Son İletiler

Sayfa: [1] 2 3 ... 10
1
Mehtap Kayaoğlu / Özgüven Takıntısı Sizi Özgüvensiz Yapmasın
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:46:43 ÖÖ »


Özgüven Takıntısı Sizi Özgüvensiz Yapmasın

Son dönemlerin sıkıntı oluşturan takıntılarından birisi olmaya başladı özgüven. Farkında mısınız bilmiyorum ama özgüvenli olacağım diye özgüveni takıntı haline getirmeye başlayan kişilerde ciddi bir özgüven kaybı yaşanmaya başlandı.

Özgüveni öyle bir noktaya yerleştiriyor ki insanlar, sonra bir türlü ulaşamıyor. Kendisiyle veya yapabilecekleriyle ilgili beklentilerini öyle bir yükseltiyor ki ulaş ulaşabilirsen!

Özgüven; kendimiz ve yeteneklerimiz hakkında pozitif ve gerçekçi bir anlayışa sahip olduğumuz anlamına gelir. Kendisini olabildiğince gerçekçi bakış açısıyla görmeye çalışan, “kendisi kadar” olduğunu kabul eden ve yapabileceğinin fazlasını beklemeyen yapıdır.

Özgüvenin karşısında duran kelime tahmin edeceğiniz gibi güvensizlik veya özgüven eksikliği diye tabir edilen durumdur.

Özgüven sahibi kişi kendisine güvenirken, özgüven eksikliği olan kişi kendisine güvenmez. Kendisinden şüphe duyar, pasif davrandığını düşünür, çevresindeki kişilerin sürekli kendisini eleştirdiğini düşünür, mahcup ve utangaçtır. Duygusal olarak zayıftır. Aslında sahip olduğu kapasitenin farkında değildir. Hatta çevresindeki herkes onun başarılı olduğu yanlarını dile getirdiğinde kendisiyle dalga geçildiğini, daha olumlu şartlarda ise gönlünü almak için insanların onu abarttığını düşünür durur.

Son yıllarda psikolojik destek çalışmalarında dikkatimi çekmeye başladı. Özgüven sahibi olmayı takıntı haline getiren kişiler özgüven kazanmanın aksine, iyice içe kapalı ve çekingen olup çıkıyor. Özgüven sorunuyla merkezimize öyle çok kişi başvuruyor ki...

Özgüven, kendini eleştirmeden sevebilmek, duygusal sorunlarına karşı anlayışlı tavır koyabilmek, hatalarının olabileceğini kabul etmek ve kendisini geliştirecek yeniliklere açık olmak şeklinde tarif edilebilir. Eleştiriye açık olmak, bağımsız karar alabilmek de önemli tabi.

Genel anlamda umutsuzluk duygusunu çok yaşayan kişilerin özgüven sorunu yaşadığını düşünüyorum. Büyüdüğünüz ortamın anlayışlı olmaması, mükemmeliyetçi anne/baba, gereksiz beklentiler, aşırı eleştiri özgüven sorunu oluşturur. Hatta bazen aşırı koruyucu aile de özgüven sorunlu insanlar yetiştirir. İki uçlu bir süreç düşünün, çok korununca da çekingen oluyor kişi, aşırı baskıya maruz kalınca da. Dengenin hâkim olduğu, ılıman iklimli ailelerin çocukları güvenli kişiler olarak hayata karışıyor. Siz büyürken şartlar doğru oluşmamış olabilir; ancak herkes kendi şansını kendisi oluşturabilir ve sağlam yapı geliştirmek için çabalayabilir. Bu çabayı abartmak, yaptığı halde hiçbir işe yaramamış gibi duygulara kapılmak iyi değil sevgili okurlar.

Not: 29 Nisan Çarşamba günü saat: 19.00’da Ümraniye Necmettin Erbakan Kültür Merkezi’nde “Kalpler Nasıl Huzur Bulur?” konulu seminer vereceğim. Müsait olan herkesi beklerim. Tanışır sohbet ederiz...

Kendinizi ve yeteneklerinizi acımasız şekilde eleştirmeyin

Birilerine uysun veya uymasın, biricik ve özel olduğunuzu kabul edin. Her yaptığınız davranışın birileri tarafından beğenilmesi gerektiği düşüncesinden kurtulun. Mümkünse bu düşünceyi bir poşete koyun ve uzay boşluğuna fırlatın gitsin! İşinize yaramayan, sizi üzen, geriye götüren ve değersizlik duyguları oluşturan bu tür düşüncelerin sizi esir almasına izin vermeyin.

Özgüven sahibi olmak aslında zor değil. Kendinize karşı biraz insaflı olmanız yeterli. Gerisi kendiliğinden gelişir merak etmeyin. Atacağınız adımların sonuçlarını hep olumsuz olacakmış gibi hesaplamayın. Olası iyi halleri aklınıza getirmeye çalışın. Kimsenin sizden üstün olmadığını unutmayın. Gerçekçi olmayan değerlendirmelerinizle kendi kalbinizi kendi beyninizle kırmayın.

Dışarıdan bakıldığında gayet kendinden emin görünen insanların, iç dünyalarında kendine güvenmeyen/korkak hissetmesi ilginç değil mi? Herkes başkalarının özgüven sahibi olduğunu düşünüyor. Lütfen kendiniz hakkında olumlu düşünerek işe başlayın.

Gerçekçi olmayan beklentilerinizin altında ezilip durmayın. Herkesin her yaptığını yapmak zorunda olmadığınızı unutmayın.

Sürekli eleştirip durduğunuz yanlarınıza değil, sizi mutlu eden yanlarınızı düşünmeye gayret edin.

Yaptığınız başarılı işleri şansa bağlamayın!

O şansı bile sizin oluşturduğunuzu unutmayın.

Düşüncelerinizi sürekli birilerine beğendirmeye çalışmayın. Düşünce sizin ve size ait! Beğenen beğenir, beğenmeyen beğenmez. Her düşünce herkes tarafından beğenilecek diye bir kaide yok ki dünyada.

Reddedilme ve sevilmeme kaygınızı yenmeye çalışın. Seven sever zaten merak etmeyin, sevmeyecek olan kişi ağzınızla kuş tutsanız beğenmez nasılsa. Bu bilinci geliştirmeye gayret edin. Rahmet Peygamberi bile eleştiriliyorsa bu hayatta Ayşe’yi Ali’yi kim niye eleştirmesin!

Zamanla toparlanacağınıza dair inancınızı yitirmeyin. Herkesin her yaptığını yapmak zorunda olmadığınızı kendinize söyleyin.

Bazen, elimizde kalan tek seçenek aslında en kötü olanıdır! Yine de devam etme cesareti lazım!.. Hepimize biraz cesaret lazım...

Sevgiler...

Mehtap Kayaoğlu

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
2
Fatma Tuncer / Kötülüğü Ortadan Kaldırmak Görevimiz
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:41:43 ÖÖ »


Kötülüğü Ortadan Kaldırmak Görevimiz

İnsan kendi türüyle bir arada yaşama eğilimi içindedir. Fakat bir arada yaşamanın getirdiği bazı zorluklar vardır. Nitekim insanın doğasında kendinden zayıf olanı ezme ve tahakküm kurma eğilimi vardır. O yüzden birçok kere hak etmediğimizi düşündüğümüz olaylar yaşamış ve gücümüzü aşan yükün altında ezildiğimiz anlar olmuştur. Yaşadığımız haksızlıkların bir kısmını bertaraf etsek de bir kısmını ortadan kaldırmaya güç yetiremez eziliriz. Birini haksızlığa maruz bırakmak, haksızlığa uğramaktan daha vahim bir durumdur. Fakat bizler hep ezilen üzerine yorum yaparız.

Yaşana haksızlıklar iç dünyamızda birikerek öfkeye neden olabilir. Öfke iç dünyamızda büyük yaralar açar ve incindiğimizi hissederiz. Bu durum gündelik hayatta güvensizlik, strese uyku bozukluğu ve fiziki sorunlara neden olabilir.

Peki, ne yapabiliriz?

Öncelikle şunu kabul etmek zorundayız: İnsan gücü sever, kendinden zayıf olanı ezmek ister. Bu durumda sadece zayıfı korumakla kalmamalı, zulmü meşrulaştıran kişiye mani olmak ve bu kişileri topluma kazandırmak gerekir. Zira kötülüğü ortadan kaldırmak her Müslüman’ın görevidir.

AFFETMENİN GETİRDİĞİ HAFİFLİK

Affetmenin birçok faydaları var. Her şeyden önce, taşımakta zorlandığınız o yükü sırtınızdan atmanıza yardımcı olur. Çünkü affettiğinizde, incinme, öfke, kin, nefret gibi yaralayıcı duygulardan korunur ve yaşadığınız acıdan kurtulursunuz. Şunu unutmayın ki, affetmek haksızlığı kabullenmek değildir, aksine kötülük edenin elinden tutmak ve ona yardımcı olmaktır. Affetmekle geçmişi değiştiremezsiniz, fakat sırtınızdaki kamburdan kurtulmuş ve önünüzü açmış olursunuz. Bunu başardığınızda kabuk bağlayan yaranız tekrar tekrar kanamaz, bu davranışınızla sadece karşı tarafa değil kendinize de iyilik etmiş sayılırsınız.

Affetmek unutmak da değildir. Aksine olayı yeniden analiz edip, sağlıklı karar verebilmektir. Kendinize değer vermeniz ve öfke ile gelebilecek zarardan korunmanızdır. Bu yönüyle affetmek karşı taraftan daha çok sizin için faydalıdır. Çünkü bu takdirde siz kendinizi karşı taraftan bağımsız görür ve değerli hissedersiniz. Karşı tarafın hatalarını affeder ve bu davranışınızdan hoşnut olursunuz.

Bir kişi size haksızlık yapmışsa, affetme hakkına sahip olduğunuz gibi affetmeme hakkına da sahipsiniz. Fakat affetmek daha kazançlı ve daha erdemli bir davranış. O yüzden siz, siz olun daima kazançlı olanı seçiniz.

Fatma Tuncer.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
3
Sağlık / Sağlıklı Yaşamanın Sırları
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:33:59 ÖÖ »


Sağlıklı Yaşamanın Sırları

Çok yemek, hastalıkların başı, perhiz ederek az yemek ilaçların başıdır. Tokluk, unutkanlık yapar. Kalbi kör eder...

 İslâm âlimleri, hasta olmamak ve hastalıktan kurtulmak için, şu dört şeye dikkat etmek lazımdır buyuruyor.

Bunlar da; 1- Fazla yememek.

2- Alkollü içkileri içmemek.

3- Üzülmemek, asabileşmemek, öfkelenmemek.

4- Vücudu, kullandığı eşyaları ve yiyecekleri temiz olmaktır.
 
Yaşlı bir âlime, çok yaşamasının sırrını sormuşlar. O da, (Biz iki günde üç defa yemek yeriz. Yemeği iyi pişiririz, iyice çiğnemeden de yutmayız, acıkmadan yemeyiz, henüz iştahımız varken sofradan kalkarız. Sabah kahvaltısını erken yaparız, akşam yemeğini geç yeriz, tok karnına uyumayız) demiştir.
 
Hastalığa sebep olan şu şeylerden çok sakınmalıdır:

Gece az, gündüz çok uyumak, tok iken yemek yemek, idrarını tutmak. Sık sık cinsî münasebette bulunmak. Şu zamanlarda su içmemelidir: Hamamdan çıkınca, uykudan uyanınca, cimadan sonra ve terli iken. Aç karnına su içmemelidir. Suyu yavaş yavaş emerek içmelidir. Suyun hepsini bir solukta içmemelidir. Üç nefeste içmelidir. Soluğu suya değil, bardağın dışına vermelidir. Çok soğuk içmemelidir. Gece uykudan uyanınca su içmek sağlığa zararlıdır. Ayakta ve yürürken yememelidir. Hadis-i şerifte, (İnsan kalbi, tarladaki ekin gibidir. Yemek, yağmur gibidir. Fazla su, ekini kuruttuğu gibi, fazla gıda kalbi öldürür) buyurdu. Çok yemek, hastalıkların başı, perhiz ederek az yemek ilaçların başıdır. Midenin üçte biri yemeklere, üçte biri içeceklere ayrılmalıdır. Üçte biri hava payı olarak ayrılmalıdır. Yemekten sonra dişleri misvak ile temizlemek sünnettir...
 
Müminin artığında ve cömerdin yemeğinde şifa vardır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Cömerdin yemeği şifa, cimrininki hastalıktır.) [Hatib]       
 
Tıbben vücuda zararlı olan şey, dinen de yasaktır. Kışın soğukta kalıp donmak, yazın güneş altında çok kalıp hastalanmak günahtır. Yoğun güneş ışığında kalmanın, bilhassa göz sağlığı için tehlikeli olduğu, kanserojen etkisi olan ultraviyole ışınlarının ozon tabakasından süzülmeden geldiği bildirilmiştir.
 
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Güneşte fazla durmayın! Güneş elbiseyi eskitir, soldurur, hastalığa da sebebiyet verir.) [Hakim]
 
Asırlar önce yaşamış bir tabib diyor ki: Hasta olmadıkça ilaç kullanmamalıdır! Dalında olgunlaşmış meyveyi ve genç olan, körpe hayvan etini tercih etmelidir. Yemek iyi pişmiş olmalıdır. Yerken iyice çiğnenmelidir! Canının istediği yemeği yemelidir. Tokluk, unutkanlık yapar.

Kalbi kör eder. Yemek üzerine su içmemelidir.

Yemekten sonra bir saat geçmeyince su içme, vücuda iyi değildir. Küçük ve büyük abdesti bekletmemelidir!

İdrarı bekletmek, mecrası kapatılan nehrin, etrafını tahrip etmesi gibi, vücudu tahrip eder. Gündüz yemekten sonra biraz uyumalıdır. Akşam yemeğinden sonra az da olsa yürümeden uyumamalıdır! 
 
Sabah kahvaltısını yapmadan dışarı çıkmamalı! Çünkü kahvaltı sayesinde halim ve ağırbaşlı olunur, aynı zamanda çarşıda görülen her şeyi can çekmemiş olur.

Hasan Yavaş.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
4
Yetenekli Kalemler / Veren El Alandan Üstündür
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:25:30 ÖÖ »


Veren El Alandan Üstündür

Hadis-i şerifte “insanların en hayırlısı insanlara yardımcı olandır” buyurulmuştur. İnsanlara yardımcı olmak bu anlamda bir meziyettir, üstünlüktür. Rızaya kavuşmaya sebep olur.

Veren el, yani veren kimse, hangi niyetle olursa olsun teşekkür edilen, takdir edilen, minnet duyulan eldir, teşekkür edilmesi gereken kimsedir…
 
Günümüzde insanlar bir şekilde öne çıkmak istemiyor mu? İşte burada da teşekkür edilen kimse olarak öne çıkma durumu vardır.
 
Bizim kültürümüz insanların Allah’ın rızasına kavuşmasını sağlamak için yardım eden, tasadduk eden, veren el, olmayı tavsiye etmiştir, önermiştir…
 
Almak, yardıma muhtaç olmak hâlidir… Kimse darda kalmak, yardıma muhtaç olmak istemez. Dolayısıyla insanlar veren el olmayı daha çok ister.

Davranışlarımıza yön veren ortak değerlerimizden birisi işte bu sebeple yardımlaşmadır. Allah rızasına kavuşmak için yardım etmek duygusudur. Bu duygu zekât vererek olur, sadaka vererek olur, bağış yaparak olur... Bizim ortak değerlerimizde ihtiyaç sahiplerine yardım etmek vardır. Bu düşünce davranışlarımıza yön veren değerlerimizden birisidir.
 
Bu güzel kültürümüze ne acı ki son zamanlarda istismar duygusu girmiştir. İhtiyacı olmadığı hâlde insanlara el açan dilenen, yardım isteyen, ihtiyacı varmış gibi davranan kimseler bu konuda istismarcıdır. Bunlar yıllar yılı insanların merhamet duygularını istismar ederek kendini fakir ve yardıma muhtaç göstererek yardım toplamıştır, dilenmiştir. Onların bu istismarı sebebiyle insanlar zaman içinde dilenene yardım etmemeye başlamışlardır. Çünkü bu şekilde dilenenlerin hemen hiçbiri aslında ihtiyaç sahibi değildir. Ve şöyle bir anlayış oluşmuştur. “Dilenciye para verilmez!” Dilencilerin yaptığı bu istismar insanların merhamet duygusunu köreltmiştir.
 
Allah cümlemizi karınca kararınca ve Allah razısı için en yakınından başlayıp insanlara yardım edebilen samimi müminlerden eylesin.
 
Taha Uğur.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
5
Vehbi Tülek / Mümine Eziyet Etme - Câhili Karşına Alma
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:18:48 ÖÖ »


Mümine Eziyet Etme - Câhili Karşına Alma

"Allahü teâlâ, safâyı, güzelliği helâl yemede, helâl giymede; katılık ve sıkıntıyı da haramda kıldı."

Sadreddîn Rûzbehân hazretleri evliyânın büyüklerindendir. 1132 (H.527) de İran’da Şiraz’da doğdu. On beş yaşlarında iken Hızır aleyhisselâmla görüştü. Genç yaşından îtibâren ibâdet ve tâatle meşgûl oldu. Tasavvufta yetişmek için Irak, Kirman, Hicaz ve Şam’a seyâhat etti. Irak’ta Şeyh Câgir’e talebe olup ondan feyiz aldı. Bir müddet de Şeyh Ebû Muhammed el-Cevzâkî’nin dergâhında kaldı. 1209 (H.606) senesinde Şiraz’da vefât etti. Dostlarından Şeyh Ebû Bekr bin Tâhir şöyle anlatmıştır:
 
“Her seher vakti onunla nöbetleşe Kur’ân-ı kerîm okurduk. Biraz o okur ben dinlerdim, biraz da ben okurdum o dinlerdi. Vefât ettiği zaman çok üzüldüm.

Vefât ettiği günün gecesinde kalkıp seher vakti namaz kıldım. Sonra onun kabri başına oturup ondan ayrı düştüğüm için ağladım ve Kur’ân-ı kerîm okumaya başladım. Bir miktar okuyup durdum. Ben okumayı kesince Rûzbehân hazretlerinin kabrinden sesini duydum. Ben susunca o Kur’ân-ı kerîm okumaya başladı. Cemâat toplanana kadar okudu. Sonra ses kesildi. Bu hâl hayatta olduğu gibi vefâtından sonra da bir müddet devâm etti. Bir gün bu sırrı dostlarımdan birine söyledim. Söyledikten sonra bir daha sesini duyamaz oldum."
 
Bu mübarek zat buyurdu ki: “Kalb, şehvete batarsa, aklın almadığı kederler kendisine yüklenir.”
 
“Tövbe, nefse uymaktan dönmek, kalbin Hak yoluna girmesidir.”
 
“Allahü teâlâ, safâyı, güzelliği helâl yemede, helâl giymede; katılık ve sıkıntıyı da haramda kıldı.”
 
“Dünyâ ehlinden bir kimsenin hüznü, Müslümanın hüznünden daha fazla olamaz. Çünkü mümin, hayatta lâzım olacak nafakasını kazanmak hususunda, dünyâ ehlinin çektiği hüzün ve meşakkatlere katlanmaktadır.

Bir de onun, dünyâ ehlinden fazla olarak âhiretini kazanmak hüzün ve kederi vardır.”
 
“Bir kimsenin, dîninde sağlam bir bilgisi olmadan, Müslümanlardan uzakta kalması hiç doğru değildir. Dînî bilgileri öğren sonra uzlet et!”
 
“İnsanın beklediklerinde, ölümden daha hayırlısı yoktur.”
 
“Bir mezarlığa uğrayıp da, oradakilere duâ etmeyen ve kendini düşünmeyen kimse, hem kendine, hem de kabirdekilere ihânet etmiş sayılır.”
 
“Bütün namazlarımda, okuduğumdan başka bir şey düşünmem!”
 
“İnsanlar iki sınıftır: Bir kısmı mümindir. Ona eziyet etme! Bir kısmı da câhildir. Onu hiç karşına alma!”

Vehbi Tülek.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
6
İslamda Aile / Kur’an’ın Örnekliğinde Aile Olmak
« Son İleti Gönderen: KOYLU Dün, 07:00:16 ÖS »


Kur’an’ın Örnekliğinde Aile Olmak

Kur’ân-ı Kerim’de, hesap gününü düşünen mü’minlerin arzuları izah edilirken: “Onlar ki “Ey Rabbimiz” derler. Bize zevcelerimizden ve nesillerimizden gözlerimizin bebeği olacak (salih insanlar) insan et!.. Bizi takva sahiplerine rehber kıl” (Fûrkan Sûresi:74) hükmü beyan buyurulmuştur. Salih evladın yetirilmesi, anne ve baba için en büyük nimettir. Bu nimeti elde edebilmek için, her türlü külfete ve meşakkete razı olmak gerekir. İslâm fıkhında nikâh; nüfûsun ortmasına vesile olduğu için, hem ibâdet, hem muamelat olarak değerlendirilmiştir. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav): “Nikâh benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimi yerine getirmezse, benden değildir!.. Evleniniz. Zira ben diğer ümmetlere karşı, sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim” hadisi, nikâh ile nüfus arasındaki ilişkiyi gündeme getirmektedir. Müslüman Aile, hakikate teslimiyetin kalesi olmalı, moderniteye, demokrasiye, içi boş çağdaş hurafelere yenik düşmemelidir.

KUR’AN hayat KUR’AN hayat kitabı. En doğru yolu, metodu, eğitimi, öğretimi gösteren tek Kitap. Çünkü O Âlemlerin yaratıcısı  olan ALLAH (c.c.)’ın kelamı.

Müminler için şifa kaynağı olduğunu beyan etmiş yüce Allah (cc). Ailede sorunun mu var?. Evlat eğitiminde çare mi arıyorsun? veya... Dünya hayatının yolunu gösteren sırat el mustakimdir Kur’an. Kur’an’a tabi olan ilk müminler saadet asrını yaşadılar yani Mutluluk asrı!. Depresif hastalıkların olmadığı yokluk içinde ama huzurun yaşandığı bir dönemdi o dönem. Çünkü Kur’an’ın direktifleriyle yaşıyorlardı.

Şimdilerde her geçen gün şikayetlerimiz artıyor. Dünyalık her türlü imkana sahip bir toplum lakin ruhsal tatminsizlik tavan yapmış durumda. Dünyalık her hangi bir eşya için depresyona giren insanların sayısı azımsanmayacak kadar çok. Yıkılan aileler, kendisine iletişim açısından ulaşılamayan evlatlar ve psikologların kapısını aşındıran yığınlar.

Kimlikler neden bu denli bulanık?. Kişilikler neden bu denli silik? Aileler neden gün geçtikçe kan kaybediyor?. sosyal paylaşım ağlarının bir çok aileye kor ateş gibi düşme sebebi nedir?

Kur’an’a inanan insanların çok, Kur’an’ı hayata gerektiği gibi geçirenlerin sayısının az olmasının sebebi nedir?.

Toplumsal hastalıkların sebebi maneviyatsızlıktır ve dolayısıyla ailelerimiz ve evlatlarımızda bu manevi hastalıklardan etkilenmektedir. Tevhid ehli olmak her türlü şarta rağmen bir duruş sahibi olmak demektir.

Tevhid ehli olmak demek tüm engellere direnmek demektir. Ve Ailelerimizde Tevhidin kalesi durumunda olmalı ve asla moderniteye, demokrasiye, içi boş çağdaş söylemlere yenik düşmemelidir. Aile sözlük olarak; aynı işte olan, aynı gaye için çalışanların hepsi (bknz. büyük lugat) diye tarif edilmiştir... Aynı işte olan, aynı gayeye, aynı hedefe birlikte yürüyen insanlar! Demek ki, aynı gaye için çalışan insanlar yoksa, o evde olanlar gerçek bir aile değil, birkaç insanın bir arada olmalarıdır. Bunun içindir ki, “Ümmet” de geniş bir ailedir.

Ümmet olma sorumluluğumuz ki bu; aynı zamanda inandığımız davayı gereği gibi temsil etme sorumluluğunu da beraberinde getirmektedir. Bu noktada aile yapılarımız oldukça önem taşımaktadır.

Kur’an olumlu ve olumsuz aile modellerini örneklendirerek vermiştir. Kur’an’da ailenin temeli yalnızca ALLAH’a kul olma esasına göre kurulmuştur. Yalnızca ALLAH’a kul olma ilkesine göre kurulmamış olan ailelerin ne dünya da, ne de ahirette saadeti yakalamaları mümkün değildir. Yalnız Allah’a kul  olma ilkesinin kavranabilmesi için “Kul olma” kavramının açıklığa kavuşması, bilinmesi, bilincine erişilmesi gerekir...

Kul (abd); İtaat etmek, boyun eğmek, tevâzu göstermek, daha açık bir ifade ile kişinin bir kimseye, ona isyan etmeden ve ondan yüz çevirmeksizin itaat etmesidir. Abd kelimesinin masdarı olan ubudiyyet (kulluk etmek) insanın sıfatıdır. (bknz. İkra İslâm Ansiklopedisi)

Bu tariften yola çıkarak, yalnızca ALLAH’a kulluğun has kılınmış olması için, hiç sağa sola yalpa yapmadan  sadece ALLAH’a itaati baz alan aileler olması gerektiğini anlıyoruz.

Hiç bir şartın, dayatmanın ve zorluğun;   kulluğun önüne geçmemesi gerektiğinin farkında olan bireylerin, bir araya gelerek oluşturdukları toplumun en küçük ama en önemli birimidir İslâm’i Âile!

Kur’an’ı Kerîm kulluğu ALLAH’a has kılmış ve şüphesiz kulluğu ALLAH’a has kılmak isteyen ailelere eğitim amaçlı örnek ve ibret olsun diye örnekler vermiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:

1. İlk Âile Hz.Adem (a.s.) ve Hz.Havva anamızın kurduğu ailedir. Hz. Havva’dan, Hz. Adem’in eşi (zevc) diye bahseder.

“Ey İnsanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren RABB’inize hürmetsizlikten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz ALLAH’ın ve akrabanın haklarına riâyetsizlikten de sakının. ALLAH şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.” (Nisa Sûresi 1. Âyet)

Burada; bu çağda ve çağ öncesi olan kadın ve erkek konusundaki tüm tartışmalara cevap var. Kadın ve erkeğin iki zıt kutup, iki karşı cephe olmadığı bilakis bir birlerini tamamlayan bütünün birer parçaları olduğu gözler önüne serilmektedir. Ne erkek egemen bir yapı, ne de feministçe bir yaklaşım!  Denge üzerine kurulmuş hakları adil paylaştırılmış, biri diğerine ezdirilmemiştir. Biri ötekinin yarısı/yari. Evin reisi erkek lakin erkek kendi ilkleriyle değil Allah’ın koyduğu ilkelerle aileyi yönetmek zorunda..

2.Hz.Nuh (a.s.)’ın âilesinden bahseder Kur’an. Tüm gayretlerinize rağmen, aile efradınızdan bir takım insanlar küfrü tercih edebilir. Bu, sizin sorumluluğunuzda değildir. Siz, eğitiminde, tebliğinizde ihmale meydan vermeyerek, sonuna kadar gayrete devam etmekle sorumlusunuz.

Hz. Nuh (a.s.) suların yeryüzünde yükselmeye başlamasına kadar baba yüreğiyle evladına seslenmiş olması bunun apaçık bir örneğidir. Eğitim asla ihmale gelmez. Ve asla başkalarına havale edilecek kadar önemsiz bir konu değildir Ama yinede küfrü, çağdışı ve çağdaş putçuluğu mu tercih etmiştir? Hayır!. O zaman yine âyet bize ne yapmamız gerektiğini beyan ediyor.

“ALLAH, ‘Ey Nûh! O asla senin âilenden değildir. Onun yaptığı, iyi olmayan bir iştir. O halde hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi benden isteme. Ben sana cahillerden olmamanı öğütlerim’ dedi.”  (Hûd Sûresi, 46. Âyet)

Ailenden değildir O!. Neden ? Çünkü aynı gayeye  çalışmıyorsunuz! Hedefleriniz, dünya görüşünüz inancınız aynı değil!. Şayet Allah2ın istediği şekilde aile ile ilgilenilmiş ve rağmen küfür tercih edilmişse ebeveyn sorumlu değildir.

3. Hz. İbrahim (a.s.)’ın âilesinden bahseder Kur’an...

Önce babasıydı imtihanı, cevabı teslimiyet oldu. Evlatsızlıkla imtihan oldular, cevapları:

yine teslimiyet oldu. ALLAH (c.c.)’ın dini uğruna çileyle, ateşle ve Nemrut’la imtihan oldular cevapları yine HAKK’a Teslimiyet oldu. Sonra evlat ile imtihan oldular, önce terk edilmesi istendi, çölün ortasına.

”Bunu senden kim istiyor?” sorusuna aldığı cevap tek bir kelimeydi “Allah” karşı cevabı şu oldu Hacer’in (as); “O (c.c.) ne güzel bir vekildir, O (c.c.) bize yeter.” Analara örnekti. İslâm’da anayı temsil ediyordu Hacer!.

Böyle giyinmeni kim istedi diye soranlara hiç tereddüt etmeden “Allah” diyen...

Böyle yaşamanı kim istedi diye soranlara hiç tereddüt etmeden “Allah” diyen. Her koşulda teslimiyetini zedelemeden sürdürme cehdinde olanlar da çağın Haceridirler.

Ve sonra evladının derdi için cehdi umutla sürdüren çağına ve çağlara, evlat sorumluluk ister, çocukların (vahye) susamışlığına  umutla cehd etmenin mesajını taşıdı.

İmdi de evlatlarının iyi bir kul olması için koşusunu sürdürenler de çağın Hacer’idirler. Ana olmak.! Ana’ya örnek olmaktı, Hacer olmak.

Ve sonra ilerlemiş yaşlarında sahip oldukları çocuklarını istiyordu ALLAH Âzze ve Celle...

Çok sevdiğinin imtihanıydı bu, en sevdiğini tercih etme konusunda!. Cevapları; TESLİMİYET oldu. Yalnız ALLAH (c.c.)’a hâs kılınmış bir hayatın adıydı kulluk. İmrân Âilesinden bahseder Kur’an ...! Öne çıkan bir anayı, imran’ın karısını çağlara örnek verir Kur’an...!

“Bir zaman İmrân’ın karısı: ‘RABBİM ! kesinlikle ben karnımdakini tam hür olarak senin için adadım. Sen de benden kabul et, şüphesiz SEN en iyi işitensin, en çok bilensin!’ demişti.”  (Âl-i İmrân Sûresi, 35.Âyet)

Hür olarak, hür biri olarak karnımdakini ALLAH (c.c.)’a adadım. Kimsenin iznine ihtiyaç duymadan... Evlat sahibi olmanın, evladın kimin için olması gerektiğinin cevabını verirken, aynı zaman da örnek bir aile modeli içersinde sayarak Kur’an’ın ikliminde aileleri eğitiyor bu kıssa. Adamanın dersini veriyor. neye niçin adanmak gerektiğini öğretiyor. Neyi nasıl adayacağının örneğini veriyor. Bir çocuğum olursa, koçu kurban edeceğim değil, bir çocuğum olursa onu Allah’a adayacağım diyor Hanne!.

O’nun yolunda kul yetiştireceğim, oksun doktor olsun değil niyet “Salihlere öncü olsun” “Onlar: ‘-Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan gözlerimizi aydın kılacak (iyi çocuklar) bağışla! Bizi takva sahiplerine öncü yap!’ derler.”(Furkan:74). Bu eğitimden geçen sahabe benzer örneklerle doldurdu tarih sayfasınıve şimdi sormadan edemiyor insan;

Kendimiz İbrahim olmadan İsmail’e nasıl sahip olacağız?

Kendimiz Hacer olmazsak evladımızın vahiyle buluşmasını nasıl sağlayacağız?.

İmandan önce tv ile tanışan bir çocuğa Allah’ı, İslâm’ı anlatmanın yolunu nasıl bulacağız?. Akıllı beşiklerde büyütülen çocukların davaya sarılmalarını, Kulluk yürüyüşünde yalpa yapmamalarını nasıl bekleyeceğiz? “Yok” nedir bilmeyen bir çocuğa sabrı ne ile öğreteceğiz ? Teslimiyeti olmayan ebeveynlerden; İsmail’i bir evlat bekleme hakkımız var mı ? Yakub gibi bir baba olmadan, gömleğini önden yırttırmayan bir nesil nasıl yetiştireceğiz İbrahim gibi bir baba, Hacer gibi bir ana olmadan, bıçağa boynunu uzatan İsmaillerimiz olabilir mi peki? (İslâmi hükümlere burun kıvırmayan bir nesil) Fedâkarlığın birlikte yapılamadığı bir ailede, neslimiz dayanmayı, direnmeyi nasıl öğrenecek...? İnfak ruhunun ölü olduğu bir ailede neslimiz paylaşımın ne olduğunu nasıl bilebilecek? Oysa Kur’an Âilemizin nasıl olması gerektiğini modellemiştir.

Âile olmak istiyorsak, ailelerimizi ALLAH’a hâs kılmak istiyorsak, ALLAH’ın örnek verip inanlar için seçip tercih ettiği aile modellerinin örnekliğini hayata taşıyıp, yaşanılır kılmamız gerekiyor

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
7


Ticarî Alacakların Tahsili ve Borç Verme Muâmelesi

Hesap gününe hazırlanan her mükellefin; yeryüzünün halifesi olduğunu unutmaması ve kendisine ihsan edilen her malın tasrrufundan hesaba çekileceğini bilmesi zaruridir. Rızkını helâl yoldan elde etmeyen bir mükellefin, imtihanı kazanabilmesi mümkün değildir. Muhakkak ki, cemiyet halinde yaşayan insanların birbirlerinin yardımına ihtiyaçları vardır. Yardımlaşma yollarından birisi de kendi aralarında borç alıp vermeleridir. Karz-ı hasen, deyn ve âriyet gibi terimler ile ifade edilen muâmeleler, hayati öneme hâizdir. Herhangi bir karşılık beklemeden veya dünyevi menfaat ummadan verilen borca “Karz-ı Hasen” denilir. Karz-ı hasen; deyn ve âriyet (ödünç) terimleriyle ifade edilen borçtan farklı olan bir muâmeledir. Muteber kaynaklarda “Karz-ı hasen’ muamelesinin sadaka vermekten daha efdal olduğu” belirtilmiştir. Alış-veriş sebebiyle ortaya çıkan ticarî borca deyn, ödünç olarak verilen mala da âriyet denilir. Zengin olan bir müslümanın, borç olarak verdiği paranın bir kısmını veya tamamını bağışlaması mümkündür.

‘İnsanların dünya malını kazanmaları ve kazandıkları malı doğru olarak kullanmaları gerekir. Bazı kitaplarda Hz. Lokman’ın oğlu Saran’a nasihat ederken ‘Sakın dünya malını elde etmek için çalışmayı ihmal etme! Sonra fakir düşersin ve insanların sırtına yük olursun’ dediği ifade edilmektedir. Bazı İslâmi eserlerde ‘rızkın ve ecelin tegayyür etmeyeceği’ ifade edilmektedir. İmtihan vesilesi olduğu için, malın bir fitne haline gelebileceği izah edilmektedir. Hatta bazı tasavvuf kitaplarında zenginliğin değil, fakirliğin tercih edilmesi gerektiği üzerinde durulmaktadır. Bunun sebebi hikmeti nedir? Dünya malının elde edilmesi ile imtihan hadisesi arasındaki münasebeti nasıl anlamamız gerekir? Zenginlerde görülen cimrilik hastalığı ile şeytanın telkinleri arasında zaruri bir münasebet var mıdır?  Hayatı boyunca ticaretle iştigal eden rahmetli babam cömert bir insandı. Kendisinden borç isteyenleri geri çevirmez, alacakları konusunda da hiç acele etmezdi. Ticari alacakları, bize miras bıraktığı mallarının değerinden daha fazladır. (..) Kardeşlerim vadesi dolan borçların tahsil edilmesi için her yola başvurmamız gerektiğini söylüyorlar. Gerekirse mahkeme yoluyla tahsil edelim diyorlar.  Zengin olan bir müslümanın, borç olarak verdiği paranın bir kısmını veya tamamını bağışlaması caiz midir? Tahsil edilemeyen ticari alacaklar, sadaka ve infak hükmünde midir? Zengin olduğu halde borcunu ödemeyen kimse için zalim denilebilir mi? Borçlunun ve alacaklının nelere dikkat etmesi gerekir mi?“

Zerre miktarı iyiliğin de, zerre miktarı kötülüğün de hesabının sorulacağı güne hazırlanan her mükellefin; yeryüzünün halifesi olduğunu idrak etmesi ve kendisine ihsan edilen her malın bir imtihan vesilesi olduğunu bilmesi gerekir. Bu hakikat, muhkem nassla sabittir:”Sizi yeryüzünün halîfeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi imtihan etmek için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur. Doğrusu Rabb’in, cezası çabuk olandır ve O, bağışlayan, esirgeyendir.” (El En’am Sûresi: 165) Kavmi, rengi, dini ve dili ne olursa olsun her insanın hayatını devam ettirebilmesi için ihtiyaç duyduğu malları temin etmesi gerekir. Hanefi fûkahasından İbn-i Nüceym “Yeryüzünde neler varsa hepsini sizin için yarattı” (El Bakara Sûresi:29) ayetini esas almış ve malı şöyle tarif etmiştir: “Allah (cc) tarafından, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için yaratılan ve istenildiği zaman elde edilip kullanılabilen, insanlardan maâda (gayri) şeylere mal denilir.’’(1)

Bunun dışında, malın başka tarifleri de vardır. Bazı muteber fıkıh kitaplarında “insan tabiatının meylettiği, ihtiyaç için toplanan ve biriktirilen şeylere mal denilir” şeklinde ifade edildiği malûmdur. Rızkını helâl yoldan elde etmeyen bir mükellefin, imtihanı kazanabilmesi mümkün değildir. Rızkı tamamlanıncaya kadar insanın ölmeyeceğini haber veren Hadis-i Şerif, meâlen şöyledir: “Rızkı tamamlanıncaya kadar hiç kimsenin ölmeyeceği bana vahyedildi. O halde Allah’a (cc) karşı gelmekten sakınınız. Rızkınızı elde ederken güzel bir yol tutunuz.’(2)

İslâm âlimleri ‘farz, mübah ve mekruh’ olan kazancın keyfiyetini izah ederken, genel hatlarıyla şu tesbitte bulunmuşlardır: “Bir mükellefin; kendisine, ailesinin nafakasını temine ve borçlarını ödeyebilmesine yetecek kadar kazanması farzdır. Muhtaç olan mü’minlerin ihtiyaçlarını karşılamak ve akrabalarına ikramda bulunmak için, bundan fazlasını kazanmaya gayret etmesi mübahtır. İnsanlara karşı tekebbür etmek niyetiyle ve zenginlik ihtirasına kapılarak mal elde etmesi mekruhtur.”(3)

Dünya malını elde etme gayreti ile dünyevileşme fesadını birbirine karıştırmamak gerekir. Zira bu ikisi arasında zaruri bir münasebet yoktur. Meselâ: Mekke’nin zenginlerinden olan Hz. Ebû Bekir (ra) malını Allah’ın rızasını kazanmak için harcamıştır. Buna mukabil yine Mekke’nin zenginlerinden olan Ubey b. Halef; şirkin, fitne ve fesadın yayılması için malını telef etmiştir. Bu tesbitten sonra ‘zenginlerde görülen cimrilik hastalığı ile şeytanın telkinleri arasında zaruri bir münasebet var mıdır?’ sualinize geçebiliriz. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan, dünya malına ihtirasla bağlanan ve şeytanın telkinlerine kapılan mükellefin, değişik ruhi hastalıklara tutulması mümkündür. Şeytan mâlî ibadetlerini edâ etmeye hazırlanan mükellefe; “Malını fakir olduğunu zannettiğin birisine verebilirsin. Belki de o fakir değildir. Dünyanın birçok hali vardır. Vereceğin mala, ileride senin ihtiyacın olabilir” gibi telkinlerle tuzak kurmaya gayret eder. Mükellef bu telkinlere kulak verdiği zaman, cimrilik hastalığına tutulur. Başkalarına cimriliği tavsiye etmesi de mümkündür. Bu hakikat, muhkem nassla sabittir: “Kendileri cimrilik yapıp, insanlara cimriliği emredenler, bir de Allah’ın hazinesinden kendilerine verdiği nimetleri gizleyenler yok mu? Biz o nankörlere hor ve hakiyr edici bir azab hazırlamışızdır. Allah’a ve ahiret gününe inanmadıklan halde mallarını insanlara gösteriş için sarfedenleri (de Allah sevmez). Şeytan kime arkadaş olursa, o ne kötü bir arkadaştır.”(En Nisa Sûresi: 37-38) İmam-ı Serahsi (rh.a) zengin olan kimselerin imtihanını izah ederken şu tesbitte bulunmuştur:’ Peygaygamberimiz Efendimiz (sav); “Çok malı olanların helâk olması mümkündür. Ancak malıyla infakta bulunanlar (tasadduk edenler) felâha kavuşurlar. Şeytan şöyle der: ’Mal sahibi benim üç tuzağımın birinden kurtulamaz. Ya malı onun gözünde süslü gösteririm ve onu helâl olmayan yollardan toplar, ya malı onun gözünde küçültürüm (hakir gösteririm) ve onu helâl olmayan işler için harcamasını telkin ederim. Ya da malı ona sevdiririm, o da Allah’ın (cc) mal üzerindeki hakkını vermez” buyurmuştur.(4)

Mali ibadet olan zekât, mükellefin cimrilik sıfatından kurtulması için rahmânî bir vesiledir.

Cemiyet halinde yaşayan insanların birbirlerine ihtiyaçları vardır. İnsanların birbirleri ile yardımlaşma yollarından birisi de kendi aralarında borç alıp vermeleridir. Karz-ı hasen, deyn ve âriyet gibi terimler ile ifade edilen muameleler, hayati öneme hâizdir. Herhangi bir karşılık beklemeden veya dünyevî menfâat ummadan verilen borca “Karz-ı Hasen” denilir. Karz-ı hasen; deyn ve ödünçten (âriyet) farklı bir muameledir. Muteber kaynaklarda “Karz-ı hasende bulunmanın, sadaka vermekten daha efdal olduğu” belirtilmiştir.(5)

Bilindiği gibi karz, geri almak üzere verilen malı ifade eden bir terimdir. Fukaha “Misli olan maldan, benzerini (aynısını) geri almak üzere başkasına vermeye karz denilir” tarifini benimsemiştir.(6)

Kur’an-ı Kerim’de karz-ı hasenin, Allah’a (cc) borç vermeye benzetildiği sabittir: “Hakikat sadaka veren erkeklerle, sadaka veren kadınlar ve Allah’a karz-ı hasenle borç verenler (yok mu?) Onların mükâfâtı kat kat artırılır. Onlar için çok şerefli (başka) bir mükâfât da vardır.” (El Hadid Sûresi: 18) Çarşıda misli bulunan her çeşit mal veya para, karz-ı hasen muamelesi için bir vesiledir. Hem karz veren, hem alan kimsenin, herhangi bir zarara uğramaması için bazı tedbirlerin alınması mümkündür.

Allah (cc) rızası için borç veren kimsenin, herhangi dünyevi bir menfaat beklemesi câiz değildir. Hz. Abdullah İbn-i Mes’ûd, Hz. İbn-i Abbas ve Hz. Abdullah İbn-i Selâm’dan (r.anhum) mevkûfen rivayet edilen bir Hadis-i Şerif’te; “Menfâat sağlayan her karz, fâiz çeşitlerinden birisidir” buyurulmuştur. Rasûl-i Ekrem (sav) menfaat sağlayan karz-ı hasen muamelesinden nehyetmiştir. Çünkü burada şart koşulan menfâat karşılıksız bir fazlalıktır ve bu açıdan fâize benzemektedir.(7)

Alış-veriş sebebiyle ortaya çıkan ticarî borca deyn, ödünç olarak verilen mala da âriyet denilir. Zengin olan bir müslümanın, borç olarak verdiği paranın bir kısmını veya tamamını bağışlaması mümkündür. Borçlu olan din kardeşi güç durumda ise ona kolaylık gösterilmesine, hatta mümkün ise alacağını bağışlaması teşvik edilmiştir: “Borçlu darda ise eli genişleyinceye kadar ona mühlet verin. Bilmiş olsanız borcu bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.” (El Bakara Sûresi: 280) Dolayısıyla borçlu olan mükellef zor durumda kalmışsa, borcunu rahatlıkla ödeyebileceği zamana kadar mühlet tanınması gerekir. Hatta borç olarak aldığı miktarın tamamının veya bir kısmının sadaka olarak bağışlanması daha hayırlıdır. Çünkü Ayet-i Kerime’de, “eğer bilirseniz” şartı getirilmiştir. Buna göre takdirî manayı şu şekilde ifade etmek mümkündür: “Şayet sizler bunun Allah (cc) katındaki değerini bilir ve gereğince amel edecek olursanız, ona sadaka olarak bağışlamanız gerekir. Bu sizin için daha hayırlıdır.”

İmam-ı Taberânî’nin, Hz. Ebu Umâme (r.a.)’den rivayet ettiği habere göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmayacağı bir günde Allah’ın (cc) kendisini gölgelendirmesini arzu eden bir kimse, zor durumda kalmış olana kolaylık sağlasın veya onun borcunu indirsin.” Bu manada pek çok Hadis-i Şerif vardır. Sahih-i Buhari’de, alacağı sadaka olarak bağışlamanın tavsiye edilmesiyle ilgili olarak, Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) şöyle buyurduğu belirtilmiştir: “İnsanlara borç veren bir tüccar vardı. Zor durumda kalmış birisini görünce çocuklarına, ‘onun borcunu affedin, belki Allah bizi bağışlar’ derdi. Nihayet Allah da onu bağışladı.”(8)

İmam-ı Taberâni, Hz. Abdullah İbn-i Abbas’dan (ra) rivayet edilen şu Hadis-i Şerif’e yer vermiş ve borçlu olan kimseye kolaylık göstermenin hayırlara vesile olacağını belirtmiştir. Bu Hadis-i Şerif meâlen şöyledir: “Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine kolaylıkla ödeyeceği zamana kadar mühlet veren bir kimseye, Allah da günahı sebebiyle tevbe edinceye kadar mühlet verir.”(9)

Yine Hz. Abdullah İbn-i Abbâs’tan (ra) rivayet edilen bir Hadis-i Şerifte Peygamberimiz Efendimiz’in şöyle buyurduğu belirtilmiştir: “Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine mühlet veren veya borcunun bir kısmını bağışlayan kimseyi Allahü Teâla (cc) Cehennem ateşinden korur.” Sahih Hadis kitaplarında, Hz. Bureyde’den (ra) rivayet edilen şu habere yer verilmiştir: “Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine mühlet veren bir kimse, her gün için o miktarda bir sadaka vermiş gibi olur.”(10)

Hesap gününe hazırlanan bir mükellefin borcunu, imkânı varken ödememesi (yani mazereti olmadığı halde ödememesi) veya geciktirmesi câiz değildir. Zira Peygamberimiz Efendimiz (sav); “Zenginin borcunun geciktirilmesi zulümdür. Biriniz (alacağı) bir zengine havale edilirse bunu kabul etsin”(11) Buyurmuştur. İslâm’ın cemiyet fertleri arasında yerleştirmek istediği prensip şudur:

Malın telef olmasını önlemek için muayyen bir zaman için alınan borçların zamanında ödenmesi için adaletle yazılması şarttır. Bu hakikat muhkem nassla sabittir:

“Ey iman edenler, muayyen bir zaman vaadiyle borçlandığınızda onu yazın. Aranızda bir kâtip de doğrulukla yazsın. Yazan Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin.

Yazsın. Hak kendi üzerinde olan da yazdırsın. Şayet, borçlu, sefih, küçük ve kendisi yazdıramıyacak durumda ise, velisi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerden iki de şahit yapın.

Eğer iki erkek bulunmazsa şahitlerden razı olacağınız bir erkek, biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak iki kadın olabilir. Şahitler çağırıldıklarında çekinmesinler. Borç, küçük veya büyük olsun onu müddeti ile beraber yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah yanında adalete daha uygun, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemenize de daha yakındır...“ (El Bakara, Suresi: 282). İmam Süfyan-ı Sevrî, “Ey iman edenler, muayyen bir vade ile borçlandığınız zaman onu yazın“ Ayet-i Kerimesi hakkında, Hz. Abdullah İbn-i Mesûd’un (ra) şöyle dediğini nakletmiştir: “Bu Ayet-i Kerime belli bir vade ile yapılan selef (vâdeli satış) hakkında nazil olmuştur.” İmam-ı Katâde, Hz. Abdullah İbn-i Abbâs’ın (ra) şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Hz. Abdullah İbn-i Abbâs’ın (ra) bir mecliste, ‘Ben şehadet ederim ki belli bir vade taşıyan selefi (vâdeli satışı) Allah Teâlâ helâl kılmış ve buna izin vermiştir’ dedi ve sonra ‘Ey iman edenler, muayyen bir vade ile borçlandığınız zaman, onu yazın’ Ayet-i Kerimesini okudu. Süfyan İbn Uyeyne tarikıyla İbn Abbâs’tan rivâyet edildiğine göre o, şöyle demiştir: Peygamberimiz Efendimiz (sav) Medine’ye geldiğinde Medineliler bir, iki ve üç senenin meyvesinden selef (vâdeli satış) yapıyorlardı. (Parayı peşin alarak bir, iki ve üç senenin mahsulünü satıyorlardı). Rasûlullah (sav) şöyle buyurdular: “Kim selef yaparsa belli bir ölçü, belli bir ağırlık ve belli bir vade ile selef yapsın.”(12)

İmam İbn Cüreyc, iktisadi münasebetlerin sıhhatli olarak devam edebilmesi için şöyle demiştir: “Kim borçlanırsa yazsın, kim alış-veriş yaparsa şahit tutsun.” Eğer bu temel prensibe hakkıyla riayet edilirse, taraflar arasında ihtilâf çıkmaz. Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.

-------------------------------------------------------------

(1)   İbn-i Nüceym - El Bahru’r Raik -Kahire: 1311 C: 5 Sh: 277.

(2)   İmam Şafii - Er Risale -Kahire: 1979 (2.Bsm) Sh: 94 Madde: 306 Ayrıca El Acûni - Keşfû’l Hefa - Beyrut: 1351 C: l Sh: 231 Hd. No: 707

(3)   El Mavsili - El İhtiyar fi Ta’lili’l Muhtar - İst: 1980 C:4 Sh: 170-171, Ayrıca Şeyh Muhammed İbn-i Süleyman-Mecmuaû’l Enhur (Şerhû Damad)-İst: 1316 Mt. Amire Tabından Ofset- Beyrut: ty D. İhya Neşri- C: 2 Sh: 527 vd.

(4)   İmam-ı Serahsi- El-Mebsût- Kahire: 1324 Bsk. Ofset Beyrut: ty C: 30 Sh: 258.

(5)   Nureddin El Azizi- Siracü’l Münir (Şerhû Camiû’s Sagir) Kahire: 1324 C: 3 Sh: 57, Ayrıca El Heytemi- Mecmuaû’i Zevâid- Beyrut: ty. C: 4 Sh: 126

(6)   İbn-i Abidin- Reddü’l Muhtar Ale’d Dürri’l Muhtar- İst: 1984 C: 11 Sh: 89.

(7)   İmam-ı Kasani- El Bedaiû’s Senai- Beyrut: 1974 C: 7 Sh: 395.

(8)   İbn Kesîr, Tefsiru’1-Kur’ani’l-Azim- İstanbul: 1984, C:l Sh: 491

(9)   İmam Ahmed b. Hanbel-A.g.e. C: 4 Sh: 442 vd.

(10)   Sahih-i Buhârî-İst:1401 K. Havale 1-2; K. İstikraz, 12 Ayrıca Sahih-i Müslim- İst: 1401 K.Müsâkât, 33; İmam-ı Malik- El Muvatta- İst: 1401 K. Büyü’: 84; Sünen-i Dârimî- İst: 1401 K. Buyu’, 48;

(11)   Sahih-i Buhari- İst: 1401 K. Ferâiz 15; Ayrıca Sahih-i Müslim-İst: 1401 K. Ferâiz, 16; Sünen-i Ebû Davûd-İst: 1401 K. Buyu, 9; Sünen-i Tirmizî-İst: 1401 K. Cenâiz, 69; Sünen-i İbn Mâce-İst: 1401 K. Mukaddime, 11; Sadakat 13; Sünen-i Nesâi-İst: 1401 K. Cenâiz, 67

(12)   Sahih-i Buhârî- K. Selem, 7

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
[/font]
[/color][/b]
8
Biz Bize / Yanlış Dostluğun Neticesi
« Son İleti Gönderen: KOYLU Dün, 06:42:01 ÖS »


Yanlış Dostluğun Neticesi

Müslüman’ın davranışlarına değer kazandıran velâyetin rüknü; Allah’ı, Rasûlü’nü ve Mü’minleri dost edinmekle sınırlıdır. Mükellef yanlış dostluğun neticesinde bu dünyada ve ahirette hüsrana uğrayabilir. Hesap gününde yanlış dost seçiminden dolayı hayıflanan müstekbirlerin/ zalimlerin iniltileri, onların cehenneme girmelerine engel teşkil etmez.

Âhirette nadim olanlardan olmamak için bunu yapmalıyız. İman ettiğimiz Kur’ân bizden bunu istiyor. Kâfirlerin, Müşriklerin, Mürtedlerin, Mulhidlerin, Yahudilerin, Hıristiyanların ve mübtedi olan faasıkların dostuluğundan vazgeçmek/ onlardan ayrılmak başlı başına bir hicrettir. Bize salih amelleri kazandırmayan, bizi imanımız konusunda şek ve şüphelere düşüren meşreblerden, gruplardan ayrılmamız da hicret ibadetinin zaruri unsurlarından birisidir.
 
“O gün zalim kimse, (çaresizlik içinde) ellerini ısırıp şöyle diyecektir: “Ne olurdu ben de peygamberle beraber aynı yolu tutsaydım! Yazıklar olsun bana, keşke falanı dost edinmeseydim!” (1)

İman, Allah’ı, Rasûlü’nü ve Mü’minleri dost edinmeyi gerektir. Allah’ın, Rasûlüllah’ın ve Mü’minlerin dostluğundan uzaklaşanlar, önce imanlarıyla sonra kendileri ve başkalarıyla kavgalı hale gelip zulüm etmeye başlarlar. Yanlış dost seçimi kişiyi kâfir de yapar, zalim de yapar. Bu âyet-i kerimeler, birer haber-i Rabbanîdirler. Rasûlüllah (sav)’in yolundan ayrılan zalimlerin nedameti haber veriliyor. Rasûlüllah (sav)’in yolundan gayrisine uyan pişman olacaktır. Pişmanlığı, parmaklarını ısırmaları kendilerine fayda sağlamayacaktır. (2)

Tabiî ki, âyet-i kerimelerde yanlış dost se-çiminden dolayı zalim olmuş, Peygamber’e dost olamamış zalim kişinin kıyametteki nedameti gündeme gelmiştir. Kıyamet koptuğunda, hesap günü geldiğinde zalim elini ısırır. Pişmanlık içinde zalimler o gün ellerinin üzerini ısıracak. Hınçla ellerini gevme-ye başlarlar o gün. Ve der ki:

Eyvah! Eyvah! Yazıklar olsun bana! Yuh olsun bana! Keşke peygamberle bir yol tutsaydım! Ne olurdu keşke peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Keşke peygamberle birlik olsaydım! Keşke beni peygambere götürecek bir yol izleseydim! Keşke beni peygamber safında kılacak bir yola girseydim! Keşke yanlış yerden bilet almasaydım! Keşke falanların, filânların yoluna değil de peygamber yoluna girmiş olsaydım! Keşke peygamberi tanıyıp onun gibi bir hayat yaşasaydım!.. Keşke Peygamber yolunda Peygamber sünneti üzere cemaat olanlarla beraber cemaat olsaydım!..

Keşke Peygamber yolundan ayrılmasaydım? Keşke Peygamber düşmanlarını dost edinmeseydim! Yazıklar olsun bana. Keşke ben falanı, filânı dost edinmeseydim. Çünkü o dost edindiklerim beni zikirden, beni kitaptan uzaklaştırdı, beni vahiyden saptırdı.

Halbuki o zikir bana gelmişti. Halbuki o kitap bana gelmişti. O filân ve falan kitapla benim arama girerek benim kitabı öğrenmeme, kitabı tanıyıp onunla amel etmeme engel oldu. O kitap bana gelmişken, Rabbim beni o kitapla sorumlu tutmuşken, tam ben o kitapla karşı karşıya gelmişken, tam ben o kitapla tanışmak üzereyken o falan filân beni o kitaptan saptırıverdi. Meselâ adamı meyhaneden çıkarıyorsunuz, Müslüman olması gerektiğini söylüyorsunuz, adam Allah yoluna girmeye karar veriyor. Adam tam zikirle, kitapla tanışmak üzereyken birileri başka bir kitabı veya işte filân ekolü, falan grubu tavsiye ediyor. İşte din budur diyerek kendi kliklerini, kendi gruplarını, kendi kitaplarını sunuveriyorlar ve işini bitiriyorlar adamın. Bu belki bir ekolün, bir liderin kitabıdır, bir partidir, bir tarikat grubudur veya işte bizim ülkedeki düzenin resmi din kitaplarıdır, resmi din anlayışıdır. Kur’an’dan, sünnetten, icma-i ümmetten ve kıyas-ı fukaha’dan gayrisini insanlara dinin referansı diye gösterenler, onlşarı ifsad ederler.

Rasulüllahın Celîslerinden suffeli yakınlarından olan, sürekli onu takib eden, bu sebepten, hicretin 7. yılında Hayber fethi esnasında. Ketibe Kalesi kuşatılırken Haybere gelen devslilerle oraya gelen Ebu Hureyre (R.a.) 5374 hadis rivayet ederek “muksirûn” dan olmuştur. Rasâlüllah’a halil olmanın değerini çok iyi bilen Ebu Hureyre (R.a.)’dan gelen bir hadis-i şerif şöyledir.

“Kişi dostunun, yani sevdiği dostunun dini üzeredir, onun için herbiriniz iyi bakın, kime dostluk ediyor, kiminle sevişiyor?” (3)

Rasûlüllah (sav) ümmetinin en hayırlılarının kendi zamanında geldiğini belirtmesi ile, ümmetin gittikçe bozulacağını ihbarla, ümmetini tabakalara ayırıp en hayırlı tabakanın kendi ve ashabının tabakası oluşunu beyanla, onların, “Halil” bildikleri Rasûlüllah’ın dininde olduklarını, kendisine tesahub ettiklerini de belirtmiş oluyordu.(4)

Halîl; sadık, halis dost, nasihat eden gibi manalara gelir. (5)

Halle fiili zayıf, muhtaç oldu. Deldi, içine girdi, yardı. Manaları yanında, ekşidi bozuldu, gibi manalar da taşır. Bir sıvının bozulması ve ekşimesi içine giren nüfuz eden şeylerle olur. Halale dostluk, Halel, bozulma ve zayıflıktır. Hıllet, dişler arasına girip kalan yemek artığı, deri ile kaplı kılıç kını, kılıcın kının örtüldüğü altın vs. ile nakışlanan astar (bitane) nakışlı deri, özel dost demektir. Hullet, sadakat vefa, muhabbettir, Kişinin hanımına da hullet denir;(6)

Sevginin on derecesi ve mertebesi vardır.(7)

Hıllet, sevginin on mertebesi içinde en yükseğidir. Hıllet (hullet) öyle bir sevgidir ki, bu sevgi insanın içine nüfuz eder, işler, insana tesir eder ve onu değiştirir. Bu yönüyle pek derin ve etkili bir sevgidir. Halil, en yakın dost, en fedakar arkadaş, en samimi yoldaştır.

Birbirinin halili olan iki kişinin, karşılıklı sevgileri birbirlerine nüfuz etmiş, seveni sevdiğinin lehine güçlü şekilde etkilemiştir. Halil olanın sevdiğinin tesirinden çıkması düşünülemez.

Hıllet, bir din atmosferidir. Kimin hılletinin atmosferinde yaşıyorsanız sizin dininiz odur. İşte Sahâbeler Rasulüllah (sav)’in halili idiler. Onu candan seviyorlardı.8

Bu durumlarını belgeleyen Mekke ve Medine devrindeki hadiseleri tarih açıkça ortaya koymaktadır. Hatta Onun sevgisi uğruna yakınlarıyla kardeşleri ve akrabaları, ile hatta babaları ile karşı karşıya gelenler vardır.(9)

Ebu Ubeyde b. Cerrah (sav) Bedir’de babası ile karşı karşıya gelmişti. Meşhur münafık Abdullah b. Übeyy : “Yahu şu Ebû Kebşenin oğlu bizi toz toprak içinde bıraktı (şerefimizi bir paralık etti)” deyince samimi bir Müslüman olan oğlu Peygamber sevgisinden dolayı “Ey Allah Rasûlü istersen onun başını sana getiririm” diye babasını öldürmek istemişti. Çünkü o Rasûlüllahı çok seviyor, onun için söylenen yersiz
bir söz kendisinde çok büyük infiale sebep oluyordu. Beni müstalık gazası sırasında da Abdullah, (R.a.) babası Abdullah b. Übey için aynı arzu ile Rasulüllaha gelmişti.(10)

Sahâbeler, Peygamberi sevmeyi dinden, imandan sayıyorlardı. Sahabenin lügatinde Peygambere karşı sevgisiz ve saygısızlık, imansızlıktır.

Rasûlüllah (sav)’i çok seven Hanzala b. Ebû Amir de Kafir babasını Uhud’da öldürmek için Allah Rasûlünden izin isteyen biri idi. Rasûlüllah (sav) Abdullah gibi ona da izin vermemişti.(11)

Evs Kabilesinden olan Gasiletul-Melaike diye anılan Hanzala yeni evli iken Uhud harbine gelen kimsedir.(12)

Uhud günü Hz. Ebu Bekir de sonradan müslüman olan oğlu Abdurrahmanı öldürmek istemiş, Rasulüllah (SAV) buna müsaade etmemişti.(13)

Ebu Huzeyfe de Bedirde öldürülen müşrik babası Utbenin kuyuya sürüklenmesi karşısında üzülmemişti.(14)

Bu hususla ilgili daha birçok hadise vardır.

Sahâbeler, onlar zaman zaman sözle “anam babam sana feda olsun” diyorlardı. Sevgilerini hayatları ile de gösteriyorlardı. Rasulüllahı analarından babalarından, hatta kendi kendilerinden de çok seviyorlardı (15)

Onun vefatına üzüldükleri kadar kimsenin ölümüne üzülmemişlerdi. Sahabeler Onu çok sevdikleri için çok onun dini üzerinde idiler. “insan halililinin dini üzeredir” hadis-i şerifinin masadakı ve mazharı olmuşlardı. Sahabeleri, onun arkadaşları, candan sevenleri olduğuna göre öyle bir Nebi ve veliye dost olan sahabelerin, ona olan sevgilerine yetişilemediği gibi dindarlıklarına da yetişilemez. Onlar halilleri olan Rasulüllahın dini üzerinde idiler. Sevginin mikyası sevdiğine uyma ve fedakârlık olduğuna göre, sahabelere külli fazilette yetişilemeyeceği açıktır. Eğer, kişi samimi dostunun dini üzere ise, onlar Rasûlüllah (sav)’in dini üzere idiler. Sadık dostlarıydılar.

Müslüman’ın davranışlarına değer kazandıran dini ve imanıdır, dini ve imanına olan uygunluğudur. Hesap gününde yanlış dost seçiminden dolayı hayıflanan zalimlerin iniltileri, cehenneme girmelerine engel teşkil edemez. Parmak ısırmakta somutlaşan pişmanlığının ateşi o kadar yüksektir. “Öfkeden parmak ısırmak” bilinen bir harekettir. Burada psikolojik bir durumu sembolize etmekte, onu somut bir ifadeye kavuştur-maktadır. Devam ediyoruz: “Keşki Peygamber’in yoldaşı olsaydım’ der.”

Keşki Peygamber’in yolunu izleseydim, O’ndan ayrılmasaydım, O’nun peşini bırakmasaydım! Adam bu sözleri kim için söylüyor? Kim için olacak. Peygamberliğini inkar ettiği, Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğini bir türlü içine sindiremediği Peygamber’imiz için söylüyor! Devam edelim: “Eyvah, keşki falancayı dost edinmeseydim.” Adam “falancayı” diyor, belirsizlik yansıtan bir ifade kullanıyor. Amaç, Peygamber’in yolundan alıkoyan, yüce Allah’ı anmaktan uzaklaştıran bütün dostları ve arkadaşları akla getirmemizi sağlamaktır. (Bize ulaşan bazı bilgilere göre bu ayetlerin iniş sebebi şudur: Müşriklerin Ukbe b. Ebu Muıt, Peygamberimiz ile sık sık görüşür, sohbet ederdi. Adam, bir gün Peygamberimizi evine çağırmıştı. Peygamberimiz, ona Kelime-i şahadet getirmedikçe yemeğini yemeyeceğini söyledi. Bunun üzerine adam Kelime-i Şahadet getirdi.

Adamın arkadaşı olan Ubeyy b. Halef onu paylayarak “Sen dininden mi döndün?” dedi. Adam dedi ki; “Vallahi hayır, dinimden dönmedim; Muhammed konuğumdu ve yemeğimi yemek istemiyordu, ondan utandığım için isteği üzerine Kelime-i Şahadet getirdim.” Bunun üzerine Ubeyy, adama “Hayır, Muhammed’in yanına varıp başını çiğnemedikçe ve yüzüne tükürmedikçe seninle aramız düzelmez” dedi. Adam da vardı, orada Peygamberimizi secdeye varmış durumda yakaladı ve Ubeyy’in kendisinden istediklerini yaptı. Bunun üzerine Peygamberimiz, adama “Eğer seninle Mekke dışında karşılaşırsam kesinlikle kafanı kılıcımla uçuracağım” dedi. Bir süre sonra Bedir Savaşı sırasında Peygamberimizin emri üzerine Hz. Ali, adamı öldürdü. (16)

İmam-ı Kurtubî (Rh.a.) de şunu kaydeder: “Aralarında İbn-i Abbas ve Said el- Müseyyeb’in bulunduğu tefsir âlimlerinden nakledilen rivayetlere göre burada sözü edilen “zalim”den kasıt Ukbe b. Ebi Muayt’tır. Onun arkadaşı Umeyye b. Haleftir. Ukbe’yi Hz. Ali b. Ebi Talib (R.a.) öldürmüştür. Bedir günü esirler arasında idi. Rasûlüllah (sav) onun öldürülmesini emrett.

Çünkü Rasûlüllah (sav)’in yüzüne tükürmüş ve mürtedliğini ilan etmişti. ed- Dahhak (Rh.a.) der ki: Ukbe Rasûlüllah (sav)’in yüzüne tükürünce, tükürüğü gerisin geri kendi yüzüne döndü, yüzünü ve dudaklarını yaktı. Yüzünde iz bıraktı ve hatta iki yanağını da yaktı. Öldürülünceye kadar bu iz yüzünde kaldı. “Ellerini ısırması” ise arkadaşına itaati dolayısıyla üzülmüş ve pişman olmuş kişinin davranışını ifade eder. Gerek Ukbe b. Ebi Muayt ve gerekse Übey b. Halef’in isimlerinin açıkça zikredilmeyişinin sebebi, bu tehdidin sadece onlara munhasır olmayıp aksine bu ikisinin fillerinin benzerini yapan herkesi kapsaması içindir.

Mücahid ve Ebu Recâ derler ki: Buradaki “zalim” her zalim hakkında umumidir. “Filan” dan kasıt tâ şeytandır. Allah yolundan alıkoyan, Allah’a isyan hususunda kendisine itaat olunan herkes, insan için bir şeytandır.

Sahih-i Buharî ve Müslim’de yer alan ve Ebu Musa yoluyla gelen hadiste Rasûlüllah (sav)’in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: “Salih meclis arkadaşı ile kötü meclis arkadaşın misali misk taşıyan kimse ile demirci körüğü üfleyen kimse gibidir. Misk taşıyan kimse ya sana (miskinden) bir şey verir, yahut sen ondan bir şey satın alırsın, ya da güzel bir koku alırsın. Körük üfleyen kimse ise ya senin elbiseni yıkar, yahut da sen ondan kötü bir koku alırsın.” Müslimin lafzıyla hadis böyledir. Ebu Davud da bunu Enes yoluyla rivayet etmiştir. (18)

Ebu Bekir el- Bezzar da İbn-i Abbas’tan şöyle dediğini kaydetmektedir: “Ey Allah’ın Rasûlü! Kendileriyle oturup kalktıklarımızın hayırlıları kimlerdir?” diye soruldu. Şöyle buyurdu. “Kendisini gördüğünüz vakit size Allah’ı hatırlatan, konuşması ilminizi artıran, ameli de size âhireti hatırlatan kimsedir. “ (19)

Malik b. Dinar (Rh.a.) dedi ki: “Şüphesiz ki iyi olan kimselerle taş taşıman senin için günahkârlarla birlikte habis (denilen hurma ve tereyağından yapılan bir tatlı) yemenden daha hayırlıdır.” Sonra da şu beyti okumuştur: “Hayırlı insanlarla arkadaşlık et, her türlü kötülükten azade olursun. Bir gün dahi kötülerle arkadaşlık edersen, pişman olursun.” (20)

Zalimler ve zalimlere dost olanlar, nedametten kurtulamazlar. Âyet-i kerime’de eğer zalim kelimesiyle cins kastedilmişse, o zaman o zalimler, her saptırıcıyı dost edinenlerdir. Onun dostunun muayyen bir ismi vardır. (21)

İtibar lafzın umumi olmasınadır, hususi olmasına itibar olunmaz. Âyet her zalime ve günah üzerine birbirini idlal eden (dalalete sürükleyen, hak yoldan çıkartan) kimselerin cümlesine şamil olup her zalim ve zalime ittiba edenler âhrette nedametlerini izhar edeceklerdir. (22)

Münkir ve müşriklerle, zalim ve zorbalarla, cahil ve cühelayla dostluk yapmanın neticesi tam nedamettir. Sohbet-i Cânan’ın olmadığı yerde sohbet-i nâdan vardır. Bir mecliste Hakk’ın hoşnut olacağı şeyler konuşulmuyorsa, yani orası bir irfan meclisi değilse, bahse mevzû edilen hususlar, üzerinde kelâm etmeye değmeyecek hatta israf sayılabilecek câhilâne, âmiyâne şeylerdir; bir başka ifade ile o sohbet bir sohbet-i nâdandır, demek olur. Nâdan bilindiği üzere câhil, bilmez, haddini bilmez, nezaketten mahrum kaba insan gibi manalara gelir. Okçuzâde Muhammed Şâhî Bey’in, cahilin sinesinde marifet nuru ne arasın, onun kalbi de kendi gibi cahildir, manasında îrad ettiği, “Dîl-i câhilde olmaz nûr-i irfan/ Ki nâdanın olur kalbi de nâdan.” beytinde ve Ziya Paşa’nın, “Korkma nâdandan ki ateş olsa yandırmaz seni/ Müstakim ol Hazret-i Allah utandırmaz seni.” mısralarında bu manaları görmek mümkündür.

Müslüman insan asırların medeni insanıdır. Onun medeniyet düşmanı, cehaletin bağrında buyumuş mürtecilerle, mürtedlerle dostluğu olmaz.

Netice olarak dinde herkesin halini, muvazenede oturup kalkıp ülfet ettiği kimselere bakarak onların halleriyle muvazene edilir. Biz Müslümanlar hicret ehliyiz. Bizi dinimizden, imanımızdan edecek olanları dost edinmemeliyiz. Âhirette nadim olanlardan olmamak için bunu bunu yapmalıyız. İman ettiğimiz Kur’ân bizden bunu istiyor. Kâfirlerin, Müşriklerin, Mürtedlerin, Mulhidlerin, Yahdilerin, Hıristiyanların ve bid’atçıların dostuluğundan vazgeçmek, onların dostluğundan ayrılmak başlı başına bir hicrettir. Bize salih amelleri kazandırmayan, bizi imanımız konusunda şek ve şüphelere düşüren meşreblerden, gruplardan ayrılmamız da bizim için hicret ibadetinden sayılır.

---------------------------------------------------------------

(1)   Furkan Sûresi/ 27-28

(2)   İbn-i Kesir, Tefsîrul-Kurânil-Azîm, C:3, Sh: 317, Beyrut/ 1967

(3)   Sünen-i Tirmizî, Zühd 45; Sünen-i Ebû Dâvud, Edeb 16 (Hadis No: 4833

(4)   Bk. Sünen-i İbn-i Mace II, 1340-1341, 1344, 1348, Riyâzus-Salihin Sh: 369, Cevâhirul-Buharî, Sh: 231; Şerhul-Akidetit Tahâviye II, 693; el-Câmili Ahkâmil-Kurân IV, 170; Tefsîrul-Kurânil-Azîm II, 305, IV, 205, 305 Hak Dini IV, 2985; Sahihul-Buhari, VIII, 93, 96

(5)   el-Kâmûsul-Muhît, III, 380; el-Mucemul-Vasît, Sh: 253, 254

(6)   el-Kâmûsul-Muhît III, 380; el-Mucemul-Vasît s. 252; el-Müfredât, Sh: 153

(7)   bk. Şerhul-Akîdetit-Tahâviye, Sh: 165

8   Riyâzus-Salihîn s. 157, 205, 282, 369, Tefsîrul-Kurânil-Azîm, II, 330, 423, III, 467

(9)   Hayâtus-Sahabe II, 467 vd.

(10)   Hayâtus-Sahâbe II, 469

(11)   Hayâtus-Sahâbe, II, 469; Usdul-Ğâbe, II, 59

(12)   İbn-i Sa’d, et-Tabakât, V; 66

(13)   Hayâtus-Sahâbe II, 469-470

(14)   Hayâtus-Sahâbe II, 470

(15)   Tefsîrul-Kurânil-Azîm III, 467

(16)   Fizilali’l Kur’ân (Seyyid Kutub) C:5, Sh: 2560-2561, İst/ 1982

(17)   el- Cami-u Li Ahkâmi’l Kur’ân (İmam-ı Kurtubî) C: 13, Sh: 25, Beyrut/ 1965

(18)   Sahih-i Buharî, 2/ 741; Sahih-i Müslim, 4/ 2026

(19)   el- Hyesemî, Mecmau’z Zevaid ve Menbau’l Fevaid, C: 10, Sh: 226

(20)   el- Cami-u Li Ahkâmi’l Kur’ân (İmam-ı Kurtubî) C: 13, Sh: 26, Beyrut/ 1965

(21)   el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvil fi Vücûhi’t-Te’vil (Zemahşeri) C: 3, Sh: 286-287, Beyrut/ 1947; Tefsiru’n Nesefi (Nesefî) C: 3, Sh: 164, İst/ 1984

(22)   Hulâsatu’l Beyân Fi Tefsiri’l Kur’ân (Mehmed Vehbi Efendi) C: 10, Sh: 3825, İst/ 1960

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
9
Allah c.c / Allah’ın Her Emrini Emrettiği Şekilde Yerine Getirmek
« Son İleti Gönderen: KOYLU Dün, 06:33:07 ÖS »


Allah’ın Her Emrini Emrettiği Şekilde Yerine Getirmek

 Kur’ân-ı Kerim’de, kıssaları haber verilen ve “helâk edildiği sabit olan kavimler”, Allah’a ibadet etmek yerine Tağutlara ibadet eden kavimlerdir. Allah’a ibadet; Allah’ın her emrini, emrettiği gibi yerine getirmektir. Zira ibadette keyfilik olmaz. Dersimizin konusu olan Ayet-i Kerime meâlen şöyledir: “And olsun biz her ümmete şöyle tebliğ yapan bir rasûl görevlendirdik: ‘Allah’a ibadet edin, tağuttan kaçının’. Sonra bunlardan kimini Allah doğru yola iletti, kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde gezip dolaşın da yalanlayanların sonu nasıl olmuş görün” (En Nahl Sûresi: 36) Allahû Teâla emreden (hakim) bizler ise O’nun verdiği emirleri yerine getirmekle görevlendirilmiş memurlarız. Tevhid akidesi, Hakkullah ile birlikte Hakku’l İbad’ın da garantisidir. Tevhid merkezli olmayan herhangi hak bir din yoktur.
 
“And olsun biz her ümmete şöyle tebliğ yapan bir rasûl görevlendirdik: ‘Allah’a ibadet edin, tağuttan kaçının’. Sonra bunlardan kimini Allah doğru yola iletti, kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde gezip dolaşın da yalanlayanların sonu nasıl olmuş görün.”(1)

Allahû Teâla emreden (hakim) bizler ise O’nun verdiği emirleri yerine getirmekle görevlendirilmiş memurlarız. Hz. Adem (as)’den Hz. Muhammed (sav)’e kadar gelmiş ve geçmiş Peygamberlerin ortak mesajı, tevhid’dir. Âyet-i kerime’de Tevhid’in özü ve özeti ; “Tağut’tan ictinap edip Allah’a ibadet etmek” şeklinde mutlak bir hakikat olarak ortaya konulmuştur. Tağut’u reddedip Allah’a ibadet etmek, Allah’ın üzerimizdeki hakkıdır. Muaz İbni Cebel radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“- Ey Muaz! Allah’ın kullar üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?”

- Allah ve Rasûlü iyi bilir.

“- Hiç bir şeyi ortak tutmaksızın Allah’a kulluk etmeleridir... Kulların Allah üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?”

- Allah ve Rasûlü iyi bilir.

“- Onlara azab etmemesidir.” (2)

Temel İlke...

Allah’ın, kulları üzerinde ki hakkı, sadece O’ na kulluk etmeleridir. Kulların Allah üzerindeki hakkı ise onlara azab etmemesidir.”(3)

Dikkat edilirse, bu hadis-i şerifte tevhid hukuku gündeme getirilmiştir. Allah’a ubudiyet, tevhid akidesini şirk akidesine bulaştırmadan ve karıştırmadan kabul etmekle takati nisbetinde gereğini yerine getirmekle mümkündür. Tevhid akidesi, Hakkullah ile birlikte Hakku’l İbad’ın de garantisidir.. Tevhid merkezli olmayan hak din yoktur. Ancak zamanla tevhid merkezinden ve ilkesinden uzaklaşan, yanlış yönlere ve yollara sapan ya da saptırılan dinlerin tümü batıl dinlerdir.

Yeryüzünde Hak dine tâbi olanlar olduğu gibi, bâtıla tapanlar da vardır. Mü’minlerin vasfı Hakk’a tabi olmak, kâfirlerin vasfı ise batıla tabi olmaktır. Rabbimiz haber veriyor:

“Bu, kâfirlerin/inkâr edenlerin batıla uymaları ve iman edenlerin/inananların Rablerinden gelen gerçeğe uymalarından dolayıdır. İşte Allah, onların örnek teşkil edecek durumlarını insanlara böyle anlatır.”(4)

İslâm dini ibadetle yaşanan bir dindir. İbadet, Allah’ın her emrettiğini emrettiği şekilde yerine getirmektir. Dini Allah’tan gayrisine has kılanlar, Allah’ın her emrettiğini emrettiği şekilde yerine getiremezler.

Bu âyet-i kerime’den anlıyoruz ki her kavmin Peygamberi olmuştur. Bütün Peygamberler de evleviyat olarak; “Tağut’tan ictinap edip Allah’a ibadet etmek” ilkesinde birleşmişlerdir. Bunun bir manası da bütün ümmetlerin kurtuluşlarının ilk maddesi de budur. Âyet-i kerime ibadet noktasında insanların iki sınıf olduğunu ortaya koymaktadır. Birincisi Allah’a ibadet edenler. İkincisi Tağut’â ibadet edenlerdir. İnsanoğlu için en mühim mesele, kime ve niçin ibadet ettiğini bilmesidir. Bu konudaki yanılgı, dünya ve âhiret hayatının yanmasına sebeptir. Kul kararını verecek Allah’a mı ibadet yoksa tağuta mı ibadet?

Allah’a ibadet edenler hayat kanunlarını Allah’tan alırlar. Tağuta, ibadet edenler ise hayat kanunlarını Allah’tan değil, Allah’a karşı Rablik iddiasında bulunan tağutlardan alırlar.

Kul ibadet kavramını Allah’ın muradına göre anlamazsa kendisi gibi kullara kulluk etmekten kurtulamaz. İbadet, Kur’ân-ı Kerim’in eksen kavramlarındandır. “İbadet” kelimesi “Abede” fiilinin mastarı olup, “itaat ve kulluk etmek, boyun eğmek, tevazu göstermek, bağlanmak ve hizmet etmek” manalarına gelir.(5)

Efendisine boyun eğip itaat ettiği için köleye de “Abd” ismi verilir.(6)

Görüldüğü gibi ibadet kelimesi, “kişinin yüce ve üstün tanıdığı varlığa karşı boyun eğip itaat etmesini, onun karşısında her türlü isyanı terk edip tam bir bağlılıkla ona bağlanmasını” ifade etmektedir.

Dini bir mefhum olarak ibadet, “yapılması sevap olan, Allah’a yakınlık ifade eden, yalnız O’nun emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmış olmak ve rızasını kazanmak niyetiyle her emrettiğini emrettiği şekilde son Peygamberi Hz. Muhammed (sav)’in örnek ve önderliğini esas alarak yapılan her iyi hareket ve iştir” diye tarif edilmiştir. Bu tariften de anlaşılacağı gibi ibadet mefhumunda üç önemli özellik dikkatimizi çekmektedir. Bunlar, “yapılması sevap olan fiili yapmak” anlamına gelen “taat”, “yapılması sevap olan işi kime yaptığını bilerek ona yaklaşmak” demek olan “kurbet” ve “yapılan işteki irade ve maksat” diyebileceğimiz “niyet”tir. Bu özellikleri taşımayan bir iş veya davranış, dini manadaki ibadet mefhumunun muhtevasına girmez.(7)

Demek ki ibadet, ”insanın ruhen ve bedenen, gizli ve açık bütün mevcudiyetiyle yalnızca Allah’a yapmış olduğu şuurlu bir taat” olmaktadır. İbadet, imanın uygulaması hak ve doğru kabul edilen esasların günlük hayatta yaşanması olduğundan, Allah katında taat sayılan her iş, açıkça yapılmış olmalıdır. Yoksa sadece istek halinde kalıp davranış sahasına çıkmayan duygu ve düşünceler, taat olsalar bile ibadet değillerdir. Bunun içindir ki ibadetlerin başı olan imanda bile sadece kalbin tasdiki yeterli olamayacağından, hiç olmazsa dil ile ikrar edilerek açıklanması gerekli görülmüştür. Bunun yanında sadece görünürde yapılan niyetsiz işler de ne olursa olsun ibadet sayılmazlar. Mesela niyetsiz yatıp kalkmak namaz olmadığı gibi, niyetsiz aç durmak da oruç değildir.

Kur’an’da ibadet kelimesi daha çok, nefislerin sadece Allah için başka kayıtlardan kurtarılıp yalnız O’nun ibadetine tahsis edilmesine işaret etmektedir. 8

Bunun içindir ki ibadet, “Allah’ın razı olduğu şeyi yapmak, ubudiyyet (kulluk) ise Allah’ın yaptığına razı olmaktır” diye de tanımlanmıştır.

İslâm’ın maksadı; ferd, aile, cemiyet ve devleti bir bütün halinde ıslah etmek, Allah’ın hükmüne ve hâkimiyetine bağlı kılmaktır. İslâm, mensuplarına bir davranış gücü vermeyen inançları pek muteber saymamış, onları uygulama alanına çıkmayan teoriler olarak kabul etmiştir. Oysa İslâm getirdiği iman esasları ve ibadet kurallarıyla fertleri cemiyetleri düzeltmeyi gaye edinmiştir. İslâmda iman, ibadet ve ahlakın bir bütünlük taşıması ibadetlerin gayesinin “insanı mü’min bir kul ve ahlaklı bir varlık haline getirmek” olduğuna işaret eder. İman ile ahlak arasındaki köprünün ibadet olduğu hatırlanırsa, ibadetin olmaması veya noksan yapılması halinde insanın belirtilen gayeye ulaşamayacağı kolayca anlaşılır. Bilgi ve düşünce iman ile sevgiye dönüştüğü gibi insan da ibadet ile Allah’a bağlı bir kul haline gelir. Allah’a bağlanan kişi de O’nun istediği gibi yaşar.

Din ancak ibadet ile tamamlanır. İbadet; kökü imana dayanan İslâm ağacının meyvesidir. İbadet insanın ruh ve bedenini Allah’ın buyruklarında birleştirir, irademizi kuvvetlendirir ve hayatımızın her anında davranışlarımıza yön ve şekil verir. Dinin ikmal ve ıslahında Hz. Muhammed (sav)’in en çok özen gösterdiği mevzunun, “insanlık hayatından bütün sahte mabutları çıkarıp atmak olması,” İslâm’ın insanların sadece Allah’a ibadet etmelerini istemesinden kaynaklanır. Çünkü insanın yaratılışındaki maksat Allah’a ibadet etmesidir. Bu tesbitlerden de anlıyoruz ki, İslâm’da ibadet mefhumu dar bir çerçeve ile sınırlı değildir. Belki bütün iyi amelleri ve doğru işleri ihata edecek kadar geniştir. İnsanın Allah’ın izzet ve celali karşısında kulluğunu izhar etmek için tazarru ve niyazda bulunup kulluk vazifesini hakkıyla eda etmesi, aczini bilerek Allah’ın hükümlerine bağlanması, Hakkın rızası ve sevgisi için işler yapması ibadet mefhumunun kapsamına girer. Yine bu cümleden olmak üzere, temiz rızıklardan nimetlenip bunlara karşılık Allah’a şükretmek, Allah’a tevekkül etmek, zorluk ve müşkilata sabretmek de ibadettir. Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere İslâmda ibadetin temiz bir kalb, saf bir ruh ve halis bir niyetle yapılan işlere mevzu olduğunu görmekteyiz. Şu halde din noktayı nazarından; “takvanın elde edilmesi için yapılmış olan bütün meşru fiil ve ameller ibadettir, diyebiliriz. İbadet sadece ismiyle değil ruh ve manasıyla kavranıp İslâm’ın istediği gibi eda edilirse, insanlık hayatına bereketler yağdırır. Çünkü bu özellikteki ibadet iman-ı kamilin salih amel şeklindeki uygulanışıdır. Din, iman ve ibadetlerle ruhlara ve bedenlere kuvvet verdiğine göre İslâm hayatta ibadetle uygulanabilen bir nizam haline gelir.

Âyet-i kerime’de kendisine ibadet etmekten ictinap etmekle emrolunduğumuz “ Tağut” Arapça bir kelime olup “T-ğ-y” kök harflerinden türemiş olup, tekil ve çoğul, dişil ve eril olarak kullanılan bir cins isimdir. Bu kelimede aslolan onun müzekker olmasıdır. Ancak hem müzekker/eril hem de müennes/dişil için kullanılır.  Tâğut kelimesinin masdarı olan “tuğyân”: “İsyan etmek, haddi aşmak, azgınlık ve sapkınlık” gibi anlamlara gelmektedir.(9)

İlk müfessirlerden Mukâtil bin Süleymân rahimehullâh tâğutu: “Şeytân, putlar ve Yahûdî Ka’b bin Eşref” olarak üç farklı mânâda tefsîr etmiştir.(10)

İmâm Taberî rahimehullâh’a göre tâğut: “ “Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad eden her varlık tâgûttur. Bunun insan olması, put, şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması mahiyetini değiştirmez.” (11)

Yani tağut; Allah’a karşı isyânkâr olup, zorla, zorlamayla veya gönül rızâsıyla kendisine tapınılıp ma’bûd tutulan insân, şeytân, put, heykel ya da herhangi başka bir şeydir.

İmâm Mâverdî rahimehullâh, bu tanımlara kötülüğü emreden nefsi de ilave etmiştir.(12)

İmâm Beğavî rahimehullâh ise tâğutu şöyle tanımlamıştır: “Tâğut: İnsânın tuğyân etmesine sebeb olan her şeydir.”(13)

Kadı Beydâvî rahimehullâh’a göre tâğut: “Tuğyânın zirvesine ulaşan, Allâh’a kulluğu engelleyen şeydir.” (14)

Ragıb el-İsfehânî rahimehullâh “Müfredat” da, Allâh’ın dışında tapınılan şeylerin tamamı, sapkın önderler, hayır yolundan çevirenler ve Ehl-i Kitâb’ın azgınlarının da tâğut olarak isimlendirildiğini belirtmiştir.(15)

Allâme Âlûsî rahimehullâh ise tefsîrinde tâğutla ilgili bütün bu görüşlere yer verdikten sonra şöyle demiştir: “En doğrusu bütün bu sayılanlara tâğut demektir.”(16)

İmâm Mâlik rahimehullâh’a göre tâğut: “Allâh’tan başka (kendisine) ibâdet edilen her şeydir.”(17)

İbn Kayyim rahimehullâh ise tâğut kavramı hakkında takdire şâyân bir tanım yaparak şöyle demiştir: “Tâğut: Kendisine ibâdet edilme, bağlanılma ve itaat edilme noktasında haddini aşan kul demektir. İnsânların tâğutu, Allâh ve Rasûlü’ nün kanunlarıyla hükmetmeyen, Allâh’tan başka kendisine muhâkeme olunan, ibâdet edilen ve Allâh’ın emrine dayanmaksızın, Allâh’a itaat etmeksizin kendisine tâbi olunanlardır.

Bunları düşünür ve insânların durumlarına bakarsan, insânların çoğunun Allâh’a değil tâğutlara ibâdet ettiğini, Allâh ve Rasûlü’nün hükümlerine değil, tâğutların hükümlerine muhâkeme olduklarını, Allâh ve Rasûlü’ne değil, tâğuta itaat edip tâbi olduklarını görürsün.”(18)

Şehid Seyyid Kutub rahimehullâh, şöyle demiştir: “Tâğut, ‘tuğyân’ kökünden türemiştir.

Gerçeği çiğneyen Allâh’ın kulları için çizdiği sınırı aşan düşünce, sistem ve ideoloji anlamına gelir. Bu düşüncenin, sistemin ve ideolojinin, Allâh’a inanmaktan, O’nun koyduğu kanunlara uymak gibi herhangi bağlayıcı bir kuralı yoktur. İlkelerini Allâh’u Teâlâ’nın kanunlarından almayan her sistem, her kurum, her düşünce, her davranış kuralı, her gelenek tâğut kapsamına girer. Buna göre ancak kim tâğutun karşısına çıkar ve sistemindeki kâfirliklerin tümünü kökünden reddederek Allâh’a inanır ve yalnızca ona boyun eğerse kurtuluşa erer.”(19)

Bütün açıklamalardan anlıyoruz ki; Allah’ın inzal ettiği hükümlere mukabil ve onların yerine/önüne geçmek üzere hüküm icad eden her güç tağuttur. Bunun bir insan olması, bir meşrep olması, bir meclis olması, bir devlet olması durumu değiştirmez. Allahû Teâla bizleri bundan sakındırıyor. Allah’ın bu uyarısının ardında hidayet üzerinde kalanlar ile dalalet üzerinde ısrar edenler gündeme gelmiştir. Tağut olanlar, tağuta ibadet edenler, tağuta ibadet etmeye davet edenler dalaleti, Allah’a ibadet edenler, bir tek Allah’a ibadet etmeye davet edenler de hidayeti hak edenlerdir.

Tağut, tuğyandan gelir. Tuğyanın bir manası da suyun üzerindeki köpük manasına gelir. Yani tağutlar suyun üzerindeki köpük gibi çok erken sönüp gideceklerdir. İnsanlık tarihi bunun şahididir. Allah’a karşı Rablık iddiasında bulunan tağutların akıbetlerini yerinde görmek, tefekkür edip ders çıkartmak için âyette, “yeryüzünde gezip dolaşın da yalanlayanların sonu nasıl olmuş görün” emri verilmiştir. İnsanların “Tağut’tan ictinap edip Allah’a ibadet edin” diyen Peygamberleri dinlemeyip tağutlarına ibadet eden kavimler, tağutlarıyla helak oldular. Kur’ân-ı Kerim’de, kıssaları haber verilen ve “helâk edildiği sabit olan kavimler”, Allah’a ibadet etmek yerine Tağutlara ibadet eden kavimlerdir. Allahû Teâla ile birlikte tağutlara ibadet edenler, tağutlara kul ve köle olanlardır. Allah’a ibadet; Allah’ın her emrettiğini emrettiği şekilde yerine getirmektir. İbadette keyfilik olmaz. İbadet, din disiplininin hayata amir olmasıdır. Dinin, imanın hududu dışına taşan, kişiye dinin hududunu aşındıran her söz, her amel, Allah’a karşı isyandır, tuğyandır. Müslümanlar Müslüman’ca yaşamak ve Müslüman’ca ölmek istiyorlarsa, hayatlarını Allah’ın her emrettiğini emrettiği şekilde yerine getirmekle sınırlandırmaları şarttır. Allah’ın emirlerine karşı lakayt ve laubali davrananların Müslüman’ca bir hayat yaşamaları mümkün değildir.

-------------------------------------------------------------------

1 -    Nahl Sûresi/ 36

2 -    Sahih-i Buharî, Tevhîd: 1, Libas: 101, Cihad: 46, İsti’zhan: 30; Sahih-i Müslim, İman: 48-49; Sünen-i Tirmizî, İman: 18; Sünen-i İbni Mace Zühd :35, Ahmed İbni Hanbel, II, 309,525,535, III, 260-261

3 -    Bk. Sahih-i Buharî, Libas 101

4 -    Muhammed Sûresi/ 3

5 -    - el- Mu’cemu’l Vasid (A-B-D) Md.

6 -    Lisanu’l Arab, IV, 259.

7 -    İbn Abidin, Reddu’l Muhtar, l, 72

8 -    Fatiha Sûresi/ 5

(9)   Bak: “T-ğ-y” Maddesi: İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab; Firûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît; Zebidî, Tâsu’l-Arus; Ragıb, Mufredat;… İbn Cevzî, Zâdu’l-Mesir: 1/231-232; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân: 3/281

(10)   Ka’b bin Eşref:) Bakara: 2/257; Nisâ: 4/51. Mukâtil bin Süleymân, el-Eşbâh ve’n-Nezir fi’l-Kur’âni’l-Kerîm: 142-143

(11)   Muhammed b. Cerir et- Taberî, Câmiu’l-Beyân C: 3, Sh: 13,  Mısır/1324

(12)   Mâverdî, en-Nukt ve’l-Uyûn: 1/327

(13)   Beğavî, Meâlimu’t-Tenzîl: 1/350

(14)   Allame Kâdı Beyzâvî, Envâru’t-Tenzîl ve’ Esraru’t Te’vil: 1/155

(15)   İsfehânî, Müfredat: 1/520-521

(16)   Allame Âlûsî, Ruhu’l-Meâni: 2/14

(17)   Mukâtil bin Süleymân, el-Eşbâh ve’n-Nezir fi’l-Kur’âni’l-Kerîm: 142-143.] Leys, Ebû Ubeyd, Kisai, Vahîdî ve lügatçilerin cumhuru da bu görüştedir. [Nevevî, el-Minhâc fi Şerhi Sahîhi Müslim: 3/18

(18)   İbn Kayyim,  İlâmu’l-Muvakkıîn: 1/40

(19)   Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l-Kur’ân: 1/292

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
10
Serbest Kürsü / Unutmamak İçin
« Son İleti Gönderen: KOYLU Dün, 06:24:29 ÖS »


Unutmamak İçin

İnsanoğlu dünyaya kulluk için gönderilmiştir. Fakat  dünya işiyle meşgul olmaya başladığı andan itibaren, bütün her şey onu asıl hedeften uzaklaştıracak bir sebep haline gelebilir. Bu yüzdendir ki Cenab-ı Allah birçok ayet-i kerimede mübah şeylerin de insan için bir imtihan ve aldanma sebebi olduğunu buyurmuştur. Çare olarak da kullarından kendisini unutmamalarını, daima zikir halinde olmalarını emretmiştir.

Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

“Yedi kat gök, yer ve bunların içindekilerin hepsi Allah’ı tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların zikrini anlamazsınız. O çok halimdir, çok bağışlayıcıdır.” (İsra, 44)

Bu ayetle insanlara bütün kainatın kendisini zikrettiğini bildiren Rabbimiz, bize de şöyle hitap eder:

“Allah’ı çokça zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (Enfal, 45)

“Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin. O’nu sabah akşam tesbih edin.” (Ahzap, 41-42)

Zikir, manası itibariyle hatırlamak demektir. Yani unutmamak demektir. Kulun zikretmesi de, Rabbinin varlığını aklından çıkarmaması, dünyaya niçin geldiğini hatırında tutarak hedefine doğru yürümesi demektir. Cenab-ı Mevlâ buyuruyor ki:

“Allah’ı çokça zikreden erkekler ve kadınlar var ya, Allah onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.” (Ahzap, 35)

Zikrin birçok usulü ve lafzı olmakla birlikte, asıl olarak kulun Allah Tealâ’yı aklında tutarak, O’nun rızasını hedefleyerek yaptığı bütün ibadet ve işlerdir. Dolayısıyla bütün ibadetler bir zikirdir. Kişinin günde beş kez kıldığı namaz, Rabbini bütün gün içinde hatırlaması, huşû ile huzuruna çıkıp kulluğunu tasdik ve ikrar etmesidir. Nitekim Cenab-ı Allah kitabımız Kur’an-ı Kerim’de buyurmuştur:

“Beni zikretmek için namaz kıl.” (Tâhâ, 14)

İbadetler farklı olsa da, ibadet eden kişi öncelikle Allah Tealâ’nın emri olduğu için o ibadeti yerine getirmektedir.

Bu da doğrudan zikrin kula kazandıracağı haldir. Yani Rabbini unutmamak, O’nun emir ve iradesine râm olmak, yasakladıklarından uzaklaşmak…

Yine şekil itibariyle günlük işlerimize benzerlikleri olsa da, hac ibadeti de büyük bir zikirdir. Hatta Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. bu durumu şöyle ifade buyurmuştur:

“Kâbe’yi tavaf etmek, Safa ile Merve arasında koşmak, şeytan taşlamak ancak Allah’ı zikretmek için emredildi.” (Ebu Davud; Tirmizî)

Cenab-ı Allah’nı bizlere emrettiği ibadetler, belirli zaman ve mekânlara has ibadetlerdir. Dolayısıyla kulun ibadet halini, diğer zamanlara da Rabbinin huzurunda olduğunu aklında tutarak taşıması asıl maksattır. Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:

“Onlar öyle er kişilerdir ki, herhangi bir ticaret ve alışveriş onları Allah’ı zikretmekten, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin dehşetten ters döneceği ahiret gününden korkarlar.” (Nur, 37)

Ayet-i kerimede buyrulduğu gibi, zikir hali kişinin her ne iş yaparsa yapsın asıl maksadını ve yolunu unutmaması, bir gün mutlaka hesaba çekileceğinin farkında olmasıdır. Zira insanoğlunun nankörlük yapması ve zalimlerden olmasının sebebi, unutması yahut bir başka tabirle hatırlamamasıdır. Hatırlatanları da dikkate almamasıdır. Oysa ilk insandan beri bütün peygamberler, onların yolundan giden veliler, hak üzere olan alimler insanlara Rablerini hatırlatmakta, doğru yolu göstermektedirler. Bir nimet olarak zikrin kıymetini bilenler ise, her halükârda zikretmeye devam ederler. Cenab-ı Allah bu durumu bizlere şöyle bildirmiştir:

“Onlar, ayakta otururken ve yanları üzeri yatarken devamlı Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler.” (Âl-i İmran, 161)

İnsanoğlu kalbinde neyin korkusu ve endişesi varsa, daima aklında onu tutar, onu zikreder. Dünyalık peşinde koşanların zikri dünyalık şeylerdir. Ahiretin farkında olan, kulluğunun şuurunda olan kişinin zikri ise farklıdır. Çünkü sonunun ölüm ve son durağının ahiret olduğunu idrak eden insan için en büyük hedef, Yüce Yaratıcısı’nın hoşnutluğuna ulaşmaktır. Böylece ebedi saadet yurdu cennete girmek ve Yüce Allah’ın cemalini görmektir. Allah rızası da bu vesileyle elde edilir. Cenab-ı Mevlâ’nın bir kulundan razı olması da en büyük saadettir.

Zikrin bir tarafı ümit hali iken, diğer tarafı da havf yani korku halidir. Nitekim insanın gerçekten endişelenmesi gereken en büyük tehlike, ilahî sevgi ve rahmetten mahrum kalıp Yüce Allah’ın gazabına müstahak olmak ve O’nun cemalini hiç görememektir. Bu azap cehennemden daha şiddetlidir. Dünyadaki bütün korkular ve sıkıntılar bunun yanında anlamsız kalır.

İşte insanın bu hedefe ulaşmasının yolu zikirdir.

Kitabımız Kur’an-ı Kerim ve Fahr-i Kainat Efendimiz’in sünneti, kurtuluş kapısı olarak zikri göstermiştir. Asırlardır Allah dostları, zikir ile gerçek müslümanlığın yaşanabileceğini göstermişler, öğretmişlerdir.

Kulun dünyadan ve nefsinin arzularından kurtuluşu, kalbin huzura kavuşması zikre bağlanmıştır. Zikir bütün hayır kapılarının anahtarıdır. Zikirsiz Allah dostluğu mümkün değildir. Bu yönüyle vuslat yolu zikirdir. Böylece insanın muhabbeti ve marifeti artar, manevi derecesi yükselir. Kalbine ihlâs hakim olur.

Zikir, kulu Yüce Rabbi ile beraber eder. Kul Yüce Rabbini zikrettiği sürece, O da kulunu zikreder. “Siz beni anın ki, ben de sizi anayım.” (Bakara, 152) ayeti bunu ifade eder. Zikir kalbin temizleyicisidir, onu manevi kirlerden temizler, kalbindeki gafleti yok eder.

Zikir manevi zevk kapılarını açar. Kalbi şenlendirir, gamı, kederi, stresi giderir. Alemlerin Rabbi ile huzur bulmuş kalpten boş sıkıntılar ve yersiz korkular çıkar gider. Zikir kalpteki imanı kuvvetlendirir, kalbe manevi hayat ve neşe verir, şek ve şüpheyi giderir. Böylece insanın Allah’a teslimiyeti tam olur. Yakini artar, ihlâsı elde eder. O zaman ibadetler tatlı ve kolay olur. Kul taklitten kurtulur, tahkike ulaşır.

Balık için su ne ise, kalp için de zikir odur. Zikirsiz kalp ölür. Kalbi ölü bir insandan hayırlı işler çıkmaz.Zikir kalbi şeytanın vesvesesinden ve hakimiyetinden kurtarır.

Netice olarak zikir bizi kendimize halimize bırakmaz, Rabbimiz ile irtibatlı tutar.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
Sayfa: [1] 2 3 ... 10