yanında ise büyük bir mükafat vardır.’ (Enfal Suresi 28) ayetiyle bildirildiği gibi sadece bir imtihan konusudur.

Allah ’ın yolunda yaşamak yerine şeytanın yolunda yaşamayı tercih eden bu insanlar ibadetlerini genelde yaşlılık dönemlerine ertelerler. Yaşlanınca namaza başlayacaklarından kapanacaklarından ya da hacca gideceklerinden bahsederler.

Ölüm konusunun açılmasından hiç hoşlanmazlar. Birileri ölümden bahsedecek olsa hemen sustururlar. Hayatın tadını çıkarmak varken böylesine kasvetli konularda konuşmak anlamsızdır bu kişilere göre.

Ölümü ve sonrasını düşünmek bugünü yaşamalarına engeldir çünkü… Bu yüzden de tüm uyarılara kulaklarını tıkarlar. Ancak görmezden gelmeye çabalasalar bile mutlaka ‘Her nefis ölümü tadıcıdır.’ (Ali İmran Suresi 185) ve bu sondan kimse kaçamayacaktır.

Çok açıktır ki dünya hayatı sadece bir imtihan mekânıdır. Bu mekânda ahiret için yapacaklarımız hayati öneme sahipken sadece dünya için yaşamak uyumayı çalışmaya tercih etmek gibi bir şey olur.

Böylesine bir gafletin sonucu dünyada yaşanacaklardan çok daha acı verici olacaktır. Bunun bilincinde olarak Allah’a sığınıp yaşamaksa tek kurtuluş olacaktır…

‘Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’ bir süs kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu) mal ve çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu’dur.

Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir sonra kuruyuverir bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş sonra o bir çer-çöp oluvermiştir.

Ahirette ise şiddetli bir azap; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir’. (Hadid Suresi 20)

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
4
Cennet / Allahin Cennet Ehli İçin Hazırladığı Nimetler
« Son İleti Gönderen: türkiyem Dün, 08:54:31 ÖÖ »


Allahin Cennet Ehli İçin Hazırladığı Nimetler

İnsanlar var olmasını istedikleri, fakat dünya şartlarında mümkün olmayan şeyleri kimi zaman filmlere, romanlara konu yaparlar. Bu tür fikirleri fantastik, ütopik gibi sıfatlarla nitelendirerek gerçekdışı olduklarını vurgularlar. Çoğu insan bu hayal ürünü mükemmelliklerin gerçek olmasını ister, bunlara özenir.

Ancak dünya şartlarında bunların gerçekleşmesinin olanaksız olduğunu bilmek ve bu güzellikleri sadece hayal etmek onların ruhunda derin bir zevk oluşturmaz. Aksine yaşadıkları ortamdaki eksikliklerin biraz daha farkına vararak dünyanın gerçek yüzünü görmelerine, bu da kendi deyimleriyle "keyiflerinin kaçmasına" sebep olur. Elbette ki tarif ettiğimiz bu ruh hali iman etmeyen kişiler için söz konusudur.

Ahiretin varlığına kesin bir bilgiyle iman eden müminler ise, hayal gücünün sınırlarını zorlayan tüm ihtimallerin Allah'ın "ol" demesiyle gerçekleşebileceğini, ahirette cennet nimeti olarak karşılarına çıkabileceğini bilirler.

O halde insan, dünyada "olsa ne güzel olur" diye düşündüğü her güzellik ve nimete cennette kavuşabilmeyi umabilir. Bu umut içindeki insan, istediği herşeye kavuşabileceği cenneti hak edebilmek için ciddi bir çaba göstermeye başlar

Bir hadiste Peygamberimiz (sav), Allah'ın salih kulları için ahirette "hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen birtakım nimetler" olacağından bahsetmiştir. [Ölüm-Kıyamet-Ahiret ve Ahirzaman Alametleri, s. 306/497]

Böylelikle ,Allah dediklerine karşılık olarak içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler verdi. Bu, iyilik yapanların karşılığıdır.
(Maide Suresi, 85)

Allah cenneti tarif edip tanıttığı ayetlerle insanlara dünyadakilerle kıyaslanmayacak bir nimet ufku açmaktadır. "Orada diledikleri herşey onlarındır; Katımız'da daha fazlası da var." (Kaf Suresi, 35) ayetiyle cennetteki bu nimet genişliği haber verilmektedir. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadisinde müminlere, kendilerini bekleyen cennet nimetleri hakkında şu ayeti hatırlatmıştır:

Artık hiçbir nefis, yaptıklarına karşılık olmak üzere kendileri için gözler aydınlığı olarak nelerin (sayısız nimetlerin) saklandığını bilmez. (Secde Suresi, 17) [Tezkireti'l Kurtubi, s. 306/498]

Allain cennette sunacağı nimetler düşünülürken unutulmaması gereken önemli bir nokta da insan aklının çok sınırlı olduğudur. Bundan dolayı kişi, kendisine vaat edilen nimetlerin bolluğunu, çeşitliliğini, benzersiz güzelliklerini zihninde tam olarak canlandıramayabilir.

Kuran'da ve hadislerde bildirilen nimetler, yapılan tasvirler insanlara açıklayıcı olması bakımından, dünyadaki güzelliklerin yer aldığı benzetmelerle tarif edilmektedir. Ancak bunlar cennette çok daha mükemmel halleriyle olacaklardır.

Çünkü ,Allah sonsuz aklının bir tecellisi olarak cenneti tüm kusurlardan arındırılmış mükemmel bir mekan olarak yaratmıştır.

İnsanın sınırlı düşünme ufkunu şöyle bir örnekle anlatabiliriz. İnsan, görme duyusuna sahip olmasa sadece tat alma, koklama, işitme ve dokunma duyularıyla yaratılmış olsa; göze hitap eden nimetler kendisine ne kadar tarif edilip anlatılsa da bunları kavraması mümkün olmazdı.

Renkten, aydınlıktan, estetikten, simetriden, ihtişamdan bahsedildiğinde bu kişi tüm bunları anlayamayabilirdi.

Aynı şekilde şu anda bizim bilmediğimiz ama Allah'ın cennette var edeceği ve bize yepyeni ufuklar kazandıracak başka duyular olabilir.

Dolayısıyla sadece beş duyumuzla sınırlı olduğumuz bu dünyada ne tür nimetlerden habersiz olduğumuzu tam olarak kavramamız da mümkün olmayabilir.

"İşte, yaptıklarınız dolayısıyla mirasçı kılındığınız cennet budur."
(Zuhruf Suresi, 72)

Görüş, düşünce ve hayal ufkumuzdaki sınırlılığı, penceresiz bir evin içinden hiç dışarı çıkmadığını varsaydığımız bir kimsenin durumuna da benzetebiliriz.

Evin dışındaki güzelliklerden -dağların, nehirlerin, ağaçların görünümünden, birbirinden estetik çiçeklerden, sevimli hayvanlardan, berrak bir gökyüzünden, gün ışığının aydınlığından...- habersiz olan bu kişi, nasıl bir nimet eksikliği içerisinde olduğunun da farkında olmaz. Kaldı ki bu kıyas dünyadaki güzellikler üzerinden yaptığımız bir kıyastır.

Dünyanın nimet ve güzellikleri ise cennet nimetlerinin yanında son derece eksik ve kusurludur. Bu bakımdan iman eden bir kiş,i cenneti de sahip olduğu sınırlı bilgiler dahilinde, dar bir görüşle değerlendirmekten kaçınmalı, bu yanılgıya düşmemelidir.

Çünkü insan, Rabbimiz'in bildirdikleri dışında cennetle ilgili ayrıntıların, cennet ehli için hazırlanmış sürprizlerin neler olabileceği hakkında yorum sahibi bile değildir.

Kuran'da bu duruma dikkat çekilen ayetlerden birinde Allah "Orada diledikleri herşey onlarındır; Katımız'da daha fazlası da var." (Kaf Suresi, 35) buyurmaktadır.

Bir rivayete göre ise Peygamberimiz (sav) cennet nimetlerini şöyle tarif etmiştir:

Cennete koşan yok mu? Çünkü cennette akla hayale gelmeyen nimet vardır. [Tezkireti'l Kurtubi, s. 306-307/499]

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
5
Cehennem / Cehennem Ateşi
« Son İleti Gönderen: türkiyem Dün, 08:50:55 ÖÖ »


Cehennem Ateşi

Cehennem Ateşi Üç Bin Yıl Yakılarak Simsiyah Ve Kapkaranlık Hale Gelmiştir:

Tirmizî… Ebû Hüreyre’den rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Cehennem ateşi bin sene yakıldı; kızardı. Bin sene daha yakıldı; beyaz-laştı. Bin sene daha yakıldı; karardı. Artık o, simsiyah ve kapkaranlıktır.”

Cehennem Ateşinin Harareti Sönmez Alevine De Yaslanılmaz:
Hafız el-Beyhakî… Selman’dan rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“(Cehennemdeki) ateşin harareti sönmez ve alevine de yaslanılmaz.” Böyle dedikten sonra Rasûlullah (s.a.v.) şu âyet-i kerimeyi okudu: “Yakıcı azabı tadın, diyeceğiz.” (Âl-i imrân, 3/181)

İbn Merdeveyh… Enes’ten rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şu âyet-i kerimeyi okumuştur:

“Ey inananlar! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı, insanlar ve taşlardır. Görevlileri, Allah’ın kendisine verdiği emirlere baş kaldırmayan, kendilerine buyrulanları yerine getiren pek haşin meleklerdir.” (Tahrim, 66/6)

Bu âyet-i kerimeyi okuduktan sonra Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Cehennem ateşi bin sene yakıldı; nihayet beyazlaştı. Bin sene daha yakıldı; nihayet kızardı. Bin sene daha yakıldı; nihayet karardı. Cehennem ateşi simsiyahtır; alevi ışık Saçmaz.”

İbn Merdeveyh… Adey b. Adiy’den rivayet etti ki; Ömer b. Hattab (r.a.) şöyle demiştir: Cebrail, gelmeyi âdet edinmediği bir zamanda Peygamber (s.a.v.)’in yanma geldi. Peygamber (s.a.v.) ona dedi ki:

— Ey Cebrail! Bana ne olmuş ki, seni, rengin değişmiş olarak görüyorum!

— Ben sana gelecek değildim. Allah, ateşin açılmasını emredince sana geldim.

— Ey Cebrail! Bana ateşin evsafını ve cehennemin niteliklerini anlat.

— Doğrusu Cenab-ı Allah emretti de cehennem bin sene yakıldı; nihayet ateşi kızardı. Sonra bin sene daha yakıldı; nihayet ateşi beyazlaştı. Sonra bin sene daha yakıldı; nihayet ateşi karardı. Artık cehennem ateşi simsiyah ve kapkaranlıktır. Kıvılcımı ışık saçmaz, alevi de sönmez. Seni hak dinle gönderen zât’a yemin ederim ki; Allah’ın kendi kitabında anlattığı cehennem zincirlerinden bir halka, dünya dağlarının üzerine konulacak olsa, o dağları eritir.

— Ey Cebrail! Bu anlattıkların bana yeter. Kalbim paralanmasın!..” Böyle dedikten sonra Peygamber (s.a.v.) Cebrâile baktı; ağlamakta olduğunu gördü. Ve ona şöyle dedi:

— Ey Cebrail! Allah katında böyle büyük bir yere sahib olduğun halde yine mi ağlıyorsun?!

— Niye ağlamıyayım ki? Allah’ın ilm-i ezelisinde bundan başka bir hale düşeceğim takdir edilmiş mi, edilmemiş mi, bilmiyorum ki. Örneğin daha önce İblis, meleklerle beraberdi. Harut ile Marut, meleklerdendi! (Bak sonra ne hale düştüler.)”

Peygamber (s.a.v.) ile Cebrail (a.s.) ağlamayı sürdürdüler. Nihayet onlara seslenildi ki:

“Cenab-i Allah, gazaba uğramayacağınıza dair size âmân vermiştir.” Bu sesi duyan Cebrail kalkıp gitti. Hz. Peygamber de dışarı çıktı. Konuşup gülüşmekte olan bir gurup ashabının yanına gitti ve onlara şöyle dedi:

“İleri tarafınızda cehennem olduğu halde gülüyor musunuz? Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlar, yüksek yerlere çıkıp Allah’a yüksek sesle yakarırdınız!“

Bunun üzerine Cenab-ı Allah ona şöyle vahyetti: “Ey Muhammed! (s.a.v.) Seni müjdeleyici olarak gönderdim.” Bu vahyi alan Rasûlullah (s.a.v.), sahabi-lere şöyle buyurdu: “Size müjdeler olsun! Kendinizi ve amellerinizi düzeltin. Elden geldiğince (salah ve olgunluğa) yakın olun.”

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
6
KUR'ANI KERİM / Kur'an ve Hadisler Çerçevesinde Din
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Dün, 08:34:28 ÖÖ »


Kur'an ve Hadisler Çerçevesinde Din

Din kelimesi lügatte inkıyâd yâni boyun eğme ve teslim olma; âdet ve cezâ mânâlarına gelmektedir. Dînin insanlar nezdindeki yeri düşünüldüğünde, her üç anlamı da kapsayan bir özelliği vardır. Çünkü fıtrî ve ilâhi menşeli olan dinde, ahkâma zâhir ve bâtın anlamıyla inkıyâd istenir. İlâhî emirleri yerine getirme ve yasaklardan kaçınmanın i'tiyâd ve âdet hâlinde benimsenmesi umulur. Ve nihâyet bunlara mutâbaat ve muhâlefet durumuna göre insana uhrevî cezâ terettüb eder. Nitekim âhiret gününe "din günü" (yevmü'ddîn) denmesi bundandır.

İnsanın yaratılışında fıtrî olarak bir din duygusunun bulunduğu genel olarak kabul edilen görüştür, Kur'an-ı Kerim bu özelliğe şu ifâdelerle dikkkat çeker: "Ey Muhammed, Hakk'a yönelerek kendini Allah'ın insanlara fıtraten verdiği dîne yönelt. Zîrâ Allah'ın koyduğu fıtrat kanununda değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur." (er-Rûm, 30/30)

Fıtratta meknûz olan dinin insanlardan ne istediğini bu âyetin devamında Allah Teâlâ şöyle ifade buyurmaktadır: "Allah'a yönelerek O'na karşı gelmekten sakının, namaz kılın, dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka olan ve her fırkasının da kendisiyle bulunanla sevindiği müşriklerden olmayın." (er-Rûm, 30/31-32) Ayetin bu bölümü dinin temel niteliklerinin başında tevhid inancının geldiğini göstermektedir. Ardından iyi bir kulluk anlayışıyla namaz ve ibadete devamı ve onun peşinden ise sosyal münasebetler içinde birlik ve beraberlik istenmekte; ihtilâfa düşüp birbiriyle boğuşan fırkalar hâline gelmek yasaklamaktadır. Yâni âyet önce Allah ile ilişkilerde inanç ve teslimiyeti, ardından ona kulluğa ve nihâyet beşerî ve ahlâkî münâsebetleri düzenlemektedir.

Fıtrat dininin "İslâm" ve bunun Allah'ın indindeki din olduğu yine Kur'an'ın beyânıdır. "Allah katında dîn İslâm'dır" (Âl-i İmrân, 3/19) Âyette din lâfzının harf-i târif denilen "el" takısıyla kullanılması onu, herkes tarafından bilindiğine işârettir. Bir başka din değil herkesçe bilinen din demektir.

İşte bu herkesce bilinen Allah'ın fıktrata koyduğu dîn olan İslâm, tevhîd inancına dayalı ilâhî dinlerin genel adıdır. Bundan başkasının Hakk katında kabûle kârin olmasının söz konusu olamayacağı şu âyetle belirtilmiştir: "Kim İslâm'dan başka bir dine yönelirse onunki kabul edilmeyecektir. O âhirette de kaybedenlerdendir." (Al-i İmran, 3/85) nitekim Allah Teâlâ, İbrâhim peygambere İslâm olmasını emretmiş, o da "âlemlerin rabbına teslim oldum." diyerek İslâm'ını ilân etmişti. İbrahim neslinden gelen Yakub (a.s.) da oğullarına: "Ey oğullarım, Allah sizin için din intihab etti (seçti). Artık insanların koyduğu ahkâm ve kavâidin bir hükmü kalmadı, onlara tâbi olmaktan vaz geçin. Siz de ancak ona tâbi olarak ölmeye bakın." (el-Bakara, 2/132). Evet, "Allah katında din İslâm'dır." ve bütün peygamberlere Hakk'ın bildirdiği din de odur. İslâm inkıyâddan ibarettir. Kulun vücûdunda biri bâtın, diğeri zâhir olmak üzere iki inkıyad vardır. Bâtın ile inkıyâd, Hakk'ın gönderdiği peygamberleri tasdik ve onlara îmândır. Zâhir ile inkıyâd Allah'ın peygamberler aracılığıyla emrettiklerini organlarla fiile getirmektir. İbâdet ve tâatların, beden ve kalb ile ifâsı, zâhiri ve bâtınî inkıyâddır. (bk A.Avni konuk Füsûsül-hikem şerhi, II, 170 vd.)

Bu âyet, Allah'ın seçtiği ve râzı olduğu dinin anlık ve bir zamanlık değil, ölünceye kadar sürekli olduğuna dikkat çekiyor, İslâm üzre ölmenin müyesser olması, İslâmî esasların inkıyâd ve i'tiyâd hâlinde yapılmasıyla gerçekleşecek bir keyfiyyettir. Orda burda gönül eğleyerek, istikamet duyarlılığı ve devamlılık bilinci olmadan "hüsn-i hâtime" denilen İslâm üzre yaşayıp müslümanca ölmek, kolayına müyesser olacak bir husus değildir.

Allah, hüküm vermede, tapmada ortak kabul etmediğini şu âyette ifâde buyurmaktadır: "Hüküm vermek ancak Allah'a âiddir. O'ndan başkasına değil, O kendisine tapmanızı emretmiştir, Bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bunu bilmez." (Yûsuf, 12/40)

En son indiği kabûl edilen âyetlerden olan şu âyet, Allah'ın râzı olduğu dinin tamamlandığını belirtmektedir. "Bugün sizin için dininizi ikmâl ettim; üzerinize olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim; ondan razı oldum." (Âl-i İmran, 3/19)

Bir başka âyet ise şöyle: "Oysa onlar, doğruya yönelerek, dini yalnız Allah'a has kılarak O'na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekâtı vermekle emrolunmuşlardı. Dosdoğru olan din de budur." (el-Beyyine, 98/5) Bu âyette "İslâm" adını alan fıtrat dîninin tevhîd inanç ve Hakk'a yöneliş boyutuyla Allah'a kulluk, namaz ve zekât gibi emirlerine dikkat çekilmektedir.

Toplum düzeni nüfûsun devâmı, fıtrat kanunun sürekliliği konularında zinâ gibi dejenerasyon sebebi olan bir fiile acıma nazarıyla bakılmaması dini bir hükümdür. "Allah'ın dini konusunda zinâ eden kadın ve erkeğe acımayın!" (en-Nûr, 24/2)

Dini hafife alan kimsenin toplumda şefkat ve merhamet gerektiren konularda zaaf göstereceği şu ayetin beyanıdır: "Dini yalan sayanı gördün mü? Öksüzü kakıştıran, yoksulu doyurmaya yanaşmayan kimse işte odur." (el-Mâun, 107/2-3)

Ancak İslâm ile ihsânı birleştiren kimsenin en iyi din yolunu tuttuğu şöyle buyurulmaktadır. "İhsân ile kendisini teslim edip hakka yönelen ibrahim'in dinine uyandan, din bakımından daha iyi kim olabilir." (en-Nisâ, 4/125) İslâm inkıyâd, ihsân Allah'ı görüyormuşcasına kulluk manasına düşünülürse dinin kıvamı ve kıymeti ortaya çıkar. Din ve iman işi, insanın tercihi olmakla birlikte bir te'yid-i ilâhiye ihtiyaç gösterir. Bu aynı zamanda dinin kadrini bilmektir. "Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, gerçek dine, doğruya yönelen ve puta tapanlardan olmayan İbrahim'in dinine iletmiştir." (el-En'am, 6/161) Doğru yolun kadrini bilmek, bu nimeti ziyâdeleştirir. Bu nimete küfran ise nimetten mahrûmiyete sebep olur.

Sonuçta bu değer bilmezlik insanı dinden uzaklaştırmaya kadar götürür. Ama dinin sâhibi dinini koruyacak ve ehil olanları onu teyid edecektir:

"Ey iman edenler, aranızda kim dîninden dönerse bilsin ki Allah, sevdiği ve onların kendisini sevdiği, inananlara karşı alçak gönüllü, inkârcılara karşı güçlü, Allah yolunda cihâd eden, yerenin yermesinden korkmayan bir millet getirir. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bol nimetidir. Allah, herşeyi kuşatır ve bilir. Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekât veren ve rükû eden müminlerdir." (el-Mâide 5/54-55)

Din, insanlardan ciddiyetle sarılmayı ve hakkını vererek yaşamayı bekliyor. Kendisini olduğundan fazla gösteren ve inanmadığı halde inanç gösterisinde bulunan, Allah Teâlâ'nın beyânıyla cehennemin en alt tabakasında yer alacak olan münâfıkları bu âkıbete düşmekten kurtarabilecek olan tevbedir. Nitekim; "Tevbe edenler, nefislerini ıslah edenler, Allah'ın kitâbına sarılanlar ve dinlerine Allah için candan bağlananlar - inananlarla beraberdir." (en-Nûr, 4/145 - 146) buyurulur.

Hadislerde de Allah'ın râzı olduğu dine kulların râzı olmasını tavsiye eden lâfızlar dikkat çekmektedir. Nitekim bir hadiste müezzin sesini duyanın şunları söylemesi hâlinde mağfirete, nâil olacağına işâret edilmektedir. "Rabb olarak Allah'dan peygamber olarak Muhammed'den, din olarak İslâm'dan râzı oldum." (bk. Müslim, Salât, 13; Ebû Dâvud, salât, 36; Tirmizi, salat, 43; Nesai, ezân, 38; İbn Mâce; ezan, 4; Dârimi, Vesâyâ, 4; İbn Hanbel, IV, 337; V, 297, 303. 367)

Allah Teâla inananlar için seçtiği din hakkında da şunları vaad buyurmaktadır: "Allah içinizden inanıp yararlı iş işleyenlere, onlardan öncekilere halef kıldığı gibi onları da yeryüzüne halef kılacağına, onlar için seçtiği dini temelli yerleştirerek korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir. Çünkü onlar bana kulluk eder, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Bundan sonra inkar eden kimseler, işte onlar artık yoldan çıkmış olanlardır." (en-Nûr, 24/55)

Demek ki, Allah, kendisinin seçtiği ve râzı olduğu dine liyâkatle sarılınca kullarının önünü açacak, onları dünya ve âhiret mutluluğuna erdirecek, onları yeryüzünde söz ve ses sahibi hâline getirecektir. Ama bunun yolu insanları seçtiği din ve dindarlık sınır ve boyutları ile değil, Allah'ın seçtiği ölçülerledir. Dolayısıyla dini gönülden çıkarmak ve hayattan uzaklaştırmak insanların ufkunu karartır ve fizik endişelerin, dünyevî telâşların zebûnu; nefis ve hevânın esîri haline getirir. Bugün top-yekün yaşadığımız da budur.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
7
Ayın Konusu / Duanın Fazileti ve Vakti
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Dün, 08:16:55 ÖÖ »
İnsan ve Dua

Seslenmek, çağırmak, yardıma çağırmak, Allah'a yalvarmak, O'ndan dilekte bulunmak, O'na yakarmak.

Dua, insanda fıtrî bir olgudur. Bu sebepledir ki, bütün dinlerde mevcuttur. Üstün bir varlığa inanan her insan şu veya bu şekilde dua eder.

İnsanlar hayatları boyunca, üstesinden gelemeyecekleri birçok şeylerle karşılaşmakta, keder, sıkıntı, acz ve ümitsizliklere maruz kalmaktadırlar.

Yüce Allah şöyle buyurur:

"İnsana bir darlık dokunduğu zaman yanı üzere yatarken, otururken yahut ayakta bize yalvarır, ama biz onun sıkıntısını giderince sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder. İşte aşırı gidenlere yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir." (1) (2)

Her şeyi Allah yarattığından bütün yaratıklarda O'na doğru bir yöneliş vardır.(3)

Yaratılmış varlıkların en üstünü ve değerlisi de insandır.(4)

Allah insanı yaratıp onu kendi varlığından haberdar etmiştir. bu da insanın özü itibari ile Allah'ı tanıma ve O'na inanma yeteneği ile donatıldığını gösterir.(5)

Ayrıca Kuran'da, insana Allah'ı Rab olarak tanıma özelliğinin verildiğinden söz edilir.(6)

Bu özelliğinden dolayı insan, Rabb'inden uzak kalamaz ve O'na her zaman ihtiyaç duyar.

İnsan, bu ihtiyacını ancak Allah'a kulluk ederek karşılayabilir. Çünkü onun yaratılış gayesi ve esas görevi Allah'a kulluktur.(7)

Kulluk faaliyetlerinin en önemlilerinden biri de duadır. Dua kelimesi, sözlükte "çağırmak, istemek, yalvarmak ve yardım talep etmek" gibi anlamlara gelir. Bu kelime, "büyükten küçüğe, aşağıdan yukarıya vaki olan talep ve niyaz" anlamında bir isim olmuştur. Bunun için, "insanın Allah'ın yüceliği karşısında aczini itiraf etmesine, sevgi ve tazimle O'nun lütuf ve ihsanını istemesine veya bu amaçla icra edilen ibadet şekline" dua denir.

Dua, insanın halini Allah'a arz etmesi, O'na niyazda bulunması, Rabb'ine doğru yönelip O'nunla iletişim kurmasıdır. Dua, insanın kibirlenme ve istiğnadan vazgeçip Allah'ın mutlak kudretini, adaletini ve merhametini kavramasından doğan bir boyun eğmedir. O, insanın kendi ihmallerini ikmal eden bir ikbal kapısı değildir. Kuran'daki dua örneklerinin büyük bir bölümünün, dünyevi nimet ve menfaatlerden ziyade bağışlanma, hidayet ve Allah yolunda yardım isteme niteliğinde olması(8), değinilen gerçeği desteklemektedir.

Şu halde insan, kendi sorumluluğunu bütünüyle yerine getirdikten sonra karşısına çıkabilecek engellerin aşılması hususunda Allah'tan yardım isteyebilir. Kişinin duayı, bir sihir tekniği gibi algılamaması ve uygulamaması gerekir.

Kuran'da, insanın çaresizlik içinde ve zor şartlarda duaya başvurması üzerinde ısrarla durulur. Dini yönelişin belirgin veya zayıf hale geldiği durumlar açıklanırken aynı zamanda bu yönelişin, insan tabiatında fıtri ve genel bir motif olarak bulunduğu ortaya konulur. Ayetlerin beyanına göre insan bir tehlike ve sıkıntıya düşerse, bütün samimiyetiyle Allah'a yönelir; bıkmadan usanmadan dua edip iyilik ve başarı ister. Fakat kendisini emniyet içinde ve başarılı gördüğü durumlarda dua isteği zayıflar, kendi güç ve yeteneğine güvenip Allah'tan yüz çevirir.(9)

Buradan şöyle bir sonuca varılabilir. Din duygusu zayıfladığı zaman insan hayatında olumsuz gelişmeler görülebilir. Bunu önlemek için insan şuurunda dini inanç ve duygunun mümkün olduğu kadar canlı ve etkili bir halde bulunması gerekir. Bu da dua ve ibadetle sağlanır. Bu yüzden Kuran'da insanların Allah'a dua etmeleri istenmiş ve bu dua O'na kulluk etme belirtisi olarak kabul edilmiştir.(10)

Şu halde dua ve ibadette amaçlanan şey, insan şuurunda Allah inancının canlı ve devamlı kalmasını sağlamaktır.

Bir insanın Allah'a iman ettiğini gösteren önemli alametlerden bir tanesi de duadır. Dua eden insan, kendisinin aciz ve zayıf bir kul olduğunu, istediklerini kendi başına yerine getiremeyeceğini ve bunları ancak kendisine Allah'ın verebileceğini kabul etmiş olur. Dua, Allah'a kul olmanın en saf, en temiz, en samimi ifadelerindendir. Kuran'da da müminlerin temel vasıflarından birinin "sabah akşam sabrederek Allah'a dua etmek" olduğu şöyle haber verilir:

‘’Sen de sabah akşam O'nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının (aldatıcı) süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini Bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi "istek ve tutkularına (hevasına)" uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme.’’ (11)

Ancak duanın ne demek olduğunu ve nasıl yapıldığını iyi bilmek gerekir. Çünkü Kuran dışı kaynaklardan (örneğin, geleneklerden, anne-babadan, çevreden) öğrenilen dua anlayışı, çoğu kez Kuran'da tarif edilen gerçek dua kavramına uymamaktadır. Bu nedenle Kuran'da bu konuda verilen bakış açısını ve ruh halini iyi kavramak gerekmektedir.

Duanın gerçekten istenerek ve gerçekten Allah'a karşı insanın acizliğinin ve fakirliğinin kavranarak yapılması gerekir. Bu durumda yapılacak bir dua, Kuran'da tarif edilen "için için ve yalvara yalvara" tanımına uygun olacaktır. Allah bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:

‘’Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin. Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez.’’(12)

Allah, samimi bir biçimde, Kendi rızası aranarak yapılan bir duayı kabul edecektir. Kuran'da, bu konuda bildirilen ayetler şöyledir:

‘’Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar.’’ (13)

‘’Rabbiniz dedi ki: "Bana dua edin, size icabet edeyim. Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir.’’ (14)

Mü’min duasına icabet edileceğinden emin olmalıdır. Çünkü Allah dualara icabet edendir. Müminlerin samimi dualarını asla cevapsız bırakmaz. Geçmişte peygamberlerin duası ile helak edilen kavimler bu konuda bir örnektir:

(Peygamberler) Fetih istediler, (sonunda) her zorba inatçı bozguna uğrayıp -yok oldu- gitti. (15)

Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Acele etmediği müddetçe herbirinizin duasına icâbet olunur. Ancak şöyle diyerek acele eden var: "Ben Rabbime dua ettim duamı kabul etmedi." (!6)

Bunun yanı sıra, mümin, Allah'ın Kuran'da övdüğü ve hedef olarak gösterdiği her türlü nimeti Allah'tan isteyebilir. Bu konularda yaptığı duasında ise son derece samimi ve içten davranmalı, istediği herşey için Allah'a dua etmekten çekinmemelidir. Çünkü insanın neler istediğini bilen, bunun da ötesinde o isteği onun içine koyan, zaten Allah'tır.

Mümin herhangi bir iş üzerindeyken de yaptığı işte başarılı olmak ve yapılan iş sayesinde Allah'ın rızasını kazanmak için dua edebilir. Nitekim Kuran'da Hz. İbrahim'in bu tür bir duası örnek gösterilmektedir:

İbrahim, İsmail'le birlikte Evin (Kabe'nin) sütunlarını yükselttiğinde (ikisi şöyle dua etmişti): "Rabbimiz bizden (bunu) kabul et. Şüphesiz, Sen işiten ve bilensin." (17)

Mümin, "Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler" (18) ayetinde tarif edildiği gibi, her durumda Allah'a dua edebilir, O'na dönüp-yönelebilir. Nitekim Kuran'da müminlerin bu özelliği sık sık övgüyle anlatılmaktadır:

Duanın önemini kavramak için, aşağıdaki ayet önemlidir:

De ki: "Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi? Fakat siz gerçekten yalanladınız; artık (bunun azabı da) kaçınılmaz olacaktır." (19)

Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Her gece, Rabbimiz gecenin son üçte biri girince, dünya semasına iner ve; "Kim bana dua ediyorsa ona icabet edeyim. Kim benden bir şey istemişse onu vereyim, kim bana istiğfarda bulunursa ona mağfirette bulunayım" der. "

Rivayetin Müslim'deki bir vechi şöyle: "Allah’u Teâla gecenin ilk üçte biri geçinceye kadar mühlet verir. Ondan sonra yakın semâya inerek şöyle der:

"Melik benim, Melik benim. Kim bana dua edecek?" (20).

Bu arada Kuran'da sık sık vurgulanan önemli bir noktaya dikkat etmek gerekir. Kuran'da bildirildiğine göre, Allah'tan başka ilahlar edinenler (müşrikler) de kimi zaman Allah'a dua etmektedirler. Ancak bu kişilerin duası ile müminlerin duası arasında büyük bir fark vardır. Müminler, her zaman ve her durumda Allah'a yönelirler. Sıkıntı ya da rahatlık karşısında tavırları değişmez. Sürekli olarak Allah'a karşı olan acizliklerini bilir ve dua halini korurlar. Müşrikler ise, hayatlarının büyük kısmında Allah'ı unutmuş, O'ndan yüz çevirmiş durumdadırlar.

Kuran'da, bu müşrik tavrının pek çok örneği verilir:

‘’İnsana bir zarar dokunduğunda, yan yatarken, otururken ya da ayaktayken Bize dua eder; zararını üstünden kaldırdığımız zaman ise, sanki kendisine dokunan zarara Bizi hiç çağırmamış gibi döner-gider. İşte, ölçüyü taşıranlara yapmakta oldukları böyle süslenmiştir.’’ (21)

‘’İnsana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirir ve yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman ise, artık o, geniş (kapsamlı ve derinlemesine) bir dua sahibidir.’’ (22)

‘’İnsana bir zarar dokunduğu zaman, gönülden katıksızca yönelmiş olarak Rabbine dua eder. Sonra ona kendinden bir nimet verdiği zaman, daha önce O'na dua ettiğini unutur ve O'nun yolundan saptırmak amacıyla Allah'a eşler koşmaya başlar. De ki: "İnkârınla biraz (dünya zevklerinden) yararlan; çünkü sen, ateşin halkındansın." (23)

Bazı ayetlerde ise denizde çaresizlik içinde kalmış insanların örneği verilir: İnsanlar, batmak üzere olan bir gemide olduklarında son derece samimi bir şekilde dua etmekte, Allah'tan bağışlanma ve kurtuluş dilemektedirler. Burada yaptıkları dua samimidir, çünkü Allah'tan başka taptıkları herhangi bir varlığın (örneğin, aileleri, kavimleri, liderleri vb.) kendilerini kurtaramayacağını anlamış ve yalnızca Allah'a yönelmişlerdir. Ancak Allah onları boğulmaktan kurtarıp karaya çıkardığında hemen müşrik tavrını yeniden gösterir ve Allah'ı unuturlar. Kuran'da onların bu tavırları şöyle bildirilir:

‘’Karada ve denizde sizi gezdiren O'dur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgarla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgar gelip çatar ve her yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken, dinde O'na "gönülden katıksız bağlılar (muhlisler)" olarak Allah'a dua etmeye başlarlar: "Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan, muhakkak sana şükredenlerden olacağız."

Ama (Allah) onları kurtarınca, hemen haksız yere, yeryüzünde taşkınlığa koyulurlar. Ey insanlar, sizin taşkınlığınız, ancak kendi aleyhinizedir; (bu) dünya hayatının geçici metaıdır. Sonra dönüşünüz Bizedir, Biz de yaptıklarınızı size haber vereceğiz.’’ (24)

‘’Onları kara gölgeler gibi dalgalar sarıverdiği zaman, dini yalnızca O'na "halis kılan gönülden bağlılar" olarak Allah'a yalvarıp yakarırlar (dua ederler). Böylece onları karaya çıkarıp-kurtarınca, artık onlardan bir kısmı orta yolu tutuyor. Bizim ayetlerimizi gaddar, nankör olandan başkası inkar etmez.’’ (25)

De ki: "Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz (açıktan ve) gizliden gizliye ona yalvararak dua etmektesiniz: Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz." De ki: "Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız." (26)

Oysa müminlerin yapması gereken her ortamda dua halini sürdürmek, Allah'tan başka dost ve yardımcı olmadığını kavrayarak Allah'a güvenmektir:

‘’Öyleyse, dini yalnızca O'na halis kılanlar olarak Allah'a dua (kulluk) edin; kafirler hoş görmese de.’’ (27)

 Allah Resûlü: "Dua ibâdetin iliğidir." (28) ifadesiyle duânın ibâdet içindeki yerini tesbit buyurmaktadır.

De ki: "Ben gerçekten, yalnızca Rabbime dua ediyorum ve O'na hiç kimseyi (ve hiçbir şeyi) ortak koşmuyorum." (29)

Mümin dua ettiği, Allah'tan yardım dilediği zaman gerçek mutluluğu ve huzuru yakalar. Kendi gücünün hiçbir şeye yetmediğini, ancak gücü herşeye yeten Rabbimizin kendisini koruyup-gözettiğini hisseder. Bu, insan için en büyük mutluluktur. Bu nedenle dua bir zevktir ve cennette de sürecektir. Kuran'da, müminlerin cennette de dua halinde olduğu şöyle haber verilir:

‘’İman edenler ve salih amellerde bulunanlar da, Rableri onları imanları dolayısıyla altından ırmaklar akan, nimetlerle donatılmış cennetlere yöneltip-iletir (hidayet eder). Oradaki duaları: "Allah'ım, Sen ne yücesin"dir ve oradaki dirlik temennileri: "Selam"dır; dualarının sonu da: "Gerçekten, hamd alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (30)

Duânın sâbit bir zamanı ve mekânı olmaz. Her yerde ve her zaman duâ edilebilir. Ancak Allah'ın iç huzûru ve itminâna ermiş bir gönülle yapılan duâya icâbet etmesi daha çok umulur. Bununla birlikte duâların kabûlü için kapıların açıldığı Kadir gecesi, cuma saati, seher vakti gibi özel zamanlar; Kâbe, Arafât ve Mescid-i Nebî gibi müstesnâ mekânlar da vardır. Buraları duâ mekanı olduğu için, toplu tazarru ve niyazlarla kulların hüzünlenip gönüllerinin pozitif enerjiyle yüklenme şansı daha yüksektir. Ama duâyı sadece buralara hasretmek olmaz.(31)

İslam ölçülerine uyan gerçek bir duanın iki önemli vasfı vardır. Bunlardan biri teşebbüs diğeri de tevekküldür. Duanın değerinin olması ve hedefini bulması için, önce gayretin kuldan gelmesi gerekir. Zira insandan istenen, ilahi düzenin gerekleri içinde elinden geleni yapmasıdır.
İnsanın kendi güç ve kapasitesi oranında sebeplere sarılıp işin gereğini yerine getirmesi, o sebeplerin Yaratıcısına karşı fiili bir duadır. Teşebbüs dediğimiz de budur. Kim yaparsa yapsın böyle bir dua çoğu kez karşılıksız kalmaz. Demek ki Allah'ın kainatta koymuş olduğu düzenin gereklerine göre davranmak, bir tür fiili dua olmaktadır. Bu aynı zamanda Allah'ın rahmet kapısını çalmaktır. Fakat cevap O'na aittir.

Arzu edilen şeyi elde etmek için teşebbüs gerekli olmakla birlikte tek başına yeterli değildir. Bir de işin tevekkül boyutu vardır. Teşebbüsün son sınırına gelince tevekkül alanına girilir. Bu yüzden teşebbüsten sonra güven içinde Allah'a iltica etmeye tevekkül denir. İşte dua, bu iki esası kendine toplayan bir ibadettir. O, maddi hayat için gerekli olan teşebbüsle manevi hayat için gerekli olan iman ve tevekkülü dengeli biçimde yürütme işlemidir. Bunun için teşebbüs ve tevekkül, İslam'da duanın iki yönü ve birbirinden ayrılmaz bütünüdür.

Duânın müstecab ve makbul olması için gerekli birtakım adâbı vardır. Sûfîlere göre bunun en önemli şartı "huzûr-ı kalb"dir. Çünkü Allah Teâla'nın gaflet içinde yapılan duâyı kabul buyurmayacağına inanılır. Duânın kabûlünün bir başka temel şartı "helâl lokma" ve "tıyb rızık"tır. Bunlardan başka İmam Gazalî, İhya'nın duâ âdâbı bahsinde şu şartlara da temas etmektedir:

1. Şerefli vakitleri aramak: Duâ için belli bir zaman olmamakla birlikte belli zamanlarda duâların kabûlüne dair nass vârid olmuştur. Arefe günleri, Ramazan ayı, cuma ve kandil geceleriyle seher vakitleri bu türdendir.

2. Şerefli hallerden yararlanmak: Oruç, cihad, yağmur yağması gibi içinde güzel hallerin bulunduğu demler duâ için teşvik edilen zamanlardır.

3. Kıbleye dönerek ellerini kaldırıp duâ etmek: Nitekim: "Rabbınız; kulları ellerini kaldırıp kendisinden bir şey istedikleri zaman onları boş çevirmekten haya eder." (Tirmizi, Ebu Davud) buyurulmuştur.

4. Duâyı gizlice; yani bağırıp çağırmadan yapmak: Nitekim Allah Rasulü: "Sizin duâ ettiğiniz ne gâibdir ne de sağır. Sizin duâ ettiğiniz atlarınızın boynu ile sizin aranızda, yani yanınızdadır." (Buhari ve Müslim) buyurduğu gibi Allah Teâla da: "Rabbınıza gönülden ve gizlice duâ edin!" (el-A'râf, 7/55) buyuruyor.

5. Duâda yapmacık sözlerden kaçınmak: Dua eden kimse tekellüfsüz; tumturaklı ifadelerden çok, samimi ve ihlaslı sözlerle tevazu içinde rabbına iltica ederse Allah bundan daha çok memnun olur.

6. Huşû ve hudû ile Allah'tan sakınarak ve kabûlünü umarak duâ etmek: Nitekim Allah Teala: "Onlar iyi işlere koşarlar, sevab umarak ve cezadan korkarak Bize duâ ederler" (el-Enbiya, 21/90) buyurmaktadır.

7. Allah'a karşı duânın kabûlü konusunda hüsn-i zan sâhibi olmak: Nitekim buyrulur: "Dua ettiğiniz zaman kabul olunacağına inanarak duâ edin Bilmiş olunuz ki, gafletle yapılan duaları Allah kabul etmez." (Tirmizi)

8. Duada ısrar ve devamlılık: Efendimiz buyurur: " Dua ettim Allah kabul etmedi" diye acele etmedikçe Allah sizin duanızı kabul eder." (Buhari)

9. Duâya Allah'ın adını anarak başlamak.

          10. Duânın bâtınî şartlarına uymak: Duânın bâtınî şartları tevbe, hak sahipleriyle helalleşme ve bütün himmetini Allah'a teksif etmektir. (32)
Bu sayılan şartları taşıyan bir duâ, gönül kapılarını da; gök kapılarını da bi-iznillâh açacaktır.

Duâ kalitesine ve ısrarla tekrarlanmasına göre ruh ve beden üzerinde etki yapar.

Duâ insanın ilâhî âlem ile irtibâtını sağlamaktadır. Duâ ile insan Allah'a ulaşır, Allah insanın kalbine yerleşir. Duâyı sadece zayıf ruhların, miskinlerin fiili olarak görmemelidir. İnsan suya ve oksijene olduğu kadar Allah'a muhtaçtır.

İnsanın iç ve dış dünyasında kendisini zarara sokan düşmanlarına karşı mücadelede en önemli silahı, duâsıdır. Özellikle insanın, ihtiyacı içindeki nefsin ve onun kurduğu desîselerin üstesinden gelmede duâya ihtiyacı vardır.

Sonuç olarak dua, insanın Allah'tan bir şey istemesi, O'nu anması ve yardıma çağırmasıdır. O hamd, şükür, zikir, tesbih, istiane ve istiaze gibi eylemleri kapsayan dini duygu ve yönelişin ifadesi, kulluk makamlarının da en önemlisidir. Bu yüzden Kuran'da insanın, ancak Allah'a olan yönelişi ile değer kazanacağı belirtilmiş, "duanız olmasa Rabb'iniz size ne diye değer versin" (Furkan, 77) denilmiştir. Öyleyse insan, Allah'a yönelmeli, daima O'nun ilgi ve rahmetini çekecek bir başvuru içinde olmalıdır. Tabii ki dua kadar onun makbul olması da önemlidir. Bunun için Hz. Peygamber: "Allah'ım! Ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten, fayda vermeyen ilimden ve kabul olmayacak duadan sana sığınırım."(33) diyerek Rabb'ine yalvarmıştır.

Rabb'im, dualarımızı kabul, hatalarımızı da affeylesin.

Amin.

---------------------------------------------------------------------------------------------
   
Dipnotlar:

1-   Yunus, 12

2-   Şamil İslam Ansiklopedisi, Dua mad.


3-   En’am, 102

4-   Tin, 4

5-   Rum, 30

6-   A’raf 172-173

7-   Bakara, 21; Zariyat, 56

8-   Fatiha, 5-7; A’raf, 155-156; Hud, 47

9-   Yunus, 12; İsra, 11, 67

10-   Mü’min, 60

11-   Kehf, 28

12-   A’raf, 55

13-   Bakara, 186

14-   Mü’min, 60

15-   İbrahim, 15

16-   Buhari, Daavat 22; Müslim, Zikr 92 (2735)

17-   Bakara, 127

18-   Al-i İmran, 191

19-   Furkan, 77

20-   Buhari, Tevhid 35, Teheccüd 14, Daavat 13; Müslim, Salatü’l-Müsafirin 166 (758)

21-   Yunus, 12

22-   Fussilet, 51

23-   Zümer, 8

24-   Yunus, 22-23

25-   Lokman, 32

26-   En’am, 63-64

27-   Mü’min, 14

28-   Tirmizi, Daavat 1

29-   Cin, 20

30-   Yunus, 9-10

31-   Hasan Kamil Yılmaz, Altınoluk Dergisi Ekim 2000, sayı 176

32-   İhya-u Ulumi’d-Din, c.1, s.877-888 Bedir Yay. İstanbul, 1975

33-   Tirmizi, Daavat 69

34-   Fahreddin Yıldız, Altınoluk Dergisi Ekim 2000, sayı 176 (Özetle)

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
8
Haftanın konusu / Aile Reisi Olarak HZ. Muhammed Aleyisselam
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Dün, 07:46:18 ÖÖ »


Aile Reisi Olarak HZ. Muhammed Aleyisselam


I. Konunun Planı

   A- Hz. Muhammad (a.s)’ın Aile İçindeki Örnek Davranışları

      B- Evlilik ve Aile Hayatı

C- O’nun Nazarında Ailenin Önemi

D- Bir Eş ve Baba olarak Hz. Peygamber (a.s)

E- Hz. Muhammed’in  Örnek yaşantısı
      
   П. Konunun Açılımı ve İşlenişi

Konuya ailenin önemine ve kudsiyetine vurgu yapılarak başlanır.Hz. Peygamber (a.s)’ın aileye verdiği önem anlatılarak O’nun aile yaşantısından örnek kesitlere yer verilir.Her konuda örnek bir rehber olan Hz. Muhammed (a.s)’ın aile hayatındaki uygulamalarında, topluma verdiği mesajın iyi algılanması gerektiğine dikkat çekilerek konu özetlenir.

Ш. Konunun Özet Sunumu

İslam dini, aileyi yaratılıştan itibaren varolan, insanlığın en eski ve en köklü kurumu olarak kabul etmiş; bütün insanlığın, bu saygın kurum sayesinde neşv-u nema bulduğunu  bildirmiştir. Bu birlikteliğe bütün insanlık tarihinde rastlanmış olup, aile bugün dahi, önemini korumaktadır.

Kur'an-ı Kerim aile hayatını, karşılıklı anlayış, saygı, sevgi ve olgunlukla yürütülebilecek insani bir müessese saydığından, aile fertlerinin hak ve görevlerini tam olarak yerine getirebilmeleri için, aile bireylerinde temel insani ve ahlaki erdemlerin oluşmasını, kişilerin Allah'tan çekinir, kuldan utanır bir sorumluluk bilincine ulaşmasını, aile müessesesinin sağlam kurulması ve iyi işlemesi için vazgeçilmez bir ön şart olarak belirlemiştir.

Hz. Peygamber yirmi beş yaşına kadar, hemşehrileri arasında iffetli, şerefli ve namuslu bir şahsiyet olarak tanınıyordu. Yirmi beş yaşında iken, kendisinden yaşça büyük ve iki defa evlenip dul kalmış olan Hz. Hatice ile evlenmiş; onunla uzun yıllar mutlu bir hayat geçirmiştir. Hz. Peygamber'in, Hz. Hatice ile beraberliğinde göze çarpan en önemli husus, sıcak bir dostluk ve arkadaşlıktır. Hz. Peygamber, Allah'tan aldığı vahyi, gelip ilk defa O’na anlatmış ve O’nunla paylaşmıştır. Hz. Hatice de kendisini anlayış ve olgunlukla karşılamıştır. Hz. Hatice'nin vefat ettiği yıl, Rasul-i Ekrem'in en çok üzüldüğü yıl olarak "hüzün yılı'' tabiriyle anılmıştır. Hz. Peygamber, onun sağlığında başka bir kadınla evlenmemiştir. Halbuki, o dönemin örf ve adetleri, çok kadınla evliliğe müsaitti. Hz. Hatice'nin vefatından sonra, O’nun aziz hatırasına saygı duyarak, yaklaşık iki buçuk yıl yalnız ve bekar olarak yaşadıktan sonra Sevde bint-i Zem'a ile evlenmiştir.

Hz. Peygamber, Hz. Hatice'ye olan saygısını, onun sağlığında olduğu gibi, vefatından sonra da unutmamış, her fırsatta onu sevgi ve saygı ile anmıştır. Yine O’nun hatırasını andığı bir günde; Hz. Aişe:

"O yaşlı kadını ne diye anıp duruyorsun? Allah onun yerine sana daha iyisini verdi" deyince; Peygamberimiz buna tepki göstermiş ve:

  "Allah bana ondan daha hayırlısını vermedi. O, hiç kimsenin kabul etmediği bir zamanda bana iman etti, herkesin beni yalanladığı bir zamanda O beni tasdik etti, kimsenin bana bir şey vermediği esnada; O, malını benim için harcadı ve kimsenin çocuk vermediği bir dönemde O, bana çocuk verdi" diye cevap vermiştir.

Sevgili Peygamberimiz (a.s)’ birçok hadislerinde, ailenin önemine işaret etmiş ve ailenin bir huzur yeri olduğunu belirtmiştir. O, aile reisi olarak bir müslümanın aile fertlerine nasıl davranması gerektiğini emir ve tavsiyeleriyle ifade ettiği gibi, bizzat kendi uygulamaları ile de örnek olmuştur.

O'nun, iman, ahlâk ve aile fertlerine yumuşak davranma arasında kurduğu bağlantıyı dile getiren şu sözü çok manidardır:

عَنْ أَبِي هُرَيْ‏.‏رَةَ، قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَكْمَلُ الْمُؤْمِنِينَ إِيمَانًا أَحْسَنُهُمْ خُلُقًا وَخِيَارُهُمْ خِيَارُهُمْ لِنِسَائِهِمْ

 ''Mü'minlerin iman bakımından en mükemmel olanı, onların ahlak bakımından en güzel olanlarıdır, onların en hayırlıları da aile fertlerine karşı hayırla muamelede bulunanlarıdır.''

İnsanın üzerinde hakkı olan kişilerin başında aile fertleri gelmektedir. Kişinin sevincini ve üzüntüsünü ilk önce paylaştığı kimseler aile fertleridir.
Sevgili Peygamberimiz örnek aile reisi idi. Hanımlarına ve çocuklarına karşı görevlerini en iyi şekilde yerine getirirdi. O'nun evi örnek bir evdi, hanesinde her zaman burcu burcu mutluluk kokardı.

Hz. Peygamber (a.s)’ın aile hayatı ve aile içindeki davranışları, taşıdığı özellikler nedeniyle, maddi alanda olduğu kadar, manevi alanda da örnek konumdadır. O’nun aile hayatında uyguladığı prensipler, her dönemde önemini kaybetmeden varlığını sürdürmüştür.      Toplumların en küçük ünitesi olan ailenin mutlu ve huzurlu olmasının, toplumun huzurunu sağlayacağı gerçeğini, en güzel örnekleriyle Hz. Peygamber'in aile hayatında görmek mümkündür.

IV. Konu İşlenirken Başvurulabilecek Bazı Ayetler

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يرًا

   “Andolsun, Allah’ın Resülünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.”

  Kur'an-ı Kerim'de Hz. Peygamber'in hanımları ve aile hayatı hakkında bilgi verilmektedir. Eşleri ile aralarında geçen tartışmalarda hem Peygambere ve hem de hanımlarına öğütlerde bulunulmakta ve yol gösterilmektedir. Bunun yanısıra Hz. Peygamber'in eşlerinin mü'minlerin anneleri oldukları bildirilmekte ve mü'minlerin O'ndan sonra, O’nun eşleriyle asla evlenemeyecekleri belirtilmektedir.

  “Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha önce gelir. Onun eşleri de mü’minlerin analarıdır. Aralarında akrabalık bağı olanlar, Allah’ın Kitabına göre, (miras konusunda) birbirleri için (diğer) mü’minlerden ve muhacirlerden daha önceliklidirler. Ancak dostlarınıza bir iyilik yapmanız başka. Bu (hüküm) Kitap’ta yazılıdır”.

 “Ey Peygamber! Hanımlarına de ki, “Eğer dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsanız, gelin size mut’a vereyim ve sizi güzelce bırakayım. Eğer Allah’ı, Resülünü ve ahiret yurdunu istiyorsanız, bilin ki Allah içinizden iyilik yapanlara büyük bir mükafat hazırlamıştır.”

Aile hayatı, evlenme ile başlar. Evlilik eşlerin evlenerek cinsel ihtiyaçlarını karşılamasına, böylece neslin devam ettirilmesine, hem de eşlerin birbirlerine maddî ve manevî destek olarak hayat arkadaşlığı kurmasına vesile olduğundan çok yönlü yarar ve hikmetler taşır.

“Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.”

V. Konu İşlenirken Başvurulabilecek Bazı Hadisler

Hz. Peygamber, kadınları erkeklerin şiddetinden korumak için gerekli uyarılarda bulunmuş ve daima onlara hayırla muamelede bulunmayı tavsiye buyurmuşlardır.

عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عَمْرٍو، قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ـ صلى الله عليه وسلم ـ ‏"‏ خِيَارُكُمْ خِيَارُكُمْ لِنِسَائِهِمْ ‏"‏

“En hayırlılarınız hanımlarına karşı iyi davrananlarınızdır."

Hz. Peygamber, çeşitli vesilelerle erkeklerin kadınlar üzerinde, kadınların da erkekler üzerinde hakları bulunduğunu söylemiştir. Kadınlar hakkında Allah'tan korkulmasını, onlara haksızlık yapılmamasını istemiştir. Kocasını şikayet için kendisine gelen kadınların sayısı artınca, kadınlara kötü davranışta bulunanların iyi kimseler olmadıklarını söylemiştir.

Peygamberimiz, karı- kocaya karşılıklı sorumluluklar yüklemiştir:

أَنَّ عَبْدَ اللَّهِ بْنَ عُمَرَ يَقُولُ سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم يَقُولُ ‏"‏ كُلُّكُمْ رَاعٍ، وَكُلُّكُمْ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ، الإِمَامُ رَاعٍ وَمَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ، وَالرَّجُلُ رَاعٍ فِي أَهْلِهِ وَهْوَ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ، وَالْمَرْأَةُ رَاعِيَةٌ فِي بَيْتِ زَوْجِهَا وَمَسْئُولَةٌ عَنْ رَعِيَّتِهَا، وَالْخَادِمُ رَاعٍ فِي مَالِ سَيِّدِهِ وَمَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ

Abdullah b. Amr, Rasulullah (s.a.s)’i şöyle söylerken işittiğini söylüyor:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden sorumludur. İmam çobandır ve sürüsünden sorumludur.Erkek ailesinin çobanıdır ve aile efradından sorumludur. Kadın kocasının evinin çobanıdır ve ondan sorumludur. Hizmetçi efendisinin malının çobanıdır ve onu korumaktan sorumludur."

Bu hadis, aynı zamanda aile içerisinde edep, ahlak, fazilet ve bilgi açısından eğitime de işaret etmektedir.. Peygamberimiz de tasvip ettiği veya etmediği durumları açıklamak suretiyle, aile içi eğitimin en güzel örneklerini vermiştir. Diğer yandan Hz. Peygamber, çocuklarını İslami terbiye altında yetiştirmiş, evliliklerinden sonra da onlarla ilgilenmeye devam etmiştir. Bu ilgi, onların birtakım maddi ihtiyaçları yanında, manevi ihtiyaçlarını da kapsamaktadır. Bu konuda kendi çocukları ile daha sonra evlendiği hanımların önceki evliliklerinden olan çocukları arasında bir farkta gözetmemiştir. Onlara da aynı sevgi ve şefkati göstermiş, zaman zaman da gerekli uyarılarla onları eğitmiştir. Bir defasında Hz. Peygamber, Ümmü Seleme'nin önceki eşi Ebu Seleme'den olan oğlu Ömer'in yemek yerken tabağın her tarafından yediğini görünce onu:

‏"‏ يَا غُلاَمُ سَمِّ اللَّهَ، وَكُلْ بِيَمِينِكَ وَكُلْ مِمَّا يَلِيكَ ‏"‏‏.‏ فَمَا زَالَتْ تِلْكَ طِعْمَتِي بَعْدُ‏.‏

"Oğul, besmele çek, sağ elinle ye ve hep önünden ye. (Ömer diyor ki:) Bundan sonra bu benim huyum olmuştur."

Medine döneminde kızı Fatıma ile damadı Ali'nin evlerine, her gün sabah namazına kalktığı zaman, uğrayıp onları namaza kaldırması ,  O'nun çocuklarının evliliklerinden sonra bile eğitimlerine verdiği önemi göstermesi açısından son derece önemlidir.

Hz. Peygamber'e Medine hayatı boyunca on yıl hizmet eden ve O'nun aile hayatını en iyi bilenlerden biri olan Enes b. Malik şöyle der: "Çoluk-çocuğuna ve aile fertlerine karşı Hz.Peygamber’den daha şefkatli olan bir kimse görmedim."

Hz. Peygamber, evinde bulunan hizmetçi ve işçilere son derece şefkat ve merhametle muamele eder, hiçbir zaman onları incitecek söz ve davranışta bulunmazlardı. Hz. Enes bu konuda şöyle der:

عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ، قَالَ خَدَمْتُ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم عَشْرَ سِنِينَ وَاللَّهِ مَا قَالَ لِي أُفًّا ‏.‏ قَطُّ وَلاَ قَالَ لِي لِشَىْءٍ لِمَ فَعَلْتَ كَذَا وَهَلاَّ فَعَلْتَ كَذَا

"Rasul-i Ekrem'e on yıl hizmet ettim. Allah'a yemin ederim ki, bana hiçbir zaman 'öff' demedi. Herhangi bir şey için de bana: "Bunu niçin böyle yaptın? Şöyle yapsaydın ya" dememiştir.

Hz. Peygamber, bir baba olarak, çocuklarının sevinçleriyle sevinmiş, üzüntüleriyle üzülmüştür. Büyük kızı Zeyneb'in kocası Ebu'I-As, Bedir Harbi’nde müşrikler safında savaşa katılmış ve müslümanlara esir düşmüştü. Fidye karşılığında esirlerin serbest bırakılması esnasında Ebu'l-As,  hanımının bir gerdanlığını vermek suretiyle serbest kalmak istemişti. Hz. Peygamber, Hz. Hatice'nin evlilik hediyesi olarak kızına verdiği bu gerdanlığı görünce çok üzülmüş ve ashabına: "İsterseniz bunu alır, isterseniz geri verirsiniz" demişti. Peygamberimizin çok üzüldüğünü gören ashabı da bu gerdanlığı hemen kendisine iade etmişlerdi. Daha sonra Hz. Peygamber, Ebu'I-As'dan kızını Medine'ye getirmesini istemiş, o da verdiği söz üzerine Zeyneb'i Rasulüllah'a getirmişti. Kızının kendi yanına gelmesine sevinen Hz. Peygamber, bu konuda Ebu'l-As'ı takdir etmiştir. Aynı şekilde kızı Rukiyye, kocası ile Habeşistan'a hicret ettikten sonra, Peygamberimiz, uzun süre O’ndan haber alamaması nedeniyle üzülmüş, bir kadının onları gördüğünü ve iyi olduklarını haber vermesi üzerine de sevinmiştir. Yine diğer kızı Ümmü Gülsüm'ün kabri başında göz yaşı dökmüştür. Diğer kızı Fatıma, damadı Ali ile torunları Hasan ve Hüseyin hakkında buna benzer  birçok örneği, tarih ve hadis kaynaklarında görmek mümkündür.

VІ. Yararlanılabilecek Bazı Kaynaklar

1-A. H. BERKİ, O. KESKİOĞLU, Hz. Muhammed ve Hayatı, D.İ.B.yay. Ankara 1991

   2- Doç. Dr. İbrahim SARIÇAM, Hz. Peygamber'in Çağımıza Mesajları, T.D.V. yay. Ankara, 2000

   3- Dr. M. Bahaüddin VAROL, Hz. Muhammed'in Ailesi ve Yakın Akrabaları İle İlişkileri (Makale), Diyanet İlmî Dergi, Özel Sayı 2000, I49-160.
   4- Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL, Alemlere Rahmet Hz. Muhammed, T.D.V. yay. Ankara 1994

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1 - Ahmed b. Hanbel, Müsned, (VI/117-118.)

2 - Ahmed b. Hanbel, Müsned, II/250.

3 - Ahzab, 33/21

4 - Ahzab, 33/6

5 - Ahzab, 33/28-29

6 - Rum, 30/21

7 -  İbn-i Mace, Sünen, Nikah, 9/50. (I.636.)

8 - ibn-i Mace, Sünen, Nikah, 9/3-4 (I. 593-594.)

9 - Buhari, Sahih, Cum’a, 11/11.(I. 215.)


10 - Buhari, Sahih, Et’ıme, 70/2,3. (VI. 196); Müslim, Sahih, Eşribe, 36/108. (Π. 1599)

11 - Ahmed b. Hanbel, Müsned, Ш/259

12 - Tirmizi, Sünen, Birr ve’s-Sıla, 25/69, ( IV/368

13 - Müslim, Sahih, Fazail, 43/51. (Π. 1804)

14 - Dr. M. Bahaüddin VAROL, Hz. Muhammed'in Ailesi ve Yakın Akrabaları İle İlişkileri (Makale), Diyanet İlmî Dergi, Özel Sayı 2000, s. I49-160.

Mehmet Kapukaya.
9
Ahmet Demirbaş / Lokman Aleyhisselam
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Dün, 07:20:52 ÖÖ »


Lokman Aleyhisselam

Davud aleyhisselam zamânında, Umman tarafında yaşayan Hazreti Lokman, tabiplerin pîridir.

Hikmetli sözleri ve nasîhatleri meşhurdur...

Hazreti Lokman, peygamber veya velîdir. Davud aleyhisselam zamânında, Arabistan’ın Umman tarafında yaşadı. Davud aleyhisselamla görüşüp ondan ilim öğrendi. Davud aleyhisselama peygamberlik bildirilmeden önce, müftî olan Lokman Hakim, Davud aleyhisselama peygamberlik bildirildikten sonra fetvâ vermeyi bıraktı ve ona ümmet oldu. Kendisine hikmet verildi. Eyyub aleyhisselamın teyzesinin oğlu olduğu da rivâyet edilmektedir...

Lokman ismi Kur’ân-ı kerîmde geçmekte olup, bir sûreye (otuz birinci sûre) Lokman ismi verilmiştir.

Bu sûrenin on ikinci âyetinde meâlen; “Biz Lokman’a hikmet verdik” buyurulmaktadır.

Buradaki hikmet tâbirinin; akıl, anlayış, ilim, ilimle amel etmek ve doğru karar vermek demek olduğu tefsîr kitaplarında yazılıdır.

Lokman Hakim tabiplerin pîridir. Hikmetli sözleri ve oğluna verdiği nasîhatler meşhurdur...

Lokman Hakim’e "Sen bu hâle nasıl geldin?" dediklerinde; “Doğru sözlü olmak, emâneti yerine getirmek, lüzumsuz söz ve işi terk etmekle” cevâbını verdi...
 
İnsanlar ondan nasîhat istediler, o da şöyle nasîhat etti: "Öncekilerin ve sonrakilerin ilimleriyle amel edilebilmesi için sekiz şeye dikkat etmek herkese lâzımdır. Dört zamanda dört şeyi korumak gerekir: Namazda gönlü, halk arasında dili, yiyip içmede boğazı, bir kimsenin evine girince de gözü korumaktır... İki şeyi hâtırdan hiçbir zaman çıkarmamalıdır. Bunlar; Allahü teâlânın büyüklüğü ve ölümdür... İki şeyi de tamâmen unutmaya çalışmalıdır. Bunlar da; bir kimseye yapılan iyilik ile dost ve yakınlardan görülen kötülüktür.”

Lokman Hakim’in oğluna nasihatlerinin bir kısmı şöyledir:
 
“Ey oğlum! Dünyâ derin deniz gibidir. Çok insanlar onda boğulmuştur. Gemin takvâ, yükün îmân, hâlin tevekkül olsun, umulur ki kurtulursun.”

“Ey oğlum! Allahü teâlâyı anan (hâtırlayan) insanlar görürsen onlarla otur. Âlim olsan da, ilminin faydasını görürsün ve ilmin artar, sen ehil isen sana öğretirler. Allahü teâlâ onlara olan rahmetinden seni de faydalandırır. Allahü teâlâyı zikretmeyenleri görürsen onlardan uzak dur.”
“Ey oğlum! Yalandan çok sakın! Çünkü dînini bozar ve insanlar yanında mürüvvetini azaltır. Bununla hayânı, değerini ve makâmını kaybedersin.”

“Ey oğlum! Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olana tamah etmekten sakın. Kazâya râzı ol ve Allahü teâlânın sana verdiği rızka kanâat et.”
 
“Ey oğlum! Sükût etmekle pişmân olmazsın. Söz gümüş ise sükût altındır.”

“Ey oğlum! Ölümden şüphe ediyorsan uyku uyuma. Uyuduğun ve uyumak mecbûriyetinde kaldığın gibi, ölüme de mahkûmsun. Dirilmekten de şüphe ediyorsan, uykudan uyanma. Uykudan uyandığın gibi öldükten sonra da dirileceksin.”

“Ey oğlum! Helâl kazanç ile yoksulluktan korun. Yoksul kimse şu üç musîbetle karşılaşır: Din zayıflığı, akıl zayıflığı ve mürüvvetin kaybolması.”
 
“Ey oğlum! Tövbeyi yarına bırakma, çünkü ölüm ansızın gelip yakalar.”

Ahmet Demirbaş.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
10
Nihat Hatipoğlu / En Büyük Zikir Allah’ı Anmaktır
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Dün, 07:12:36 ÖÖ »
En Büyük Zikir Allah’ı Anmaktır

Yüce Rabbimizi isimleriyle anmak en büyük zikir ve en büyük dua kabul edilmiştir. Rabbimiz bize dua etmemizi emrederken kendi isimleriyle dua etmemizi emreder.

Ayet-i kerime bu hususta şöyle buyuruyor: "En güzel isimler Allah'ındır. Bu güzel isimlerle O'na dua ediniz." (Araf, 180).

Bir hadiste de Hz. Peygamber bu ayete işaret ederek şöyle buyurur: "Allah'ın yüzden bir eksik -yani 99- ismi vardır. Kim bu isimleri öğrenip gereğiyle amel ederek sayarsa cennete girer." (Buhari, Şürut, 18).

SADECE O'NA KULLUK EDİLİR

Allah'ı duayla anmak O'na kulluğu devam ettirmektir. Sadece O'na kulluk ve sadece O'na ibadet edilir (Fatiha). Zira Allah kullukta, ibadette, yönelişte kendine ortak kabul etmez. Allah yerine konulan her ortak puttur ve şirktir.

Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ın isimleri hususunda bir sayı belirtmez. Ancak birçok ayetin sonunda isim ve sıfatları önümüze koyar ki, onlarla O'na yalvaralım. Mesela; Aziz der, Rezzak der, Gaffar der ve bu isimlerin anlamını bilerek O'na yönelmeyi emreder.

99 İSİM BİR ANAHTARDIR

Bir hadiste yüce Allah'ın 99 isimle sınırlandırılmış gibi görülmesi bizi yanıltmasın. Hadisin verdiği 99 isim bir anahtar gibidir. O isimlerle manevi hazinelere, sonsuz esmaya ve tecellilere doğru yol alınabilir. 99 isim dahi tevhide-birliğe dikkat edildiğine işarettir. 100 denmemiş, 99 denmiş.

Esasen Rabbimizin isimlerini saymaya gücümüz yetmez. O'nun yüce zatı hakkında kabul buyurduğu ve ama bizim bilmediğimiz belki milyonlarca ismi vardır. Biz sadece bize bildirilenle yetiniriz. Zatına bıraktığı isimlerin tecellilerini bize öğrettiği esmayla anarız.

O'NU GÖRÜR GİBİ OLMAK

Allah'ı anarken, ki zikir anmaktır, O'nu görür gibi olmak lazım. Buna "ihsan makamı" denmiş. "Allah'a kulluk ederken O'nu görürcesine kulluk etmek. Gerçi Allah'ı görmüyorsun ama O, yüce zatı ve kemal sıfatıyla tecelli eder ve seni görür."

Onun için İbn Mesud, Kur'an-ı Kerim'i indiği zarafetle okuduğunda Hz. Peygamber (SAV) mübarek ve muazzez elini onun göğsüne vurup "Mübarek olsun sana" dediğinde İbn Mesud o kadar ürperir ki, "Sanki Allah'ı görür gibi oldum" demiştir.

Bu nedenle "Üpermeyen kalpten sana sığınırım" denilmiştir.

GEREKTİĞİ ŞEKİLDE ANMAK

Yüce Allah'a kulluk sözde bir tespihata dönüşmemeli. Bu nedenle büyüklerden biri, eline şuursuzca tespihi alıp güya Allah'ı andığını zanneden birine şöyle dedi:

"Diğer eline de başka bir tespih al ve onunla da günahlarını say." Dediği şuydu aslında: Allah'ı anarken kalbinin bir köşesinde yaptığın günahların farkında ol ki, zikrin bir tövbe olsun ve bu zikir makbul sayılsın.

ALLAH'TAN BAHSEDİN İNSANLARDAN DEĞİL

Başlıktaki söz Hz. Ömer'e aittir. "Sürekli Allah'tan bahsedin" der. Sürekli insanlardan bahsetmeyin. Zira Allah'tan bahis birer zikirdir. İnsanlardan bahsetmeye başlayınca illa söz dedikoduya, boş lakırdıya dönüşür.

Sonra insanlardan bahsetmek dedikodu, boş laf, hakaret ve eleştiriden başka nedir? Halbuki Allah'tan bahis bir zikirdir, nurdur, berekettir, rahmettir, duadır.

GÜNDE KAÇ KEZ ESMA OKUYAYIM?

SAYI önemli mi? Elbette Kur'an ve hadis bize bir sayı önerirse ona tabi oluruz. Ama bizi bu hususta sınırlandırmadıysa bol bol zikrederiz. 99 isimle meşgul olalım. Bilin ki çok okumak gibi çokça tefekkür de önemlidir. Sayıdan çok, O'nu hissederek bir kez Allah demek dahi bütün zincirleri kırar. Allah der ki şeytandan uzaklaşın. Nefis öne çıkmasın.

Mahşerden bir sahne

Mahşer yerinde bir kadın veya erkeğin elinden tutulur ve şöyle seslenilir: "Bu falanca oğlu falancadır. Kimin ondan alacağı varsa gelsin ve alsın." Bütün alacaklıları oraya kümelenir. Artık her mazlum, her hak yemişten haklarını alır.

Yolculuk duası

"Allah'ım, sana sığınırım, sana dayanırım. Allah'ım, işlerimin zor olanlarını kolaylaştır, yol boyu sıkıntılarımı gider. İstediklerimin daha hayırlısıyla rızıklandır. Kötülüklerin tümünü benden kaybet. Göğsümü genişlet ve işimi kolaylaştır. Allah'ım, senden korunmamı ister, nefsimi, dinimi, çoluk çocuğumu ve bütün akrabamı sana teslim ederim. Üzerime akıttığın ve onlara verdiğin dünya ve ahiret nimetlerinin bütününü bize ver. Her kötülükten hepimizi koru ey kerem sahibi."
Bir ayet

Allah'ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet.

Onlar için Allah'tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever. (Âli İmran, 159)

Babam alkollüyken bize beddua ediyor, tutar mı?

Babanıza karşı içki içiyor olsa bile saygılı olmanız gerekir. Ancak onu vazgeçirmek için zaman zaman ikaz edin. Alkollüyken size beddua etmesinin ise bir suçunuz olmadıktan sonra zararı olmaz.

 Bir kızla nişanlandım. Ama onun çok güvendiği bir hanımanne "Kızım senin kısmetin bu oğlan değil, boşver" demiş. Kız benden ayrıldı. Dinen bu olabilir mi?
Hanımanne dediğiniz hanımefendinin böyle bir şey söylemesi doğru değildir. Geleceği kimse bilemez.

İnsanların hayatıyla oynamak yanlıştır, günahtır. Ama sizin nişanlınız, bir hanımannenin sözü üzerine sizden vazgeçebiliyorsa bu evlilikten hayır beklenir mi?

 Mahkemece olan boşanmalar dini açıdan da boşanma sayılır mı?

Herhangi bir kişinin avukatı yoluyla dava açması, hâkime eşini boşamak için yetki vermesi (tefviz-i talak) anlamına gelir. Bundan ötürü erkek veya kadından herhangi birinin açtığı davada boşanma kararı verildiğinde dini açıdan da boşanma gerçekleşmiş olur.

Bu boşanma bir bain talak sayılır. Eşler isterlerse ileride yeniden dini açıdan nikâh kıyabilirler.

Nihat Hatipoğlu.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
Sayfa: [1] 2 3 ... 10