Son İletiler

Sayfa: [1] 2 3 ... 10
1
HZ MUHAMMED S.A.V / Son Peygamber’in Genç Arkadaşları
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Bugün, 07:39:03 ÖÖ »


Son Peygamber’in Genç Arkadaşları

Mazide, anda ve atide değişmeyen bir şey varsa o da gençliğe dair söylemlerdir.

İnsanoğlunun gençlerle ilişkisi hep çetrefilli olmuştur. Antik Çağ filozoflarının metinlerinden başlayarak günümüze kadar gençlere dair söylemler maalesef şikâyet merkezinde olmuş, yetişkinler her ne kadar iyi niyetli olsa da gençleri biçimlendirme rolü üstlenerek kuşaklar arası çatışmaya zemin hazırlamışlardır. Gençlik, geçmiş ve gelecek arasında muvazenesi korunması icap eden bir köprüdür. Bugünün gençleri yarının yetişkinleridir. Toplum, millî ve manevi değerleri gençler vasıtasıyla geleceğe taşır. Bu nedenle kuşaklar arası çatışmaya mahal bırakmayan, sağlıklı bir iletişim üzerine inşa edilen söylemler geliştirmek, gençleri anlamak ve onlarla sağlıklı ilişkiler kurmak önemlidir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) gençlerle kurduğu iletişimde bizlere örnek olmaktadır. Cesaret ve azmin zirvede olduğu bu dönemi hakkıyla değerlendiren, kalıplara sığmayan gençlik enerjisini doğru alanlara yönlendiren Allah Resulü, gençlerle iletişiminde öncelikle onları dinlemeyi ve anlamayı öğütlemiş, ardından gençlere hem sorumluluk hem de yetki vererek toplumun aktif birer parçası hâline getirmeyi başarmıştır. Son Peygamberler’in Genç Arkadaşları adlı eser, bu peygamberî metodu günümüz insanına taşır. Prof. Dr. Seyfullah Kara, çalışmasında, Hz. Peygamber’in gençlerle kurduğu diyaloğun boyutlarını ve onun gençlikle kurduğu irtibatı ele alır. “Bir Müslüman’ın gençlikle ilişkisi nasıl olmalıdır?” sorusuna Allah Resulü’nün yaşamından cevaplar arar.

Her satırında “Nasıl bir gençlik?” sorusunun izi sürülen eserde, geleneksel değerlerin görmezden gelindiği, hesapsız bir dünya hayatının dayattığı, diğerkâmlığın rafa kaldırılarak bencilliğin geçer akçe sayıldığı modern dünyada sadece gençlere değil, onları yetiştiren topluma da bir yüzleşme teklif edilir.

Hz. Peygamber’in yetiştirdiği toplumda somutlaşan yüksek ruh ve ideallere sahip gençler, bugün de Müslüman toplumun eliyle yetiştirilemez mi? Toplum öncelikle kendi hata ve kusurlarını idrak edip Hz. Muhammed’in gençlerle kurduğu iletişimi örnek aldığında Asr-ı Saadet’in gençleri bugün de aramızda dolaşacak, yeni nesiller sağlam adımlarla yürüyecektir. Hz. Peygamber, gençleri toplumun aktif bireyleri kılmış, onların eğitimi ile doğrudan ilgilenmiştir. Gençleri sorumluluklara boğmamış, aynı zamanda onlara söz hakkı ve yetki de vererek kimini müsteşar, kimini vali olarak tayin etmiş, böylece onları toplumun taşıyıcısı konumuna yükseltmiştir. O; gençleri toplumun saygın birer üyesi olarak göz önünde bulundurmuş, onları ilgi ve yeteneklerine göre yönlendirmiştir. Son Peygamber’in Genç Arkadaşları’nda “Tebliğ ve Eğitim Hayatında Gençlik”, “Siyasi, İdari ve Askerî Hayatta Gençlik”, “İçtimai, İktisadi ve Sportif Hayatta Gençlik” bölümlerinde Allah Resülü’nün gençlere hayatın her alanında nasıl değer verdiği ve onların bu alanlarda ne şekilde varlık gösterdikleri görülecektir.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
2


İyiliğe Davetin ve Kötülükleri Engellemenin Usulü

İyiliği emretme ve kötülüğü engellemenin hükmü

Âlimlerin çoğunluğu iyiliği emretme ve kötülüğü engelleme vazifesinin farz-ı kifaye olduğu görüşünü benimsemiştir. Buna göre İslam ümmeti içerisinde yeterli sayıda kişi bu görevi yerine getirdiğinde bunu yapmayanlar üzerinden sorumluluk kalkar, bu görevi yapanlar da yaptıklarının ecrini alırlar. Ancak bu görevi yerine getirmenin gerekli olduğu bir durumda hiç kimse yerine getirmezse yapma gücü olduğu hâlde yapmayanların tümü günahkâr olur. Şayet bir iyiliği yapmanın gerekli olduğu bir yerde onu yapma veya emretme imkânı bulunan tek bir kişi bulunuyorsa ya da bir kötülüğün meydana geldiği yerde onu engelleme imkânı olan tek bir kişi varsa onun bu kötülüğü önlemesi farz-ı ayn hâline gelir.
Bazı âlimler ise bu görevin hükmünün emredilen iyiliğin veya engellenen kötülüğün dindeki hükmüne bağlı olduğunu belirtmişlerdir. Buna göre farz olan iyilikleri emretmek farz, vacip olan iyilikleri emretmek vacip, mendup olan iyilikleri emretmek ise menduptur. Aynı şekilde haram olan kötülükleri engellemek farz, tahrimen mekruh olan kötülükleri engellemek vacip, tenzihen mekruh olan kötülükleri engellemek ise menduptur.

İyiliği emretme ve kötülüğü engelleme göreviyle yükümlü olan kişi
İyilikleri emretme ve kötülükleri engelleme görevini yapacak olan kimsenin her şeyden önce mükellefiyet şartlarını taşıması yani akıl sahibi ve yetişkin olması (ergenlik çağına ulaşması) gerekir. Bunun yanında Müslüman olması da şarttır.

Bazı âlimler Kur’an’daki “Sizler insanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?” (Bakara, 2/44.) ve “Ey iman edenler! Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?

Yapmadığınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir öfkeye sebep olmaktadır.” (Saff, 61/2-3.) ayetlerinden yola çıkarak dindeki emirlere ve yasaklara uymayan bir kimsenin başkalarına iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama görevini yerine getiremeyeceğini savunmuşlardır. Buna karşılık bazı âlimler ise peygamberler dışında günahsız hiç kimse olmadığını, böyle bir şart koşulması hâlinde bu görevi hiç kimsenin yapamayacağını belirterek bunun şart olmadığını belirtmişlerdir. (Mevsuatü’l-fıkhiyyetü’l-Kuveytiyye, 6/249.)

Emretmeye konu olan iyilikler ve yasaklamaya konu olan kötülükler

Bir şeyin iyilik olarak kabul edilip emredilebilmesi için dinde böyle bir emrin var olduğu bilinmelidir. Yine bir şeyin kötülük olarak kabul edilip yasaklamaya ve engellemeye konu olabilmesi için onun din tarafından yasaklandığının kesin olarak bilinmesi gerekir.

Mezhepler arasındaki ihtilafa bağlı olarak bir mezhep tarafından helal ve caiz olarak görülen bir şeyin, o mezhebe mensup kimseler tarafından işlenmesi bir kötülük olarak görülemez ve engellenemez.

Bir kötülüğü engellemenin söz konusu edilebilmesi için an itibarıyla mevcut veya etkilerini devam ettiriyor olması gerekir. Daha önce olmuş, bitmiş bir kötülük için ancak ilgili şahıslar tövbeye davet edilebilir.

Bir kötülüğü engellemenin söz konusu olabilmesi için bu kötülüğün açıkta işlenmesi gerekir. Buna göre insanların özel hâl ve durumlarını araştırarak buralardaki birtakım yanlışlıklar ve kötülükleri tespit etmek ve bunları engellemeye çalışmak doğru değildir. Zira Kur’an, özel hayatın gizliliğine büyük bir önem vererek insanların gizli hâllerinin araştırılmasını yasaklamıştır. (Hucurat, 49/12.)

İyiliği emretme ve kötülüğü engellemenin muhatabı olan şahıslar

İyiliği emretme ve kötülüğü engellemenin muhatabı şahsın mükellef olması yani aklı başında ve ergenlik çağını aşması şart değildir. Söz gelimi henüz buluğ çağına ulaşmamış bir çocuğun alkollü içecek içtiğini gören ve bunu engelleme imkânı bulunan kişinin buna engel olması gerekir. Aynı şekilde bir akıl hastasının kendisine ya da başkasına zarar vermekte olduğunu gören ve bunu engelleyebilecek kimsenin buna engel olması gerekir.

Yine çocukların ibadetlere alıştırılması noktasında onlar henüz mükellef olmasalar bile yedi yaşından itibaren kendilerine namaz kılmalarının, güçleri yeter bir duruma geldiklerinde oruç tutmalarının emredilmesi, onların küfür ve kötü sözlerden uzak tutulması da böyledir.

İyiliği emretme ve kötülüğü engellemenin aşamaları

Allah Resulü’nün (s.a.s.) kötülük karşısında bir Müslümanın nasıl hareket etmesi gerektiğini belirten hadisi, iyiliği emretme ve kötülüğü engellemenin aşamalarını ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) konuya ilişkin hadisinde şöyle buyurmuştur: “Sizden bir kötülük gören bunu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle [buğzetsin]. Bu, imanın en zayıfıdır.” (Müslim, İman, 78.)
Hadis her ne kadar kötülüğü engelleme ile ilgili olsa da aynı aşamalar iyiliği emretme konusunda da geçerlidir. Buna göre iyiliği emretme ve kötülüğü engellemede üç aşama söz konusudur:

a) Bilfiil müdahale

Bu, bir kimsenin dince istenilen bir şeyi yapabilmesini sağlamak için ya da bir kimsenin dince kaçınılması istenilen bir günahtan, kötülükten ve haramdan kaçınması için bilfiil müdahalede bulunmak suretiyle olur.

Söz gelimi kişinin namaz için eşini ve çocuklarını uyandırması, çocuğuna abdest aldırması, çocuğunu camide namaz kılmak üzere camiye götürmesi “iyiliği emretmenin fiil yoluyla gerçekleştirilmesi” bağlamında örnek olarak zikredilebilir.

Buna karşılık mesela kavga eden iki kişinin arasına girerek kavgayı ayırmak, bir kimsenin malını haksız olarak almış olan şahsın elinden o malı alarak sahibine vermek, insanların canlarına, mallarına ve ırzlarına saldıran düşmanlara ve teröristlere kuvvetle karşı koyarak hak ettikleri cezaları vermek kötülüğe bilfiil müdahale örnekleridir.
b) Sözle müdahale

Bir iyiliği bilfiil yaptırma veya bir kötülükten bilfiil sakındırma gücüne sahip olmayan kişi, söyleyeceği sözlerle iyiliğin yapılmasını veya kötülüğe son verilmesini sağlamakla yükümlüdür.

Söz gelimi fakir bir kimseye yardım edilmesi için zenginleri teşvik etmek, namaz vakti geldiğinde kişinin arkadaşlarını namaza davet etmesi iyiliğe sözle davetin örnekleridir.

Buna karşılık kötülük yapan bir kimseyi sözlü olarak uyarmak suretiyle kötülüğüne son vermeye çalışmak, bir konuda yanlış yapan kişiye o işin doğrusunu söylemek, bir yangın görülmesi durumunda itfaiyeye telefonla haber vermek kötülüğe sözlü müdahale örnekleridir.

c) Kalple müdahale

İyiliği bilfiil ya da sözlü olarak emretme imkânı bulamayan bir kimsenin kalbinden iyilik yapılmasını istemesi kalple müdahaledir. Mesela İslam’ın emir ve yasaklarına uymayan bir kimsenin arkadaşı kendisini davet ettiği hâlde olumlu yanıt alamazsa kalbinden o kimsenin hidayetini istemesi, onun iyiliği yapmasını temenni etmesi kalple müdahaledir.

Yine bir kötülüğü bilfiil ya da sözlü olarak engelleme gücüne sahip olmayan bir kimsenin, kalbiyle o kötülüğü kötü görmeye ve bir an önce sonlanmasını temenni etmeye devam etmesi kalple müdahaledir.

İyiliği bilfiil emretme ve kötülüğü bilfiil engelleme güç ve imkânına sahip olan bir kimsenin, yalnızca sözlü bir biçimde iyiliği emretmesi veya kötülüğü engellemeye çalışması yeterli değildir. Aynı şekilde iyiliği sözlü olarak emretme veya kötülüğü sözlü olarak engelleme güç ve imkânına sahip olan bir kimsenin bunu yapmayıp yalnızca kalbinden iyiliğin işlenmesini, kötülüğün ortadan kalkmasını temenni etmesi yeterli değildir.

İyiliği emretme ve kötülüğü engellemenin adabı

İyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak son derece hassas bir görevdir. Bu görev usulüne uygun bir şekilde yapılırsa bir kimsenin iyilik yapmasına veya kötülükten uzak kalmasına vesile olmanın sevabını elde etmek söz konusudur. Rabbimiz iyi bir işe aracılık eden kimsenin bu işin yapılmasına vesile olmanın sevabını alacağını belirtir.

(Nisa, 4/85.) Allah Resulü (s.a.s.) de bir hayra aracılık eden kimsenin bizzat o hayrı işleyen kimse gibi sevap alacağını söylemiştir. (Müslim, İmare, 133; Tirmizi, İlim, 14; İbn Mace, Edeb, 123.) Ancak bu görev usul ve adabına uygun yapılmazsa muhatapların iyilikten tamamen uzak kalmalarına, kötülüklere daha çok bulaşmalarına, insanların dinden nefret etmelerine sebep olabilir. Bunun için iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama durumunda olanların şu hususlara dikkat etmeleri gerekir:

a) Yumuşak bir üslup kullanmak

Yüce Allah, Hz. Musa ve Hz. Harun’u Firavun’a elçi olarak gönderirken onlara “Ona yumuşak söz söyleyin. Ola ki aklını başına alır veya korkar.” (Taha, 20/44.) demiştir.

Firavun gibi bir zalim karşısında bile dinden söz ederken yumuşak bir üslup kullanılması isteniyorsa diğer insanlara karşı evleviyetle yumuşak bir üslup kullanılması gerekir.

b) Hikmet ve güzel öğütle davet etmek

Rabbimiz, Resulü’ne davetin üslup ve yöntemini şu şekilde öğretmiştir: “Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!” (Nahl, 16/125.)

Hikmet akla, güzel öğüt ise gönle hitap etmektir. Muhatabımız buna yanaşmadığı takdirde de en güzel mücadele yöntemi ne ise onu esas almak gerekir.

c) Önem sırasına riayet etmek

İyiliği emretme ve kötülüğü yasaklamada hiyerarşiye dikkat etmek gerekir. Daha önemli konular dururken ikinci planda kalan konularda gereksiz ayrıntıya girmek hikmete uygun değildir. Hz. Lokman, oğluna öğüt verirken sırayla iman, ibadetler, ahlak ve adaptan söz etmiştir.

d) Muhatapları tanımak

İyiliğe emretme ve kötülüğü yasaklama görevini yerine getirirken muhatapları tanımak, onların bilgi seviyeleri, ilgi ve meraklarını bilmek son derece önemlidir. Rabbimiz her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdiğini belirtir. (İbrahim, 14/4.) Bu, her peygamberin kendi muhataplarını çok iyi bildiğini ve onlara hitap edecek bir üslup sahibi olduğunu gösterir.

e) Kötülüğü engellemenin daha büyük bir kötülüğe yol açmayacağından emin olmak

Bazen bir iyiliği emretmek ya da bir kötülüğü engellemeye çalışmak, beklenen iyiliğe göre daha büyük bir kötülüğe yol açabilir. Böyle bir durumda iyiliği emretme ve kötülüğü engelleme görevi düşer. Söz gelimi bir iyiliği emretmek ya da bir kötülüğü yasaklamak, muhatabın fiilen saldırıda bulunmasına ya da dini inkâr etmesine yol açacaksa onu o hâlde bırakmak daha uygun olur.

Kuşkusuz bu konuda daha başka hususlar da bulunmakla birlikte iyiliği emretme ve kötülüğü engelleme konusundaki en temel noktalar bunlardır.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
3
HZ MUHAMMED S.A.V / Davetçi Olarak HZ. Peygamber A.S
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Bugün, 07:26:13 ÖÖ »


Davetçi Olarak HZ. Peygamber A.S

Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber’i (s.a.s.) önemli vasıflarla nitelemiştir. Bu nitelemeler, onun ne kadar yüce bir şahsiyete sahip olduğunu anlatmasının yanında yüklendiği ağır mesuliyete de işaret etmektedir. Bu konuda en dikkat çeken ayet, Allah Resulü’ne özgü hüküm ve kuralların açıklandığı Ahzab suresinde geçmektedir:

“Ey Peygamber! Seni tanık, müjdeci, uyarıcı, izniyle Allah’a çağırıcı ve etrafını aydınlatan bir ışık olarak gönderdik.” (Ahzab, 33/45-46.) Bu ayette geçen nitelemelerin belki de en önemlisi onun, insanlığı Allah’a çağırıcı/davet edici oluşudur. Nitekim onun görevi, kendi zamanında yaşayan insanları bizzat, sonrasında gelen ve kıyamete kadar gelecek insanları da sünnetiyle ve siretiyle Allah’a imana, İslamiyet’in güzelliklerine, hakka, adalete, iyiliğe ve ebedî kurtuluşa çağırmasıdır. Kendisine risalet görevi verildiği andan itibaren onun hayatına yön veren ana unsur, İslam daveti olmuştur. Bu davet İslam’ın ilk yıllarında gizli bir şekilde ve yakın akrabalara yönelik olarak başlamış, Müslümanların güçlenmesiyle birlikte açık davete dönüşmüş, Medine’ye hicretle birlikte devlet düzeyinde devam etmiş ve uluslararası bir özellik kazanarak geniş coğrafyalara yayılmıştır. Bir başka ifadeyle Allah Resulü kölelere ve zayıflara yönelik olarak başlattığı İslam davetini yirmi yıllık bir süre zarfında Allah’ın inayetiyle dönemin imparatorlarına ve devlet başkanlarına kadar ulaştırabilmiştir. Bu, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir başarıdır.

Sadece bu husus bile Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna yeterli bir delildir.

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber’in (s.a.s.) görevleri arasında sayılan tebliğ, irşad, nasihat, uyarma, müjdeleme, hatırlatma, emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker gibi görevler aslında İslam davetinin çeşitli türlerini ifade etmektedir. Bunların hepsi davet başlığı altında toplanabilir. Nitekim Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber’e (s.a.s.) hitaben; “Davet et/Çağır!” (Nahl, 16/125.), “Tebliğ et!” (Maide, 5/67.), “Uyar!” (Şuara, 26/214.), “Müjdele!” (Bakara, 2/25.), “Hatırlat!” (Zariyat, 51/55; Alâ, 87/9; Gaşiye, 88/21.) buyurarak İslam dinini insanlara ulaştırma yollarını öğretmiştir.

Kur’an- Kerim’de davet görevi kapsamında Hz. Peygamber’e (s.a.s.) “Cihad et!” (Tevbe, 9/73; Furkan, 25/52; Tahrim, 66/9.) emri de verilmiştir. İslam davetinin önündeki engelleri kaldırmak için her türlü meşru aracı kullanmak suretiyle mücadele etmek anlamına gelen cihad terimi, bu bağlamda Hz. Peygamber’in davet göreviyle doğrudan ilişkilidir. Burada ifade edelim ki; cihadı sadece “kıtal” (sıcak savaş) ile sınırlandırmak eksik bir tanımlama olacaktır. Zira cihad, İslam’a cephe almış; İslam ve Müslümanlar hakkında kara propaganda yaparak insanların İslam’la tanışmasının önüne set çeken kişi ve çevrelerle her platformda mücadele anlamı taşır. Bu mücadele günümüzde medya ve iletişim araçlarıyla olabileceği gibi Müslümanlara karşı ağır saldırı olması durumunda savaş şeklinde de olabilir. Hz. Peygamber risalet hayatında cihadın bütün çeşitlerini uygulamıştır. O, Allah’tan aldığı emre imtisal ederek gerek sözle gerekse -yeterli güce ulaştığında- savaş meydanında İslam düşmanlarıyla mücadele etmiş ve insanların Müslüman olmasının önündeki engelleri kaldırmıştır. Hz. Peygamber’in cihadı ve genel anlamda daveti, asla insan öldürmek maksatlı değil insanları İslam’la diriltmek ve zulmü ortadan kaldırmak için olmuştur.

Kur’an-ı Kerim’de Allah Resulü’nün (s.a.s.) davetinin ana çizgilerini ve ilkelerini görmek mümkündür. Bu konuda zikredeceğimiz ilk ayet İsra suresinde geçmektedir: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel yöntemle tartış.” (Nahl, 16/125.) Bu ayette söz konusu edilen “hikmetle davet”, muhatabın bilgi düzeyine göre konuşulmasını, mantıki argümanlar kullanılmasını ve davet için uygun ortam ve zamanın gözetilmesini ifade eder. “Güzel öğütle davet” ise muhatabın duygularına da hitap edilerek güzel bir üslup kullanılmasını anlatır. Buradan şunu anlıyoruz ki; İslam davetçisi, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yaptığı gibi İslam’ı anlatırken hem doğru bilgilerle donanmış olacak hem de bu bilgileri aktarırken güzel bir üslup kullanacaktır. Bu iki husustan biri eksik olduğu takdirde davetin başarıya ulaşma şansı gayet az olacaktır. Zira bilgi eksikliği muhatabın ikna olmasını sağlamayacak, kötü üslup ise -bilgi doğru olsa bile- muhatapta olumlu etki bırakmayacaktır. O yüzden “Kötü üslup doğru bilginin katilidir.” denilmiştir.

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) davetinin ana çizgisini oluşturan unsurlardan biri de onun davetinin “basiret üzere” olmasıdır. Bu husus Yusuf suresinde şöyle ifade edilmektedir:

“De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben, basiret üzere Allah’a davet ediyorum; ben ve beni takip edenler (bunu yapıyoruz). Allah’ı ortaklardan tenzih ederim! Ve ben ortak koşanlardan değilim.” (Yusuf, 12/108.) Basiret kelimesi sözlükte, “delil, kesin kanıt, inanç, bilgi, kalp gözüyle görmek, kestirmek, sezmek, idrak etmek” gibi anlamlara gelmektedir.

Buna göre ayetin anlamı, Allah Resulü’nün daveti, kesin delillerle desteklenmiş; körü körüne olmayan bir tarzda, davetin sonuçlarını hesaba katarak olmuştur. Onun yolundan gidenlerin daveti böyle olmalıdır. Aksi takdirde bu şartları haiz olmayan bir davet, olumlu sonuç vermeyecektir.

Allah Resulü’nün davetindeki ana hedefi, ulaşabildiği herkesin hidayete ermesi ve böylece cehennem azabından kurtulmasıydı. Kur’an-ı Kerim’de onun bu gayreti çeşitli şekillerde ifade edilmiştir. (Kehf, 18/6; Şuara, 26/3.) O, bu gaye uğrunda bitmez tükenmez bir enerjiyle çalışmış ve bunu bir temsille şöyle anlatmıştır: “Benimle ümmetimin durumu (geceleyin) ateş yakan kimsenin hâline benzer. Böcekler ve kelebekler o ateşe düşmeye başlar. İşte ben de sizler ateşe girerken kuşaklarınızdan tutup engellemeye çalışıyorum.” (Müslim, Fedail, 17.)

Hz. Peygamber’in (s.a.s.) davetinin ana çizgilerini ifade ettikten sonra bize de ışık tutacak davet yönteminden ve ilkelerinden önemli bazı başlıkları açıklamak yerinde olacaktır. Zira davetin başarıya ulaşabilmesi doğru metot ve ilkelerin uygulanmasına bağlıdır.

Hasbilik ve Samimiyet

İşlerin başarıya ulaşmasını sağlayan en önemli unsur, samimiyetle yapılmasıdır.

Samimiyetten uzak, menfaat odaklı işler, ilk başlarda görece başarıya ulaşmış görünse de son merhalede akamete uğrar. İnsanları İslam’a davet ederken samimiyetin en üst düzeyde olması gerekir. Bu yüzden bütün peygamberler, tebliğ görevi için herhangi bir maddi beklenti içinde olmadıklarını beyan etmişlerdir. Onların mükafatı, kullar tarafından değil Allah tarafından verilecektir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de risalet hayatı boyunca kendisine sunulan bütün maddi teklifleri elinin tersiyle itmiş ve sade bir hayatı tercih etmiştir. Onun bu samimi ve hasbi davranışı, insanlar üzerinde müthiş bir etki bırakmış ve birçok kişinin İslam’a girmesine vesile olmuştur.

Kararlılık

Allah Resulü’nün davet konusundaki en bariz özelliklerinden birisi, yılmaması ve kararlı olmasıdır. İslam daveti yolunda güçlük ve zorluklarla karşılaştığında hemen pes etmemiş ve bıkmadan usanmadan İslam’ı anlatmaya devam etmiştir. Yılgınlık ve ümitsizliğe kapılmak onun kitabında hiç olmamıştır. Bütün kapıların yüzüne kapandığı Mekke yıllarında hep Allah’ın yardımını yanında hissetmiş ve kararlı bir şekilde davet yoluna devam etmiştir.

Yakından Uzağa

Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisine risalet görevi verildikten sonra ilk başta ailesini İslam’a davet etmiş, sonra yakın arkadaş ve akrabalarına konuyu açarak onların kendisine destek vermesini istemiştir. Onun hayatına baktığımızda İslam davetinin halka halka genişlediğini görüyoruz. Kendi yakın çevresine İslam’ı anlatmadan daha uzağa gitmemiştir. Bu onun davetinin geniş kitlelere ulaşması açısından önemlidir. Zira önemli bir mesajla ortaya çıkmış birinin, kendi ailesini ve yakın çevresini bile kendi safına çekememesi diğer insanların davete kuşkuyla bakmasına neden olacaktır.

Öncelik Sıralaması

Dinimizin emirleri; inançla ilgili esaslar, amelle ilgili hükümler ve ahlak ilkeleri şeklinde üç ana başlıkta toplanmaktadır. Vahyin iniş kronolojisine baktığımızda özellikle Mekke döneminde inen ayetlerde inanç esasları ve kulluk bilinci tebliğ edilmiş, daha sonra Medine döneminde ise özellikle muamelatla ilgili hükümler beyan edilmiş ve daha erdemli insan olmayı sağlayan ayetler nazil olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.) de vahye tabi olarak davetinde bu öncelik sırasını dikkate almıştır. O, en önemliden daha az önemliye adım atma şeklinde bir yöntem takip ederek öncelikle imanla ilgili hususları tebliğ etmiş, daha sonra namaz ve zekât gibi temel ibadetleri anlatmış, muhataplarının durumlarına göre öncelikle öğretilmesi gereken hususları anlatmıştır. Hz. Peygamber, şehirlere gönderdiği davetçilerinden de bu metodu uygulamalarını talep ediyordu. Hz. Muaz’ı Yemen’e gönderirken bölge halkını önce Müslüman olmaya, bunu kabul ederlerse beş vakit namaza, bunu da kabul ederlerse zekât vermeye davet etmesini emretmiştir. (Müslim, İman, 29.) Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu davet metodundan da anlıyoruz ki, İslam daveti yapılacak kişiye önce dinin inanç esasları anlatılmalı, şayet inanç alanında soru işaretleri varsa bunların çözümüne odaklanılmalı, bunda başarılı olunduktan sonra ibadetle ilgili meseleler ve dinin amele müteallik konuları anlatılmalıdır.

Kolaylaştırma

Kolaylaştırma, Hz. Peygamber’in İslam’a davetinde uyguladığı temel yöntemlerden biridir. O, bazı emirlerini yerine getirmesi için sahabeden birini bir bölgeye gönderdiği zaman, “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın!” buyuruyordu. (Müslim, Cihad ve Siyer, 6.) Aslında onun bu tavsiyesi Kur’an-ı Kerim’den ilhamla söylenmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, Bakara suresinde şöyle buyurmaktadır: “Allah sizin için kolaylık istiyor, güçlük çekmenizi istemiyor.” (Bakara, 2/185.) Bu ayetin nazil olduğu bağlama baktığımızda kolaylaştırma ilkesinin, ruhsatla amel etme imkânı olduğu halde insanları azimetle amel etmeye zorlamama anlamı taşıdığını ifade edebiliriz. Buradan da anlıyoruz ki Allah Resulü insanları İslam’a davet ederken onları yok yere sıkıntıya ve zora sokacak şeyler söylemiyor, ihtiyaç hâlinde insanların ruhsat hükümlerinden istifade etmesine olanak tanıyordu.

Sonuç olarak Hz. Peygamber’in davetçi yönünü birkaç sayfada açıklamak mümkün değildir. Bunun için bu gözle siyer kitaplarını okumak ve konu hakkında yapılmış müstakil çalışmaları incelemek faydalı olacaktır. Bizim için her konuda güzel bir örnek olan Allah Resulü’nün İslam daveti konusundaki duruşunu ve yaklaşımını örnek almak önemlidir.

Zira her Müslüman bildiği konularda imkânı nispetinde bir İslam davetçisidir. Özellikle gayrimüslimlerin çoğunlukta olduğu ülkelerde yaşayan Müslümanların gerek davranışlarıyla gerekse -fırsat bulduklarında- konuşarak İslam’ı tebliğ etmeleri, Müslüman kalabilmeleri açısından büyük önemi haizdir.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
4
İslamda Hukuk ve Adalet / Kardeşlik Hukuku
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Bugün, 07:19:30 ÖÖ »


Kardeşlik Hukuku

“Müslümanın Müslümana karşı beş vazifesi vardır: Selamı almak, hastayı ziyaret etmek, cenaze merasimine iştirak etmek, davete icabet etmek, aksırana dua etmek.”

(Buhari, Cenaiz, 2 [1240]; Müslim, Selam, 4 [2162].)

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de müminlerin birbirleriyle kardeş olduklarını şöyle ilan etmiştir: “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurat, 49/10.) Şüphesiz kardeşliğin gereği olarak Müslümanların birbirlerine karşı bazı vazifeleri vardır. Bu vazifeler maddi veya manevi olabilir. Bunların yerine getirilmesi veya ihmal edilmesi durumunda mükâfat veya sorumluluk söz konusu olur. Buna göre müminler, diline, ırkına, rengine ve sosyal statüsüne bakılmaksızın icabet ümmeti olan tüm din kardeşlerinden ve davet ümmeti olan tüm insanlıktan sorumludurlar. Bu bağlamda dünyada haksızlık ve zulmün engellenmesine (Âl-i İmran, 3/108.), din ve vicdan özgürlüğü başta olmak üzere temel hakların uygulanmasına katkıda bulunmak (Nisa, 4/75; Hac, 22/40.), müminler arasındaki anlaşmazlıkları adaletle çözüme kavuşturmak, haksızlıkta ısrar edenlere karşı haklının yanında yer almakla sorumludurlar. (Kur’an Yolu Tefsiri, 5/93.) Yukarıdaki hadis Müslümanların birbirlerine karşı temel vazifelerini ifade etmektedir. Müslim’in başka bir rivayeti şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.s.) “Müslümanın Müslümana karşı altı vazifesi vardır.” buyurdu. “Ey Allah’ın Resulü, bu vazifeler nelerdir?” denildiğinde Allah Resulü şöyle buyurdu: “Onunla karşılaştığın zaman selam ver, seni davet ettiğinde icabet et, senden nasihat isterse nasihat et, aksırınca Allah’a hamd ederse ‘yerhamukellah’ (Allah sana merhamet eylesin) diyerek ona dua et, hastalandığında onu ziyaret et, öldüğü zaman cenaze merasimine katıl.” (Müslim, Selam, 5 [2162]; Buhari, Cenaiz, 2 [1240].) Bu rivayet, kardeşlik hukukunun beş veya altı ile sınırlı olmadığının bir delilidir. Çünkü bunlardan başka hak ve vazifelerle ilgili hadisler de vardır. (Buhari, Eşribe, 28 [5635]; Müslim, Libas, 3 [2066].)

Selam vermek, Müslümanlar için âdeta bir şiar ve paroladır. Karşılaştıkları zaman aralarındaki ilk söz selamdır. “Önce selam, sonra kelam” atasözümüz bu prensibi veciz bir şekilde ifade etmektedir. Selam vermek sünnet, almak ise farzdır. (Nisa, 4/86; Mevsıli, el-İhtiyar, 4/164.) Selam aynı zamanda müminlerin birbirine duası ve iyilik temennisidir.

Selam vermenin kardeşlik bağlarını ve karşılıklı sevgiyi artıracağı bir hadiste şöyle ifade edilmiştir: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size yaptığınız zaman birbirinize olan sevginizi artıracak bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayın.” (Müslim, İman, 93 [54].) Unutulmamalı ki, Yüce Allah’ın bir ismi “es-Selam” barış ve esenlik kaynağı (Haşr, 59/23.), cennetin bir ismi de “Daru’s-selam” esenlik yurdudur. (Yunus, 10/25.)

Müslüman kişi Müslümanın sevincini ve üzüntüsünü paylaşmalıdır. Zira Hz. Peygamber’in (s.a.s.) buyurduğuna göre Müslümanların derdiyle dertlenmeyen (Taberani, el-Mu’cemü’l-evsat, 2/[907] 131.) ve komşusu aç iken tok yatan kişiler kâmil mümin değildir. (Taberani, el-Mu‘cemü’l-kebir, 1/259 [751].) Buna göre, Gazze başta olmak üzere Filistin’de binlerce masum Müslümanın, dünyanın gözü önünde İsrail terör saldırıları sonucu katledilmesine göz yuman, acılarını paylaşmayan ve zulmün sona ermesi noktasında elinden gelen çabayı sarf etmeyen kişiler imanını sorgulamalıdır.

Ayrıca Müslüman kişi, hasta olan kardeşini ihmal etmemeli ve onu ziyaret etmekle üzüntüsünü paylaşmalı ve şifa dileyerek ona moral vermelidir. Hasta ziyaretinin fazileti bazı hadislerde şöyle ifade edilmiştir: “Hasta ziyaretinde bulunan kimse, dönünceye kadar cennet yolundadır.” (Müslim, Birr, 39[2568].); “Bir Müslüman, (hasta bir) Müslüman kardeşini ziyaret ettiğinde, ziyaretini tamamlayıp geri dönünceye kadar, (sanki) cennet hurfesi topluyormuş gibi olur. ‘Ey Allah’ın Resulü, cennet hurfesi nedir?’ denilince; ‘Zamanı geldiğinde ağaçtan toplanan meyvedir.’ cevabını vermiştir.” (Müslim, Birr, 41-42 [2568].)

Müslümanların birbirlerine karşı görevlerinin sonuncusu ise ölüm anında cenazeye iştirak etmek, namazını kılmak ve defninde hazır bulunmaktır. Bu, ölene karşı son görev olduğu gibi onun geride kalan yakınlarına karşı da bir kadirşinaslıktır. Cenazeye iştirak aynı zamanda bize ölüm gerçeğini ve ahireti hatırlatır. Ayrıca ölen kişinin yakınlarına taziyede bulunmak, onlara sabır tavsiye etmek ve cenaze evine yemek götürmek de görevlerimizdendir.

Davete icabet etmek Müslüman kardeşimize karşı bir vazifemizdir. Haram ve günah işlenmediği sürece düğün davetlerine katılmanın vacip, bunun dışındaki davetlere katılmanın ise sünnet veya müstehap olduğu ifade edilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) de ashabının davetine icabet etmiş ve davet edenin toplum içindeki sosyal konumuna, zenginlik ve fakirliğine göre bir ayrım yapmamıştır. Ayrıca sadece zenginlerin çağırılıp fakirlerin çağırılmadığı davetleri hoş karşılamamış ve şöyle buyurmuştur: “En kötü yemek, fakirlerin bırakılıp zenginlerin davet edildiği düğün (velime) yemeğidir…”
(Buhari, Nikâh, 72 [5177]; Müslim, Nikâh, 107 [1432].) Zira davetlerde toplumun her kesiminden kişilerin bulunması, toplumsal birliği ve kardeşlik hukukunu güçlendirir. Aksi durum ise kibir, kin ve haset gibi manevi hastalıkların oluşmasına sebebiyet verebilir.
Aksırmanın sağlık açısından çeşitli faydaları vardır. Esnemenin ise uyuşukluk ve miskinlik belirtisi olduğu kabul edilmiştir. Buna göre aksırmak bir nimettir. “Biriniz aksırıp ‘elhamdülillah’ (Allah’a hamdolsun), derse bunu duyan her Müslümanın onu ‘yerhamükellah’ (Allah sana merhamet eylesin), diye karşılaması gerekir.” (Buhari, Edeb, 128 [6226]; Nevevi, Riyazü’s-salihin, Metin ve Çeviri, DİB Yayınları, 2/248.) Aksıran kişinin, kendisine “yerhamükellah” şeklinde dua eden Müslüman kardeşine “yehdikümullahu ve yuslihu baleküm” (Allah size hidayet versin ve hâlinizi güzelleştirsin.) şeklinde dua etmesi de hadislerde tavsiye edilmiştir. (Buhari, Edeb, 126 [6224]; Ebu Davud, Edeb, 98 [5033]; Tirmizi, Edeb, 3 [2739].) Yukarıda zikredilen hadisler, Müslümanların en küçük ayrıntılarda bile birbirlerine karşı bazı hak ve sorumluluklarının bulunduğunu ve her vesileyle birbirlerine dua etmelerinin önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Din kardeşliği hukukuna riayet edenlerin başında ashab-ı kiram, onların başında ise Hz. Ebu Bekir (r.a.) gelmektedir. Nitekim rivayet edildiğine göre bir gün Resulüllah (s.a.s.), “Bugün hanginiz oruçlu?” diye sordu. Hz. Ebu Bekir (r.a.) “Ben oruçluyum.” dedi. Peygamberimiz (s.a.s.) “Bugün hanginiz bir cenazeye iştirak etti?” dedi. Hz. Ebu Bekir (r.a.) “Ben iştirak ettim.” dedi, Peygamberimiz (s.a.s.) “Bugün hanginiz bir fakiri doyurdu?” diye sordu. Hz. Ebu Bekir (r.a.) “Ben doyurdum.” dedi. Peygamberimiz (s.a.s.) “Bugün hanginiz bir hastayı ziyaret etti?” dedi. Hz. Ebu Bekir (r.a.) “Ben ziyaret ettim.” deyince Resulüllah (s.a.s.), “Bu özellikler kimde toplanırsa, o mutlaka cennete girer.” buyurdu. (Müslim, Zekât, 87 [1028]; Fezailü’s-sahabe, 12 [1028].) Yüce Allah cümlemizi, birbirimizin hukukuna riayet eden, din kardeşlerinin sevinci ve üzüntüsüne ortak olan kâmil müminlerden eylesin!

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
5
Ramazan ve Mübarek Günler ve Geceler / Bayramınız Bayram Ola
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Bugün, 07:08:54 ÖÖ »


Bayramınız Bayram Ola

Bayramlar, toplumda kan akışını sağlayan ve toplumu canlı tutan günlerdir. İnsanlar bu günlerin manevi iklimiyle dirilir, birlikte olmanın gücünü ve bereketini bu günlerde yaşar.

Ramazan ayının rahmetine ve bereketine nail olup bayrama erişmek ne büyük mutluluk! Bayramları anne babayla, akrabalarla, komşularla geçirmek ne büyük saadet!

Bayram, insanın içini ısıtan bir kelime. Çocukta ayrı sevinç, büyükte ayrı…
Evlerde bir telaş… Gönüller bayram yeri…

Günler öncesinden akşam yemeklerinde, çay saatlerinde bayrama kaç gün kaldığı konuşuldu, ağızlar bu sözcükle tatlandı. “Bizim zamanımızda...” diye başlayan cümlelerin nereye varacağını bilen gençler, önce büyüklerine sonra da birbirlerine bakıp gülümsediler.

İnsan, zamanının geçtiğini kabullenmekte zorlanıyor. En çok da bayramlarda hissediyor bu duyguyu. Oysa önemli olan maziden bugüne taşıyabildiklerimiz değil mi? Geçmişi düşünüp hayıflanmak, günü zehir etmekten başka bir şeye yaramıyor ki! Zaman elimizden kayıp giderken avucumuzdaki boşlukla kalıvermek de var. Aslolan mazideki güzellikleri, bugünde yaşatabilmek ve atiye taşıyabilmek.

Bizler bayramların bayram gibi yaşandığı zamanları gördük. Bizden büyükler elbette bu konuda daha şanslıydı. Geniş ailelerde yaşadılar, akrabalarıyla belirli günlerde bir araya geldiler ve komşuluk bağlarını sımsıkı tuttular. Ne yazık ki her nesil bir öncekine göre çözülme yaşıyor. Bu çözülmenin tedavisi ailede başlar. Gelenek ve görenekler kitaplardan öğrenilmez. Aile içinde öğrenilir. Önlem alınmaz ve akışına bırakılırsa çözülme artar sosyal bir felakete kapı aralanır.

Bayramlar ruhuna uygun yaşandığında toplumsal tedavi için en elverişli zamanlar. El öpmeyi bilmeyen, sorulan sorulara boş bakışlarla karşılık veren çocuklara bir toplumun parçası olduğunu öğretme fırsatı. Biz bayramlara, kutsalımıza, büyüklerimize ne kadar değer verirsek çocuklarımız da izimizi takip eder. Elbette belli çatışmalar yaşanacak, isyanların had safhada olduğu zamanlar anne babaları yoracaktır. Fakat toprağa atılan tohum er geç filizlenir. Tohumuna güven, güneşi ve yağmuru Allah’a havale et!

Bayramlar, Allah’ın rızasına kavuşmak için de bir vesiledir. Allah, dağılıp çözülmemizi değil bir ve beraber olmamızı istiyor.

Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette ana babaya iyilik yapmaya, akrabalık ilişkilerine ve komşu hakkına değinilmiş. Bunlardan biri de Nisa suresi 36. ayet: “Allah’a kulluk edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın. Allah kendini beğenen ve böbürlenip duran kimseyi asla sevmez.”

“Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” (Hakim, Müstedrek, 4/183, [7307].) diyen bir Peygamber’e (s.a.s.), komşusunun öldüğünden haberi olmayan bir ümmet hâline geldiğimizi nasıl izah edebiliriz? Büyük şehirlerin kargaşasına kapıldık. Sistemin çarkında öğütülen, un ufak olan hâlimiz içler acısı. Dairemizin kapısını açmak için merdiven boşluğunda gölge takip ediyor, asansörde tek kelime etmeden on kat iniyoruz. “Aranızda selamı yayın.” diyen peygambere muhalefet edip selamı esirgeyenlerden olduk. Yıllardır aynı apartmanda yaşayıp komşularımızı hiç tanımadık. Bizim tekrar eski bağlarımıza kavuşmaya ve sımsıkı kenetlenmeye ihtiyacımız var.

Modern dünyanın realitesi, insanı gün içerisinde bir ölüm kalım savaşına sürükledi. Nefes alıyoruz fakat yaşamıyoruz. Bu karmaşadan bir kaçış arayanların büyük çoğunluğu, bayramları bir tatil fırsatı olarak görüyor ve aylar öncesinden rezervasyonlar yapılıyor.

Beş altı günlük bir tatilin taksitleri bitmeden yeni tatiller planlanıyor. Bunların hepsi sıkışmışlık hissi ve insanın özüne dönme girişimleri. Peki adresler doğru mu? Yanlış adreste aradığını bulan var mıdır? Aslında aradığımıza ulaşmak için bayramlar bir fırsat değil mi? Toprağa, temiz havaya ve arı suya hasret kalan insan; kendini arama yolculuğunda… Kendine yolculuk da köklerden dallara doğru mana kazanır. Kökünden kopan her canlı kurur, hâliyle insan da köklerine yaklaştıkça nefes alabilecektir.

Televizyonlarda, sosyal medyada bayram paylaşımlarına bakın. Hepsi kalabalık, cıvıl cıvıl aile sofraları. Kimse otelinde havuz başında meyve kokteyliyle paylaşım yapıp “bayramın güzelliği” diye yazmaz. Çünkü o manzara kelimenin ruhuna, bayramın manevi iklimine aykırı. Modern dünya dediğimiz dünya aileler arasına mesafe koydu. Çocukları ekranlara, ihtiyarları yalnızlığa hapsetti maalesef. Komşuluk ilişkilerimiz zedelendi, akrabalık ilişkilerimiz zayıfladı. Sosyal çözülmeyi iliklerimize kadar hissediyor ve direniyoruz. Güven duygusuna sığınmak niyetindeyiz ama gündüz kuşağında iki saat televizyon izleyenin akıl sağlığı bozuluyor. Oysa bizim büyüklerimize sarılmaya, akranlarımızla dertleşmeye ihtiyacımız var. İşte bayramlar en azından bunun için bir fırsat. Zayıflayan aile bağları bu vesileyle biraz olsun kuvvetlenir. Akrabaya güvenmemeyi, büyükleri evlerden uzak tutmayı, kendinden başkasını düşünmemeyi aşılayan bu çürük sisteme boyun eğersek ruhumuzu da bedenimizi de kaybedebiliriz.

“Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı, akrabaya karşı cömert olmayı emreder; hayâsızlığı, kötülüğü ve zorbalığı yasaklar. İşte Allah, aklınızı başınıza alasınız diye size böyle öğüt veriyor.” (Nahl, 16/90.) Bu ayeti okuyup da hâlâ akrabaları ile küs olanlarımız var. Nefsin, şeytanın ve münafıkların telkinlerine aldanıp Allah’ın emrine karşı gelmeyelim. Bu bayram bir milat olsun. Depremde ölenleri düşünelim. Bir daha aileleri ve akrabaları ile bayram yaşayamayacak olanları düşünelim. Filistin’de, Doğu Türkistan’da gözümüzün önünde gerçekleşen soykırımları düşünelim. Bırakın Müslüman olmayı insan olmanın bile gereğini yapamadığımız, zalime söz geçiremediğimiz günlerde zaten bir yanımız hep kırık. Bir de Allah’ın emrine karşı gelerek kaybedenlerden olmayalım.

Bütün bu olumsuzluklar bir yana Anadolu’nun ilçelerinde, köylerinde yaşananlar umudumuzu yeşertiyor. Günlerdir ramazan ve bayram hazırlıkları yapılıyor. Komşular bir araya geliyor. Mahallede ihtiyaç sahibi olan ailelere gösterişten uzak yardımlar yapılıyor.

Ve hâlâ bayramlık ayakkabılarını yastığının yanına alıp uyuyan çocuklarımız var. Şükürler olsun ki var.

Bayramınız Bayram Ola!

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
6
Genel Konular / Okumak Bilmek Anlamak
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 06:53:07 ÖÖ »


Okumak Bilmek Anlamak

Okumanın önemini bilmeyen yoktur çünkü çocukluktan itibaren her fırsatta okumamız gerektiği söylenmiştir. Bilhassa öğrencilik hayatında bu söz nakarat misali tekrarlanır durur. Lakin kanıksandığından mıdır nedir hiçbir tesiri olmaz. Yine de vazife bilinciyle söylemekten vazgeçmeyiz.

Peki, ne okuyacağız? Nasıl okuyacağız? Bunlar öğretildi mi? Hayır, okuyun dendi o kadar. Okumanın bir kültür, eğitim, emek işi olduğu söylenmedi. Söylenmesine gerek var mı o da ayrı bir konu. İçimizde kıpırdanan heves varsa el yordamıyla bir şeyler bulup okumaya çalıştık. Okumak üzerine hiç düşünmedik belki de. Neden okuyorum? Kitaplardan ne bekliyorum? Hangi türü seviyorum? Sorular saçma gibi görünse de aslında büyük bir boşluğu kaplıyorlar çünkü okumak çoğunlukla boş zaman aktivitesi olarak kabul edildiğinden hâli vakti yerinde olup eğitimli kişilerin okuyacağı varsayılmaktadır. Oysa küçük çocuğa bile “neden kitap okumamız gerektiğini” sorsak o bilindik cevapları alacağımız bellidir.

Okumak zaman ve ciddi bir emek gerektirdiğinden genelde istenen ama yapılamayan bir eylem olarak çıkar karşımıza. Çoğu kişi tabelaları anlayacak, fiyat etiketlerini bilecek, hesap kitap yapabilecek kadar okumayı yeterli görüyor. Onlar için okuma yazma bilmek günlük işler için lazım, hayat bir şekilde akıyor zaten. Burada okuma bilmek ile okur olabilmek arasındaki ayrıma dikkat çekmek gerekiyor galiba. Okur olmak niyetli, bilinçli, amaçlı bir eylemdir. Okumak boş zaman aktivitesi ya da hobi değil tekâmül için elzem bir eylem hâlidir. “Okuma zekânın gıdasıdır. Sürekli ve düzenli okuyan bir kişinin zekâsı genç ve diridir.” der Mehmet Kaplan. Okumak sadece zekâyı değil gönlü de diri tutar. Okuyan insan bilir, anlar ve farkına varır.

Bir şeyin farkına varmak, onu anlamak ve kabul etmek için nereden baktığımız çok önemli. Bakış açımız niyetimizle doğru orantılıdır. Niyet halis olursa amel de ona göre olacaktır. Okumak deyince ne anlıyoruz buna bakmamız gerekir. Harfleri öğrenerek kelimeleri sökmek (eskilerin tabiriyle) ile okumak/okur olmak aynı şeyler olmasa gerek. İlkinde öğrenilmiş bilgilerin tekrar edilmesi varken diğerinde anlamak, yorum yapmak, karar vermek, inisiyatif almak gibi daha pek çok etken harekete geçmektedir. Ayrıca okumak sadece kitapla ya da yazılı metinle gerçekleşen bir olay değildir. Hayatı okumaktan bahsederiz mesela. Olayları okumak, tabiatı okumak, gökyüzünü okumak… Örnekleri çoğaltabiliriz fakat meseleyi idrak edebilmek için farkındalık gerekiyor ilk önce. Okuduğunun bilincinde olmak. Bu bilinç olmadığında bakar geçeriz, doğa bin bir güzelliğiyle önümüze serilmiştir, görmeyiz. Gökyüzüne bakmak aklımıza dahi gelmez. Okur olabilmek bilinci gerekli kılıyor, yani yaptığının farkında olmayı. Din bize her anımızın bilinçli olmasını öğütler. Bilinç varsa insan vardır; farkındaysak bilinç devreye girer.

Okumak, bilinci devreye sokan ilk evredir. İnsan okuyarak öğrenir, öğrendikçe anlar. Anlamak hayata karşı bir duruş sağlar. Ne olduğunu, nerede durduğunu, ne yapması gerektiğini bu sayede idrak eder. Okuduğunda kendine giden yolun kapısını aralar. Kendine giden bu yoldan Rabbine ulaşır. İlk ayetin “Yaratan Rabbinin adıyla oku.” olması bu bakımdan önemlidir. Ortada okunacak bir metin yokken oku diye emredilmesi, okur olabilmenin önemine işaret eder. İki ayet sonra “Kalemle yazmayı öğretendir.” diye vahyedilir. Dikkat edilirse ilk inen beş ayette okumaktan ve yazmaktan bahsedilir. İnsan için iki büyük nimet. Sonraki ayette ise insana bilmediğinin öğretildiği söylenir. İnsana bilmediği şey nasıl öğretilir?

Bilgi şuuru hareket geçiren, varlıktan haber veren, varlığın farkına vardıran bir olgudur. İnsan bilmediğinin düşmanıdır derler. Bilgi tanışıklığı gerektirir. Bildiğini tanır ve ona göre tavır alırsın. “Bilen, kendi varlığından yukarılara tırmanan insandır.” der Nurettin Topçu ve devam eder.

“Şüphesiz ki bilen sever, af eder, sabır eder. Bilen Bir’i bilir. Bir’de yaşar.” Bilmek, öğrenmek, fark etmek, düşünmek ayetlerde tekrarlanarak hatırlatılmaktadır. Bunun özel bir anlamı olmalı değil mi? Zümer suresi dokuzuncu ayette: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu bunu akıl sahipleri anlar.” denilmektedir. Davranışları robotik hareketler olmaktan çıkartan husus bilgidir. Aileden, okuldan veya çevreden gördüğü güzel davranışları alışkanlıkla yapan biri ile anlayış ve incelikle o hareketi yapan arasında büyük farklar vardır. Bilgi hareketlerimize zarafet ve incelik katarak şahsiyetimizi geliştirir.

Gelişim hiçbir zaman tek boyutlu değildir. Bir ülke düşünün. Bu ülke sadece ekonomik zenginlikle müreffeh olmaz. Veya sadece askeri başarı ile dünyaya sözünü geçiremez. Gelişmişlik bir bütündür; ekonomik, askerî, ticari, hukuk, eğitim, sanat, spor, kültür gibi her alanda başarı gösterdiğinde gelişmişlik seviyesi yükselir. Müreffeh ülkelere baktığımızda ne demek istediğimiz anlaşılacaktır. İnsan da böyledir, bütün olarak var olabilir. Okumak bilgiyi; bilgi anlamayı; anlam bilinci; bilinç ise farkındalığı harekete geçirir. Farkındalık “öteki”ni tanımayı sağlar. Sevgi ve saygı buradan neşet eder. Sistem bütün olarak çalışır. Bilgisiz sevgi iddiası alışkanlıktan başka bir şey değildir. Okumadan, anlamadan yorum yapmak yalnızca cehalettir. İnsan olmanın, insan kalabilmenin birinci basamağı ilk ayette emredildiği gibi “oku”maktır. Gelişmek, dünyaya söz söyleyebilmek, medeniyet inşa edebilmek için okumak gerekir.

Hayvan Çiftliği bu açıdan dikkatle okunması gereken bir romandır. George Orwell’ın 1945 yılında fabl türünde kaleme aldığı roman eğitimin, okumanın toplumu inşa etmede nasıl rol oynadığını anlatır. Aslında kitabın ana izleği özgürlük vadiyle ortaya çıkan totaliter rejimlerin sonrasında nasıl baskıya dönüştüğüdür. Sömürü düzeninin yıkılması, adalet ve eşitlik temelinde yeni bir sistemin kurulması için başlatılan ayaklanma başka bir gücün egemenliği altına girmesiyle neticelenir. Bay Jones adlı çiftlik sahibinden kurtulmayı isteyen hayvanlar gücü ele geçiren domuzların etkisi altına girerler. Çiftlikte okuma yazma bilen tek tür domuzlardır. Köpekler okuma bilirler ama tek tip okuma yaptıklarından düşünme gereği duymazlar. Eşek okuma bilmektedir ama bu yeteneğini pek kullanmaz. Keçi Muriel de okuma bilmektedir ama tek başına kalmaktadır. Diğer hayvanlar okuyamazlar. Okuyamadıkları için her daim manipüle edilerek yönetilirler. Ayaklanma sonrasında çiftliği ele geçiren hayvanlar Snowball ve Napolyon adlı iki domuzun liderliğinde yedi emir ile sistemin temel ilkelerini belirlerler. Belirlenen yedi emir duvara asılır. Yönetimi ele geçiren domuzlar zamanla yedi emiri kendi çıkarları doğrultusunda değiştirirler. Okuma bilmeyen hayvanlar okuyup anlayamadıkları için neye itiraz edeceklerini dahi bilmezler. Eşek Benjamin’den okumasını isterler ama Benjamin umursamaz. Kulaktan duyma bilgilerle kendi kendilerine söylenir dururlar. Köpeklerin bir hırlamasıyla hemen geri adım atarlar. “Okuma bilmiş olsaydınız bunu size kendi el yazısıyla ispat ederdim.” der Squealer adlı domuz. Okuyamadıkları için kolayca ikna edilirler. Bu bakımdan bilgi, yönetimin sihirli güçlerinden biridir.

Bazen de ne kadar bilirseniz bilin manipüle edilmekten kurtulamazsınız. Yönetmek, yönetilmek meselesiyle sınırlandırmadan söyleyecek olursak okumak hayatı anlamak demektir. Anlayarak yaşanan hayat nefes alıp veren bir canlı olmaktan kurtarır bizi. Bir duruş sahibi olmak, dünyaya söz söyleyebilmek okumakla mümkündür ancak. “Bol bol okuyun ve okumayı terk etmeyin. Derdi olan insan okur, derdi olmayan da okuyarak dert sahibi olur. Asıl mesele bir derdimizin olmasıdır.” der Rasim Özdenören. Bir derdimizin olması… Bir şeyi dert edinmek… Özdenören’in dediği gibi bunun için öncelikle okumak gerekir ki bilgimiz ve fikrimiz olsun. Bilgi olmadan düşünce gelişmez. Bunun için iyi, nitelikli kitaplara ulaşmak gerekir. Schopenhauer, kötü kitapların zihin için zehir mesabesinde olduğunu ve aklı harap edeceğini söyler. “İyi olanı okumak için kötü olanı hiçbir zaman okumamayı insan kendisine düstur edinmeli: Çünkü hayat kısa ve hem zaman hem dinçlik insan için sınırlı.” diye yazar Okumak, Yazmak ve Yaşamak adlı kitabında. Rastgele okumalardan ziyade niyete ve maksada uygun kitapları bulabilmeliyiz. Amacımız sayı üstünlüğüne ulaşmak değil, gelişmek ve tekamüle ermektir. Bu nedenle nitelikli eserleri, iyi yazarları arayıp bulmalıyız. Kendimize yakın bulduğumuz,
sevdiğimiz, beğendiğimiz, benim yazarım diyebileceğimiz üç beş yazarımız olmalı. Onları gerekirse dönüp dönüp okumalıyız. Bir dosta gider gibi varmalıyız yanlarına. Düşünerek, tefekkür ederek mütalaa etmeliyiz kitaplarını. Tekrar tekrar. İnşa böyle gerçekleşir. O zaman açarlar bize kapılarını. Kapı bir kez açıldığında artık bambaşka bir hayat başlar bizim için. Öyle değil mi? “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”

Mehmet Kahraman.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
7
Ayın Konusu / Ölümsüzlük Düşüncesi
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 06:43:44 ÖÖ »


Ölümsüzlük Düşüncesi

Şahadet âleminin değişmez kanunudur, her canlı kendisine takdir edilen belirli bir süre yaşar ve ölür. Bu kural dünya kurulalı kusursuz işlemektedir. Bununla birlikte insanlık tarihiyle yaşıt bir olgu daha var ki o da insanın ölümsüzlük arayışıdır. Yüce kitabımız Kur’an, Hz. Âdem’in cennetteki serüveninden bahsettiği ayetlerde böyle bir arayışın fıtriliğini ima etmektedir. Şöyle ki Cenab-ı Hak, Hz. Âdem ve eşini yaratıp cennete yerleştirdiğinde orada dilediklerinden bol bol yiyebileceklerini ancak, yasaklanan bir ağaca yaklaşmaları durumunda zalimlerden olacaklarını bildirir. (Bakara, 2/35.) Her şey güllük gülistanlık devam ederken insanoğlunu kendi lanetine sebep bilen şeytan, düşmanca yaklaşarak onların ayağını kaydırmaya yeltenir. Bu amaçla onlara sokulup “Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikiniz de birer melek ya da ebedî kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan men etti.” diyerek vesvese verir. Böylece onları söz konusu o ağaçtan yediklerinde ölümsüz ve sonu gelmez bir saltanata sahip olacaklarına ikna eder. Ne var ki olay, şeytanın vadettiği ve insanın arzu ettiği gibi vuku bulmaz, bilakis bu ihlal, Hz. Âdem ve neslinin cennetten çıkarılmasına sebep olur. (Araf, 7/20; Taha, 20/120.)

Ölümsüzlük arayışı, ebedileşme veya uzun süre yaşama arzusu, Hz. Âdem ve Havva’dan sonra da insanların yönelimini belirleyen bir olgu olarak gündemdeki yerini korumuştur. Bu köklü arzunun, birtakım beşerî duygulardan, beklentilerden ve tarihî gerçekliklerden kaynaklandığını söylemek de mümkündür. Bu etkenlerin başında, hiç şüphesiz ölüm korkusu gelmektedir. Zira yaratılmış olmanın değişmez sonucu olarak ölüm, geçmişten bugüne insanoğlunu en fazla kaygılandıran gerçekliktir. Kendi hayatının son bulacak olmasına dair hissettiği endişe bir yana, sahiplendiği, sevdiği veya değer verdiği herhangi bir varlığın yok olacağını bilmek bile insanı fazlasıyla tedirgin etmektedir. Ölüm korkusu, kişisel kimliğini ve değer verdiği şeyleri kaybetme, geride kalanlar için endişelenme, ölüm anında ızdırap çekme ve ölüm sonrası cezalandırılma korkusu gibi tüm korkularının birleşme noktasıdır.

İnsanoğlu daima bir ölümsüzlük arayışı içinde olmuştur. Nitekim tarih boyunca, “ab-ı hayat”, “aynu’l-hayat”, “nehru’l-hayat” veya “hayat çeşmesi” diye isimlendirilen ve içenleri ebedileştireceğine inanılan bir su tahayyül edilegelmiştir. Pek çok farklı inanç, kültür ve medeniyette bu tür bir inanıştan izler taşıyan anlatım, destan ve efsanelerin varlığı, bilinen bir gerçektir. (Ahmet Yaşar Ocak, “Ab-ı Hayat”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1988, c. I, s. 1.) Ölümsüzlük arzusunun diğer bir önemli tezahürü ise eski Mısır’da, Uzak Doğu’da ve daha birçok farklı toplumda görülen mumyalama geleneğidir. Bir diğer adı tahnit olan cesedin mumyalanması, insan ruhunun ölümden sonra da hayatını sürdürdüğü inancına dayanmaktadır. Tahnit hemen bütün eski dinlerde, özellikle Mısır dinlerinde uygulanmıştır. Amerika yerlileriyle Afrika ilkel kabilelerinde de tahnit bilinmektedir. Bu gerçek, ölümden sonra yeniden dirilişe inansın ya da inanmasın bütün insanların, dünyada ölümsüz olmayı arzu ettiğinin açık bir göstergesidir.

İnsanın fıtratındaki ölümsüzlük arzusunu belirginleştiren, güçlendiren ve kişiyi bu duygunun gereğini yapmaya sevk eden birtakım dinî, kültürel ve tarihî gerçeklikler vardır. Başta vahiy olmak üzere bazı kaynaklarda, insanoğlunun eskiden çok uzun yaşadığına dair rivayetler bulunmaktadır. Hz. Nuh’un 950 sene yaşadığını bildiren ayet, bu bağlamda açık bir örnektir (Ankebut, 29/14.) Bu ve benzeri haberlerin, insanoğlunun ebedileşmeye veya daha uzun süre yaşamaya dair umudunu diri tuttuğu söylenebilir. Son dönemlerde yaşanan bilimsel gelişmeler, özellikle kök hücre ve genetik alanında elde edilen ilerlemeler ise insanın bu köklü arzusunu yeniden canlandırmıştır. Bugün birçok araştırmacının, insanlardaki yaşlanan ve ölen hücreleri, eskime ve yaşlanma belirtisi göstermeyen hücrelerle değiştirerek bazı hastalıklara çözüm bulma ve hatta onları ölüme sebep olan hücrelerin yerine yerleştirilerek ölümsüzlüğe ulaşma gayesiyle bilimsel çalışmalar yaptığı bilinmektedir.

Diğer taraftan insanın bu âlemde ölümsüz olma arayışının, dünyanın cazibesiyle de sıkı bir ilişkisi vardır. Sayısız imkân ve nimetleriyle dünya hayatının bir yerde ölümle noktalanacağı düşüncesi, insanı duygusal ve bilişsel olarak huzursuz etmekte ve onu bu rahatsızlığını bertaraf edecek yollar aramaya yöneltmektedir. Esasen bu durum sadece insana özgü de değildir. Bütün canlılar, ölüme karşı azami derecede direnme güdüsüyle donatılmıştır ki bunu bir nimet olarak görmek mümkündür. Zira ölüme karşı böyle bir direnç, canlılara nesillerini devam ettirebilme motivasyonu sağlamakta ve böylece onları kendilerini tehlikelerden koruyacak tedbirler almaya yöneltmektedir. Ne var ki bu süreçte dünyevi olana karşı beslediği güçlü istek nedeniyle insan, şeytanın olumsuz telkinlerinden, ayartmalarından ve yanlış yönlendirmelerinden kolaylıkla etkilenebilmekte; bütün gayretini bu dünyaya teksif ederek fıtratındaki ölümsüzlük düşünce ve arzusunu asli mecrasından uzaklaştırabilmektedir.

Bu bağlamda dünyadaki kavgaların, savaşların, işgallerin, zulümlerin ve insandan kaynaklanan bütün kötülüklerin temelinde, varoluş gayesinden saptırılmış ölümsüzlük düşüncesinden bir pay olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir.

Tahayyül edilebilen bir şeyin vuku bulması elbette olasılık dâhilindedir. Ölümsüzlük düşüncesi de öyledir fakat onun vukuunun bu dünyada olmayacağı son derece açıktır. Zira ilk insandan beri bütün arayışlara rağmen dünyada daha uzun yaşama veya ebedileşmeye dair herhangi bir yöntem ve yol bulunabilmiş değildir. Bütün arayışlara, korkulara ve unutuşlara rağmen bu dünyada hayat daima ölümle sonuçlanmıştır ve bundan sonra da öyle olacaktır. Aldatıcı bir nemalanmadan, geçici bir zevkten, bir oyun ve eğlenceden ibaret olan dünyalık nimet ve imkânlar, mal, mülk ve zenginlikler, hiç kimseyi ebedileştiremeyecektir. (Âl-i İmran, 3/185; Hümeze, 104/3.) Nerede olursa olsun, hangi nimet ve zenginlik içinde bulunursa bulunsun herkes, kendisine takdir edilen vakit geldiğinde ölümle muhakkak karşılaşacaktır. (Nisa, 4/78.) Bu minvalde “Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilmez.” (Vakıa, 56/60.) buyuran Cenab-ı Hak, “(Ey Muhammed!) Senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar baki mi kalır?” (Enbiya, 21/34.) uyarısıyla ölümsüzlüğün bu dünyada mümkün olmadığını ve olmayacağını vurgulamaktadır. Bu bakımdan dünya hayatının çekiciliğine kendini kaptırıp hiç ölmeyecekmişçesine bir istek ve arzuyla sadece bu dünya odaklı yaşayanların, sahip oldukları imkân, nimet ve servet sebebiyle bütün emellerini dünya üzerine kuranların büyük bir yanılgı içinde oldukları aşikârdır.

Bütün yaratılmışlar için ölümün mukadder olduğu bir dünyada insanın ölümsüzlük düşüncesine sahip olması, esasen söz konusu arzunun tatmin olacağı başka bir âlemin varlığına delalet etmektedir. Başka bir ifadeyle ölümsüzlük arzusunun evrensel boyuttaki objektif varlığı, ölümden sonra ebedî bir hayatın hakikatine işaret etmektedir. Kuşkusuz bu da Kur’an’da haber verilen ve ölümsüzlük düşüncesinin asli mecraı olan ahiret hayatıdır. Cenab-ı Hak, “Dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur.” (Ankebut, 29/64.) fermanıyla insanın aradığı nihai karargâhın ahiret yurdu olduğunu bildirmektedir. Bu açıdan insanın arzu ettiği ve bir ömür peşinden koştuğu ölümsüzlük diyarının yegâne kapısı, ölümün bizatihi kendisidir. Kur’an-ı Kerim, o günü “ebedî hayatın başladığı gün” veya “ebedilik dönemi” anlamında “ölümsüzlük günü” (Kaf, 50/34.) olarak isimlendirmektedir. Dolayısıyla gerçek ve sonsuz bir hayatın ancak ahirette olduğuna yakinen iman edenler, arzu ettikleri güzellikle ölümsüz bir hayata doğru ilk adımı atmışlar demektir.

İnsanın dünya sevgisini dizginleyen ve ona ölümü sevdiren işleviyle ahiret inancı, kişiyi ölüm gerçeğiyle yüzleştirerek ötesi için hazırlık yapmaya yönelten güçlü bir bilinçtir. Ahirete tereddütsüz iman edenler, dünyadan nasiplerini unutmamakla beraber sahip oldukları maddi ve manevi tüm imkânlarıyla ebedilik yurdunu kazanma gayreti içerisinde olurlar. (Kasas, 28/77.) Gel gör ki bugün ahiret inancına sahip olduğu düşünülen toplumlara bile bakıldığında dünya sevgisi ağır basmış, dünyevi istek ve arzusuna yenik düşmüş yığınlar dikkat çekmektedir. İslam dünyasının hâli pürmelali ortadadır. Dünyayı fazlaca sevme ve ölümü kötü görme illeti Müslümanları çepeçevre kuşatmış vaziyettedir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) asırlar öncesinden ikaz ettiği vehn hastalığı, ne yazık ki bugün iki milyar insanı bir avuç azgın azınlığın oyuncağı hâline getirmiştir.

Sayısal çokluğa rağmen düşmanların fütursuzca Müslüman kanı akıtmasına seyirci kalınmasının başka bir izahı olabilir mi?

Tarih, dünyevi kaygıların Müslümanları bu denli kuşattığı başka bir döneme tanıklık etmiş midir bilinmez. Bilinen bir gerçek var ki o da dünyanın herkes için geçici bir faydalanma alanı olduğu ve nihayetinde hayatın uhrevi boyutunda her şeyin hesabının sorulacağıdır. Hayata nizam ve intizam verecek olan bu bilinçtir. Bu bilinç, ölümsüzlük düşüncesini olması gereken yöne yöneltecek ve asli mecrasına yerleştirecek önemli bir motivasyon kaynağıdır. İnsanın bu dünyadaki huzur ve sekineti de dünyanın herkes için yaşanabilir hale getirilmesi de ancak bu bilincin hayata hâkim kılınmasıyla mümkün olacaktır. Yeryüzünde mutlak adaletin, merhametin, hukukun, insan onur ve haysiyetinin yeniden ikame edilebilmesi ve daha da önemlisi ölümsüzlüğe meftun ruhların tam anlamıyla mutmain olabilmesi için sarsılmaz bir “Allah inancı” ve sonsuz bir “ahiret bilinci” kuşanmaktan başka çıkar yol mu var?

Hayatlarını bu mutlak hakikate dair imanlarına şahit kılarak ölümsüzlüğü bir şerbet gibi içenlere selam olsun.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
8
Haftanın konusu / Modern Çağdın Salgını – Narsisim
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 06:36:17 ÖÖ »


Modern Çağdın Salgını – Narsisim

Efsaneye göre, hiç kimseyi sevemeyen ve arkasında birçok kırık kalp bıraktığı söylenen genç Narkissos, bir gün nehirde kendi yansımasını görür ve ilk kez aşk duygusunu tadar. Bu öylesine derin bir aşktır ki kendi güzelliğinden gözlerini ayıramaz. Ancak bu aşk aynı zamanda imkânsızdır da. Çünkü bir “öteki” yoktur karşısında. Konuşamadığı, dokunamadığı bir yansımadır gördüğü. Hikâye hazin bir sonla biter ve Narkissos nehirde gördüğü yansımasının başından ayrılamadığı için günden güne erir ve hayatını kaybeder.

Narsistik kişilik bozukluğunun ismini aldığı bu mitolojik hikâye, bize bu rahatsızlığın temelini anlatır. Görünürde kendini sevmenin, kendini önemli görmenin abartılı bir versiyonudur Narsistik kişilik bozukluğu. Kişinin sevme kapasitesi kendisi ile dolup taşmıştır âdeta. Başkasını sevecek bir yeri kalmamıştır ve sevgisini başkasına veremeyecek kadar bencildir.

Bir başkasına muhtaç olan insan, sevgi konusunda bu kadar bencil davrandığında ise ilişkileri konusunda hoyrat olur. Kendiliğini, ilişki kurduğu insanların üzerine basarak kurgular. Karşısındakini aşağılar, beğenmez, kıymetli görmez. Bu kişilerle ilişki kuran insanlar kendilerini devamlı olarak değersiz ve yetersiz hissederler.

İnsanın aynası karşısındaki kişidir. Karşımızda ne gördüğümüz bizimle alakalıdır. Narsistik kişilik bozukluğuna sahip insan, karşılarındaki kişilerde değersizlik, yetersizlik, kıymetsizlik görür. Çünkü kendi özünde hissettiği budur. İçsel dünyasına baktığımızda yoğun bir değersizlik duygusu karşılar bizleri. Bu duyguyu gösterişli bir değerlilik duygusu ile telafi etmeye çalışır. Aslında olan şey bir savunma mekanizmasının fazlaca çalışmasıdır. İçsel dünyası, kişiyi deneyimlemesi çok zor olan bu değersizlik duygusundan korumak için müdafaa eder ve kişinin kendisini çok üstün ve değerliymiş gibi hissetmesini sağlar. Kişinin içsel dünyasında durum bu iken gerçekte işler biraz farklıdır. Bu kişinin günün sonunda elinde tahrip edilmiş insani bir ilişki kalır. Eşi varsa ilişkisi çok kötüdür, çocuğu varsa keza öyle, iş yerinde ekseriyetle problem yaşar.

Problem yaşamadığı insan sayısı oldukça azdır. Kendisi ile kurduğu ilişki de bu durumdan müstağni değildir. İç dünyasındaki sahte değerlilik duygusu ile gerçek olan değersizlik duygusu bir çatışma hâlindedir. Kendi içinde savaş hâlinde olan bir insanın dışına da ancak savaş yansır. Narsisizmi yüksek olan kişiyle iletişim kurarken çatışma neredeyse kaçınılmazdır.

Buraya kadar genel olarak Narsistik kişilik bozukluğundan bahsettik. Şimdi ise kritik bir ayrım yapalım. Narsisizm ile Narsistik kişilik bozukluğu aynı şeyler değiller. Narsisizm bir kişilik özelliği olarak değerlendirilir. Yüksek veya düşük olabilir. Zamanla değişiklik gösterebilir. Bu pattern bir kişilik bozukluğunu ifade etmez. Narsistik kişilik bozukluğu ise ruhsal bir rahatsızlıktır, tanı ve tedavi gerektirir.

Yazının bundan sonraki kısmında Narsisizmi bir kişilik özelliği olarak ele alacağız.

Yapılan çalışmalar Narsisizmin yükselişte olduğunu gözler önüne seriyor. Kişilik bozukluğuna varmasa bile narsisizm altın çağını yaşıyor.

Narsisizmin devamlı olarak beslendiği bir çağda yaşıyoruz. Eric Fromm “Her toplum ihtiyaç duyduğu karakteri üretir.” der. Şu an bir sevgi bencilliği yaşıyoruz, kendimizden başkalarına yer kalmıyor. Psikoloji ile ilgili sayfaları takip edenler bilirler. Öteki ile olan ilişkimiz bir saldırı altında. “İnsanların seni kullanmasına izin verme!”, “Sana şunu yapan insanları hayatından çıkar.”, “Bir insan şöyle görünüyorsa irtibatı kes.”, “Manipüle ediliyor olabilirsin dikkat et” gibi öneri ve tavsiyeler, bağlarımızı onarıcı değil bilakis zedeleyicidirler.

Bir bencillik ve Narsisizm çağında yaşıyoruz. Değerler ve ahlak kaideleri yerine kendi ihtiyaçlarımızı referans noktası olarak alıyoruz. “Bir şeyi çok istiyorsam o doğrudur.” diyoruz. Hâlbuki ilişkiler karşılıklı çaba ve fedakârlıklarla inşa edilir. Şu anki konjonktürde ise fedakârlık yapmak ahmaklıkla eşdeğer. Kendilik putunun önünde hiçbir şey duramıyor. Önce ben sonra ben hep ben. İlişkileri inşa eden değil ilişkileri tarumar eden bir “ben putu” duruyor karşımızda. Ben’in karşısındaki öteki ise gittikçe kan kaybediyor. Bağlarımızı yitiriyoruz.

Ben putunun bu kadar yüceleştirilmesi, Narsisizmimizin artması demek. Narsisizmimizin artması, kendimizle dolup taşmamız ve başkasına yer kalmaması anlamına geliyor. İlişkileri ve bağları ile var olan insanın giderek yalnızlaşması, hem fiziksel hem de ruhsal sağlığında gedikler açılması demek. Araştırmalar yalnız insanların daha çabuk hastalandığını, depresyona daha meyilli olduklarını ve yaşam doyumlarının düşük olduğunu gösteriyor. İnsan en temel kodlarından biri olan bağ kurma yetisini kaybettiğinde güçsüzleşiyor.

Narsisizm vebası ile karşı karşıyayız. Ve bir yerde bir salgın varsa biliyoruz ki hepimiz az ya da çok etkilenmişizdir. Şimdi biraz kendi içimize dönme vakti.

Yazının şu kısmında durup tefekkür edelim, sevgili okur. Narsisizm vebası sence sana ve ilişkilerine ne kadar bulaştı? Ötekine baktığında gördüğün ayna sana neler söylüyor? Ömrünün son beş senesini düşün, ilişkilerinin kalitesi arttı mı yoksa azaldı mı? Kıymet verdiğin insan sayısı arttı mı azaldı mı? Yalnızlaştın mı yoksa çoğaldın mı? Vesselam.

Erva Kıray.

Klinik Psikolog.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
9
İslamda Aile / Ailede huzur
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 06:24:21 ÖÖ »


Ailede huzur

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Huzurlu olmak için huzursuz olmamak kafi sebep değildir; o bizzat var olmalıdır” der.

Bilindiği gibi, onun en önemli romanlarından birinin adı da “Huzur” dur.

Huzur, teknolojik imkan veya refah seviyesiyle elde edilebilecek bir olgu değildir. Huzurun büyük çoğunluğunu manevi değerlerde aramak gerekir.

Aile, söz konusu manevi değerlerin bütününü temsil eden en önemli huzur kaynağıdır. Anne, baba, kardeş ve diğer aile büyüklerinden oluşan ve sürekli varlıkları birbirini tamamlayan, takviye eden bu huzur kaynağının ana unsurlarını karşılıklı sevgi, saygı, güven ve ebedi beraberlik şuuru oluşturur. Bu unsurlardan biri sarsıldığında aile hayatı sarsılır, unsurların kaybedilmesi ölçüsünde de varlığını, varlık değerini kaybeder. Sadece varlık değerini kaybetmekle kalmaz, aile huzursuzluğun serbest oyunlarının oynandığı istenmeyen, sevilmeyen, arzu edilmeyen bir karanlık kuytu haline döner. Dış tahrikler karşısında korunma refleksiyle sığınılan fakat bir an önce kurtulup çıkılmak istenen kuytu… Batıda ailenin dramı budur, şimdi bizler de aynı dramın oyuncularıyız.

Karşılıklı sevgi, anne tarafından sonsuz bir şefkate dönüşen, yavruları için gerektiğinde seve seve canını verecek ölçüde feragatin sembolleştiği abidevi hale bürünür. Koca, bu abidevi şahsiyet karşısında sevgisine saygısını da harç eder, ömür boyu minnettarlığın şekillenmiş yankısı haline gelir. Çocuklar, anne- babalarını azizlerden aziz bilir, onları örnek model edinerek hayatlarına çekidüzen verirler. Onları hoşnut edebilmek için edep ve terbiyenin en yüksek yamaçlarında dolaşırlar. Anne- babaya “öf” bile demeyin çağrısı onların vicdanlarında sürekli yol gösterici bir rehber olur. Onlarla birlikte geçirilecek ömür dakikalarını kaderin kendilerine en büyük armağanı bilirler.

Karşılıklı saygı, anne- babanın birbirinin hakkına riayette gösterecekleri olağan üstü hassasiyetin sıradanlaşmasıyla hasıl olur. Gösterilen hürmet, her iki taraf için gayet tabii, olması gereken davranışlar bütünüdür. Çocuklar için anne- baba her halükarda saygıya layık mevkidedir; hiçbir arızi sebep bu konuda istisna özrü değildir, olamaz. Anne-baba bu saygıyı hal diliyle çocuklarına telkin eder; saygı çocuklarda karakter haline gelir. Esasen topluma da ancak böylesi bir saygı karakteri yansır; saygıyı bir toplum ahlakı haline getirir.

Karşılıklı güven, anne- babanın birbirine sonsuz bir güvenle bağlanmasıdır. Doğruluk, dürüstlük, ahde vefa gibi ahlakı değerlerin hasıl ettiği iç huzurun olmazsa olmaz şartı bu karşılıklı güven duygusudur. Güven, emanette emin olma halidir. Güvenin sarsıldığı yerde ne iç huzurdan ne de iç huzuru besleyen diğer ahlaki değerlerin varlığından söz edilemez.

Hem kadın hem de erkek için “gayret” anlamında kıskançlık söz konusu güvenin sigortasıdır. Kıskançlığın devre dışı kaldığı yerde karşılıklı güven korumasızdır.

Gayret anlamındaki kıskançlığın itidal ve istikamet çerçevesinde korunması, ailenin korunmasıyla eş değerdir. Bu duyguyu yok etmeye çalışan bütün gayretler, aile ve yuvayı yıkmaya yönelik çalışmalar zümresindendir.

Kadının örtünmesi, güveni koruyan en fıtri;  açık- saçıklık güveni sarsan en yıkıcı haldir.(Sözün burasında Tesettür Risalesinin okunmasını hatırlatmak durumundayım.) Kısa bir bölümünde deniliyor ki:

“İnsan,  hemşire misüllü/ benzeri mahremlerine karşı fıtraten şehevani his taşımıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karabet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle, nefsi şehevani temayülatı kırar. Fakat, bacaklar gibi şeran mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık bırakmak, süfli nefislere göre gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve namahremlere benzemez. Fakat mesela açık bacak, mahremin gayrısıyla müsavidir.

Mahremiyeti haber verecek bir alamet-i farikası olmadığından, hayvani bir nazar-ı hevesi, bir kısım süfli mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u  insaniyettir.” (24. Lema)

Aile içi huzuru sürekli kılan en önemli faktörlerden biri, karı- koca arasındaki birlikteliğin ebet- müddet devam edeceğine olan inançtır.  Böylece, kadın kocasına, kocası hanımına geçici günlerle sınırlı bir dost ve arkadaş olarak değil, varlığı ebedi alemde de devam edecek bir dost ve arkadaş olarak bakar. Yaşlanmalarla, fiziki olarak çirkinleşmelerle aradaki dostluk ve arkadaşlık bağı sarsılmaz aksine sevgi ve muhabbete şefkat de eşlik ederek kuvvet kazanır.

Latif Erdoğan.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
10
Ahmet Demirbaş / İsa Aleyhisselam
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 06:15:51 ÖÖ »


İsa Aleyhisselam

Hazreti İsa, peygamberler arasında en yüksekleri olan ve kendilerine "Ülül'azm" denilen altı peygamberin beşincisidir...

 Hazreti İsa, İsrailoğullarına gönderilen ve Kur’ân-ı kerîmde ismi bildirilen peygamberlerdendir.

Peygamberler arasında en yüksekleri olan ve kendilerine "Ülül'azm" denilen altı peygamberin beşincisidir. Annesi hazret-i Meryem’dir...
 
İsa aleyhisselamın annesi Meryem Hatun, Süleyman aleyhisselamın neslinden sâlihâ ve temiz bir hanımdı. Allahü teâlâ, hazret-i Meryem’e babasız olarak bir çocuk vereceğini müjdeledi... Hazret-i Meryem, Allahü teâlânın emri ve kudretiyle İsa aleyhisselama hâmile oldu. Bu hâli gören İsrailoğulları, dedikodu yapmaya başladılar. Çeşit çeşit iftirâda bulundular. Bu dedikodulara tahammül edemeyen hazret-i Meryem, Kudüs’ün güneyindeki sâkin bir kasaba olan Beyt-i Lahm’e çekildi. Hazret-i İsa orada dünyâya geldi...

Hazret-i İsa’nın doğduğunu öğrenen İsrailoğulları, Beyt-i Lahm’e geldiler. Hazret-i Meryem’e "Sen pek genç, fakat kocası olmayan bir kız olduğun hâlde bu çocuğu nereden aldın?” dediler. Hazret-i Meryem, bütün söylenilenleri sabırla dinledi. Hiç cevap vermedi.
 
Ancak kundakta bulunan hazret-i İsa elini kaldırarak dedi ki: “Ey câhiller! Benim yüksek şânıma taarruz etmeyiniz ve annemi ayıplamayınız.

Muhakkak ki ben, Allahü teâlânın kuluyum. O, bana kitap verip, beni peygamber kılacaktır” dedi. Hazret-i İsa’nın kundakta konuşmasına hayret eden İsrailoğulları, dillerini yutmuş gibi oldular. Hiçbir şey söyleyemediler.
 
Ancak Roma imparatorunun Şam vâlisi, babasız doğduğu için ikisini de öldürmek istedi. Annesi onu alarak Mısır’a götürdü. Hazret-i İsa on iki yaşına gelinceye kadar Mısır’da kaldılar. Sonra tekrar Kudüs’e gelerek Nâsıra şehrine yerleştiler. Otuz yaşına girince, Hak teâlâ tarafından peygamber olduğu bildirildi.

Peygamberlik emri bildirilince, hemen tebliğe başladı. Pek az kimse inandı. İsrailoğulları ona îmân etmedikleri gibi, dâvetine karşı çıktılar ve günden güne hırçınlaştılar. Hattâ daha da ileri giderek hazret-i İsa’yı öldürmek üzere anlaştılar ve onu aramaya başladılar...
 
Roma İmparatoru’nun Kudüs Vâlisi Jones Pilot’u kandırıp, İsa aleyhisselamın Roma İmparatorluğu aleyhinde bulunduğuna ve Filistin’de yeni bir hükûmet kurmaya çalıştığına inandırdılar. Hazret-i İsa, son defâ olarak Havârîleri ile bir gece gizlice sohbet etti ve onlara “İçinizden biri beni inkâr edecek ve pek az paraya satacaktır” dedi. Hakîkaten Yehûda isimli Havârî, sabah olmadan Yahudilerden bir miktar para alıp, hazret-i İsa’nın yerini haber verdi.İsa aleyhisselamı yakalamak için Yahudilerle berâber eve girince, Allahü teâlâ Yehûdâ’yı İsa aleyhisselama benzetti.
 
Yahudiler de onu İsa aleyhisselam, diye yakaladılar ve haça (çarmıha) gerip asarak öldürdüler. Allahü teâlâ, İsa aleyhisselamı göğe kaldırdı. İsa aleyhisselam bu sırada otuz üç yaşındaydı...İsa aleyhisselam kıyâmete yakın Şam’da Ümeyye Câmii'nin minâresine inecek, evlenecek, çocukları olacaktır. Hazret-i Mehdî ile buluşacak, 40 sene yaşayıp, Medîne’de vefat edip, Peygamberimizin kabrinin bulunduğu hücre-i saâdete defnedilecektir...

Ahmet Demirbaş.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
Sayfa: [1] 2 3 ... 10