Son İletiler

Sayfa: [1] 2 3 ... 10
1


Ahiretin kapısı ölümü Hatırlamak ve Ona Hazırlanmak

Dünyada hepimize er veya geç gelecek olan ölüm kadar kati bir hakikat yoktur. Hatta ölüm, her bugünün yarını, her gecenin bir gündüzü ve her yazın bir kışı olmasından daha kesin bir gerçektir. Nitekim her gün aramızdan ayrılanlar ile de bu durumu müşahede ediyoruz.

Eğer ölüm sırf yokluk, yok olup gitmek olsaydı o zaman yapılacak pek bir şey kalmazdı. İnsanlar aslandan kaçar gibi ölümden korkar ve kaçarlar ama ne kadar kaçsalar da yine bir gün ölüm onları yakalar, korktukları başlarına gelir. İnsan yok olmaktan korktuğuna, yok olmayı istemediğine ve ölüp gitmekle yok olmayacağına, sadece bir dünyadan diğerine göçeceğine göre...

İşte bu noktada ölüme ve ölüm sonrasına hazırlık ihtiyacı gündeme gelmektedir. Çünkü insanoğlu fıtraten yarınına hazırlık yapma duygusuyla yaratılmıştır. Ölümden sonraki hayatı hatırlatan en müşahhas gerçeklik ölüm olduğu için Peygamber Efendimiz bizleri ölümü çok hatırlamaya teşvik etmiş, ölümü çok anmayı hayra alamet saymış ve “Lezzetleri yok edici olanı, yani ölümü çok hatırlayın (hatırınızdan hiç çıkarmayın).” buyurmuştur. (Tirmizi, Zühd, 31; İbn Mace, Zühd, 31.) Kendilerine ensardan bir sahabi: “Müminlerin en akıllısı hangisidir ey Allah’ın Resulü?” diye sorunca: “Ölümü çok anan ve ölümden sonrası için güzel hazırlık yapanlar var ya, işte onlar en akıllı olanlardır.” (İbn Mace, Zühd, 31.) cevabını veren Hz. Peygamber (s.a.s.), insanların en zahidinin kim olduğunu sorana da şöyle söylemiştir: “İnsanların en zahidi, kabri ve (orada) çürümeyi unutmayan, dünya ziynetinin fazlasını terk eden, bakiyi (ahireti) fâniye (dünyaya) tercih eden ve yarınki günlerini saymayıp (dünyada uzun emeller peşinde koşmayıp) kendisini ölülerden sayan kimsedir.” (Azizi, Ali b. Ahmed, Siracu’l-Münir, c. I, s. 186.) Bu son hadiste tavsiye edilen, dünya nimetlerinden tamamen el etek çekmek değildir. Nitekim hadisin şerhinde, dünya nimetlerinden ihtiyacı kadar faydalanmanın insanı zühdden çıkarmayacağı misallerle açıklanmıştır.

Akıllı insanın başta gelen özelliklerinden biri de yarınını garanti altına almak için gayret sarf etmek ve başına geleceği muhakkak olan hadiseler için önceden tedbir almaktır. Dünya hayatında bile insanların bugünden yarın için, yazdan kış için çalışıp hazırlanmaları, o günlerin geleceğini düşünmeleri ve o günkü hâlleri bugünden görür gibi olmaları sebebiyledir. Hâlbuki hiç kimsenin ne yarının geleceğine garantisi vardır ne de kendisinin yarına ulaşacağına dair kesin bilgisi. Her ikisi de muhtemeldir. Gelmesi muhtemel olan ilerideki günleri için bugünden hazırlık yapan insanoğlunun, gelmesi muhakkak olan ölümden sonraki hayatı hatırlayıp da ona hazırlık yapmaması hiç düşünülebilir mi?

Bu sebeple Sevgili Peygamberimiz ölümü çok anmamızı ve ondan sonrası için hazırlık yapmamızı emretmiş, nefsin arzularına değer vermemeyi ve ölümden sonrası için çalışmayı akıllılık alameti saymıştır. Ashaptan Bera b. Azib, Resulüllah’ın yanındayken gördükleri topluluğun kabir kazdıklarını öğrenince Resulüllah’ın hemen gidip mezarın yanında ağladığını ve yanındakilere şöyle öğüt verdiğini anlatıyor:

“Ey kardeşlerim, bu gün için (başka bir rivayette şurası için) hazırlanınız.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. IV, s. 294, Meymeniyye, 1313h.)

Ölüm gelmeden önce ölüme hazırlanmayı hidayet alameti sayan Resulüllah (s.a.s.), bir gün Abdullah b. Ömer’in omzuna elini koyarak onun şahsında bütün ümmetine şöyle nasihat etmiştir: “Dünyada sanki gurbette imiş gibi yahut yolculukta bulunuyormuş gibi ol. Kendini mezarlıktakilerden say. Sabahladığın zaman kendine akşamdan söz etme, akşamlayınca da sabahtan bahsetme. Hastalanmadan önce sıhhatinden, ölümünden evvel de hayatından faydalan. Çünkü sen yarın isminin ne olacağını bilemezsin ey Abdullah!” (Tirmizi, Zühd, 17.)

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de, dünya zevklerine dalıp da kabre varıncaya dek ölümü hatırlamayanların kabirde gerçeği göreceğini ve dünyada iken kendilerine verilmiş olan tüm nimetlerden sorguya çekileceklerini haber vermektedir. (Tekasür, 102/1-8.) Dünya hayatının rengârenk güzelliklerinin hep geçici olduğunu göremeyen ve bu dünyaya imtihan için geldiklerini unutanların ölüm anındaki acıklı durumlarını ve dünyaya dönüşü arzulamalarını da şöyle anlatıyor Kur’an: “Nihayet onlardan birine ölüm gelince ‘Rabbim! Beni dünyaya geri gönderi ki terk ettiğim dünyada salih bir amel yapayım.’ der. Hayır! Bu sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine engel) bir perde (berzah) vardır.” (Müminun, 23/99-100.) Şüphesiz onların burada anlatılan dünyaya dönüş arzuları, o ana kadar geçirdikleri hayatlarını devam ettirmek ve yine mallarıyla, mülkleriyle oyalanmak için değildir. Artık gerçeği gördükleri için Allah’a itaat gayesiyle dünyaya dönüşü arzu etmektedirler ki kâfir ve münafıkların ölüm anındaki bu isteklerinden başka, biri kıyamet günündeki azabı görünce biri de cehenneme ebedî kalmak üzere girince olmak üzere iki kere daha dünyaya dönüşü arzulayacakları Kur’an-ı Kerim’de haber verilmiştir. (Şura, 42/44; Fatır, 35/37.)

Burada şunu da belirtmek isteriz ki İslam’da ölümü hatırlamak ve ölümden sonrasını düşünmek, mümine dünya hayatını zindan etmek için tavsiye edilmemiştir.

Aksine bu tavsiye, müminin dünyada mutlu olması ve ahiretine de hazırlık yaparak her iki dünyası için müspet faaliyetlerinden ötürü saadet ümidiyle yaşaması ve ümitsizliğe düşmemesi içindir. Zira nasıl ki kışlık hazırlığı tam olanı kışın gelişi korkutmaz ise ahiret hazırlığı tam olanı da ölümün gelişi korkutmaz.

Mümin, dünyadan ayrılırken kıyametinin kopacağını ve o ölünce meleklerin önden ne gönderdiğini, insanların ise cenazenin ardından giderken geriye ne bıraktığını soracaklarını bilir. Kabrin karanlık ve yılan, çıyanla dolu dar bir yer olduğunu, orada sorguya çekileceğini ve kabri cennet bahçelerinden biri hâline getirmenin kendi elinde olduğunu da bilir. İşte bütün bunları bildiği için de ölümü çok anar hatta hiç hatırından çıkarmaz ve ona hazırlık yapar.

Öte yandan mümin, ölümden sonrasını hatırdan çıkarmayıp oraya hazır olduğu için ölümden de korkmaz. Çünkü insanların ölümden korkmalarının sebebi, ölümden sonraki hayata hazır olmayışlarındandır. İnsanın ahiret hazırlığı ve takvası arttığı nispette ölüm korkusu azalır. Ölümü çok hatırlayan müminin ise ona hazır olacağı için böyle bir korkusu olmaz.

Ölümü anmanın insana sağladığı başka faydalar da vardır. Büyüklerden biri bunları şöyle sıralar: Günahlardan hemen tövbe etmek, rızkında kanaat etmek ve Allah’a kulluk ederken içten gelen bir istek ve aşkla bunu yapmak. Aynı zat, ölümü unutan kimseye de Allah’ın üç musibet vereceğini ifade ederek bunları şöyle sıralamaktadır:

1-   Daha vakit var, gençliğim var diyerek tövbeyi sonraya bırakması,

2- Dünyadaki mal, mülk ve evladın bir imtihan için verildiğini unutarak dünyaya karşı hırs ve tamahının artması,

3- İbadetlerini yapmada üşenmesi. (Şarani, Abdulvahhab b. Ahmed, Muhtasaru Tezkireti’l İmam Ebi Abdillah el-Kurtubi, s. 4.)

Hâlbuki ölüm, kardeşi kardeşten, evladı anneden, karıyı kocadan ayırır. Yine insanı, uğruna ahiretini yıktığı ve canından çok sevdiği mallarından ayırır. Çoğu zaman insanın sevdiği mallarını, sevmediği kimselere bıraktırır. Kendisi orada kazanıp biriktirdiği malın mülkün hesabını vermeye çalışırken hatta bazen cezasını çekerken başkaları da sefasını sürer.

Niceleri vardır ki ruhları bedenlerinden ayrıldığı ve gerçeği gördükleri zaman geride bıraktıkları akraba ve yakınlarına şöyle seslenmek isterler:

“Ey ailem ve çocuklarım! Dünya benimle oynadığı, beni oyaladığı gibi sizinle de oynayıp oyalamasın. Helal haram mal topladım; faydası size, zararı bana oldu. Benim gibi olmaktan sakının.” Ama ne yazık ki dünyaya dalmış olanlar bu sese kulak vermez ve ölümden sonrasını düşünmezler. Onlar ölümden ve ölülerden de ibret almazlar. Ama ne kadar ölümden kaçsalar da bir gün mutlaka ölüm onlara gelecek, ölüm ağına onlar da düşeceklerdir.

Ölümü hatırlamak, aynı zamanda katı kalplerin yumuşatıcı ilacıdır. Bolluk ve nimet içinde olanları gafletten, darlıkta olanları da şiddetli elemden kurtarır.

Ölümü ve ahiret hayatını hatırından hiç çıkarmayan mümin dünyayı aşırı sevmez, dünya nimetlerinden istifade ederken de her zaman sabırlı ve kanaatkâr olur.

O, başına gelebilecek bela ve musibetlere sabretmesini bilir, bunlar karşısında sabırsızlık etmez ve isyana düşmez. Çünkü o her şeyin Allah’tan geldiğine ve karşılıksız kalmayacağına inanır, daima rıza ve teslimiyet makamında oturur. Mümin, eliyle daima hayır yapar, diliyle hayır söyler, hiç kimseyi incitmez, her an ölümün gelebileceğini düşünerek gaflete düşmez, her zaman uyanık olur. O, dünyaya geldiğinde herkes gülüyor, kendisi ağlıyordu; dünyadan gidişinde ise herkes ağlarken kendisi gülmek için gayret eder.

Diğer taraftan ölümü hatırlamak, emeli kısaltacağı için dünya acı ve sıkıntılarını da azaltır. Zira dünyada geleceğe dair istek ve arzular, ileriye yönelik uzun emeller ne kadar çok olursa bunlar gerçekleşmeyince elem, ızdırap ve acı da o nispette artar. Bu durum insanı Allah’tan uzaklaştırıp dünyaya daldırır. Hâlbuki Allah Teâlâ Kur’an’da müminlere mal ve evlatlarla oyalanmamalarını, ölüm gelmeden önce Allah’ın kendilerine vermiş olduğu dünyalıktan kendi rızası için infak etmelerini emretmekte, aksi hâlde böyle yapmayanlara son pişmanlıklarının fayda etmeyeceğini ve akıbetlerinin hüsran olacağını bildirmektedir. (Münafikun, 63/9-10.)

Hayret edilecek bir gerçek de şudur: Pek çoğumuz hastalandığımız ve ölümün yaklaştığını anladığımız zaman, Allah’ın huzuruna temiz çıkmak için dua ve niyaza, tövbe ve istiğfara başlarız. Hâlbuki gerçekte biz her gün, her saat, her dakika ve her an azar azar ölüme yaklaşmakta ve ölmekteyiz. Çünkü ahiret hazırlığı için verilmiş olan ömürlerimiz her nefeste tükenmektedir.

Binaenaleyh mümin hastalanıp da ölüm döşeğine düşünceye kadar geciktirmeden her zaman ölümü hatırında tutmalı ve her an ölüme hazır olmalıdır.

Ölüme hazır olmak ise kısaca iyi yaşamak demektir. Bundan dolayı, bir müminin daima güzel işler yapması için ölümü hatıra getirmesi ve ölüm arifesinde yaşadığını bilmesi gerekir. Ama bu onu, ölmeyi isteme, ölümü temenni etme derecesine de getirmemelidir.

Prof. Dr. Süleyman Toprak.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
2
Kur'an-ı Kerim Tefsiri / Hicr Süresi
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:32:26 ÖÖ »


Hicr Süresi

Hicr suresi, Kur’an-ı Kerim’deki sıralamada on beşinci, iniş sırasına göre ise elli dördüncü sure olup 99 ayetten oluşmaktadır. Sure, Mekke döneminde, Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara yapılan baskı ve işkencelerin arttığı yıllarda Yusuf suresinden sonra nazil olmuştur. (Suyuti, İtkan fi Ulumi’l-Kur’an, Mısır 1974, 41-45.) Müfessirlerin büyük çoğunluğuna göre ayetlerinin tamamı Mekki’dir. (İbn Aşur, Tefsiru’t-Tahrir ve’t-Tenvir, Tunus, 1984, 14/5.) Sure, adını sekseninci ayette zikredilen “Ashabü’l-Hicr” terkibinden alır. Hicr, Medine’nin kuzeyinde, vaktiyle Hz. Salih’in peygamber olarak gönderildiği Semud kavminin yaşadığı bölgenin merkezi olan yerin adıdır. Şehir, Medine-Şam yolu üzerinde bulunan Vadilkura’da sarp kayalıklardan oluşan bir vadide kurulmuştur. (Ömer Faruk Harman, “Hicr”, TDV İslam Ansiklopedisi, 17/454.) Dağ yamaçlarına oydukları sağlam meskenlerde yaşayan bu kavim, (Taberi, Camiu’l-Beyan, Kahire: Daru Hicr 2001, 14/104.) gösterdiği mucizelere rağmen Salih peygambere inanmadıkları, uyarılarına aldırmayıp inkârcılıkta direndikleri için helak edilmiştir. Düşman saldırılarından ve çeşitli afetlerden korunmak düşüncesiyle kayalıkları oyarak yaptıkları güvenli ve sağlam meskenler, Semud kavmini helak olmaktan kurtaramamıştır.

Hicr suresinde, Mekki surelerin genel özelliklerinden olan Allah’ın varlığının ve birliğinin delilleri, peygamberlik, öldükten sonra dirilme ve hesap konuları; peygamberlerin, çeşitli zamanlarda inkârcılara karşı verdikleri tevhid mücadeleleri ele alınır. Ayrıca insanın yaratılış süreci ile İblis’in Allah’tan gelen secde buyruğuna uymaması da anlatılır. İyilerin ahiretteki mükâfatları, Allah’ın rahmetinin genişliği; Hz. İbrahim (a.s.) ve misafirleri, Hz. Lut (a.s.) ve kavmi, Şuayb (a.s.) ve Eyke halkı ile Salih (a.s.) ve Ashabü’l-Hicr hakkında kısa bilgiler, Hz. Peygamber’e ve müminlere verilen müjdeler, inkârcılara yapılan uyarılar ve karşılaşacakları azap, surenin diğer belli başlı konularıdır. Bu surede aynı zamanda Kur’an’ın Allah Teâlâ’nın koruması altında olduğu, onu tahrif etmeye veya ortadan kaldırmaya hiç kimsenin gücünün yetmeyeceği ve buna yönelik her türlü teşebbüsün sonuçsuz kalacağı belirtilir.

Hicr suresi, başlangıç, muhteva ve içerik itibarıyla bir önceki sure olan İbrahim suresiyle benzerlik göstermektedir. Bir bütün olarak bakıldığında surenin, İbrahim suresinin devamı ve açıklaması mahiyetinde olduğunu söylemek mümkündür. Zira İbrahim suresinde; zalimlerin aşırılıklarının ve peygamberlere karşı yaptıkları baskıların cezasız kalmadığı, Allah’ın peygamberlerine verdiği sözü unutmadığı, onların intikamının alınacağı, herkesin yaptığının karşılığını göreceğini bildiren ayetlerin ardından (İbrahim, 14/45-51.) bütün bu açıklamaların insanlara, akıllarını başlarına alıp Allah’ın birliğini tanımaları hususunda birer uyarı olduğunu belirten ayetle son bulur. (İbrahim, 14/52.) Daha sonra gelen Hicr suresinin ilk bölümündeki ayetlerde de aynı konu üzerinde durulur. Ayrıca İbrahim suresi, Allah’ın bir tek olduğunun bilinmesi gerektiğini vurgulayan bir ayetle tamamlanırken; bu sure de yalnızca O’na ibadet edilmesini emreden ayetle sona erer. (Hicr, 15/99.)

Hicr suresi, kendinden önceki Yunus, Hud, Yusuf ve İbrahim sureleri gibi Elif-lam-ra harfleriyle başlamaktadır. Huruf-ı mukattaa olan bu harflerin ardından ilahi vahyin önemine dikkat çekilmekte, Kur’an’ı iyice dinleyip içeriğinden yararlanarak doğru yolu bulmanın gerekliliğine işaret edilmektedir.

Ardından inkârcıların ileride yanlış yolda olduklarının farkına vardıklarında ve kötü akıbetle karşılaştıklarında hissedecekleri pişmanlıkları dile getirilmekte, ancak bunun boşuna bir hayıflanma olacağı vurgulanmaktadır.

(Hicr, 15/1-3.) Daha sonra gelen ayetlerde ise Hz. Peygamber’e “mecnun” (cin musallat olmuş) diyerek iftira atan ve onunla alay eden inkârcıların bütün çabalarının boşa çıkacağı, daha önceki peygamberlere de benzer iftiraların yapıldığı, ancak gerçeği inkâr eden o zalimlerin çok kötü akıbetlere maruz kaldıkları bildirilmektedir. (Hicr, 15/6-13.) Akabinde inkâr edenlerin gökten bir kapı açılsa ve oradan yukarı çıkıp hakikatleri gözleriyle görseler bu durumu bir büyü sanıp yine de inanmaya yanaşmayacakları haber verilir. (Hicr, 15/14-15.) Surenin 9. ayetinde “Kesin olarak bilesiniz ki bu kitabı kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz.” buyrularak Kur’an-ı Kerim’in kıyamete dek her türlü tebdil ve tahriften korunacağı garantisi verilmektedir. Söz konusu surede cinlerin ve şeytanların göklerin ötesinden vahiy getirmeye güç yetiremeyecekleri, bu bölgelerin Allah’ın koruması altında bulunduğunu bildiren ayetlerin (Hicr, 15/16-17.) ardından Allah Teâlâ’nın tabiat olayları üzerindeki kudret ve hâkimiyetine dikkat çeken ayetler gelir. Daha sonra hayat verenin de öldürenin de ölümden sonra mahşerde bir araya toplayacak olanın da Allah Teâlâ olduğu vurgulanır. (Hicr, 15/23-25.)

Surenin ikinci bölümünde insanın (Hz. Âdem) ilk yaratılışından söz edilerek bütün meleklerin Allah’ın emrine itaat edip secde emrine uydukları hâlde İblis’in bu emre karşı gelip isyan ettiği ve bu yüzden Cenab-ı Hakk’ın lanetine uğradığı bildirilir. (Hicr, 15/28-35.) Daha sonra gelen ayetlerde ise İblis’in, Allah’ın emrini yerine getirmediği gibi yeniden dirilme gününe kadar yaşaması için dilekte bulunarak bu süre içinde insanları yoldan çıkarmaya ahdetmesinden söz edilir. Ancak İblis’in sadece günahkârlardan kendisine uyanları baştan çıkarabileceği, Allah’ın samimi ve has kulları üzerinde onun hiçbir etkisinin olamayacağı, onları azdırmaya gücünün yetmeyeceği vurgulanır. (Hicr, 15/36-42.) Akabindeki ayetlerde İblis’in ardından giden ve ona uyan günahkâr kimselerin buluşma yerinin cehennem olduğu ve onun yedi kapısının bulunduğu belirtildikten sonra (Hicr, 15/42-44.), Allah’a karşı gelmekten sakınıp günah işlemeyen ve iyi işler yapan kimselerin mutlaka pınarlarla bahçelerin yer aldığı cennetlere güvenle girecekleri belirtilir. Ayrıca cennet ehlinin gönüllerinden her türlü kin ve nefretin alınıp tertemiz hâle getirilecekleri ve birbirleriyle kardeş olarak mutlu yaşayacakları ve orada ebedî kalacakları bildirilir. (Hicr, 15/45-48.) Bu bölüm, Cenab-ı Hakk’ın Hz. Peygamber’e hitaben Allah’ın çok bağışlayıcı (gafur) ve çok esirgeyici (rahim) olduğunu, ancak azabının da çok çetin olacağını kullarına bildirmesini vurgulayan ayetlerle sona erer. (Hicr, 15/49, 50.)

Surenin üçüncü bölümünde yer alan ayetlerde ise önceki peygamberlerin kıssalarına değinilir. Bu bağlamda tevhid mücadelesi veren tüm peygamberlerin kavimleri tarafından dışlandıkları, iftiraya uğradıkları ve alaya alındıkları belirtilir. Böylece Hz. Peygamber ve ona inanan müminler teselli edilerek yaşadıkları zorluklara karşı sabır ve metanet göstermeleri tavsiye edilir. Surede, kıssasına işaret edilen ilk peygamber Hz. İbrahim’dir. Kıssa, Hz. İbrahim’e ilerleyen yaşına rağmen bir erkek çocuk sahibi olacağını müjdeleyen meleklerin gelişini haber veren ve onun bu müjdeyi hayretle karşıladığını bildiren ayetlerle başlar. Daha sonra bu meleklerin Lut (a.s.) ile ona inananlar dışında Lut kavminin tamamının helak olacağını bildirdikleri ifade edilir. Kur’an’ın diğer surelerinde de zikredilen bu sapkın kavmin helak edilme olayı, 51-57. ayetlerde ayrıntılı bir biçimde anlatılır ve Hz. Peygamber’in hayatına yemin edilerek azgınlık ve sapıklık içinde şaşkına dönmüş olan bu kavmin helaki hak ettikleri vurgulanır. (Hicr, 15/72.) Cenab-ı Hak, bu surede Lut kavmi hakkındaki açıklamalarıyla sadece geçmişteki bir toplum hakkında bilgi vermeyi değil, insanoğlunun Allah’tan ve peygamberden gelen her türlü ikaza kayıtsız kalarak beşerî tabiatına, arzu ve ihtiraslarına esir olması hâlinde sağlıklı düşünme yeteneklerinin nasıl işlemez hâle geleceğini, en doğru ve yararlı öğütleri bile duyup anlayamayacak kadar insanlığını kaybedeceğini anlatmaktadır. (Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, 3/361.) Surenin bu kısmında ayrıca Hz. Şuayb’ın kavmi olan Eyke halkının zalim bir kavim olması hasebiyle helak edildikleri bildirilir. Akabinde peygamberlerinin tebliğ ettiği hakikatleri ve ilahi emirleri dinlemeyen, bununla da kalmayıp onlara her türlü eza ve cefayı reva gören Eyke halkıyla Lut kavminin hak ettikleri şekilde cezalandırıldıkları, bu iki olayın kalıntılarının o dönemde işlek ticaret yolları üzerinde bulunduğu anlatılır. Böylece müşriklere peygamberlerini inkâr eden kavimlerin başına gelenler hatırlatılarak gözdağı verilir. (Hicr, 15/73-80.)

Surenin son bölümündeki ayetlerde ise Hz. Salih’in kavmi olan Hicr halkından bahsedilir. Bu çerçevede söz konusu kavmin peygamberlerini inkâr etmeleri nedeniyle helak edildikleri, dağ yamaçlarında kayaları oymak suretiyle yaptıkları son derece sağlam ve dayanıklı olan evlerinin kendilerini kurtarmaya yetmediği gerçeğine dikkat çekilir. Sonunda korkunç bir sesin gelerek onları helak ettiği anlatılır. (Hicr, 15/80-84.) Geçmiş toplumların inkârcı ve isyancı tutumları sebebiyle başlarına gelen ibret verici hadiselerin anlatıldığı bu ayetlerin ardından, gökleri ve yeri yaratan Allah’ın her şeyi hakkıyla bildiği, kıyametin ve beklenen sonucun mutlaka geleceği haber verilir. Ayrıca Hz. Peygamber’e muhataplarına karşı yumuşak davranarak müsamaha yolunu tutması öğütlenir. (Hicr, 15/85-86.) Ardından gelen ayette; Allah Teâlâ’nın, putperestlerin Hz. Peygamber’i üzen ve inciten inatçı, alaycı tutumlarına karşı teselli etmek için tekrar tekrar okunan yedi ayet (Fatiha suresi) ve yüce Kur’an’ı vermekle onurlandırdığı ifade edilir. (Hicr, 15/87.) Sonraki ayetlerde Hz. Peygamber’e hitap edilerek müşriklerin gerek vahiy gerekse kendisi hakkında konuşup alay etmelerine aldırış etmeden ilahi hakikatleri açıkça insanlara tebliğ etmesi, bu sırada karşılaşacağı zorluklar karşısında Allah’ın yardımına güvenmesi ve moralini bozmaması telkin edilir. (Hicr, 15/87-97.) Sure, “Sen Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden ol; kesin olan şey (ölüm) gelinceye kadar rabbine kulluk et.” (Hicr, 15/98-99.) emriyle sona erer.

Dr. Faruk Görgülü.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
3
İlmihal Bilgiler + islam Ansiklopedisi / Güven Duygusunu Nasıl Elde Ederiz
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:22:28 ÖÖ »


Güven Duygusunu Nasıl Elde Ederiz

Güvenilir insan, özü sözü bir, sözünün eri ve dengeli bir varlık olarak tanımlanır. Bir kişinin diğer bir kişinin karakterine tam olarak inanmasıyla da açıklanabilir.

Güven, birbirimizi ve başkalarını anlamamızı kolaylaştıran bir duygudur. İnsanları güven merkezli tanımlarız. Başkalarına karşı olumlu tavırlar geliştirmemiz ve başkalarının bize zarar veremeyeceğinin umulması güven duygusuna bağlıdır.

Günlük hayatta, bireysel ve sosyal ilişkilerde çok önemli bir etken olan güven duygusunun insanlık tarihi kadar eski olduğu bir gerçektir. İkili ilişkilerin başladığı anda güven duygusu da başlar. Ancak güven, günümüzde çok tartışılan bir konu hâline gelmiştir. Belirsizliklerin ve güvensizliklerin hızla yayıldığı bir dünyada güvenin eksikliği yakından hissedilir. Çok çeşitli kaynaklardan beslenen sıkıntıların, endişelerin ve kuşkuların neticesinde güven duygusu zedelenmiş; bireyler arası ilişkilerde, iş dünyasında, ekonomide, ticarette, sosyal ve toplumsal yapıda ve toplumların ahlaki yapısında bozulmalar görülmüştür. Bunların içerisinde bizi en çok rahatsız eden problem ise kuşkusuz güvensizliğin çok geniş alanlara yayılmasıdır. Güvensizliğin bu kadar yaygınlaşması, güvenin daha da önemli hâle gelmesine neden olmaktadır. Yani güvensizlik, güvenin ne kadar önemli olduğunu ve güvenin üzerinde durulması gereken bir konu olduğunu ortaya koymuştur.

Aile ortamında güven duygusunu oluşturmak çok önemlidir. Hiç kimse yaşamını tek başına sürdüremez.

Birilerine güven duymak ister. İnsan sevgi, saygı, güven, ait olmak, barınmak vb. diğer birçok ihtiyacını diğer insanlarla bağ kurarak giderebilir.

Güven bebeklikte başlar, ileri yaşlarda devam eder. Bebeklik döneminde temel güveni sağlanmamış olanlar ileride güven açısından problem yaşayabilirler. Gelişim Psikoloğu Erik Erikson, 0-18 yaş arasını, güven ve güvensizlik çağı olarak adlandırmıştır. Bebek, doğduğu anda yardıma muhtaç bir varlıktır. Kendi başına hayatta kalması mümkün değildir. Onu besleyecek, onu teskin edecek bir varlık arar. Ve gözleri annenin gözlerini bulur. Anne onu besler ve o muhtaçlığını giderir. Eğer çocuk karnı acıktığında, teskin edilmeye ihtiyaç duyduğunda anneyi yanı başında bulabiliyorsa, anne onun ihtiyaçlarına cevap verebiliyorsa çocuk dünyanın güvenli bir yer olduğu ve karşısındaki varlığın güvenli bir varlık olduğu bilgisiyle büyür. Anne tutarsız bir kişiyse, bazen onun hayatında oluyorsa, bazen besliyor bazen beslemiyorsa, bazen teskin ediyor bazen etmiyorsa çocuk annenin ve dünyanın, tekinsiz ve güvensiz bir yer olduğunu hissetmeye başlar. Çocuk kaygılı bir şekilde büyür. Erik Erikson, hayatın ilk on sekiz ayında çocuğa bakım veren kişinin şefkatiyle, merhametiyle, çocuğu sarıp sarmalamasıyla güven duygusunun alakalı olduğunu açıklamıştır. Güvensizliği de o çağlarda ihtiyaçların ebeveynler tarafından karşılanmamasıyla açıklar. Güven kelimesinin birçok boyutu vardır. İnsana güven, mesleğe güven vb. fakat güven tek başına her zaman iyi bir şeydir diyemeyiz. Güven, güvenilecek muhatabı varsa iyi bir şeydir. Muhatabınız size güvenli eylemler sunduğunda güvenirsiniz.

Güven çok yönlüdür. Kendine güvenen insanlar olmazsak başkalarına güvenemeyiz. Başkaları da bize güvenmedikçe bizim kendimize olan güvenimiz hükümsüzdür. İnanan bir toplum olmamız, güven duygumuza etki etmelidir. Güvenilir bir insan gibi davranmazsak inancımız da şüpheler içerir. Müslüman, Müslüman kardeşinden şüphe etmeden yaşayabilmelidir. Güvenilir insan olmak güven oluşturmak için ilk adımdır. Biz öyle davranacağız ki bizim dilimizden kimse incinmeyecek, öyle davranacağız ki eylemlerimizden kimse kırılmayacak, rencide olmayacak.

Günümüzde güvensizliğin yaygın olduğu alanlardan biri de sosyal medyadır. İnsanlar sanal kimlikleriyle göstermek istediği taraflarını gösteriyorlar. Saklamak istediklerini sosyal medyada saklayıp yeni ama sahte bir imaj oluşturuyorlar. Aynı zamanda bu ortamlarda çok kolay kimlik hırsızlığı yapılıyor. İnsanlar kolay müşteri hâline getiriliyor. Her hâlükârda teknoloji, mahremiyeti etkilediği gibi güvenlik duygusunu da yok ediyor.

İnsanlık tarihi boyunca var olan güven riskleri modernleşme sonucunda artmıştır. Bu riskler daha büyük zararlara sebebiyet vermektedir. Dolayısıyla her alanda ciddi anlamda güvensizlik hâkim olmuştur.

Teknolojide meydana gelen gelişmeler olumlu sonuçlar oluşturduğu gibi felaketleri de beraberinde getirmiştir.

En önemlisi savaşların şeklini değiştirmiştir. Daha önce cephelerde olan savaşlar artık merkezlere inerek daha fazla katliamlara yol açmıştır.

Atılan kimyasal bir bomba sonucunda binlerce masum insan hayatını kaybetmektedir. Kent merkezlerinde bir dakika öncesinde normal olan bir durum bir dakika sonra meydana gelen kötü bir olay sonucunda (patlayan bir canlı bomba, trafik kazası) felaket alanı hâline gelebilmektedir. Bütün bu durumlardan kaynaklanan toplumsal travmalar güvenin önemini bir kez daha ortaya koymuştur.

Modern toplum risklerle dolu bir toplumdur. Teknolojik gelişmeler, yaşam tarzlarının farklılaşması ve değişmesi, üretim biçiminin değişmesi, bilimde, sanatta yaşanan gelişmeler, iki kişi arasındaki ilişkiden tutun da kurumlar arasındaki ilişkilere kadar birçok şeyin değişmesine sebep olmuştur. Bu değişmeler her zaman olumlu anlamda meydana gelen değişme ve gelişmeler değildir. Evet, bilim alanında önemli gelişmeler olmuştur ancak topluma yansımaları sadece olumlu anlamda olmamıştır. Olumsuz birçok unsuru da beraberinde getirmiştir. Neredeyse her alanda güvensizlik yaygınlaşmıştır. Bu güvensizliğin getirdiği kaos ve kargaşa, bize “güven” kavramının ne denli önemli olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

Güven inşa etmek için öncelikle birey kendini tanımalıdır. Kendi sınırlarını ve değerlerini bilmelidir.

Karşı tarafa güvenebilmek için ise empati kurmak önemlidir. Araştırmalar, güvenin ilişkilerde emniyet hissini artırırken savunmacı ihtiyaçları azalttığını gösteriyor. Ayrıca güven hissi, insanların duygularını ve isteklerini muhataplarıyla daha rahat paylaşmalarını da teşvik ediyor.

Esra Obuz.

Klinik Psikolog

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
4
Vehbi Tülek / Korku ve Ümit Ahiret İnancından Doğar
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:09:23 ÖÖ »


Korku ve Ümit Ahiret İnancından Doğar

 “Âhırette en çok mes’ûd olanlar, Allahı en çok sevenlerdir. Çünkü âhıret demek, O’na kavuşmak saâdetine ermek demektir."

Seyyid Mehmed Hamîdî hazretleri Anadolu âlim ve velîlerindendir. Isparta vilâyetinin Eğirdir kasabasından olup Pîrî Halîfe diye meşhûr oldu.

Seyyid Emîr Buhârî hazretlerinin sohbetlerine devâm ederek yüksek derecelere kavuştu. Hocasından icâzet aldıktan sonra talebe yetiştirdi. 1555 (H.962) senesinde Isparta'da vefât etti.
 
Bu mübarek zat buyurdu ki: “Tasavvuf; hiçbir şeye sahip olmaman ve hiçbir şeyin de sana sahip olmamasıdır.”
 
“Allahü teâlâyı sevenler, dünyâ ve âhıret şerefine kavuşarak gittiler. Çünkü Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), (Kişi sevdiği ile beraberdir) buyurdu.”
 
“Muhabbet, sevenle sevileni birbirine celb ettiği zaman kemâle erer.”
 
“Âhırette en çok mes’ûd olanlar, Allahı en çok sevenlerdir. Çünkü âhıret demek, O’na yönelmek ve O’na kavuşmak saâdetine ermek demektir. Tövbe, sabır, zühd, korku gibi makamlar, muhabbetin kollarından birini elde edebilmek için birtakım yollardır.

Esas olan ise, Allahtan başkasına kalbde yer vermemek, temizlemektir. Bunun da başlangıcı; Allaha, âhırete, Cennet ve Cehenneme inanmaktır. Bu îmândan korku ve ümid doğar.”
 
“Hayatta olduğumu hatırlatıp, sevgiliden ayrı olduğumun alâmeti olduğu için, âlemde gördüğüm her şeyden nefret etmeyince, muhabbetimin saflığına inanmam.”
 
“Kulun Hakka ulaşmasının başlangıcı, vücûdunun ihtiyâçlarını gidermekle uğraşmaktan vazgeçmesidir. Haktan uzaklaşmasının başlangıcı da, nefsine uyup onunla haşır neşir olmasıdır.”
 
“Bir şey, kendinden daha ince bir şeyle ifâde edilebilir. Muhabbet, o kadar incedir ki, onu açıklamak için ondan ince bir şey bulmak mümkün olmadığına göre; muhabbet, dil ile ifâde edilip anlatılamaz.”
 
“Dünyada lezzeti üç şeyde aramalıdır. Aradığını bulursan, sevinip keyfine bak! Şayet bulamazsan, bu kapının sana kapalı olduğunu bil! Bunlar

1- Namaz kılmak,

2- Kur’ân-ı kerîm okumak,

3- Allahü teâlâyı çok zikretmek, hatırlamaktır.”
 
“Allahü teâlânın sana istediğin şekilde lütuf ve ihsânda bulunmasını istiyorsan, kullarına O’nun istediği gibi davranman lâzımdır.”
 
“Dünyadan sonraki yolculuk çok uzundur. O uzun sefer için, yol azığı hazırlayınız ve biliniz ki, azıkların en hayırlısı, takvâdır.”
 
“İnsanlara şaşıyorum! Onlar ki, azık tedarik etmek ve âhıret yolculuğuna hazırlanmakla emrolunmalarına rağmen, birbirlerini engelleyip oyalanmaktan başka bir şey yapmıyorlar.”

Vehbi Tülek.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
5
Ahmet Demirbaş / Süleyman Aleyhisselam
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:00:28 ÖÖ »


Süleyman Aleyhisselam

Hazreti Süleyman, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Davud aleyhisselamın oğludur. Yakub aleyhisselamın neslindendir.

Süleyman aleyhisselam, Kudüs yakınlarındaki Gazze şehrinde doğdu. On iki yaşındayken babasının yerine geçip, sultan oldu. Daha sonra kendisine Allahü teâlâ tarafından peygamberlik verildi...

Süleyman aleyhisselam; “Yâ Rab! Bana hiçbir kimsede bulunmayan bir kudret ve devlet ihsân eyle” diye dua etti. Duâsı kabul edilip, cinlerin, rüzgârın ve hayvanların da insanlar gibi Süleyman aleyhisselama itâat etmeleri emredildi. Kendisine "İsm-i âzam" duası, bütün mahlûkâtın dili ve ilimlerin sırları öğretildi. Peygamberlikle birlikte ihsân edilen ilim, hikmet ve sultanlık kudretini, insanları doğru yola kavuşturmakta ve daha iyi bir hayat yaşamaları için kullandı... Şehirlerin kurulması, yeryüzünün îmârı, yeşillendirilmesi, fen ve sanatta ilerlemesi için emrindekilerin her birine iş taksimi yaptı. Yolların yapılması, taşların yontulup kazılması, demircilik ve derin sulara dalgıçlık gibi zor işleri cinlere verdi. Çiftçilik, çobanlık, ticâret, sanat gibi işleri de insanlara verdi. Hayvanları da nöbet tutma, yük taşıyıp çekme gibi işlerle görevlendirdi...

Süleyman aleyhisselamın zamânında barış, îmâr, sanat ve ilim iyice ilerlemişti. Mescid-i Aksa inşâ edilip, çeşmeler, su kanalları yapıldı. Köprüler, barajlar ve evler inşâ edildi...

Onun zamânında muhteşem bir saltanata sâhip olan Yemen’de, Sebe şehrinde hüküm süren Belkıs’a mektup yazıp, Filistin’e çağırdı. O da gelip, Süleyman aleyhisselamla görüşerek îmân etti...
 
Süleyman aleyhisselam, herkes tarafından sevilmiş olup, hiç kimse onun söylediklerine îtirâz etmiyor ve onun emri dışına çıkmıyordu... Bir gün yapılmakta olan büyük bir sarayın inşâsını kontrol etmeye gitmişti. Bu binâ bir su kıyısında çok heybetli bir saraydı. Ustalar işçiler, cinler, sarayın tamamlanmasıyla meşguldüler.

Sarayın balkonuna çıkıp, kendisini yalnız bırakmalarını, hiç kimsenin yanına yaklaşmamasını emretti. Sonra da balkonun kenarında bastonuna dayanıp durdu ve etrâfı seyrederek tefekküre başladı. Bu sırada ömrü bitip, eceli gelmişti. Azrâil aleyhisselam gelip; “Şu an dünyâdaki hayâtının son ânıdır” dedi.
 
Süleyman aleyhisselam “Allahü teâlânın takdiri her ne ise o haktır. Rabbime hamdolsun ki, aslâ kimseye zulmetmedim. Rabbimin emrine itaat etmekte gecikmedim. Herkesin dönüşü Allahü teâlâyadır. Görevlendirildiğin emri yerine getir” dedi.

Süleyman aleyhisselam asâsına dayandığı hâlde ayakta vefat edip, uzun bir müddet öylece kaldı... Saray inşâsında çalışanlar ise her gün işlerine muntazaman devâm ediyor, halk da oraya gelip gidiyordu. Süleyman aleyhisselamı uzakta, ayakta durur vaziyette görüyorlardı. Fakat vermiş olduğu emir üzerine hiç kimse yanına yaklaşmıyordu. Nihâyet bastonunun yere temas eden kısmını güve kurdu yiyip kırılınca, cesedi yere yıkıldı. O zaman bu hâlini görenler vefat ettiğini anladılar. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde Sebe’ sûresi 14. âyette bildirilmektedir...

Ahmet Demirbaş.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
6
ZİKİRLER / Zikir İbâdeti Kalbin Cilâsıdır
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Dün, 09:45:16 ÖS »


Zikir İbâdeti Kalbin Cilâsıdır

Arapça bir kelime olan zikir “hatırlamak, anmak, düşünmek ve hatırlayıp gereğini yapmak” gibi manâlara gelir; unutmanın ve gafletin zıddı olarak kullanılır. Asıl manâsı budur. Allahu Teâla nın (cc) kitabına ve Rasûl-i Ekrem’in (sav) sünnetine uygun bir hayat yaşayabilmek için, insanın kalbini gafletten kurtarması zaruridir. Gafletin zıddı olan zikir, bunu gerçekleştirebilmek için bir vesileden ibarettir. Allahu Teâlâ kalbi; aklın, ilmin ve ruhun mahalli kılmıştır. İnsan kalbindeki istitaat ile ihtiyaçlarını karşılayabilir ve bütün ilimleri öğrenebilir. Kur’ân-ı Kerîm’de zikir ehli, şeriatını bilen ve ahkâmına uygun amelleri ihlâsla edâ eden kimseleri ifade için de kullanılmıştır. “Bilmiyorsanız zikir ehlinden sorunuz.” (Nahl sûresi: 43) âyet-i kerimesi’ndeki incelik budur. Zikir ibâdeti, ihlâsın hâsıl olması ve ihsân hâlinin gündeme girmesine vesile olabilir. Aynı zamanda kalbin muhafazası açısından da elzemdir.

KALB, bir vücut için ne kadar gerekli ise; Müslüman hayatımız için ondan daha çok gereklidir. Mühürlü kalbler, hastalıklı kalbler, paslı kalbler ve taşlaşmış kalbler. Yiğit düştüğü yerden kalkar örneğinde olduğu gibi, imanla küfürden, nifaktan, tevbe ve istiğfar ile günahtan temizlenir salih amellerle saflaşır ve merhametleşir; selim kalb haline dönüşür.

İman ve salih amellerin en önemli vasıtalarından biri olan, kalbin cîlâsı durumunda bulunan ilâhî sevginin işareti görülen zikri anlatmaya çalışacağız:

Zikir, Kur’an-ı Kerimde 22 anlamlı olarak yer alır.

Zikir, türevleri ile birlikte 268 defa Kur’an-ı Kerimde geçer. 47 ayette Allah’ın zikredilmesini bildirir.(1)

Zikir: Anmak, anılmak, hatırlamak, hatırlatmak, dinde ihtiyaç bulunan şeyleri anlatmak(2)

Zikir: Kur’an okumak, dinlemek

Zikir: Subhanallah, , Elhamdü lillah, Allahu Ekber, lâ ilâhe illallah gibi sözlerle Allah’ı anmak.

Allah’ı anmak, genellikle insanın gönlüne sevinç ve huzur verir.(3)

Allah anıldığı zaman müminlerin yürekleri ürperir, Kur’an okunduğu zaman imanları artar. (Bkz:Enfal, 8/2)

Allah’ı zikirle kalpler ülperir ve yumuşar. (Bkz:Zümer:39/23)

Allah’ı zikirle kalpler saygı ile ülperir. (Hadid. 57/16)

Zikredenler-Zikretmeyenler

 Peygamberimiz (sav) zikrin önemini şöyle belirtir: “Rabbini zikredenle etmeyenin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir.”(4)

Hadis-i şerifin açıklamasında şunlar yazılır: “Rasulullah efendimiz, Cenab-ı Hakkın ism-i şerifi ve zikr-i cemiliyye parıldayan mü’minlerin gönülleri, damarlarında kan dolaşan diri vücutlara benzetmiştir. Allah’ı zikretmediği için paslanan ve manevî kirlerle örtülen gafil kalbleri de ölülerin hareketsiz bedenlerine benzetmiştir. Demekki zikir kalblerin canı, ruhu ve hayatıdır.

Kâinat devamlı surette hareket halindedir. İnsanın da tıpkı bir parçası olduğu bu kâinat gibi canlı ve diri olması gerekir. Günün muhtelif saatlerinde ibadet mecburiyetinin getirilmesi yani sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarının kılınması kalbleri diri tutmak içindir. Bu zorunlu ibadetler kalbin can suyudur.(5)

 Allah zikir hakkında şöyle buyurur: “Öyle ise siz beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin.” (Bakara: 2/152)

 Elmalılı merhum ayetin açıklamasında şunları yazar: “Size iki vazife vardır: Birincisi:Beni zikrediniz, layıkı ile anınız ki, ben de sizi bana layık bir anışla anayım, imdad ve yardımımı devam ettireyim.  İkincisi: Bana şükrediniz, nimetlerime karşı kalble veya dille, yahut bedenle, ya da hepsiyle birden bana saygı gösterin, benim emirlerime itaat edip, nimetlerimi yerine harcamak suretiyle onlardan yararlanın. İnkâr ve isyanla bana küfür ve nimetlerime karşı nankörlük etmeyiniz hasılı unutkan ve nankör olmayınız.

Zikir de şükür gibi ya dille, ya kalble veya bedenle olur.

Dil ile zikir, Allah Teâlâ’yı en güzel isimleri ile anmak, hamd etmek, tesbih ve tenzih etmek, kitabını okumak veya dua etmek.

Kalb ile zikir, gönülden anmaktır ki, başlıca üç çeşittir:

1-Allah’ın varlığını gösteren delilleri düşünmek, şüpheleri atarak Allah’ın isim ve sıfatlarını tefekkür etmektir.

2-Allah’ın koyduğu hükümleri, kulluk vazifelerimizi, yani Allah’ın vaadini, tehdidini ve bunların delillerini düşünmektir.

3-Maddi ve manevi varlıkları, bunlardaki yaratılış sırlarını seyredip düşünmekle zerrenin kutsal âleme bir ayna olduğunu görmektir. Bu aynaya, gereği gibi bakanların gözüne, o güzellik ve büyüklük âleminin nurları yansır. Bir anlık hisle bundan alınacak olan müşahede zevkinin bir göz kırpacak kadar süren paraltısı bile dünyalara değer. Bu zikir makamının hiç sonu yoktur. Bu noktada insan kendinden ve dünyadan geçer, bütün hisleri hakka bağlanır. Hatta zikirden ve zikir edenden bir isim ve eser kalmaz da, hissedilen yalnız zikredilenden ibaret olur. Gerçi bu makamın sözünü edenler çoktur, fakat buna erenlerin sözle alakası yoktur.

Bedenle zikir:Bedenin organlarından her birinin görevli bulundukları vazife ile meşgul ve dopdolu olması, kendilerine yasaklanan şeylerden uzak bulunmalarıdır.

Merhum M. Hamdi Yazır zikir konusunda şunları da yazar: “Allah Teâlâ, bu zikir çeşitlerinden hangisi ile zikredilirse, O da ona layık bir şekilde kendisini zikreden kimseyi, zikredip anacaktır. Bu noktayı anlatmak için, bu ayet çeşitli tabirlerle açıklanmıştır. Bu cümleden olarak:

Beni bana itaatle zikrediniz, ben de sizi rahmetimle zikredeyim.

Beni dua ile zikrediniz, ben de sizi duanızı kabul ve ihsanla zikredeyim.

Beni övgü ve itaatla zikrediniz, ben de sizi övgü ve nimetle zikredeyim.

Beni dünyada zikrediniz, ben de sizi âhirette zikredeyim.

Beni gizli yerlerde zikrediniz, ben de sizi sahralarda zikredeyim.

Beni refahınız, rahatınız zamanında zikrediniz, ben de sizi bela ve musibete uğradığınız zaman zikredeyim.

Beni ibadetle zikrediniz, ben de sizi yardımla zikredeyim.

Beni benim yolumda cihadla zikrediniz, ben de sizi hidayetimle zikredeyim.

Beni doğruluk ve samimiyetle zikrediniz, ben de sizi kurtuluş ve size tahsis ettiğim şeyleri artırmakla zikredeyim.

Beni önceden ilahlığımı kabul ile zikrediniz, ben de sizi sonunda rahmet ve kulluğa kabul ile zikredeyim.

Kısaca kulluğun başı zikir, sonu ise şükürdür.” (7)

Merhum şehid Seyyid Kutubdan zikir konusunda cümleler alıyoruz: “Allah’ı zikir, sadece dille değildir. Zikir kalbin de birliikte harekete geçtiği bir infialdir. Zikir, kalbin tek başına veya dille cûş-u hurûşa gelmesidir. (cûş-u huruş=çoşkunluk demektir. )

Bu cûş-u huruş neticesinde insan Allah’ı ve Allah’ın varlığını kavrayıp, böyle bir şuurun tesiri altında Allah’a itaat ederek rü’yetullaha vasıl olur. Hak Taâlâ’nın vuslat bahş edip, mülakat zevkini tattırdığı kimse için O’ndan başka bir şey yoktur artık.

Allah’ı unutan kimse, kendisini kaybetmiş gereksiz bir yaratıktan başka bir şey değildir. Kim Allah’ı zikrederse, Allah da onu zikreder ve zikrini kâinatın da üstüne çıkarır.

İlk müslümanlar gerçekten Allah’ı zikretmişlerdi de, Allah da onları zikretmişti. Onların zikrini yücelterek kendilerini ideal kumanda mevkiine yerleştirmişti.

Sonra müslümanlar, bu gerçek zikri unuttular. Ve birden zelil, boş, ihmale şayeste, hakir varlıklar haline geldiler.” (8)

Mahmut Toptaş hoca da zikir konusunda şunları yazar: “Âlimlerimiz zikir için demişler ki, dille yapılan zikir vardır. Elinize aldınız tesbihiniz yolda giderken boş gideceğinize, türkü söyliyeceğinize, Lâ İlâhe illallah, Lâ ilâhe illallah diyerek gidiyorsunuz. Bu bir zikirdir. Dille yapılan bir zikirdir.

Kalble yapılan zikir, kişinin yüreğinden Allah sevgisini ve korkusunu hiç çıkarmaması da zikirdir.

Bedenle yapılan zikir ise, Allah’ın vermiş olduğu bedenle Allah’ın vermiş olduğu emirleri yerine getirmek, O’na bedenle yapılan bir zikirdir. Namaz hem dille yapılan bir zikirdir. (Fatiha suresini ve diğer zammi sureleri okuyoruz. ) hem de bedenle yapılan bir zikirdir. Bütün azamız bu zikre katılmış oluyor. Aynı zamanda kalble de yapılan bir zikirdir. Allahü Ekber deyip elinizi bağladıktan sonra, mümkün mertebe dışarıyla ilişkiyi kestiğiniz takdirde hem dilimiz, hem kalbimiz, hem de bedenimiz Allah’ın zikri ile meşgul olmuş oluyor.”(9)

Allah’ı Anmak Kalblere Huzur Verir

Allah buyurur:  “Onlar, inananlar ve kalbleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalbler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur. İnanan ve salih amel işleyenler için, mutluluk ve güzel bir dönüş yeri vardır.” (Rad, 13/28, 29)

Merhum Ebu’l-Leys Semerkandi, ayetlerin açıklamasında şöyle der: “İman edenler ancak hidayete ererler. İman etmeyenler ise asla hidayete eremezler. Çünkü hidayetin kapısı imandan geçer.

İman insanı Allah’a götürür, kalbi huzura kavuşturur.

Kalbler ancak Allah’ı anmakla ve zikirle huzura kavuşur.

Allah’ı anmayan kalb ölüdür, huzur bulamaz ve ondan hayır-hasenat beklenmez.

Kalbi huzura kavuşmayanlar dünyada da, ahirette de ebedî huzur ve saadete eremezler.

İman edip salih amel işleyenler dünyada da, âhirette de huzur ve saadete kavuşurlar. Onlar iki cihanda da mesut ve bahtiyar olacaklardır.

Çünkü Allah’ı zikir bütün ibadetlerin, iyiliklerin, hayırların, manevî güzelliklerin başıdır. Bu zikir insanı huzura, saadete, rahmete, iyiğliğe, hayra götürür. Şerden, kötülüklerden, masiyetten, küfürden, haramdan ve Allah’ın yasaklamış olduğu şeylerden uzaklaştırır. Ruhu olgunlaştırır, nefsi terbiye eder, ahlakı güzelleştirir. İşte onlar için hoş bir hayat ve güzel bir istikbal vardır. Cennet onlarındır, orada Tuba ağacının gölgesinde gölgeleneceklerdir.”(10)

Mahmut Toptaş hoca ayetin açıklamasında şunları yazar: “Gözünüzü açın, dikkat edin Allah’ın zikri ile kalbler huzura kavuşur. Başka yolu yoktur. Kalblerin mutmain olması için, ”Subhanellah, ”Hasbunallahü ve nimel vekil” gibi zikirleri bol bol söylemek lazım.

Bu zikirler yanan yüreğin üzerine dökülen bir soğuk su gibidir. Onun galeyanını durdurur. Ruh ve sinir hastalıkları mutehassıslarının bir çoğu hastalarına namaz kılmayı, ibadet yapmayı, boş zamanlarında Allah’ı zikretmeyi tavsiye ediyor.

Başka bir doktorda hastasına şiyan şiyan kelimesini günde 500 tane söylemesini emretmiş. Ben de dedimki “bu kelimenin herhangi bir anlamı var mı?” Hayır dedi. Niye bu kelimeyi tevsiye ediyorsun dedim. Dediki öneml oan hastayı meşgul etmek. Ben de “Allah demesini söyleseniz” dediğimde, “bize onu öğretmediler bunu öğrettiler” dedi.

İman edip salih amel işleyenlere ne mutlu veya müjdeler olsun demektir. Birde “Tuba cennetteki bir ağacın adıdır.

Yunus Emre’nin;

Salınır Tuba dalları,

Kur’an okur hem dilleri,

Cennet bağının bülbülleri,

Öter Allah deyu deyu.

Bu şiirinde ki “Tuba” bir isim olarak alınmıştır. Hadisde de “Tuba, cennette bir ağacın adıdır” diye zikredilmiştir.

Ayette “iman edip salih amel işleyenlere Tuba ağacının altında gölgelenmek vardır. ”Bir kısım hocalarımız “onlar için varacakları güzel bir makam ve mevki vardır” diye tefsir etmişlerdir.

Önemli olan bir hususta iman ile salih ame ard arda gelmesidir. Dikkate şayandır, iman gönülde olandır, amel gönülde olanın fiiliyata dökülmesidir. Fiiliyata dökülmeyen iman sahibine pek faydalı olmaz. Kişinin evinde oturup “yarabbi bana para ver” demesi nasıl olmuyorsa kalbdeki imanda amele dönüşmedikçe faydası az olur.”(11)

Merhum Muhammed Hamdi Yazır “zikir” konusunda şunları yazar: “Allah’ı anmak ve hatırlamakla kalbler huzura erer, içsel acılar, sancılar şifa bulur, sükuna kavuşur, yatışır. Çünkü her şeyin başlangıcı ve sonu Allah’a bağlıdır. Bütünüyle sebebler zinciri Allah’dan başlar ve yine dönüp dolaşır O’nda son bulur. Mümkün ve mühtemel olan her şeyin akışı Allah’da kesilir.

Allah, daha üstü ve daha ötesi olmayan, sınırdan ve miktardan münezzeh olan yüceler yücesi bir olduğundan, gerek dış dünyadaki varlıklarda, gerek vicdanda O’ndan ilerisi yoktur ki, fazla bir kalb hareketine imkan ve ihtimal bulunsun.

Allah deyince, düşünceler hareket hedefinin son noktasına erişmiş, mantıklar durmuş, bütün duygular, bütün korkular ve ümitler son durağına dayanmış bulunur.

Gönüller O’nun dışında hangi dünya nimetine meylederse etsin, hangi isteğe ulaşırsa ulaşsın, onların hepsinin daha iyisi ve daha üstünü, daha ötesi bulunduğundan, hiçbirinde karar kılamaz. Hiçbiri ruhun özlemini gideremez, heyecanını doyum noktasına ulaştıramaz. Haz ve lezzette daha yükseğine ulaşmak ister.

Fakat kalb ilâhî marifetten, Allah’ı zikirden zevk almaya başlayınca, bütün maksatların ve bütün işlerin Allah’a yönelmiş olduğunu anlar ve artık O’ndan yüksek bir makam ve merciye, O’nun dışında bir maksuda geçmek mümkün olmaz.

Bundan dolayıdır ki, marifetullah’a yükselemeyen ve Allah’ı zikretmeyen kâfir ve gafil kalbler, hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, kalb huzuru, gönül huzuru ve “cemiyyet-i dil” denilen mutluluğu tadamaz. Huzur bulamaz, çırpınırda çırpınır durur.

Üstelik bu çırpınış bir aşk neşvesinin uyandırdığı vüslat heyecanı da değildir, geçici sebeplerin, boş emellerin sarsılıp yıkılışından kaynaklanan bir hicran acısıdır ki, “Allah” demedikçe sürekli olarak devam eder gider.”(12)

Merhum şehid Seyyid Kutub ayetlerin açıklamasında şunları yazar: “Allah’a bağlılıklarını ve O’na yaklştıklarını hissetmekle huzura kavuşurlar. Hakkın yanında bulunmanın verdiği bir emniyet içindedirler. Yalnızlığın vereceği huzursuzluk ve krizden kurtulurlar. İki yolun ortasında kalmış olmanın verdiği sıkıntıdan uzak olurlar.

 Yaratılışın hikmetini kavrarlar, başlangıçtaki duyumlarını anlayıp nereye geleceklerinden haberdar olurlar. Her türlü tecavüzden korunmuş olduklarını bilirler.

Allah dilemedikçe onlara hiçbir şeyin fayda ve zarar veremeyeceğini kabul ederler ve bu yüzden huzurlu olurlar.

Allah’ın verdiği musibetlerle denendiklerini kabul ederek belalara sabrederler. Allah’ın rahmeti, yardımı, dünya ve ahîrette rızıklarla kendilerini donatmasını bilerek rahmetine güvenirler.

 Allah’ı anmakla mü’minlerin kalblerinin huzura kavuşması gerçeğinin çok derin anlamı vardır ve bunu ancak iman aydınlığından nasibini almış ve Allah’a mülaki olmuş kalbler anlarlar. Ne var ki, onu bilmeyen ve anlamayanlara kelimelerle aktarmak güç hem de çok güçtür. Kelimeler o anlamları iletemez.

Allah’a yaklaşmanın verdiği ünsiyeti ve huzuru yitirmek kadar dünya yüzünde acı ve felakat yoktur. Çevresindeki kâinatla ilgisini kesmiş olarak yer yüzünde gezinen kimseden daha betbaht birisi olamaz.

Çünkü Allah’a bağlılığını kaybeden kişi bu kopmaz ve sarsılmaz bağı kaybetmekle bütün kâinatla olan bağlantısını kesmektedir.

Bu dünyaya niçin geldiğini ve nereye gittiğini bilmeden nebati bir hayat yaşayan insandan bahtsız ve daha zavallı kim olabilir? Hayatta değer verilmesi gereken şeylere değer vermesini bilmeyen insandan daha acınacak birisi olur mu? “Dikkatli olun, kalbler ancak Allah’ı anmakla huzurlu olur. ”

Allah’ın zikriyle huzura erenlere, Allah onlara varacağı yeri de güzelleştirmektedir. Çünkü onlar bu dünyada güzel ameller işlemişler ve hayat için faydalı hareketlerde bulunmuşlardır.

“İnanmış olup salih ameller işleyenler için hoş bir hayat ve güzel bir istikbal vardır.”(13)

Allah buyurur: “Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vernmekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalblerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar” (24/37)

Ayetin açıklamasında şöyle denilir: “İnsanların çoğu, fani olan imtihan dünyasında ticarete, zanaate, zevk ve safaya dalarak Allah’ı unuturlar, namazları vaktında kılmazlar, mala düşkünlükleri sebebiyle zekatı ya hiç vermezler yahut da eksik verirler.

Bunlar imtihan için verilmiş, adeta imtihan sorusuna benzeyen dünya malına ve menfaatine aldanarak servet ve nimet imtihanını kaybeden gafillerdir.

Allah’ın örnek gösterdiği, övdüğü, yaptıklarının karşılığını fazlasıyla vereceği, ayrıca karşılığı olmayan hesapsız lutuflarda bulunacağı kulları ise, dünya-âhiret dengesini iyi kuranlar, ebedîyi faniye, devamlıyı geçiciye, değerliyi değersize değişmeyenlerdir.(14)

Mahmut Toptaş hocamız d ayetin açıklamasında şunları yazar: “Mecnun Leylasına aşık olunca, bütün güzellikleri onda görünce; bağlar, bahçeler, sazlar, kızlar, saraylar, köşkler hiçbiri onun gönlünü eğleyemez olur.

 Allah’ın da kadın ve erkeklerden öyle er kişileri vardır ki almak, satmak, ticaret yapmak onları Allah’ın zikrinden, Kur’andan, namazdan, zekat vermekten alıkoyamaz.

Onlar Allah’ın rızasını kazanıp cennetine girmeyi hedef kabul etmişler. Kırk bin metre koşucusunun koşarken hep ödülü düşündüğü, ayağına değen taşlara takılıp kalmadığı gibi, o er kişiler de Allah’ın rızasına doğru yürürken gözlerine takılap haram yüzlere ve gözlere, eline bulaşan haram olan, baş dödüren, köşe döndüren paralara takılıp kalmazlar.”(15)

“Allah’ı çok zikredin ki, kurtuluşa eresiniz.” (Cuma, 62/10)

Bütün kötülüklerin başı Allah’ı unutmaktır. Allah’ı hatırlamayan, O’nun kulları için hazırladığına değer vermeyen kimseler, kendi basit zevk ve çkarları içinde boğulmaları sebebiyle kendilerinden başkalarını düşünmezler.

Halbuki insan Yaratıcısını ne kadar çok hatırlayıp anarsa, davranışlarına o nisbette çeki düzen verir ve O’nun rızasını kazanmaya bakar. İyi bir insan olmanın, dolayısıyla hem dünyada hem âhirette mutlu olmanın yolu her fırsatta Allah’ı anmaktır.

Sabah, akşam, gece, gündüz, karada, denizde, hazarda, seferde, otururken, yatarken, işine giderken gelirken, sağlamken, hastayken, kısaca her zaman her yerde ve fırsatta Rabbini anmalıdır. İnsanın iki cihanda başarısı ve kurtuluşu buna bağlıdır. Zikir Allah’ı sadece dil ile ibaret değildir. Allah’ın yapılmasını emrettiği ve Rasulullah’ın ümmetine emrettiği her ibadet her hayır ve güzel iş birer zikirdir.”(16)

Allah Dostlarına Göre Zikir

Tasavvufun temel eserlerinden biri olan “ Kuşeyri Risalesi” nin zikir bölümünden paragraflar alıyoruz.

Konu bir âyet ve bir hadisle başlar:  “Allah Teâlâ buyurmuştur ki: “Ey iman edenler; Allah’ı çokça zikredin. ”(Ahzab:33/41)

Peygamber (sav) ashaba;   “Size amellerinizin en hayırlısını, rabbınız katında en temiz olanını, derecenizi en çok yükseltenini, altın ve gümüş infak etmekten, düşmanla karşılaşıp onları öldürmenizin veya onlarla savaşırken şehid düşmenizden daha hayırlı olanını vereyim mi?” diye sordu. Ashap, “Ey Allah’ın Resûlü, o nedir?” diye sordular.

“Allah Teâlâ’yı zikretmektir” buyurdu. (Tirmizi, Daavât, 6)

Peygamber (sav) şöyle buyurur: “Yetyüzünde Allah Allah diye zikreden kimseler bulunduğu sürece kıyamet kopmaz.” (Müslim, iman, 148)

Zikir temelde iki iki kısımdır: Dille zikir, kalble zikir.

 Kul diliyle zikre devam ederek sürekli kalb zikrine ulaşır. Tesir, kalb zikrine aittir. Kul kalbi ve diliyle zikretmeye başlayınca, onun manevî terbiyesinde en kâmil hali budur.

Zikrin belirlenmiş bir vakti yoktur. Zikir her vakitte yapılabilir. Kul, her vakit zikirle görevlidir. Bu, ya farz ya fazilet olarak sürekli devam eden görevdir

Namaz ibadetlerin en şereflisi olduğu halde, bazı vakitlerde kılınması caiz değildir. Kalb ile zikir ise bütün vakit ve hallerde yapılabilir. Allah Teâlâ, gerçek akıl sahiplerini tanıtırken şöyle buyurmuştur: “Onlar ayakta, oturdukları halde ve yanları üzerinde yatarken sürekli Allah’ı zikrederler.” (Al-i İmran: 3/191)

Hasan Basrî demiştir ki, manevi tadı şu üç şeyde arayın: Namazda, zikirde ve Kur’an okumada. Eğer bunlarda bulursanız çok güzel. Yoksa bilin ki (kalbinizin katılığı yüzünden, size şevk ile amel etme) kapısı kapanmış.”(17)

Dil ile Zikirde Kullanılan Sözler

1- Allah: Yüce yaratan’ın has ismidir. Konuşurken, sohbet ederken, çalışırken, yürürken, otururken her halde gönülden gelerek aşk ile sık sık söylenmelidir. Müslüman, Allah deyince, Allah’ı anar yani zikreder.

Süleyman çelebi Mevlid de şöyle der:

Bir kez Allah dese aşk ile lisân,

Dökülür cümle günah misli hazan.

Bir kere dil aşk ile Allah dese, gunahlar sonbahar yaprakları gibi dökülür.

Eûzü-Besmele:

Eûzü billâhi mineşşeytanirracîm. Bismillahirrahma-nirrahîm.

Türkçesi; İlâhî rahmetten kovulmuş şeytanın şerrineden Allah’a sığınırım. Rahman ve rahîm Allah’ın (cc) adı ile başlarım.

Müslüman yerken, içerken bir işe başlarken, Eûzü, besmele çeker. Şeytanın şerrinden Allah’a sığınır, Allah adı ile başlar. Allahı zikreder, O’ndan yardım ister.

3-Lâ ilâhe illallah: Allah’tan başka ilah yoktur. Lâ ilâhe illallah cennetin anahtarıdır. Çok söylenmelidir.

4-Sübhanallah: Allah ‘ta noksan sıfatlar yoktur.

5-Elhamdü lillah: Allah’a hamdolsun, demektir. Yedikten, içtikten, bir işi tamamladıktan sonra, birisi nasılsın? deyince Allah’a hamdolsın deriz, memnuniyetimizi belirtiriz. Allah’a şükrederiz.

6-Allahu Ekber:Allah en büyüktür. Büyüklükte eşi, dengi ve benzeri yoktur. Namaz Allahu Ekber diye diye kılınır. Sevinçli anlarımızda tekbir alırız, Allahu Ekber, deriz.

7- Hasbunallahü ve ni’mel vekîl.

Allah bize yeter, O ne güzel vekildir. (Sıkıntılı ve zorluk anlarında)

8- Lâ havle velâ kuvvete illâ billah

Güç ve kuvvet sahibi ancak Allah’tır.

Peygamberimiz(sav) şöyle buyurur:

9- Dile hafif, mizana konduğunda ağır gelen ve Rahman olan Allah’ı hoşnut eden iki cümle vardır: “Sübhanallahi ve bihamdi, sübhanallahil’azîm.”

AYET DUALARLARI İLE ZİKİR

1-Rabbenâ âtinâ fiddünya haseneten ve fil’âhireti haseneten ve kınâ azâbennâr.

“Rabbimiz bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru.” (Bakara: 2/201)

2-Rabbi zidnî ilmen

Rabbim ilmimi artır. (Taha:20/114)

3-Teveffenî müslimen ve el’hıknî bissâlihîn (Yusuf:12/101)

Rabbim, beni Müslüman olarak öldür ve beni salihler arasına kat.

4-Rabbic’alnî mukîymessalâti ve min zürriyyetî Rabbenâ ve tekabbelduâ’

Rabbenağfirlî velivalideyye ve lilmü’minîyne yevme yekûmülhisâb(İbrahim:14/40, 41)

Rabbim, beni ve neslimden olanları, namazı dosdoğru kılanlardan eyle. Rabbimiz duamı kabul eyle. Rabbimiz, hesabın görüleceği günde beni, ana ve babamı ve bütün mü’minleri affeyle

HADİS DUALARI İLE ZİKİR

1- Sebbit kalbî a’lâ dinike=

Rabbim! Kalbimi dinin üzere sabit kıl.

2- Allahümme e’innî alâ zikrike ve şükrike ve hüsni ibâdetik.

Allahım! Seni anıp zikretmek, nimetine şükretmek, sana layık ibadet etmek için bana yardım eyle.”

3- Allahümme inneke afüvvün tühibbül afve fa’fü annî

Allahım! Sen çok affedicsin. , affetmeyi seversin. Beni affet.

4- Allahümmec’alni minettevvabîn vec’ alni minel mütetahhirîn Allahım! Beni tevbe edenlerden ve beni temizlenenlerden eyle.

Cüveyriye Tesbihi

Peygamberimiz (sav) bir gün sabah namazını kıldıktan sonra, Cüveyriye validemiz namaz kılmakta iken erkenden evden çıktı. Kuşluk vakti tekrar eve döndü. Cüveyriye validemizin hala yerinde oturduğu görünce: “Yanından ayrıldığımdan beri hep burada oturup zikirle mi meşgul oldun?” diye sordu. O da: Evet, diye cevap verdi. Bunun üzerine peygamberimiz (sav): “Senin yanından ayrıldıktan sonra üç defa söylediğim şu dört cümle, senin sabahtan beri söylediğin zikirlerle tartılacak olsa, sevap bakımından onlara eişt olur: (Sübhanallahi ve bi-hamdihî adede halkıhî ve rıza nefsihî ve zinete arşıhî ve midâde kelimatihî) Yarattıkları sayısınca, kendisinin hoşnut olduğunca, arşının ağırlığınca ve bitip tükenmeyen kelimeleri adedince; ben, Allah’ı uluhiyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder ve O’na hamdederim”

İslâmî tarikatlar, mensuplarını terbiye ederken, öğütler verirken günlük zikirleri de kullanılar. Günlük zikirler de verirler. Biz de tarikatların zikirlerine benzer günlük bir zikir cetveli snuyoruz.

Günde yüzbir defa Allah

Günde yüzbir defa Lâ ilâhe illallah

Günde yüzbir defa. Sübhanallahi ve bi hamdih

Günde yüzbir defa Allahümme salli a’lâ Muhammed’in ve a’lâ âli Muhammed.

Günde yüzbir defa Esteğ’firullah.

Günde on defa Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şeriyke leh. Lehülmülkü velehülhamdü ve hüve a’lâ külli şey’in kadîyr.

Konuyu âyet mealleri ile tamamlıyalım: “Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin.  Onu sabah akşam tesbih edin.  O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet eden; melekleri de sizin için bağışlanma dileyenlerdir.  Allah mü’minlere çok merhamet edendir.” (Ahzab, 33/41-43)

----------------------------------------------------------------------------------------------

1 -   Doçent Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da Zikir Kavramı ve Allah’ı Zikir, sh:15-25, Diyanet yayını, 2007, Ank.

2 -   M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 6/460, Zaman yayını, İst.

3 -   Süleyman Ateş. Kur’n-ı Kerimin tefsiri, 3/1377, Milliyet yayını, 1995, İst.

4 -   Riyazussalihîn, 6/266, Hadis NO:1437, Erkam yayını, İst.)

5 -   Adı geçen eser, 6/266-267

6 -   Hak Dini Kur’an Dili, 1/445, Bkz. Riyazussalihîn, 6/188

7 -   Adı geçen eser, . 1/446

8 -   Seyyid, Kutub, Fi zılalilkur’an, 1/291, Hikmet yayını, İst.

9 -   M. Toptaş, 1/294

10 -   Ebul-Leys Semerkandi, Tefsirulkur’an, 3/328, Özgü yayını, İst.

11 -   Mustafa Toptaş, Şifa Tefsiri, 4/228, Gerçek hayat yayını, İst.

12 -   Hak Dini Kur’an Dili, 5/145

13 -   Fi zılalilkur’an, . 8/547-549

14 -   Kur’an Yolu, 4/84, Diyanet yayını, Ank.

15 -   Şifa tefsiri, 5/384.

16 -   Riyazussalihîn, 6/220

17 -   Küşeyri risalesi, 254-258, Semerkand yayını, 2009, İst.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
7
Bizden Sizlere / Müslüman’ın Müslüman’a Muamelesi
« Son İleti Gönderen: KOYLU Dün, 08:47:12 ÖS »


Müslüman’ın Müslüman’a Muamelesi

Müslüman’ın, Müslüman kardeşine zulmetmemesi bir temenni değil, muhkem bir emirdir. Çünkü zulüm haramdır. Her haksızlık bir çeşit zulümdür. Müslümanlar arasında tekfir felâketinin yaygınlaşmasının sebeplerinden birisi de, yargısız infaz cürmünün yayılmasıdır. Müslüman’ın Müslüman’a kâfirce muamele etmesi, Müslüman’ı Müslümanlığından eder. Dini kendisi gibi anlayıp yorumlamadığı için başkasına hayat hakkı tanımamak ve kendisini hakem koltuğuna oturtarak başkalarının mü’min olup olmadığına karar verme hakkını kendinde bulmak, en hafif ifadesiyle haddini bilmemektir, câhil cesaretidir. Tekfirciliğin sermayesi, cahilin cesaretidir.
 
ALLAH’ın indirdiği dini yaşamak ve Allah yolunda Allah için yarışmak, Müslümanların daimi vasıflarıdır. Müslümanlar Allah yolunda meşru hizmetlerde birbirlerinin yar ve yardımcılarıdır. Şartlar ne olursa olsun, Müslüman’ın Müslüman’a muamelesi sadece Müslümanca’dır.

Kâfire yapılması gereken muameleyi kendi din kardeşlerine yapmaya kalkışanlar, kendi Müslümanlıklarına suikast düzenleyenlerdir. İslâm, kâfirlere inmesine rağmen bazı nasları Müslümanlara karşı uygulamadan da beridir.

Müslüman’ın Müslüman’a muamelesi Müslüman’ca değilse, gayr-i meşrû davranışlara ve tecavüzlere yeni kapılar açılmış demektir. Kendi hevâlarını ilâh edinenler, iman esaslarını merkezden çıkartıp kendi egolarını merkeze koyanlardır. Kendini merkeze alan insan, çoğu zaman hevâsını ilâh edinir, adetâ putperest gibi davrenmeye başlar. Kendi hevâ ve hevesinden menkul değer ölçüleri, görüşleri ve yorumları kendisine göre hakikatin ta kendisidir. Aksini iddia edenler büyük bir yanlışın ve sapkınlığın içindedirler. Bu durum tam da Âdem -aleyhisselâm-’a secde etmeme gerekçesini, “Ben ondan daha üstünüm” şeklinde ortaya koyan şeytânî mantıkla aynı paralelde işleyen bir düşünce sapmasıdır.

“Allah: ‘Ey iblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni men eden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin?’ dedi. İblis: ‘Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurda yarattın’ dedi.” (1)

Dikkat edilirse, Allahû Teâla, ilm-i ezelisinde şeytanın durumunu bilmesine rağmen Şeytan’dan isyanının, istikbarının gerekçesini, sebebini sual ediyor. Allahû Teâla bunu sual etmesiyle bizleri edeplendiriyor. Yargısız infazın dinde yeri olmadığını bize hatırlatıyor. Konuşmadan, dinlemeden Müslümanları tekfir etmekten bizi sakındırıyor. Bu âyet-i kerimelerden anlıyoruz ki; muhatabımız şeytan dahi olsa ifadesini alacağız, gerekçelerini dinleyeceğiz. Sözün en güzeline tabi olabilmek için, söylenen sözü sonuna kadar dinlemek gerekir. Kur’ân-ı Kerim’de; ”Müslümanlar, sözü dinleyip en güzeline tabi olanlar” olarak tanıtılmışlardır. Rabbimiz buyuruyor:

“Tağuta ibadet etmekten sakınıp Allah’a dönenlere; işte onlara müjde vardır. O halde kullarıma müjde ver. O kullarım ki, onlar sözü dinlerler, sonra da en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”(2)

Müslümanlar arasında tekfir hastalığının yaygınlaşmasının ana sebeplerinden birisi de, yargısız infazın ahlâk haline getirilmesidir. Yargısız infazı ahlâk edinerek birbirlerini kâfir ilan eden, birbirlerinin katlini meşru gören Müslümanlardan İslâm beridir. Bunların yaptıklarının dinde yeri yoktur.

Müslüman’ın Müslüman’a kâfirce muamele etmesi, Müslüman’ı Müslümanlığından eder. Tarihte ve bugün, İslâm ümmeti içerisinde en büyük fitnelerden birisi, hiç şüphesiz Müslüman’ı dışlayıcı, ötekileştirici, hatta İslâm dairesinin dışına iterek tekfir edici bakış açılarıdır. Bu nevi sapık cereyanların ortaya çıkışının birçok gerekçesi gösterilebilirse de en önemli sebeplerinden birisi, sahih bir ilim anlayışının ve metodolojisinin içinde yetişmiş, yeterli sayıda âlim ve ârifimizin olmayışıdır. Ya da böyle âlimlerimizin halkı yeterince bilgilendirmemesi, irşad ve terbiyeden geri durmalarıdır. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:

“Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler var. Kişi o fitnelerde mü’min olarak sabaha erer, akşama kâfir olur; mü’min olarak akşama erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır. Yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine girerlerse Hz. Adem’in iki oğlundan hayırlısı olsun (ölen olsun, öldüren değil).”(3)

“Şiddetli bir şekilde yaklaşan fitne sebebiyle vay insanların haline. İnsanlar mü’min olarak sabahlar da akşam kâfir oluverirler. İnsanlar dinlerini küçük dünya menfaati karşılığı değiştiriverirler. İşte öyle zamanda dinlerinde sabit kalabilenler ellerinde kor ateşi tutanlar gibidir.”(4)

“İlerde bir fitne olacak. O fitne içinde kişi mümin olarak sabahlayacak, kâfir olarak akşamlayabilecek. Ancak Allah’ın ilimle kalbini dirilttiği kimseler hariç.” (5)

Müşrik asrın ve İslâm’sız kalmış günlerin beraberinde getirdikleri tereddütlerden, şek ve şüphelerinden Müslüman ancak iman ve ilim ile kurtulabilir. Tabii ki ilim de ancak amel ile fayda sağlar. Bu nedenle diyoruz ki; Müslüman’ın Müslüman’a muamelesi hissi değil ilmidir. Müslümanlar dinde hissilikten ilmiliğe geçmedikleri müddetçe birbirlerini tekfir etmekten, birbirlerini kâfirlerin kucağına itmekten geri durmazlar.

Duat olması gerekirken Kudat olanlar, Tebliğci olması gerekirken ümmet Kadılığına kalkışanlar, Müslüman olmanın hududunu aşanlardır. Dini kendisi gibi anlayıp yorumlamadığı için başkasına hayat hakkı tanımamak ve kendisini hakem koltuğuna oturtarak başkalarının mü’min olup olmadığına karar verme hakkını kendinde bulmak, en hafif ifadesiyle haddini bilmemektir, câhil cesaretidir. Tekfirciliğin sermayesi, cahilin cesaretidir.

Cehaletin saadet kabul edildiği bir yerde Müslümanları tekfir etmek cinayettir. Rabbimiz, kulları üzerinde bu nevi tasarrufta bulunma girişimlerini doğru bulmamış ve Müslümanların bu konuda hassas davranmalarını istemiştir. Bu nevi yanlışların, çoğu zaman dünyevî menfaatler uğruna yapıldığına da dikkat çekmiştir:

“Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu (müslüman oldunuz). Onun için iyice araştırın. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”(6)

Bu âyet-i kerime, Müslüman’a Müslüman’ın kıymetini hatırlatıyor. Dünyayı dine tercih edenler, hem kendilerini ve hem başka Müslümanları dinden ederler. Müslüman’ı fasıklıkla, münafık olmakla ve daha ötede kâfirlikle suçlamak ve bunu kesin bir bilgiye değil de zannına ve vehmine dayanarak yapmak -Rabbimiz muhafaza buyursun- insanın kendisini ateşe atmasıdır.

Her Müslüman kendi başına bir kıymettir. Müslüman’ın kıymetini bilmeyen Müslüman’ın kıymeti olmaz. Raûlüllah (sav) buyuruyor: “Allah katında dünyanın yok olması, bir mü’minin haksız yere öldürülmesinden daha hafiftir.” (7)

Bir Müslüman bir cihana bedeldir hatta ve hatta bir cihan bir Müslüman’dan ehvendir. Münkir ve müşrik bir asra düşmüşüz. Bu asırda dünyada, günde yaklaşık olarak bin Müslüman katlediliyor. Bunların % 90’nın failleri Müslümanlar... Yani her 900 Müslüman’ı Müslümanlar öldürüyor. Haydi biz alıştık, bu durumu çocuklarımıza bu hadis-i şerifin ışığında nasıl anlatacağız? Çocuklarımızın gözlerinin içine nasıl bakabileceğiz? Galiba asıl mesele bu... Gelecek nesillerimizi kanlı katillere emanet ediyoruz.

Müslümanlar birbirlerini ümmet zemininde tamamlayan kimselerdir. Onların hayatlarında ayrılığın ve gayriliğin yeri olmaz. Mü’minler kardeşlikte ve dostlukta tıpkı aksamı birbirine geçmiş mükemmel ve sapasağlam bir bina gibidirler veya bütün unsurları ve zerreleriyle birbirine bağlı bir vücud gibidirler. Bir vücudun herhangi bir azası rahatsız olduğunda nasıl ki bütün bir vücut aynı rahatsızlığı, aynı acıyı duyarsa, bir tek mü’minin -dünyanın ta öbür ucunda bile olsa- çektiği acıyı, duyduğu ızdırabı diğer mü’min kardeşleri derinden hisseder. Mü’minlerin bu denli birbirlerine bağlı olduklarını Peygamber (s.a.v) şöyle ifade etmektedir. “Mü’minin mü’mine bağlılığı, parçaları birbirini bütünleyen bir bina gibidir.”

Hadisi rivâyet eden Ebû Musa El-Eş’arî’nin bunu tarif için parmaklarını birbirine geçirdiği zikredilmektedir: ”Mü’minleri kendi aralarındaki merhametleşmelerinde, sevişmelerinde, yardımlaşmalarında bir vücut gibi görürsün. Ki vücudun bir organı ağrırsa, vücudunun kalan kısmı uykusuzluk ve humma ile o organ için birbirini çağırır.”(8)

Bir mü’minin, diğer bir mü’min kardeşine her halükârda yardımcı olması gerekmektedir. Peygamberimiz bir hadisinde, “zalim de olsa, mazlum da olsa mü’min kardeşine yardım et!” diye buyurmaktadır. Zulüm konusunda nasıl yardım edileceğini ise şu çarpıcı sözlerle dile getirmektedir: “Onu zulümden el çektirirsin. Ona yapacağın yardım işte budur.”(9)

Hz. Ali (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Müslüman’ın Müslüman üzerinde altı hakkı vardır. Karşılaştığında selam verir, davetine icabet eder, aksırdığı zaman elhamdülillah derse yerhamükâllah der, hastalandığında ziyaretini yapar,

öldüğünde cenazesinin ardından yürür, kendisi için sevdiğini kardeşi için de sever.”(10)

Müslüman’ın, Müslüman kardeşine zulmetmemesi bir temenni değil bir emirdir. Çünkü zulüm haramdır. Her haksızlık bir çeşit zulümdür. İslâm devletinin teminatı altında yaşayan zimmîler ve çeşitli din mensupları da aynı hükme tabidir. Esasen İslâm dini, her çeşit zulüm ve haksızlığın, herhangi bir insana yapılmasını caiz görmez. Ancak kendilerine ve başkalarına zulmedenlere karşı alınan tedbirler ve verilen ceza, zulüm ya da haksızlık olarak nitelendirilemez. Şirk ve küfür bir zulümdür. İslâm, insanların şirkte ve küfürde kalmalarına, şirki ve küfrü meşru göstermelerine, ya da yaymalarına müsamaha ve müsaade etmez. Böyle davrananlara karşı, Allah’ın emrettiği ve prensiplerini vaz ettiği ölçüler içinde hareket eder. Bunu yaparken adâlet kâideleri dışına çıkmaz. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:

“Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir Müslüman’dan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslüman’ın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.”(11)

İslâm, insanların can ve mal güvenliğini, ırz ve namusunun korunmasını garanti altına alır. Bu garantiler öncelikle Müslümanların kendi aralarında sağlanır. İslâm, bunlara ilâveten insanların inanç hürriyetini ve akıllarını korumayı da esas alır. Bu sebeple, canı, malı, ırzı ve namusu, dini ve aklı korumak ve bunlar uğrunda savaşmak gerekebilir. Bunlar uğrunda ölenler de şehit sayılır. Çünkü ırz, mal ve cana tecavüzün haramlığı Kitap, Sünnet  ve icmâ ile sabittir. Peygamber Efendimiz (sav) dinen geçerli sayılan bir gerekçe bulunmaksızın, üç günden fazla dargın ve küskün durmayı helâl saymamıştır. Müslümanlar hep birlikte sulhu salah için cengü cidale hazırlanan kimselerdir. Onlar muhabbet fedaileridir, onların husumete vakitleri yoktur.

Sulhu salah zemininde kalarak Müslümanların hayrına çalışmak, Müslümanların cehaletini gidermek ve Müslümanların din ve dünya işlerini Allah’ın muradına göre düzene koyma imkânına kavuşmaları için çalışmak, Müslüman’ın Müslüman’a Müslüman’ca muamelesindendir. Müslüman’ın Müslüman’a muamelesinin mihengi, tek ümmet şuurudur. Ümmet şuuru; Müslüman’ı eksikliği, kusuru yüzünden dışlamayı değil, eksiğini, kusurunu tamamlaması için sahiplenmeyi gerektirir. Müslümanları sahiplenmeyen ve savunmayan Müslümanlardan değildir!

--------------------------------------------------------------

1 -   Sad Sûresi/ 75-79

2 -   Zümer Sûresi/17-18

3 -   Sünen-i Ebu Davud, Fiten 2, (4259, 4262); Sünen-i Tirmizî, Fiten 33

4 -   el- Müsned (Ahmed b. Hanbel) 2/ 390; Sahih-i Müslm, İman: 186; Sünen-i Tirmizî, Fiten: 30 (2196)

5 -   Ramûzu’l-Ehadis s. 299, 3722 hadis. (Tabarani Kebirden, İbn-i Mace’den, Deylemi Ebi Umame’den), en-Nevevi, Ebû Zekeriyya Yahya b. Şeref, Riyazüs-Salihin, Terc. Emre, Mehmed, İstanbul 1974, s. 99 87. hadis; Sunenu İbn-i Mace, II, 1305, 1310 (3954, 3961)

6 -   Nisâ Sûresi, 94

7 -   Sünen-i Tirmizî, Diyat: 7; Sünen-i Nesaî, Tahrîm: 2

8 -   bk. Sahih-i Buhârî, salat, 88, Mezalim, 5; Sahih-i Müslim, Birr, 65; Sünen-i Tirmizî, birr, 18; Sünen-i Nesâî, zekat, 67

 9 -   Sahih-i Buhârî, Mezalim, 4; Sahih-i Müslim, birr, 62

10 -   Sünen-i Dârimî, İstizan: 5; Sünen-i İbn Mâce, Cenaiz: 43

11 -    Sahih-i Buhârî, Mezâlim 3; Sahih-i Müslim, Birr 58

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
8
Ölüm Kıyamet Ahiret / Ölüm Hadisesi ve Mümin’in Tutumu
« Son İleti Gönderen: KOYLU Dün, 08:42:28 ÖS »


Ölüm Hadisesi ve Mümin’in Tutumu

Tarih boyunca değişmeyen sünnetûllah şudur: Her insan, kendisine tayin edilmiş olan imtihan süresinin bitiminde muhakkak ölümü tadacaktır. Kaldı ki her canlı ölür, her yeni eskir, her taze bayatlar ve her sağlam zaman içinde çürür. Rabbimizin dünya hayatı için değişmeyen takdiri budur. Hak-bâtıl mücadelesinin ilk insanın yeryüzüne gönderilmesiyle başlaması gibi, meydana gelen olaylara bakış ve yorumlama tarzında da hak ve bâtıl taifenin fikirleri birbirine taban tabana zıttır. Ehl-i kitabın ölümle ilgili yaydığı değişik hurafeler, zaman içerisinde müslümanları da etkisi altına almıştır. Hatta ta’ziyeleri bile farklıdır. Bizlerin ölüm hâdisesi karşısında birbirimize teselli ve taziyelerimizde takınacağımız tavrımız da Rabbimizin bizden istediği şekilde davranmak olmalıdır. İthal taziye şekillerine ihtiyacımız yoktur.

Ölüm Hadisesi ve Mümin’in Tutumu

ALLAHU Teâlâ’ya ve ahiret gününe iman etmiş müminler olarak Rabbimizin yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de bildirmiş olduğu “ölüm” hadisesine kuşkusuz bir şekilde inanırız. Nasıl inanmayalım ki, her gün ve her an çevremizdeki bazı kimselerin bu dünya yaşamının bitmesi anlamına gelen ölümleriyle karşılaşıyor, adeta yaşam ve ölüm hâdiseleriyle iç içe yaşıyoruz. Aslında “adeta” demek bile abes kalır, çünkü, gerçekten yaşam ve ölümün iç içe olduğu bir hayat yaşamaktayız.

İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’den (as) beri her doğan insan, kendisine tayin edilmiş olan imtihan süresinin bitiminde ölmüştür. Bu meyanda “her canlı, ölmek üzere dünyaya gelir” diyen hikmet ehli kimseler, hakikati ifade etmişlerdir. Her canlı ölür, her yeni eskir, her taze bayatlar ve her sağlam çürür. Rabbimizin bu dünya hayatı için değişmeyen sünneti (sünnetûllah) budur.

Hak-bâtıl mücadelesinin ilk insanın yeryüzüne gönderilmesiyle başlaması gibi, meydana gelen olaylara bakış ve yorumlama tarzında da hak ve bâtıl taifenin fikirleri birbirine taban tabana zıttır. Tarih boyunca insanların hidâyeti için gönderilmiş olan tüm peygamberlerin (salât ve selâm hepsinin üzerine olsun), insanlara olan davet ve uyarılarının temel taşları “Yaratan bir Rabb’in olması” ve “ölümden sonra başlayacak olan ikinci bir hayatla insanoğlunun dünyada yaptıklarından ötürü hesaba çekilmesi ve buna göre mükâfat veya ceza alması” konularıdır. Rasullerin getirmiş oldukları bu davet karşısında bir iman eden “mümin taife” ve bir de elçileri yalanlayıp “ölümün mutlak yok oluş olduğuna inanan kâfir taife” vardır. Ölüm hadisesinin bu iki düşünce doğrultusunda değerlendirilmesiyle ortaya iki bakış açısı çıkmaktadır: 1. Mümin bakışı 2. Kâfir bakışı. Hz. Âdem’den (as) bu yana gelmiş olan tüm insanlar bu iki düşünce doğrultusunda ikiye ayrılmışlardır.

Mümin Zümrenin İnanç Yapısı

Mümin taifenin ölüm hakkındaki düşüncesine göre dünyaya gönderilmiş olan insanlar, Allahu Teâlâ’ya kulluk etmek üzere dünyada bulunmaktadırlar ve burada imtihana tabi tutulmaktadırlar. Belirlenmiş olan eceller bitip, ölüm vakası cereyan edince insanlar hesap vermek üzere Allahu Teâlâ’nın huzuruna çıkarılacaklardır. Buradaki hesaptan sonra cennet nimeti veya cehennem azâbı ile karşılık göreceklerdir.

“Kim zerre kadar iyilik yaparsa karşılığını görecektir, kim de zerre kadar kötülük yaparsa karşılığını görecektir.”(1)

“Ayetlerimizi inkâr edip yalanlayanlar işte onlar cehennem halkıdırlar. Orada sonsuza kadar kalacaklardır.”(2)

“İman edip salih amel işleyenlere, muhakkak onlar için altından ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele.”(3)

Mümin taife temel olarak bu inanç doğrultusunda hareket eder.

İnkârcı (Kâfir) Zümrenin İnanç Yapısı

Kâfir taifeye göre ise ölüm, mutlak bir yok oluştur. Ancak bu dünya hayatı vardır, ölüp yok olan kişiler tekrar diril(til)emezler. Başka bir hayatın olması hakkında bunu doğrulayacak hiçbir kanıt yoktur. Öyle ya, diğer taraftan bu tarafa gelen bir kimse var mıdır?

“Dediler ki: Ancak (bu) dünya hayatımız vardır, (burada) ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helak (yok) eder. Onların bu konu üzerine bir ilmi (bilgisi) de yoktur ve onlar ancak zannediyorlar.”(4)

Bu âyet-i kerime ile bu fikirdeki inkârcıların düşünce yapısı bildirilmiştir. Diğer bir âyet-i kerimede ise müşriklerin Peygamber’e (sav) karşı inkârlarına dair ileri sürdükleri görüş şöyle bildiriliyor:

“Ve kendi yaratılışını unutup bize bir misâl getirdi. Dedi ki: Çürümüş kemikleri kim diriltecek?”(5)

Ölümden sonraki hayatı inkar edenlerin içerisinde mutlak yok oluş fikrine sahip olanların yanında bir de ruhun başka canlılara geçmesi (reenkarnasyon) fikrine sahip olanlar da bulunmaktadır. Bu zümrenin de düşünce yapısı; ölmüş kişilerin ruhlarının ölmediği başka bir canlının bedenine girerek (velev bir hayvan bedeni de olsa) yaşamlarını sürdürdükleridir. Onlara göre bu şekilde sürüp giden bir döngü devam etmektedir.

Burada özellikle vurgulayıp üzerinde duracağımız konu ölüm hadisesine müminin/müslümanın bakışıyla ilgili olacaktır. Çünkü Allahu Teâlâ’ya sonsuz hamd ve şükürler olsun ki bizlere hidayet etti ve kendisine teslim olanlardan kıldı.

Kendilerine kitap indirilmiş son taife olarak biz müslümanlar Rabbimizin bize indirmiş olduğu kitabın ve göndermiş olduğu elçisinin bildirmiş oldukları doğrultusunda inanır ve yaşarız.

“Her nefis (canlı) ölümü tadacaktır, sonra da bize döndürüleceksiniz.”(6)

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizleri hayır ve şerle deneyerek imtihan edeceğiz. Ve bize döndürüleceksiniz.”(7)

“Her nefis ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı ancak size kıyamet gününde (tastamam) verilecektir.”(8)

Kur’ân-ı Kerim’de bildirilen bu üç âyet-i kerimedeki hakikatler doğrultusunda bizler dünyadaki yaşamın bir imtihan, ölümün ise Allahu Teâlâ’nın huzuruna hesaba çekilmek üzere çıkarılma için dünya hayatının sonlanması olduğuna, bu hesaba göre de insanların ya cennet nimetleri kazanacağına ya da cehennem azâbına çarptırılacağına inanırız. Bu meyanda ölüm, bize göre “bir yok oluş” değil, sadece bir mekândan başka bir mekâna geçiş anlamını taşır.

Diğer Ehl-i Kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlar da aynı inanca sahip olmakla birlikte, dinlerini tahrif etmeleri sonucu, ölüm gerçeğiyle ilgili konuları da tahrif etmiş ve sapkın fikirlere dalmışlardır.

“Dediler ki: Yahudi veya Hıristiyan olandan başkası cennete giremeyecektir. Bu, onların kuruntularıdır. De ki: Eğer doğru sözlüler iseniz haydi delilinizi getirin.”(9)

“Yahudi ve Hıristiyan’lar dediler ki: Bizler Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz.”(10)

“Bu, onların ‘sayılı günler dışında bize azap dokunmayacaktır’ demelerindendir. Dinleri hakkında yaptıkları bu iftiralar kendilerini aldatmıştır.”(11)

Âyet-i kerimeler bizlere Yahudi ve Hıristiyan’ların ölüm ve ötesi hakkındaki düşüncelerini haber vermektedir. Bu düşünceleri doğrultusunda içlerinden ölenlerin semaya çıktığını, Allahu Teâlâ’nın oğulları (hâşâ) ve sevgilileri oldukları için onları yanına aldığını, ölmeleriyle beraber nimetlerle tanıştıklarını ve bu ölmüş bulunan kişilerin yukarıdan, yerde yaşayan yakınlarını seyrettikleri gibi fikirler iddia etmişler/etmektedirler. Yaşadığımız zamanda da tablonun aynen bu minval üzere olduğu hepimizin malûmudur.

Ebu Said el-Hudri’den (ra): Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz. Onlar keler deliğine girecek olsalar siz de onları takip edeceksiniz”

Bunun üzerine bizler (sahabiler) sorduk: Ya Rasulallah! (İzlerini takip edeceklerimiz) Yahudiler ve Hıristiyanlar mıdır?

Şöyle buyurdu: “Ya başka kimler olacak?”(12)

Rasulullah’ın (sav) bildirdiği üzere Müslümanlar da türlü düşünce ve hareketlerde Yahudi ve Hıristiyanları takip etmiş/etmektedirler. Bunlardan en önemlisi olarak sayabileceğimiz düşünce yapısı; “Müslüman’ım” demekle başka hiçbir şey yapmadan, cennete girileceğine, cennetteki yerinin hazır olduğuna inanılmasıdır. Yaşadığımız topraklarda büyük bir çoğunluk böyle bir düşünceyle “temiz kalpleri” ile kendilerini aldatıp durmaktadırlar. Ancak biz konumuz gereği bu mevzuya değil, “ölüm” hakkındaki fikirlerde Ehl-i Kitabı nasıl takip ettiğimize değineceğiz.

Üzülerek söylemek gerekir, ki müslümanlar olarak ölüm hakkındaki düşüncelerde de Yahudi ve Hıristiyanların izini takip etmekteyiz. Söylenmekte ve öyle olduğuna inanılmakta olan bazı sözlerle karşılaşmaktayız. Televizyon ekranlarında bilinçli/bilinçsiz bir şekilde kullanılan ve millete empoze edilen bir takım sözleri, halk da alıp, üzerinde kafa yormadan hayatına uygulamaktadır. Hâlbuki aşağıda vereceğimiz birkaç misâlden, bazıları insanın inancını tehlikeli noktalara götürme özelliğine hâizdir. Bu tehlikeye dikkat çekmek ve uyarma noktasında en fazla duymaya başladığımız cümleleri aktaracağız:

1. Allah onu çok sevdiği için yanına aldı: Duyduklarımızın başında gelen söylem budur. Özellikle ölen kimsenin genç olması halinde, taziye için gelmiş olan kişiler ölenin sahiplerine bu sözü söyleyip onları rahatlatmayı istemektedirler. Ölenin sahipleri de yine kendi çocuklarına, yakınlarına bu sözü söylemekte ve ölen kişinin çok iyi bir insan olduğunu, Allahu Teâlâ’nın onu çok sevdiğini anlatmaya çalışmaktadırlar. Bu sözü objektif bir bakış açısıyla tahlil ettiğimizde, “eğer Allah (cc) bu kişiyi sevdiği için erkenden yanına almışsa, demek ki geride kalan yaşlıları çok da fazla sevmiyor” gibi bir önerme çıkar. Bu da farklı ve sapkın fikirlere dalmamızla sonuçlanır. Hâlbuki bizler, ecellerin Allahu Teâlâ tarafından belirlenmiş olduğuna, ecel geldiği zaman, bir saniye bile olsun, ne öne alınabileceği ne de geri bırakılabileceğinin mümkün olmadığına inanmaktayız. Genç veya yaşlı bir halde ölmek Allahu Teâlâ’nın bir kimseyi sevmesinin sebebi değildir. Rabbimizin rızası kendisine ihlâslı bir kul olmak, emir ve nehiylerine uygun bir hayat yaşamakla mümkündür. Allahu Teâlâ katında hayırlı ve hayırsız insanı şu hadisi şeriften öğrenmekteyiz:

Hz. Ebu Bekre (ra) anlatıyor: Rasulullah’a (sav) ‘hangi insan daha hayırlıdır’ diye sorulmuştu. “Ömrü uzun, ameli de güzel olandır” buyurdu. Öyleyse ‘insanların en kötüsü kimdir’ diye soruldu. “Ömrü uzun, ameli kötü olandır” buyurdu.(13)

Müslümanlar olarak bizler ecellerin takdir edilmiş olduğuna, Allahu Teâlâ’nın rızasına nâil olmanın da emir ve yasaklarına uymaya bağlı olduğuna iman ederiz. Bu sebeple özellikle erken yaşta meydana gelen ölüm olayları üzerine böyle bir sözün söylenmesi İslam’da yeri olan bir tutum değildir.

2. Allah baba (hâşâ), onu yanına aldı: Anne veya babasının ölmesi üzerine geride kalan küçük çocuklarına (güya) onların anlayacağı bir tarzda izah etme adına bu türden cümleler kurulmaktadır. Her şeyi bırakalım, bir defa Allahu Teâlâ hakkında “baba” kelimesini kullanmak, dinimizin temel akide esaslarına terstir ve insanı (bilinçli söylendiğinde) küfre götürür. Bir çocuğa ölmüş olan anne veya babasının ölümünü İslam’a göre anlatacak pek çok yöntem bulunmaktadır. Allah hakkında “baba” dediğinizi anlayacak olan bir çocuk, İslami kurallar doğrultusunda uygun bir şekilde kendisine anlatılacak olan “ölüm” hadisesini de anlayacaktır. Bu sebeple söylediğimiz sözü kulağımız duymalıdır. Allahu Teâlâ’nın ölen kişiyi yanına alması ise sözün diğer bir sakıncalı yönüdür. Kuran ve sünnet bizlere böyle bir durumu bildirmemiştir. Dinimizde olmayan bir şeyi Rabbimize isnat ederek söylemek ise Allahu Teâlâ’ya iftira atmaktır, bunun da bilinmesi elzemdir.

3. O şimdi bir melek: Çoğunlukla küçük çocukların ölümü üzerine kullanılan bir tabir. Bazan da çocuğa, ölen annesinin durumu bu kelimelerle ifade edilmektedir. Akidemiz gereği malum olduğu üzere melekler nurdan, insanlar ise topraktan yaratılmışlardır. İnsan iradeye sahip olup bir şeyi yapıp/yapmama hüviyetine hâiz iken, melekler emrolunduklarını derhal yerine getiren ve asla asi olmayan varlıklardır. Ölmüş olan çocuk/anne sonuç olarak bir insanoğludur ve topraktan yaratılmıştır. Ölmüş olan bir insanın bir meleğe dönüştüğünü iddia etmek ise sakat bir düşünce olup, dinimizin asli kaidelerinde asla yeri yoktur.

4. Şimdi bulutlardan bizi izlemekte: Bir diğer kullanılan tabir de budur. Ölen kişi (zaten) cennetlik olduğu için! Gökteki yerini almış ve oradan kendi çoluk çocuğunu izlemektedir. Ölen kişinin gökte bulunuyor olması bir sorun, oradan yakınlarını izlemesi ise diğer bir sorundur. Bunu İslam’a dayandırmak asla mümkün değildir. Diğer sayılanlar gibi bu düşüncenin de İslam’a göre izah edilebilir bir tarafı yoktur.

Bu türden sözleri çevremizden duyup da sessiz kalmamız mümkün değildir.

Konuştuğumuz/dinlediğimiz sözleri İslam terazisinden geçirip öyle değerlendirmemiz gereklidir. Müslüman, Allahu Teâlâ’ya teslim olmuş, tüm söz ve hareketlerinde Rabbinin belirlemiş olduğu kurallara göre hareket eden/etmesi gereken kişidir. Allahu Teâlâ mümin taifeye başlarına gelen musibetler karşısında nasıl davranacaklarını/davranmaları gerektiğini de âyet-i kerime ile bildirmiştir:

“Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, ‘Muhakkak bizler Allah’tan geldik ve tekrar O’na döneceğiz’ derler.”(14)

Bizlerin ölüm hâdisesi karşısında birbirimize teselli ve taziyelerimizde takınacağımız tavrımız da Rabbimizin bizden istediği şekilde davranmak olmalıdır. İthal taziye şekillerine ihtiyacımız yoktur.

Birkaç örneğini vermiş olduğumuz türden söz ve hareketlerin ve benzerlerinin bir müslümandan sadır olması mümkün değildir, çünkü inanç esaslarında bu türden fikirler bulunmamaktadır. Yukarıda da değindiğimiz gibi bu tip inançlar Yahudi ve Hıristiyan’lara ait fikirlerle birebir aynıdır. Daha önceki Ehl-i Kitab’ı izleyeceğimizi bizlere bildirmiş olan Rasulullah’ın (sav) hadisi bu konuda da gerçekleşmektedir. Bu sebeple İslami inanç esaslarını öğrenmeye ve çocuklarımıza öğretmeye şiddetle ihtiyacımız vardır. Aksi takdirde iyi bir şey yaptığımız zannıyla Yahudi ve Hıristiyanlara ait düşüncelerle inanç dünyamızı bozarız da haberimiz olmaz.

-----------------------------------------------------------------

(1)   (Zilzal: 7-8)

(2)   (Bakara: 39)

(3)   (Bakara: 25)

(4)   (Casiye: 24)

(5)   (Yasin: 78)

(6)   (Ankebut: 57)

(7)   (Enbiya: 35)

(8)   (Ali İmran: 185)

(9)   (Bakara: 111)

(10)   (Maide: 18)

(11)   (Ali İmran: 24)

(12)   (Buhari Enbiya: 50, Müslim İlim:6)

(13)   (Tirmizi-Zühd 22, (2331)

(14)   (Bakara: 156)

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
9


Kaza ve Kadere İmanın Keyfiyeti Üzerine Notlar

Son yıllarda bazı ilâhîyat profesörlerinin ve tufeylî aydınların; “Kaza ve kaderle ilgili olan hadisler sahih olmakla beraber, haber-i vahid vasfına haizdirler. Sahih olmaları, sadece zannî bir bilgiyi ortaya çıkarır. Zannî deliller ise, itikadî konularda delil olarak kullanılamaz” iddiasını ortaya attıkları malûmdur. Bu iddiaların ilmi bir değeri yoktur. Zira meşhûr ve mütevatir hadislerin delâlet ettiği mana, hükmü kesinlik ifade eden âyet-i kerimeler ile te’kid edilmiştir. Yeryüzündeki Her şeyin Allah’ın (cc) ezelde takdîr ve tayin ettiği kurallara ve ilâhî ölçüye uygun olarak yaratıldığına imân etmek farzdır. İslâmî literatürde bu keyfiyetin, “Kaza ve Kadere İman” şeklinde ifade edildiği malûmdur. Ehl-i Sünnet ulemâsına göre; Allah’a (cc) ve O’nun ilim, İrâde, kudret ve Tekvîn sıfatlarına imân etmek, “kaza ve kadere imânı” beraberinde getiren bir keyfiyete hâizdir. Kaza ve kaderi inkâr eden kimse müslüman olamaz.

Kaza ve Kadere İmanın

Keyfiyeti Üzerine Notlar

SON yıllarda bazı ilâhîyat profesörlerinin ve tufeylî aydınların; “Kaza ve kaderle ilgili olan hadisler sahih olmakla beraber, haber-i vahid hükmündedirler. Sahih olmaları, sadece zannî bir bilgiyi ortaya çıkarır. Zannî deliller akâid ve imân konularında delil olarak kullanılamaz” iddiasını ortaya attıkları malûmdur. Bu iddiaların ilmi bir değeri var mıdır?

Kaza ve kadere imânın keyfiyeti üzerinde kısaca durmakta fayda vardır. Yeryüzündeki Her şeyin Allah’ın (cc) ezelde takdîr ve tayin ettiği kurallara ve ilâhî ölçüye uygun olarak yaratıldığına imân etmek farzdır. İslâmî literatürde bu keyfiyetin, “Kaza ve Kadere İman” şeklinde ifade edildiği malûmdur. Bu iki kelime, birbirinin mütemmim cüzü ve tamamlayıcısıdır. Bazı hadis-i şeriflerde, “Kadere İman, ” veya “Hayrı ile Şerri ile Kadere İman” şeklinde ifade edilmişse de çoğu zaman bir arada kullanılmıştır. Ehl-i Sünnet ulemâsına göre; Allah’a (cc) ve O’nun ilim, İrâde, kudret ve Tekvîn sıfatlarına imân etmek, “kaza ve kadere imânı” beraberinde getiren bir keyfiyete hâizdir. Çünkü lügat ve ıstılah manalarını açıklayınca anlaşılacağı gibi kader kavramı, Hak Teâlâ’nın (cc) “İlim” ve “İrâde” sıfatlarına, kaza ise “Kudret” ve “Tekvîn” sıfatlarına imânı zarûrî kılar. Yani bu sıfatlara inanmanın zarûrî neticesi budur. Bu kısa izâhtan sonra, kader ve kaza kelimelerinin lügat ve ıstılâhi anlamları üzerinde duralım.

Arapça “Ka-de-re” kökünden gelen kader; Lugâtta; “ölçü, belirlenen miktar, bir şeyi belirli bir düzene göre yapmak, onu takdîr ederek tayin ve tahsis etmek” gibi keyfiyetleri ifade eder. Lugât ûlemasından Rağıb el-İsfehanî ‘El Müfredât’ isimli eserinde, “kader ve takdîr” kavramlarının, bir şeyin miktarını ve sınırını belirlemek anlamında kullanıldığını belirtmiştir. Yani kader; herhangi bir şeyin mahiyetini gösteren ve sınırlayan bir ölçüdür.
(1)

Yeryüzünde bulunan her varlık, ilâhî bir ölçüye bağlı olarak ezelde takdîr ve tayin edilmiştir. Mesela: Buğday tohumu veya hurma çekirdeği kendilerine özgü öyle bir ölçü ve belirli özelliklerle takdîr ve tayin edilmiştir ki birincisinden yalnız buğday, diğerinden yalnız hurma ağacı yetişir, başka bir şey yetişmez. Her nebatın, her ağacın veya bütün hayvanların tohumu da öyledir. O halde kader; bu âlemin ve ondaki bütün varlıkların ilâhî hikmete göre yaratılmasında ve varlığının devamında esas olan, ilâhî bir kanundur. Kader kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de “masdar” ve “fiil” olarak kullanılmıştır. “Şüphesiz biz, her şeyi (n mahiyetini) belirli bir ölçüye (kadere, ilâhi takdîre) göre yarattık” (el-Kamer, 54/49) âyetinde mastar; “... (Allah) herşeyi yaratmış ve her birisine belirli bir nizâm vererek onun kaderini takdîr ve tayin etmiştir” (el-Furkan, 25/2) âyetinde de fiil olarak kullanılmıştır. Dolayısıylâ “yaratılacak şeylerin bütün özelliklerini, yerini ve zamanını hak veya bâtıl, hayır veya şer, sevap veya ikâb olacağını ezelde tayin ve tespit edilmesi” ilâhi takdîrle (kaderle) ilgilidir.

Kaza kelimesine gelince: “Bir şeyin sonunu tesbit etmek ve hükme bağlamak” manasını ifade eden kaza kelimesi, bir değil, birden fazla anlamı olan bir kelimedir. Bir şeyin sözle veya hareketle tamamlanmasına, fiillerin zamanında yaratılmasına kaza denilir. Kaza kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de “mastar” olarak değil, “fiil”, “fâil” ve “mef’ûl” olarak kullanılmıştır (Fussilet 41/ 2, Tâhâ, 20/72 Meryem, 19/21) Muhkem nasslarda yerine göre; “emir, hüküm, ilan, beyan” ve özellikle de “yaratma” manalarında kullanılmıştır.

Meselâ: ‘Rabb’in, yalnız kendisine ibadet etmenizi kaza etti/emretti (öyle hükmetti). ” (El İsrâ Sûresi: 23) Kaza kelimesi “emir ve hüküm” manasınadır. Bir şeyin bütün unsurlarıyla tamamlanmasını ifade için de kullanılmıştır. “Bunun üzerine onları (Allah) yedi gök olmak üzere iki günde yarattı (kaza etti)” (Fussilet Sûresi: 12) âyetinde kaza, yaratmak (halk etmek) anlamına kullanılmıştır. Bu âyette geçen “Kadâhunne” kelimesi, Allahu Teâlâ’nın (cc) onları ezeli olan ilmi ve sonsuz hikmeti ile yaratmış olduğunu ifade etmektedir. Netice olarak kaza kelimesi; “herhangi bir şeyi yaratmak, sona erdirmek veya varlığını tamamlamak” anlamına ise de, bu mana, bağlamına göre değişebilmektedir. (2)

Kaza ve Kader kelimelerinin ıstılâhî manalarının, itikâdî keyfiyete haiz olduğu ‘İcma-i Ümmetle’ sabit olan bir hakikattir. Ehl-i Sünnet ulemâsına göre kader; “Allah Teâlâ’nın, ezelden ebede kadar olmuş veya olacak şeylerin zamanını, mekânını, sıfatlarını ve her türlü özelliklerini bilmesi, ezelde o şekilde takdîr ve tahdid etmesidir. ” Bu tarife göre kader, Hak Teâlâ’nın (cc) “İlim” ve “İrâde” sıfatlarına bağlı olup, bu ilâhî sıfatlara ve taalluklarına imân, kadere imânı da gerektirmektedir. Kaza ise; “Allah’ın (cc) ezelde İrâde ve takdîr etmiş olduğu şeyleri, zamanı gelince yaratmasıdır.” Dolayısıyla kader, kazadan daha genel olup, taalluk ettiği alan daha geniştir. Çünkü kader, bu kâinatı idare eden ilâhî kanun ve ilâhî ölçü, kaza ise, bu kanuna uygun olarak tenfizdir, yani aynen uygulamaktır. Allah (c. c) her şeyi bir sebebe ve hikmete mebni olarak takdîr etmiştir. Kadere böyle inanılması gerekir.

Allah (c. c) her şeyi meydana gelmeden önce ezelî ilmi ile bilip, onların vasıf ve özelliklerini, yerini ve zamanını takdîr ve tespit ederek ‘Levh-i Mahfûz’da bulunan kitaba yazmıştır. Bu hakikat, muhkem nasslarla haber verilmiştir: “(Gerek) yeryüzünde ve (gerek) kendi nefislerinizde herhangi bir musibet gelmemiştir ki, bu bizim onu yaratmamızdan önce kitapta (yazılmış) olmasın. Şüphesiz ki bu Allah’a göre kolaydır” (El Hadid Sûresi/22). “De ki; Allah’ın bizim için yazdığından başka bir şey bize isabet etmez” (Et Tevbe Suresi: 51). Allah’ın kazası, “Levh-i Mahfûz” da yazılı olan kaderine uygun olarak tecelli eder. Kadere imânı inkâr etmek, Allah’ın (cc) sabit olan zâtî ve subûtî sıfatlarını inkâr etmeyi beraberinde getirir. Dolayısıyla kaza ve kadere imân, dinde inanılması zarûrî olan hükümlerden birisidir. İmam-ı Buhâri’nin ve İmam-ı Müslim’in” Es Sahih” adını verdikleri eserlerinde zikredilen (Bakınız ‘Kitâbu’l İman’ ve ‘Kitâbu’l-Kader’ babları) Hz. İbn-i Ömer’in (r. a) Peygamberimiz Efendimiz’den (s.a.s) naklettiği meşhur “Cibril Hadisi”nde, “Kadere imân” imân esaslarının zarûrî bir parçası olarak beyan edilmiştir. Rivâyete göre; bir gün Peygamber (s.a.s) ashabıyla mescidde otururken, insan suretinde gelen Cebrail (a. s), ‘İman, İslâm ve İhsan’ın manasını’ Hz. Peygamber’e (s.a.s) sormuş ve her sualin sonunda, “Sadakte” diyerek doğruluğunu tasdik etmiştir.

“İman nedir?” sorusuna Rasulullah (s.a.s): “İman; Allah’a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine ve Ahiret gününe inanmaktır, (ayrıca) hayrı ve şerri ile kadere imân etmektir” buyurmuşlardır.(3)

Halife Hz. Ali (ra)’den rivâyet edilen Hadis-i Şerif’te, inanılması zarûrî olan hükümler arasında kaza ve kadere imânın zikredildiği de malûmdur. Hadis-i şerif, meâlen şöyledir: “Kişi şu dört şeye inanmadığı müddetçe mü’min olamaz: Allah’dan başka ilâh olmadığına, Benim O’nun kulu ve Rasûlü olduğuma, bütün insanlara hakla gönderilmiş bulunduğuma şehadet etmek, ölüme ve (ölümden sonra) tekrar diriltileceğine inanmak, Kadere imân etmek”(4)

Muhaddis Aliyyü’l Kârî hadis-i şerifin başında yer alan nefyin (lâ yû’minû) kemâle değil, asla râcî olduğunu belirtmektedir. Yani bu sayılanlardan herhangi birini reddeden kimse müm’in olamaz.(5)

Bilindiği gibi meşhur ve mütevatir hadislerin delâlet ettiği mana, hükmü kesinlik ifade eden âyetlerle te’kid edilmiştir. Yukarıda meâlen zikrettiğimiz âyeti kerimelerde, her şeyin ilâhî takdîre tâbi olduğu ve Allah’ın kazası ile (emir, hüküm ve yaratma) meydana geldiğine işaret edildiğini inkâr etmek mümkün değildir.(6)

Peygamberimiz Efendimiz’in (s.a.s) tebliğ döneminin son yıllarında “kader” ile “hayır ve şer” gibi terimler etrafında bazı tartışmalar ortaya çıkmıştır. Peygamberimiz Efendimiz (sav) ashabına, kaza ve kader konusunda münâkaşa etmelerini yasaklamıştır. Hz. Ebû Hureyre’den (ra) rivâyet edilen şu hadis-i şerif, bunun delilidir: “Bir gün bazı arkadaşlarla kader meselesini tartışıyorduk. Hz. Peygamber yanımıza geldi ve bizim kader meselesini tartıştığımızı öğrendi. Öfkesinden yüzü ateş gibi kızardı ve bize; “Bununla mı emrolundunuz, yoksa ben size bunu emretmek için mi gönderildim? Sizden öncekiler dinde münâkaşa yüzünden helak oldular. Böyle münâkaşalar yapmaktan sizi menederim” buyurdu.(7)

Peygamberimiz Efendimiz (sav) kadere, hayrın da, şerrin de Allahu Teâlâ’nın (cc) takdîri ve yaratması neticesinde ortaya çıktığına inanmanın, imân esaslarından olduğunu beyan etmiştir. Kaza ve kadere imân, tevatür derecesine ulaşan haberlerle sabittir. (8)

Başta Hz. Abdullah b. Ömer (ra) olmak üzere, bazı fakih sahabelerin kaza ve kader konusunu izâha çalışmaları, inanılması zarûrî olan hükümleri hafife alan, değiştiren ve şahsi kanâatlerine göre yorumlayan bedevilerin itikadi hatalarını tashih etmekle sınırlı kalmıştır.

Kaza ve kader meselesi ile insanların ihtiyarî fiillerinin yaratılması (halkı ef âl-i ibâd) konusu, tarih boyunca tartışılmıştır. Tercih hürriyeti problemini karmaşık hâle getiren hususlardan birisi; aslında meydana gelmesi söz konusu olmayan, farazi sorulara cevap bulma arzusundan kaynaklanmıştır. Bunlardan en önemlisi şudur: “Allah bir şeyi İrâde buyururken, insan bunun aksini yapmayı arzu ederse durum ne olur?” Böyle bir soruya her müslüman, elbette “Allah’ın dilediği olur” cevabını verecektir. Ancak dikkat edilirse bu soruda; Allah (cc) ile insan, çekişen iki yarışmacı (rakip) konumunda mütalâa edilmiştir.

Halbuki böyle bir faraziye, hakikatte hiçbir şeyin karşılığı değildir. Hâşâ Allah’ın (cc), yarattığı kuluyla yarışa girmesinin anlamı var mıdır? Bu konuda ileri sürülen bir diğer farazi soru da şudur: “İnsan daha önce belirlenmiş olan kaderinde yazılı olanın aksine bir şeyi yapmak isterse, bunu yapma yetkisi var mıdır?” Muhakkakki Allah’ın (cc) ilmi herşeyi kuşatıcıdır. Zamanla ve vasıtayla sınırlı olmayan mutlak bir ilim sözkonusudur. Muteber kaynaklarda; İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin, kulların fiilleri ile kader arasındaki meseleyi izâh ederken, şu tesbitlerde bulunduğu ifade edilmiştir: ‘Kâinatta meydana gelen her şey, ilâhî takdîre (kadere) ve kazaya göre cereyan eder. Allah (cc) vukû bulacak her şeyi ezelî ilmiyle bilmiş ve ilmine göre vasfederek Levh-i Mahfûz’a yazmıştır. Bununla beraber hiç kimseyi imâna veya küfre zorlamamış, her mükellefe fiillerini kendi İrâdeleriyle gerçekleştirme imkânını tanımıştır. Bundan dolayı kişi annesinin rahminden mü’min veya kâfir (saîd veya şakî) olarak doğmaz, sadece ortak ve malûm olan bir fıtrat üzere doğar.

Mü’min iken kâfir, kâfir iken mümin olabilir. Kulların fiillerini yaratan Allah’tır, kul ise fiil yapmayı diler ve onu icrâ eder. Eğer kul fiiilerinin yaratıcısı olsaydı onları dilediği şekilde yapabilmesi ve her dilediğini gerçekleştirebilmesi gerekirdi. Fiillerini yapma gücü (istitâat) fiilden önce değil fiil anında kullara verilmiştir. Kul fiili yapma anından önce bu güce sahip olsaydı, Allah’a (cc) muhtaç olmazdı; hâlbuki Kur’ân-ı Kerim’de kulların her zaman Allah’a muhtaç oldukları bildirilmiştir (El Fâtır Sûresi: 15; Muhammed Suresi: 38). İstitâat, fiilini gerçekleştirmesinden sonra da kula verilmiş olamaz; zira bu takdîrde fiilin istitâatsız meydana gelmesi gerekir ki bu da muhâldir.’

-----------------------------------------------------------------

(1)   Ragıp El Isfahânî- El-Müfredat- İst: 1986, Sh: 403

(2)   Geniş bilgi için bakınız/ Abdülkerim El Hatib- El Kadâ ve’I-Kader, Kahire 1961, Sh: 147-151

(3)   Geniş Bilgi İçin Bk/ İbn Hacer Askalânî- Fethû’l Bârî - Bulak: 1300-1301, C: 1, Sh: 105 vd.

(4)   Sünen-i Tirmizi- İst: 1401 K. Kader: 10 (2146)

(5)   Aliyyü’l Kârî: Şerhû’ş Şifâ- İst: 1308, C: 2, Sh: 526

(6)   Geniş Bilgi İçin Bakınız/ Âlu İmrân, 3/47, en-Nisâ, 4/78, 143, el Mâide, 5/77, el-En’am, 6/86-88, et-Tevbe, 9/51, el-Hicr, 15/ 60, el-İsrâ, 17/29, Tâhâ, 20/72, Sebe, 34/18, Meryem, 19/21, Fussilet, 41/12, el-Kamer, 54/ 49, el-Hadid, 57/22)

(7)   İbn-i Arabi-Şerhû Sahihi’t Tirmizi-Kahire: 1350-1352, C: 2, Sh: 9. Ayrıca bu keyfeyeti haber veren Hadis-i Şerifler için-Bakınız: İmam-ı Mâlik- El Muvattâ- İst: 1401- K. Kader: 14; Sünen-i Tirmizi-K. Îmân: 4

(8)   Kâdi Abdülcebbâr- Şerhu Usûli’l-Hamse - Kahire 1965, Sh: 431. Ayrıca, Faruk Ahmed ed-Derühi: El-Kadâ ve’l-Kader Fi’l-İslâm, Beyrut 1986, C:3, Sh: 5-6

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
10
İslamda Hukuk ve Adalet / İnsan Hakları, Kadın-Erkek Eşitliği ve Adalet
« Son İleti Gönderen: KOYLU Dün, 08:31:26 ÖS »


İnsan Hakları, Kadın-Erkek Eşitliği ve Adalet

Cemiyet halinde yaşayan insanların itikadi, siyasi, hukuki, iktisadi ve ahlâki hükümlere ihtiyaçları vardır. Kaynağı farklı da olsa bu hükümlerin, insanlara belirli vazifeleri ve mes’ûliyetleri yüklediği malûmdur. Farklı ideolojileri savunan ve İslâm ahkâmını hafife alan kimseler, insanın ilâhlığını ön plâna çıkarmaktadırlar. İdeolojik anlamda şüphelere dayanan bâtıl din (modernizm) fitne ve fesadın yayılmasına vesile olmaktadır. İnsan hakları, kadın-erkek eşitliği veya eşitsizliği konusunda keyiflerine göre konuşan kimseler, aydınlanma felsefesine dayanan modern bâtıl dinin müntesipleridir. Onların hidâyetine vesile olabilmek için elimizden gelen gayreti sarf etmemiz gerekir. Onlar İslâm milletinin kaybolmuş çocuklarıdır. Aşağılık duygusuna kapılan ve İslâm âlimlerini suçlamak için ‘erkeksi fıkıh’ gibi tabirleri kullanan Müslümanların da tövbe etmelerinde fayda vardır.

“Üniversite öğrencileri arasında ihtilâf konusu olan, daha doğrusu tartışılan aktüel konuların başında; insan hakları ve kadın-erkek eşitliği veya eşitsizliği meselesi gelmektedir. Birleşmiş Milletler Teşkilâtı tarafından kabul eden manifestoda, ‘insanın kişiliğine bağlı olan dokunulmaz, vazgeçilmez ve başkalarına devredilmez haklarının bulunduğu’ ifade edilmektedir. Sosyalizmi ve feminizmi savunan öğrenciler; İslâm Şeriatı’nda ‘kadın-erkek eşitliğinin kabul edilmediği, mirasın taksiminde kadına erkeğin hissesinin yarısının verildiğini, iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk tutulduğunu’ ileri sürerek, çağımızda bunun kabul edilemeyeceğini söylüyorlar. (.) Onlarla meseleyi müzakere ederken ‘İslâm dininin eşitliği değil, adaleti esas aldığını, kadınların evlenirken mehir aldıklarını ve ailenin nafakasını temin etme noktasında sorumluluklarının olmadığı, bu sebeple miras hisselerinin farklı olduğunu, kadınların şahitliğinin muteber olduğunu, doğum, bekâret ve kadınlara mahsus bazı hallerde erkeklerin değil, sadece kadınların şahitliği geçerli olduğunu. Bunları gerekçe göstererek; ‘İslâm dini, bazı meselelerde erkeklerin şahitliğini kabul etmemiştir’ demenin de doğru olamayacağını’ ifade ediyoruz. (.) Aşağılık duygusuna kapılan bazı Müslüman öğrenciler ‘İslâm’da erkek ile kadın cinsi birbirine eşittir. Fakat erkek olan İslâm âlimleri; bazı âyetleri ve hadisleri yorumlayarak ‘erkeksi fıkıh’ anlayışının yayılmasına sebep olmuşlardır’ diyerek, adetâ özür dileyici bir tavır takınmaktadırlar.

İnsan hakları meselesini müzakere ederken nelere dikkat etmeliyiz? Bu meselenin modern zamanlarda ortaya çıktığını ve İslâm âlimlerinin kul hukuku ile ilgili yorumları ile insan hakları probleminin çözülemeyeceğini söylemenin hükmü nedir? Kitap ve sünnette kadınlar ile erkeklerin eşitliğinin esas alındığını, fakat erkek olan âlimlerin bunu gizlediklerini ileri sürmenin herhangi bir delili var mıdır?” diyorsunuz.

İnsan hakları meselesini müzakere ederken, on dokuzuncu yüzyıla damgasını vuran Büyük Fransız Devrimi’ni ve bu devrimin getirdiği siyaset anlayışını dikkate almamız gerekir. Zira mazi, hal ve istikbal unsurlarını dikkate almadan, ne bugünü değerlendirmek, ne de yarınını plânlamak mümkün değildir. Çünkü ‘bugün’ dediğimiz zaman dilimi, dünün bir devamı, ‘yarın’ ise içinde yaşadığımız günün varisidir. Büyük Fransız Devrimi’ni gerçekleştiren burjuva filozofları; kiliseye karşı mücadele verirken, modern teslis itikadını (yani ‘özgürlük, eşitlik ve kardeşlik’ ilkelerini) siyasetin merkezine yerleştirmiştir. Özgürlüğü esas alan liberal filozoflar ile eşitliği savunan sosyalist filozoflar, münzel kitaba dayanan bütün dinleri tebdil, tağyir ve tahkir etmek için birbirleriyle yarışmışlardır. Tanzimat ve meşrutiyet dönemi aydınlarının; bu modern teslis itikadını, ‘hürriyet, müsavat ve uhuvvet’ kavramlarıyla ifade ettikleri malûmdur. İnsan hakları ve hukuk devleti terimlerinin, on dokuzuncu yüzyılın başlarında kullanılmış olması, daha önce bu keyfiyetin dikkate alınmadığının delili değildir. Bazı hukuki metinlerde; insan hakları yerine, temel haklar ve hürriyetler kavramı tercih edilmekte ve kullanılmaktadır. BM Teşkilâtı’nın manifestosunda ve Uluslararası sözleşmelerde kullanılan terim, insan hakları terimidir. İnsan haklarının; Temel-Klasik Haklar ve İktisadi-İçtimaî Haklar şeklinde ikili tasnife tabi tutulduğunu söylemek mümkündür. Temel-Klasik Haklar; genellikle yaşama (hayat) hürriyet ve mülkiyet hakları şeklinde tasnif edilmiştir. Üniversite öğrencileri arasında; fikir plânında ‘insan hakları, kadın-erkek eşitliği veya eşitsizliği’ gibi meselelerin müzakere edilmesi mümkündür. Fakat yürürlükte olan kanunlarda yer alan hükümler, bu meselenin müzakeresinin lüzumsuz olduğunun delilidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilerek 1 Ocak 2002 tarihinde yürürlüğe giren Yeni Türk Medeni Kanunu ile “aile reisi kocadır” hükmü kaldırılmış, yerine “evlilik birliğini eşler beraber yönetirler” hükmü getirilmiştir. Eski Kanunda evlilik birliğini temsil hakkı bazı haller dışında kocaya ait iken, yeni Medeni Kanunda evlilik birliğinin temsili eşlerin her ikisine birden verilmiştir. Evin seçimini kocanın yapacağı hükmü değiştirilerek, eşlerin oturacakları evi birlikte seçecekleri hükmü getirilmiştir. Dolayısıyla medeni Kanun yeni şekliyle, ‘kadın-erkek eşitliğini esas alan, cinsiyet ayrımcılığına son veren ve kadınları aile içerisinde erkekler ile eşit kılan’ bir düzenlemedir. Zina yasağının kaldırılması, eşcinselliğin (kişinin cinsi tercihi adına) savunulması, İslâm ahkâmının hafife alınması; aile içi şiddetin ön plâna çıkmasına ve ‘kadın cinâyetlerinin’ yayılmasına vesile olmuştur. Bu genel izahtan sonra ‘İslâm âlimlerinin kul hukuku ile ilgili yorumları ile insan hakları probleminin çözülemeyeceğini söylemenin hükmü nedir?’ sualine geçebiliriz . Kur’an-ı Kerim’de ‘Hak’ kelimesinin ve türevlerinin 285 âyette yer aldığı malûmdur. Muteber fıkıh kitaplarında haklar/hukuk; Allah’ın (cc) hakları (hukûkûllah), insanların hakları (Hukûkû’l ibad) ve müşterek keyfiyete haiz olan haklar olmak üzere üçlü tasnife tabi tutulmuştur. (1)

Günümüzde adalet ile müsavat (eşitlik) kavramlarının birbirinin müradifi gibi kullanıldığı malûmdur. Hukuk önündeki eşitliğin; bütün alanlara teşmil edilmesi, lüzumsuz tartışmaların yaşanmasına (demagojiye) sebep olmaktadır. Fizyolojisi ve psikolojisi birbirinden farklı olan iki cinsin (erkek-kadın) birbiri ile kıyaslanması doğru değildir. Hatta aynı cinse mensup olan insanlar dahi fizyolojik ve psikolojik açıdan birbirinden farklıdır.

İslâm dininin temel hedeflerinden birisi; kadın-erkek eşitliğini sağlamak değil, dünya görüşü ve inancı ne olursa olsun insanların haklarını ve zaruri maslahatlarını muhafaza etmektir. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav); “Müslümanın her şeyi diğer müslümana haramdır; kanı, malı, ırzı. Bu yüzden müslüman, İslâm dininin himayesi altındadır. Bu konuda zimmet ehli (anlaşmalı gayri müslim) olanlar da müslüman gibidir”(2) buyurduğu malûmdur.

İnsanların haklarını, vazifelerini ve sorumluluklarını haber veren Kur’an-ı Kerim, insanlar için bir hidâyet rehberidir. Müslüman olan mükellefin, Kur’an-ı Kerim’in hükümleri karşısındaki tavrı “İşittim ve itaat ettim” sözü ile sınırlıdır. İmam-ı Şafii (rh. a) Kur’an-ı Kerim’in keyfiyetini izah etmiş ve şu tesbitte bulunmuştur: ‘Şanı yüce olan Allah’ın (cc) kitabında ne varsa; hepsi bizim için rahmet ve hüccettir. Bunu gerçek ilim sahipleri anlar.

Cahiller ise cehli sebebiyle anlamaz. Bilmek istemeyenlere gelince, onlar idrak edemezler”(3)

Bütün peygamberler insanları; tevhide, ihlâsla Allah’a (cc) ibadete ve adalete riâyet etmeye davet etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’de; “Andolsun ki biz peygamberimizi beyyinâtla gönderdik ve insanların adaleti ayakta tutmaları için beraberinde kitabı ve mizanı da indirdik” (El Hadid Sûresi: 25) hükmü beyan buyurulmuştur. Adaletin ayakta tutulabilmesinden maksad, Allah’ın (cc) indirdiği hükümlerle amel edilmesidir. Mizan’dan murad; muamelelerde alış-verişte ölçü ve adalet terazisidir. Kitaba bağlı olarak zikredilmiştir. İslâm fıkhının uygulandığı, beldelere “Darû’l İslâm” vasfı verildiği gibi “Darû’l Adl” (adalet ülkesi) vasfı da verilmiştir. (4)

Darû’l İslâm’da dünya görüşü, cinsiyeti, rengi, dili ve inancı ne olursa olsun, her insanın haklarının muhafaza edilmesi farzdır. Bu noktada ‘hak’ kelimesi üzerinde de kısaca duralım. Arapça olan hak kelimesi “hakkında şüphe bulunmayan şey, yâkin, sabit, hisse ve fasıl” gibi manâlara gelir. Bazı fıkıh usûlü âlimleri:”Her bakımdan sabit ve şüphesiz bir mahiyette mevcut olana hak denir”(5) tarifini esas almışlardır. Hakkın iki unsuru vardır: Birincisi:

kesin olarak sabit olmaktır. İkincisi: gerekli olduğunun (vücûbunun) yakinen bilinmesidir.

Darû’l İslâm’da; zimmet ehli olan bir Gayr-i Müslimin, Devlet Başkanı (Mü’minlerin emiri) makamında bulunan kimseyi mahkemeye vermesi mümkündür. Bu hukuku bir tez değil, fiilen gerçekleşmiş olan bir vakıadır. Halife Hz. Ali (ra) ile Yahudi olan bir zimmî arasında, mülkiyeti meşkuk ‘at eğeri’ yüzünden hukuki bir ihtilâf ortaya çıkmıştır. At eğerinin kendisine ait olduğunu iddia eden Yahudi, Kadı Şureyh’e müracaat ederek Hz. Ali’den (ra) davacı olur ve dilekçe verir. Meselenin vuzûha kavuşması için Hz. Ali (ra) ile Yahudi, şehrin kadısı olan Hz. Şureyh’in (r. ha) huzuruna çıkarlar. Hz. Ali (ra) dava konusu at eğerini satın aldığını, Yahudi’nin iddiasının doğru olmadığını söyler. Kadı Şureyh (rha) halife’den bunu isbat için şahit getirmesini isteyince; Hz. Ali (ra) oğlu Hz. Hasan (ra) ile kölesi Kanber’i şahit olarak gösterir. Kadı Şureyh (rha) Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) “çocuğun babası ve babanın çocuğu için yaptığı lehte şahitliğin kabul edilmeyeceğini’ beyan buyurduğu için, Hz. Hasan’ın (ra) şahit olamayacağını, velâ akdi sebebiyle Kanber’in de şahitliğini kabul edemeyeceğini, başka şahit getirmesini” söyler. Hz. Ali (ra) başka şahidi bulunmadığı için: “Hz. Hasan’ın adil ve yüksek seciyeli bir kimse olduğunu, mutlaka doğruyu söyleyeceğini, bu hususların dikkate alınarak şahitliğinin kabulünü” tekrar istirham eder. Kadı Şureyh yine kabul etmez. Bunun üzerine Hz. Ali (ra) Resûl-i Ekrem’in (sav) ‘Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin cennet ehlinin gençlerinin efendileridirler’ hadisini hatırlatır. Kadı Şureyh (ra): “Evet! Peygamberimiz Efendimizin (sav) onlar hakkındaki sitayişli sözlerine vakıfım. Fakat yine sen başka bir şahit getir” diyerek, kararında ısrar etmiştir. (6)

Bu murafaanın gerçekleştiği anda Hz. Ali (ra) halife’dir. İhtilâfa düştüğü kimse ise zimmet ehli olan sıradan bir Yahudidir. Kadı Şureyh; bunların inançlarını veya makamlarını değil, birbiriyle ihtilâf eden iki insanın durumunu dikkate almıştır. Netice şudur: Şahit bulamadığı için halife mahkemeyi kaybetmiş ve dava konusu olan atın eğeri Yahudi’ye verilmiştir. Meselenin bir başka boyutu da şudur: İnsanların haklarına riâyet etmek ve adaletle hükmetmek, bütün peygamberlere verilen bir emirdir. Kur’an-ı Kerim’de:

“Ey Davûd! Biz seni yeryüzüne halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adaletle hükmet! (Sakın) hevâna tabi olma ki, bu seni Allah yolundan saptırır. Hesap gününü unuttukları için, Allah yolundan sapanlara (hevalarına tabi olanlara) çetin bir azab vardır” (Es Saad Sûresi: 26) hükmü beyan buyurulmuştur. Adaletin gerçekleşmesine engel olan hevâ; hakkı inkâr edip, nefs-i emmarenin şehvetlerine tabi olmaktır. (7)

Hayvani ihtirasları ifade için de kullanılır. Hevâya tabi olmak; insanın adaletten uzaklaşmasına, amellerinde zulüm ve bağy etmesine sebeb olur.(8)

Mektubunuzun sonunda yer alan ‘Kitap ve sünnette kadınlar ile erkeklerin eşitliğinin esas alındığını, fakat erkek olan âlimlerin bunu gizlediklerini ileri sürmenin herhangi bir delili var mıdır?’ sualine gelince: İlâhi tekliflerin muhatabı olan insanlar; ilk yaratılış döneminde, aynı anne ve babanın çocukları oldukları için birbirlerine eşittirler. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav); “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdemin çocuklarısınız. Âdem ise topraktan yaratılmıştır. Araplar ile Arap olmayanların birbirine karşı üstünlüğü yoktur. İnsanlar arasındaki üstünlük sadece takva iledir”(9) buyurduğu ve bu hakikati tebliğ ettiği malûmdur.

Müslüman erkeklerin amel açısından birbirlerine eşit olmadıkları da muhkem nassla sabittir:‘Mü’minlerden özürsüz olarak evlerinde oturanlarla, Allah yolunda malları ve canları ile cihad edenler eşit değildirler. Allah malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır.’ (En Nisâ Sûresi: 95) Eşitliği bozan salih amel, sadece mekruh vakti olmayan cihadın edâ edilmesiyle sınırlı değildir. Meselâ: İlim ehli olan müslüman, diğerlerinden üstündür.

Kur’an-ı Kerim’de ilme büyük önem verilmiş ve “Hiç bilenler ile bilmeyenler eşit (bir) olur mu?” (Ez Zümer Sûresi: 9) suali sorulmuştur. Elbette ilim, sadece erkeklere tahsis edilmiş değildir. Hz. Aişe (r. anha) validemiz gibi kadınların ilim ehli olmaları ve ümmete yol göstermeleri mümkündür. Cinsiyeti ne olursa olsun (erkek veya kadın) ilim ehli olan insanlar, diğerlerinden üstündür. İbn-i Abidin, bu mesele ile ilgili olarak şu tesitte bulunmuştur: “Alim genç, yaşlı cahilin önüne geçebilir. Çünkü âlim cahilden üstündür.

Remli fetevası’nda:’cahilin, âlimin önüne geçmesinin haram olduğunu’ açıkça ifade etmiştir. Çünkü bu halk arasında âlimin derecesinin düşük oluşu hissini verir. Bu da ’Allah sizden inananlarla, (bilhassa) kendilerine ilim verilenlerin derecelerini artırır’ âyetine muhaliftir. Dolayısıyla cahili, âlime takdim etmek haramdır. Bu üzerinde icma edilen bir husustur. Âlimin önüne geçen cahil günah işlemiştir, ta’zir olunur.  Âlimin cahil üzerindeki hakkı, hocanın talebe üzerindeki hakkına eşittir. O da kendisinden önce konuşmaya başlamamak, hazır olmasa bile yerine oturmamak, sözünü reddetmemek ve yürürken önüne geçmemektir”(10)

İmtihan dünyasında insanların birbirlerine eşitliğini (veya kadın ile erkek arasındaki eşitliği) ortadan kaldıran manevi unsurun takva olduğunu söylemek mümkündür. Takva; ilâhi teklifleri (emirleri ve yasakları) titizlikle edâ etmeyi ve Allah’ın (cc) himayesine girmeyi ifade eden vücûh bir kavramdır. Takvaya uygun hareket eden insanlara, Kur’an ve sünnette muttaki vasfı verilmiştir.(11)

İslâm’ın tayin ve tespit ettiği sınırları korumakla ilgili olan takva, imtihanı kazanmanın zaruri şartlarından birisidir. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav); “İnsanın cennete girmesine vesile olan şey, onun takvasıdır”(12) buyurduğu malûmdur.

Takva unsuru dikkate alındığı zaman, saliha bir kadın ile fasık olan erkek birbirine eşit değildir. Feteva-i Hindiyye’de; ”Fasık olan bir erkek, saliha olan bir kıza kefâet noktasından eşit değildir. Mecmaa’da da böyledir.”(13) hükmü kayıtlıdır. Yani saliha olan kız, fasık olan erkekten daha üstündür.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Cemiyet halinde yaşayan insanların itikadi, siyasi, hukuki, iktisadi ve ahlâki hükümlere ihtiyaçları vardır. Kaynağı farklı da olsa, bu hükümlerin insanlara belirli vazifeleri ve mes’ûliyetleri yüklediğini gizlemek mümkün değildir. Farklı ideolojileri savunan ve İslâm ahkâmını hafife alan kimseler, insanın ilâhlığını ön plâna çıkarmaktadırlar. İdeolojik anlamda şüphelere dayanan bâtıl din (modernizm) fitne ve fesadın yayılmasına vesile olmaktadır. İmam Fahrüddin-i Razi ‘ Hak din; birincisi ilim, ikincisi salih amel olan iki unsurdan meydana geldiği gibi, bâtıl din de birincisi şüpheler, ikincisi de çirkin fiiller olmak üzere iki şeyden meydana gelir”(14)
diyerek bir inceliğe işaret etmiştir.

İnsan hakları, kadın-erkek eşitliği veya eşitsizliği konusunda keyiflerine göre konuşan kimseler, aydınlanma felsefesine dayanan modern bâtıl dinin müntesipleridir. Onların hidâyetine vesile olabilmek için elimizden gelen gayreti sarf etmemiz gerekir. Onlar İslâm milletinin kaybolmuş çocuklarıdır. Aşağılık duygusuna kapılan ve İslâm âlimlerini suçlamak için ‘erkeksi fıkıh’ gibi tabirleri kullanan öğrencilerin de tövbe etmelerinde fayda vardır. Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.

----------------------------------------------------------------

(1)   Şeyh Nizamüddin ve Heyet- El Feteva-i Hindiyye- Beyrut:1400 C:3 Sh:346.

(2)   Sünen-i Tirmizî-İst:1401 K. Birr: 18; Ayrıca Sünen-i İbn- Mâce-K. Fiten: 2; İmam Ahmed b. Hanbel-El Müsned- C:2 Sh:277- 360 C:3 Sh:391

(3)   İmam-ı Şafii- Er Risale- Kahire: 1979 (2 bsm). Sh:17vd, Madde:43

(4)   Ömer Nasûhi Bilmen-Hukuki İslâmîyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu-İst: 1976, C:3 Sh: 512, Madde:526/1.

(5)   İmam Abdülaziz El Buhari- Keşfû’l Esrar- İst:1308, C:4, Sh:134

(6)   İmam-ı Serahsi-El Mebsut-Kahire:1324 Baskısından Ofset-Beyrut: ty C:16 Sh:122.

(7)   Ragıp El Isfahani- El Müfredat- İst:l986, Sh:548

(8)   İmam-ı Kurtubi-El Camii Li Ahkâmi’l Kur’an-Kahire: 1967, C:5, Sh:412

(9)   Sünen-i Ebû Davud- İst:1401 C:5 Sh:340 Had. N0:5116, Ayrıca Sünen-i Tirmizi- K, Tefsir:50, Ahmed Zeki Safve- Cemheretû Hûtebi’l-Arab-Kahire: 1962, C:1, Sh:157

(10)   İbn-i Abidin- Reddü’l Muhtar Ale’d Dürri’l Muhtar- İst:1988, C:17, Sh:313

(11)   Rağıb el-İsfahânî- a. g. e. Sh:530

(12)   İmam Ahmed b. Hanbel-El Müsned-İst: 1401, C:2, Sh:392, 442

(13)   Şeyh Nizamüddin ve Heyet- A. g. e. C:1, Sh:291

(14)   İmam Fahrüddin-i Razi- Mefatihûl Gayb-Ank: 1989, C:5, Sh:13

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
Sayfa: [1] 2 3 ... 10