Son İletiler

Sayfa: [1] 2 3 ... 10
1
Eğitimle İlgili Makaleler / Ahlakî Eğitimde Annenin Önemi
« Son İleti Gönderen: melek Bugün, 07:33:28 ÖÖ »


Ahlakî Eğitimde Annenin Önemi

Markette bir anne, küçük kızının elinden tutmuş, aldıklarının ücretini ödemek için bekliyordu. Bilirsiniz market sahipleri, çocukların ilgisini çekecek şekerlemeleri bu kasaların başındaki bekleme alanına yerleştirirler. Böylece çocuklar bu ürünleri görür ve son anda annelerine aldırırlar. Bu ufak kız da aynı tuzağa düştü ve bir çikolataya sarıldı. Annesi ise elinden sertçe çekti, bağırdı ve yerine koydu. Bu sırada annenin ağzından çok feci bir kelime çıktı:

- Seni gidi ş….

Yazmaya hayâ ettiğim bu kelime, ahlakî seviyesi düşük kadınlar için kullanılan hakaret ifadesiydi. Argo kelimeler arasında kadınlar için kullanılan böyle pek çok çirkin sözler var ki, bazı kimseler bunların manasını bilmeden ağız alışkanlığıyla kullanıyor. Hem de kendi öz evladına bile bu iğrenç hakaretleri söyleyebiliyor.

Hâlbuki bu kelimeler, kadını aşağılayan ve zevk metaı olarak görüldüğünü, bu durumunun kaçınılmaz bir durum olduğunu “normalleştiren” ifadeler. Bu sebeple hiç kimse için, hiçbir zaman kullanılmamalı. Hele çocuklar için asla kullanılmamalı.

Ne gariptir ki ülkemizde bu kelimeleri, kız çocuklarını severken veya takılmak için de kullanan bazı bayağı kişiler var. Bu kelimeyi kullananın o çocuğun annesi olması ise tam bir facia!

Çocuklar Sözlerden Çok Etkilenir

Allah-u Teâlâ biz hanımlara çok fazla sorumluluk yüklememiş ki, çocuklarımızı terbiye etmeye zaman ayıralım. Fakat ne yazık ki annelerimizin birçoğu çocuk eğitimi noktasında bilgili değil. Sadece ufak tefe eksikler, hatalar yapmıyorlar, bazen çok büyük yanlışlar da yapabiliyorlar. Çocuklara kötü lakaplar takmak, hakaret ifadeleri kullanmak, asla küçümsememiz gereken bir hata.

Çocuklar anne babaların kullandıkları kelimelerden çok etkilenirler. Çünkü onlar ana dillerini aile içinde ve bilhassa anneden öğrenirler. Ailelerinden duydukları kelimeler onların dünyayı nasıl gördüklerini belirleyecek kadar etkilidir. Annenin herhangi bir şey hakkında kullandığı kelime bile çocukta tesir meydana getirir. Hele kendisi hakkında kullanılan ifade ve hitaplar çocuğun üzerinde çok daha fazla etki yapar.

Çocuklar anne babalarının kendilerine seslenişi ve taktığı isimlerle kendilerine bir rol yakıştırırlar. Anne baba o kelimeyi kullandığı zaman “Demek ki benim böyle olmam bekleniyor,” diye düşünürler. O kelimenin, böyle, manası çok çirkin bir kelime olması halinde çocuk ne düşünür? Bir annenin mutlaka bunu hesaplaması gerekir.

Çocuğun yanında, herhangi bir kadın hakkında bile böyle çirkin ve aşağılayıcı kelimeleri kullanmak çok yanlıştır. Esasen namuslu bir kadına, namusunda bir zaaf varmış gibi bir lakap takmak veya hakaret etmek, ciddi bir kul hakkı ihlalidir. Allah-u Teâlâ namuslu kadınlara iftira atma suçuna hem dünyada hem ahirette büyük bir ceza takdir etmiştir. Böyleyken namus zafiyetini hafif ve basit bir mesele imiş gibi böyle dile dolamak, rastgele kullanmak çok çirkindir.

Bir kız çocuğu namuslu bir kadın hakkında böyle çirkin sözün söylenebildiğini görünce namus konusundaki hassasiyetini kaybeder. Rastgele bir şekilde herkes için böyle çirkin sözlerin söylenebiliyor olması, çocuğun iç dünyasında büyük bir yıkıma yol açar.

Artık o çocuk böyle çirkinliklerden uzak durarak saygın ve itibarlı bir hanımefendi olmanın önemini kavrayamaz. Ahlaki zafiyetleri hafife alır ve basit bir durum olarak görür.

Zaten günümüzde medyada düşük ahlaklı kişileri, normal ve hatta örnek gösteren yayınlar çok fazladır. Bu sebeple toplumda ahlaki düşüklüğe karşı tepki azalmış, bunlar adeta sıradanlaşmıştır. Mesela eğlence yerlerinde vücudunu teşhir ederek, iç gıcıklayıcı şarkılar söyleyip gösteriler yaparak erkekleri eğlendiren kadınlar, sanki cazibeli ve başarılı kadınlar arasında gösterilmektedir. Eğer ailenin de hassasiyeti yoksa bunlar kızlarımıza örnek olabilmektedir.

Birçok anne farkında olmadan sanki o kadınlar örnek alınabilir kişilermiş gibi konuşabiliyor. Mesela “Filanca şarkıcı şu yöntemle zayıflamış. Ben de denedim, gerçekten de onun gibi güzel oldum” ifadeleri kullanabiliyor. Bazen de “Filancanın giydiği kıyafetin modelinde bir kıyafet diktireceğim. O çok yakışmış, hoşuma gitti,” diyor. Çok sık yapılan bir hata da, “Kızımın gözleri filanca oyuncunun gözlerine benziyor, çok güzel,” diyerek, ona benzemeyi bir marifet gibi sunmak.

Bunlar büyüklere göre sakıncası olmayan sıradan sözler. Ama çocuklar iyiyi kötüyü ayırt etme gücüne sahip olmadıkları için, çocuğun bu kişilerin her yönden örnek alınabilir zannetmesine yol açabilir. Hele bir de kızlarımızı severken, hafif meşrep kadınlar için kullanılan çirkin lakapları takarsak, çocuğun bu rolü kendine yakıştırmasına sebep olabilir.

İyiyi Kötüyü Ayırt Etmek İçin

Esasen Allah'ın insan fıtratına koyduğu bazı manevi yetenekler, onun iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırt etmesine, çirkin şeylerden tiksinip rahatsız olmasına imkân sağlar. Tamamen bozulmamış akıl ve vicdanda, çirkin şeylerden hayâ etme ve tepki duyma yeteneği bulunur. Yeter ki biz hatalı konuşmalarımızla o yeteneği köreltmeyelim.

Eğer biz çirkin vasıfları işaret eden lakapları, hafife alırmışçasına veya gülünüp eğlenilecek basit bir meseleymişçesine dilimize alırsak çocuğun bu ahlakî yeteneği körelir. İşte bu sebeple biz anneler olarak çocuklarımızın yanında konuşmalarımıza çok dikkat etmeliyiz. Mesela medyada gördüğümüz, çirkin bir hayat tarzına sahip kişilerin bu yönlerini göz ardı ederek isimlerini zikredip durursak onların şahsında o çirkinlikler normal sayılır hale gelebilir. Bu sebeple kötü örnek olan kişilerin, mümkün olduğu kadar adını ve görüntülerini evimizden uzak tutmalıyız.

Çocukların yanında her sözümüzü ölçüp tartarak konuşmalı, çocuğun vicdanında çelişkiye sebep olacak veya hassasiyetleri köreltecek sözlerden kaçınmalıyız. Hatta çocuğumuz bize o kelimelerin manası hakkında soru sorduğu zaman, cevabını verirken bile o kelimeleri ağzımıza almak istemediğimizi söylemeliyiz. Böylece bunlara karşı tepki ve hassasiyetlerini korumalıyız.

Anneler Örnektir

Anneler farkında olmadan çocuklarının kimi seveceğine, kime benzemek isteyeceğine rehberlik eder. Çünkü çocuklar duygu yönetimi konusunda annelerden çok etkilenir. Severken “Allah için sevmek” tepki duyarken “Allah için tepki duymak” Allah sevgisinin bir gereği ve alametidir. Mutlaka çocuklarımıza bu özellikleri kazandırmalıyız.

Bir annenin kızına vereceği eğitimde kendi örnekliği çok önemlidir. Çünkü kızlar küçük yaşlarda anneyi taklit ederler. Annenin evde kocasına karşı bakımlı, hoş geçimli, nazik ve sevecen olması; dışarıya çıkarken ağır başlı, ciddi, saygın bir giyim ve tavır içinde olması kızına güzel örnek teşkil eder.

Kızlar büyüdükçe annelerinden başka kadınları da yakından tanımaya başlarlar. Mesela anaokulunda ve ilkokulundaki bayan öğretmenler kızlarımızın bütün gün muhatap olduğu yetişkin kadın modelidir. Bunların kişiliklerine ve örnek teşkil etme yönlerine dikkat etmek gerekir.

Unutulmaması gerekir ki, insanın nefsanî yönü kötü örnekleri taklit etmeye eğilimlidir. Çocuklarımız da henüz iyiyi kötüden ayırt etme gücüne sahip olmadıkları için kötü örnekleri daha cazip bulabilirler. Sonuçta çocuklar ahlaki incelikleri anlayıp takdir edebilecek bir bilgiye sahip değildirler. Bu sebeple çocuklarımızı kötü örneklerden olabildiğince korumamız uygun olur.

Elbette bugün bizler çocuğumuzu bütün olumsuz örneklerden koruma imkânına sahip değiliz. İster istemez çocuklarımız farklı dünya görüşüne sahip kişilerle karşılaşacak hatta Allah'ın sevmediği hal ve hareketleri adeta bir marifetmiş gibi övünerek sergileyen kişileri de görecek.

Mademki çocuğumuzu kötü örneklerden tamamen koruyamıyoruz o halde onların, iyiyi iyi, kötüyü kötü olarak bilmesine dikkat etmeliyiz. Bunun için de Allah'ın lanetlediği çirkin şeylere karşı kalbinde bir tepki olması, bunları normal şeyler gibi görmemesi konusunda hassas olmalıyız. Çocuklar iyiyi iyi, kötüyü kötü bildikten sonra kötü örneklerle karşılaşsa bile onların kendisine örnek olamayacağını anlar.

Kızlar Kendini Sevdirmek İster

Kız çocukları yaratılış olarak sevgi ve beğeni kazanmaya meyillidir. Esasen bu meyil kötü de değildir. İnsan kendini sevdirme isteği sayesinde kendini yetiştirir, çirkinliklerden kaçınıp güzel davranışlar kazanır. Ama bunun için kız çocuklarımızın kendini beğendirme isteğini yönlendirme konusunda hassas davranmalıyız.

Kızlarımızın kendini sevdirme meylini “Asıl Rabbinin rızasını ve sevgisini kazanmalısın. Bunun yanında helal dairesi içinde eşinin beğenisini kazanman da senin için helal ve faydalıdır. Ama yabancı kişilerin seni beğenmesinden hiçbir fayda yok, aksine dünya ve ahirette çok büyük zararı var. Bu sebeple kendini beğendirmek için gayret edeceğin kişileri doğru seçmelisin,” diyerek doğru yönlendirmemiz çok önemlidir. Bu konuda tutarlı olmaya çok dikkat etmeliyiz.

Anneler bilhassa kız çocuklarının sevgi ve saygısını iyi örneklere yönlendirmelidir. Bunun için de etrafımızdaki takva ehli, temiz ahlaklı, ibadetine devamlı hafız hanımları, sohbet arkadaşlarını, hayırsever hanımefendileri sevmeli ve övmeliyiz. Eğer ufak tefek meseleleri abartarak onların dedikodusunu edersek çocuklarımızın gözündeki değerini kaybetmelerine sebep olmuş oluruz. İmanları ve takvaları hatırına ufak tefek kusurlarını örtüp onları örnek alınacak kişiler olarak göstermeliyiz. Bunun için onlara güzel hitap etmeli, değerini bilmeli, iyi münasebetler kurmalıyız.

Etrafımızdaki iyi örnek olacak kişilerle birlikte zaman geçirmek bizim için de, çocuklarımızın maneviyatı için de çok faydalı olacaktır. Sohbet arkadaşlarımız ilim irfan sahibi, maneviyatlı kişiler olursa onlarla konuşmalarımız da seviyeli olacaktır. Biz sohbet ederken yanımızda oyun oynayan çocuklar da bizden hep doğruları duymuş olacaklardır. Unutmayalım ki çocukların edindiği kültür birikiminin önemli bir kısmı büyüklerini dinlerken duydukları sözlerdir.

Ayrıca çocuklarını iyi yetiştirmiş bu annelerin çocukları, bizim çocuklarımız için en yararlı oyun arkadaşlarıdır. Çocukların kendi aralarında evcilik oynarken büyüklerinde gördükleri hareketleri taklit ettiklerini bilirsiniz. Manevi hayatı düzgün kişilerin çocukları, oyun sırasında bile ailelerinden aldıkları değerleri oyunlarına yansıtırlar. Bu sayede manevi konuların bizim çocuklarımızın da his ve hayal dünyasında yer edinmesini sağlamış olurlar. Ayrıca bizim kazandırmaya çalıştığımız ahlaki vasıfları övüp pekiştirerek eğitimimizin etkisini artırırlar.

Kısacası çocuklarımızın eğitimi basit bir mesele değildir. Bütün bir hayat tarzımızı, konuşmalarımızı, sohbet arkadaşlarımızı, çocuklarımıza güzel bir manevi atmosfer hazırlama gayesiyle düzenlemeliyiz. Çocuğumuzu iyi yetiştirmek için de öncelikle kendimizi iyi yetiştirmeli, ağzımızdan çıkan her bir kelimeye kadar dikkatli olmalıyız.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
2
Yaşayan Hurafeler / Kurşun Döktürmek Neden Caiz Değildir
« Son İleti Gönderen: melek Bugün, 07:28:41 ÖÖ »


Kurşun Döktürmek Neden Caiz Değildir

Halk arasında yaygınlaşmış inançlardan birçoğu İslam’dan önceki dinlerden geçmiş uygulamalardır. Bunlardan biri de Türklerin Şaman dininin kalıntılarından biri olan kurşun döktürme inancıdır.

Ekseriyetle kadınlar arasında yaygın olan bu inanç, kişide büyü, nazar, cin çarpması gibi rahatsızlıkların tespitini ve iyileştirilmesini hedefler.

Kurşun döktürme işiyle uğraşan kişiler, kurşun külçelerini eritme kepçesi içine koyup ateşte eritir, sonra geniş bir madeni tas içindeki suya boşaltırlar. Bu işlemi kim için yapıyorlarsa o kişinin başının üzerinde yaparlar. Duruma göre göbeği üzerinde veya evinin kapısının eşiğinde yapıldığı da olur.

Bazen çocukların üzerinde de kurşun dökerler ki, hareketli çocuklar açısından çok tehlikelidir. Çoğu zaman çocuğun üzerine bir kumaş örterler ama çocuğun başına döküldüğü takdirde bu kumaşın onu erimiş madenden koruması çok zordur.

Ayrıca bazı yerlerde kurşun eriyiğini döktükleri sudan kişiye içirmektedirler. Hâlbuki kurşun zehirli ve kanserojen bir madendir. Yine fayda umarak, su içine aniden döktükleri tuhaf şekilli kurşun külçesini üzerinde taşıyan ve bundan medet umanlar vardır. Bu da sağlık için zararlı ve dinen sakıncalıdır.

Kurşun döktürmek eski Türklerdeki kut inancıyla alakalıdır. Türkler Müslüman olduktan sonra bu inançlar cahil insanlar arasında varlığını sürdürmüştür. Bazı kadınlar bunu yaparken “El benim elim değil, Fatıma anamızın eli,” diyerek İslami bir görünüş verirler.

Eski Türklerde bunu ancak kendisinde ocak olan yani eski bir şamanın (ermişin)neslinden gelenler yapabilirdi. Bir şamandan veya onun neslinden gelen birinden izin almadıkça kimse bunları yapamazdı. İzin almaya halk arasında “el almak” demişlerdir. Güya bu işleri yapanlar Hz. Fatıma annemizden el aldıklarını iddia etmiş oluyorlar. Hâlbuki Peygamber efendimizin kızı Hz. Fatıma radıyallahu anhâ asla böyle işlerle uğraşmamıştır.

Halk arasında “Hz. Fatıma’nın eli” diye inanılan tılsım aslında Eski Mısır’lıların şans ve şifa umdukları tanrıçaları İsis’in elidir. Gemiciler ekseriyetle ondan uzakken de onun yardımını görmek için onun elini temsil eden tılsımı kolye olarak boyunlarında taşırlardı. Böylece bu inanç önce Eski Roma’ya, sonra Hıristiyanlara geçmiştir.

Hıristiyanlar bu tılsıma Hz. Meryem’ in eli diyorlardı. Müslümanlar arasındaki cahiller de ona Hz. Fatıma’nın eli dediler. Batıl inançlar bir dinden diğerine geçerken böyle isim değiştirebilir. Aslını araştırdığınız zaman altından şirk inançları çıkmaktadır.

Şirk inançlarında, âlemdeki her varlığın bir ateşi, bir enerjisi ve ruhu olduğu, bunların başıboş ve tesadüfî şekilde etkileşip durduğuna inanılır. Bunun sonucu olarak Eski Türklerde de, insanda “kut” denilen manevi bir gücün olduğuna, bu gücün insanın sağlıklı, mutlu ve şanslı olmasını sağladığına inanılırdı. Eğer nazar ve benzeri nedenlerle kişinin manevi gücü bozulduysa onu böyle bir uygulama ile geri getirmeyi hedeflerlerdi.

Türkler bir dönem ateşe tapan kavimlerle de komşuluk ettiği için onlardan geçmiş inanç ve uygulamaları da almışlardır. Maniheizm inancında da ekseriyetle, ateş iyiliğin ve iyileştirici gücün kaynağı sayılmıştır. Ateşin üzerinden atlama, hastanın ağrıyan kısmına ateşle dağlama, hasta kişinin etrafında tutuşturulmuş bir çaputu üç kere çevirme (alazlama) gibi adetler de bunların devamıdır. Ateşin, büyü ve benzer nedenlerle zayıflamış olan manevi gücü ve şansı iyileştireceğine inanılmaktadır.

Hâlbuki İslam inancımızda hiçbir şey başıboş değildir, Allah'ın yönetimi altındadır. Böyle büyü inancını hatırlatan uygulamalara başvurmak Müslüman’a yakışmaz.

Ne yazık ki bu inançlar hala birçok kişiyi etkilemektedir. Mesela pek çok kişi “Benim kısmetim bağlanmış, uygun bir talibim çıkmıyor,” “Bir türlü işlerim rast gitmiyor,” “Üzerimizde nazar var, ailemizde huzursuzluğa neden oluyor,” diyerek bu durumu böyle batıl inançlarla çözmeye çalışır. Ekseriyetle kurşun dökme işleriyle uğraşan kadınlar, erimiş külçenin aldığı tuhaf şekle bakarak “Bak görüyor musun? Bir düşmanın var, sana büyü yapmış, kısmetini bağlamış,” “Üzerinde kem göz var,” gibi yorumlar yapar.

İslam’da insanın başına gelen iyi ve kötü haller, şansla, iyi ve kötü ruhlarla, perilerle ilgili değildir. İslam itikadına göre insanın başına gelen iyi ve kötü haller Allah'ın ezelde yazdığı kadere göredir. Allah-u Zülcelâl kulunu bazen bir şey vererek bazen de vermeyerek imtihan eder. Verdiği nimetlerin kıymetini bilip şükretmesini, aksi giden işlere de sabretmesini ister. Dünya hayatı asıl hayat değildir, bir imtihan yurdudur. Geçici dünyada bize düşen Allah'ın verdiği her imkânla Allah'ın rızasını kazanmaktır.

Bunun yanında insanın kaderindeki nimet ve imkânlar, kişinin önüne gelen fırsatların kıymetini bilmesi, çalışıp gayret etmesi, iyi niyetli olmasıyla bereketlenir, gelişir. Ne yazık ki birçok kişi önüne çıkan kısmetlerini tepiyor, iş beğenmiyor, kendini dev aynasında görüp aşırı beklentiye giriyor. Sonra da başkalarının elindekine göz dikip kendi nasibine itiraz ediyor.

Bu sırada karşısına çıkan hurafelere inanıp, “Kısmetim bağlanmış, büyü yapılmış,” diyerek suçu başkasını üzerine atmak insanın hiçbir sorununu çözmüyor. Şimdiye kadar üfürükçüler, büyücülerin kapısında gezip de hali daha iyiye gitmiş kimseyi gören olmamıştır.

İslam’da nazar, büyü ve cin inançları vardır ama insanın kaderini bunlar belirlemez. Kurşun dökmek de bunların bir çözümü değildir. Eğer insan bir manevi sıkıntı yaşadığına inanıyorsa, Allah'ın ayetlerini okuyarak O’nun yardımına sığınmalıdır. Kudret ve kuvvet Allah'a aittir, O dilemedikçe hiç kimse fayda ve zarar veremez

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
3
Bizden Sizlere / Merhamete Dön
« Son İleti Gönderen: melek Bugün, 07:23:29 ÖÖ »


Merhamete Dön

İnsan duyguları olan bir varlıktır. Bizim duygularımızın en yücelerinden biri de merhamet duygusudur. Merhamet rahmet kelimesinin kökeninden gelir ve insana en çok yakışan duygulardan biridir. Allah bizi o kadar temiz bir şekilde yaratmış, kalbimize öyle güzel duygular kondurmuş ki son nefesine kadar o duyguları yüreğinde taşıyabilenler ne şanslı. Kalbimiz ise vücudumuzdaki en önemli organımız.

Kalpte oluşan güzel duygular bütün vücudumuzu ve davranışlarımızı olumlu etkilerken onun kirliliği de bütün vücudumuzu ve davranışlarımızı olumsuz etkiler.

İnsan neden bile bile kendine zarar versin ki?

O kadar güzel duygularımız varken neden bunları daha fazla içselleştirip kullanmıyoruz?

Peygamberimiz hadisinde küçüklerine merhamet, büyüklerine saygı göstermeyen bizden değildir,diyerek merhamet duygusunun ne kadar önemli olduğunu çok net bir şekilde dile getirmiş.

Hatta şöyle bir hikaye vardır: Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam yanlış bir hareket yapan çocukları tatlı sözle uyarırdı. Hurma ağaçlarını taşlayan bir çocuk görünce Hz. Peygamber çocuğa sakince sordu:

"Yavrucuğum, niçin o ağaçları taşlıyorsun?"

Çocuk Peygamberimizin sözlerindeki şefkatten cesaret alarak kendisine tanınan açıklama yapma hakkını kullandı:

"Aç idim yâ Rasûlallah, karnımı doyurmak için, hurmalar düşsün de yiyeyim diye taşladım."

Efendimiz onu kınamadı ve azarlamadı. Açlığına acıdı ve karnını doyurmak için yol gösterdi:

"Bir daha ağaçları taşlama yavrum, altına düşenleri alıp ye!"

Ardından da Rafı'nin başını okşayarak,

"Allah'ım, bu yavrunun karnını doyur" diyerek duada bulundu. (İbn Mâce, Ticârât, 67)

Bir sefer ise Abbad bin Şurahbil radıyallahu anh, şöyle anlatır: "Ben, yoksul ve açtım. Bunun üzerine Medine'nin bahçelerinden bir bahçeye girip bir miktar başağı ovalayıp yedim. Bir kısmını da elbisemin içerisine koydum. Az sonra bahçenin sahibi çıkageldi, beni dövdü ve elbisemi aldı.

Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme vardım, durumu, O'na haber verdim. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ona: “Sen, bu adama bir şey öğretmedin, o câhildi. Ve onu doyurmadın, o açtı,” buyurdu. Ona, elbisemi geri vermesini emretti. Bahçe sahibi de bana, bir çuval, yahut yarım çuval buğday verdi." (Ebû Dâvud, Cihad 85)

Belki size küçük gelebilir ama gerçekten bir çocuğun saçını okşayabilmek, ağlarken gözyaşını silip onu kucaklamak, ihtiyacı olan birine el uzatmak o kadar nefis bir lezzet ki. Kalbinde kelebekler uçuşturur güzel duygular.

Kime sorsak çok merhametli peki o zaman bu kadar dedikodu, panik, endişe savaşlar neden?

Kötü duygular hem bize hem çevremize zarar verir. Bizler çocuğumuzun hatasını düşünme, değerlendirme, sorgulama, pişman olma hakkı ve zamanı tanımıyoruz. Çünkü zamanımız yok o kadar.

Sürekli yorgunuz, sürekli yapılacak ‘önemli’ işlerimiz var. Ama o çocuklar bize emanet ve biz onların güzel duygularını yeşertmek zorundayız. Bu aceleci tavrımızdan kötü düşüncelerden sıyrılıp güzel şeyler düşünüp dile getirsek mesela; yardımlaşmak, dayanışma, sevgi, eğitim, iyi insan olma yolunda yapılacaklar gibi.

Ama maalesef kötü haberler, kötü düşünceler çok kalabalıklaştı. Ama bu kalabalık bizi yalnızlaşmaktan kurtaramadı, bizi daha saygılı ve hoşgörülü de yapmadı. Bu kötü tutumlar yaygınlaştıkça sık sık paniğe kapılmalar, açık aramalar arttı.

Fıtratımıza en uygun duyguları yaşamak varken, insaflı taraflarımızı törpüleyen bizleri hissizleştiren duygular ayyuka çıktı. Çünkü temel ihtiyaçlarından başka bir şey düşünmeyen, çıkarları doğrultusunda yanlış bir şey yaptığında da suçu hemen zamana atan bir toplum olduk.

Suçlu zaman değil ki ‘’zamane’’ yani bizleriz. Zaman, insanın ayağının altından kayıp giden bir kumdan başka bir şey değildir, yürüse de yürümese de.

Biz kusuru zamanda ararsak yanlış yoldayız demektir. Bu yolların önünü kapatmak doğru davranışları çocuklarımızın öğrenmesine imkan sağlamakla başlar.

Çocuk eğitiminde iyi bir rol model olmak lazım. Çocuklar gözlemleyerek öğrenir. Güzel duygular kalplerimizde var ama bunları geliştirmek yerleşip kök salmasını sağlamak ciddi bir eğitim süreci, Peki nasıl başarabiliriz?

Üzerimize düşen görevleri yapıyor muyuz? Şu küçücük şeyleri yaparak başlasak; Aile içinde birbirimize şefkatli davranışlarda bulunsak, sevgi dolu, merhamet kokan bir evde büyüyen çocuklar başkalarının duygularına daha duyarlıdır.

Yolda düşen birine yardım etsek, çocuğumuz düştüğünde de ona bağırmasak, mesela sehpaya çarparsa sehpaya vurmasak, çocuğumuza 'çok mu acıdı?' diyerek sarılıp acısını hissetsek.

Eşyaya dahi saygı duymasını öğretelim. Kırık oyuncağına, bebeğine, oyuncak arabasına… Yoksa önce eşyayı hor kullanıyor, sonra da okulda arkadaşını, evde kardeşini hor kullanıyor, şiddet uyguluyor ama içi bile sızlamıyor.

Merhamet yürek terbiyesidir. Çevremizde yardıma muhtaç olanlara sadece onun ihtiyacı olduğu için karşılık beklemeden yardım edelim. Küçülen kıyafetlerini, oyuncaklarını, fazladan aldığımız kırtasiye ihtiyaçlarını, çocuğumuz ile birlikte seçip verelim.

Güzel duygular paylaştıkça çoğalır. Ona paylaşmanın güzelliğini gösterelim. Merhametli olmanın verdiği huzuru yaşamasına vesile olalım.

Merhametli bir toplum en yaşanabilir toplumdur. Temiz bir gelecek için çocuk eğitiminde merhametin önemini hiç ihmal etmeyelim.

Peygamber efendimizin dediği gibi ‘’Merhamet edin ki merhamet bulasınız’’hadisini hayatımızın her anında hatırlayalım ki insan olmanın erdemini yaşayabilelim.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
4
İslamda Evlilik / Kaçarak Evlenmek Mutluluk Getirir mi
« Son İleti Gönderen: melek Bugün, 07:18:11 ÖÖ »


Kaçarak Evlenmek Mutluluk Getirir mi

Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

İnternette fetva sitelerine evlenme konularında oldukça fazla soru geliyor. Bunlar arasında bir kısmı da, “Sevdiğim bir kız var. O da beni istiyor ama ailesi vermiyor. Kaçarak evlenirsek dinen bir sakıncası olur mu?” şeklinde sorular.

Bazen de genç kızlar, “Bir süredir konuştuğum biri var. Ailem beni maddi sebepleri gerekçe göstererek vermiyor. Kaçarsam, annem babam hakkını helal etmeyeceğini söylüyor. Onları üzersem günaha girer miyim?” diye soruyor.

Bu soruların fetva sitelerine sorulmasına bakarsak, soranlar dine önem veren genç kardeşlerimiz. Ama anlaşılan dinimizin helal saymadığı bir gönül ilişkisi kurmakla kendilerini tehlikeye atmışlar.

Allah-u Zülcelâl, “Evlenmeye güç yetiremeyenler, Allah kendilerini fazlu kereminden zenginleştirinceye kadar iffetlerini korusunlar." (Nûr, 24/33) buyurarak bekârlık süresince sabırlı olmalarını emrediyor.

Günümüzde gençler bekârlık yıllarını, eğitim ve iş hayatının kız erkek karışık ortamında geçirmekle zorlu bir nefis mücadelesi yaşıyorlar.

Dinimiz nikâh düşen bir kadın ile erkeğin birbirine bakmasını dahi helal saymıyor. Bakışıp birbirine karşı duygularını belli etmek, bir adım sonrasında konuşup duygularını açmak dinimizin uygun gördüğü bir hareket tarzı değil. Çünkü bu girişim, genç bir kızla erkeğin birlikte olma arzularını kamçılayacak ve onları söz dinlemez hale getirecektir.

Belki onlara “Bu evlilik sana uygun değil, ileride pişman olursun” veya “Evlilik için hazır değilsin,” diyen aileleri, onların iyiliğini düşünüyor ve doğruyu söylüyor. Ancak onlar coşkun arzu ve duyguların seline kapılmışlar, mantığın sesini duymak istemiyorlar.

Biraz düşünecek olurlarsa, diyelim ki aileleri engel olmasa, evlenseler, bu evliliği yürütmenin zorluklarına sabredebilecekler mi? Ailelerinde alıştıkları hayatı sürdüremeyince tahammül edemeyip ayrılmaya kalkışırlarsa, olan kendilerine olmayacak mı?

İşte bu sebeple dinimiz, nikâhsız ilişkilere engel oluyor ki, evvela insanlar evlilik için hazırlıklarını tamamlasınlar ve bir yuva kurup yürütebilecek hale geldikten sonra nikâhlı olarak bir araya gelsinler.

Aileden İzinsiz Evlenme Sözü Verilebilir mi?

Bazen genç kızlar kendileriyle aynı yaşta bir delikanlıyla görüşüp konuşuyor, gönüllerini kaptırıyorlar. Hâlbuki delikanlının önünde tahsil hayatı, askerlik, iş bulma gibi uzun bir süreç var. Her ne kadar ailesi yardımcı olsa da henüz yaş ve psikolojik durum olarak da evliliğin sorumluluğunu yüklenmeye hazır değil.

Genç kız, delikanlının hazır olmasını bekleyecek olursa, bu süre içinde nasiplerini reddedecek. Peki ya yıllarca beklediği delikanlının bu süre içinde gönlü değişirse? Mesela tahsilini tamamlayarak iyi bir iş bulup para biriktirince, kendine güveni artar ve daha önce beğendiği kızı artık istemezse? Bunlar zaman zaman duyduğumuz, gördüğümüz vakıalar.

Başka bir ihtimal ise, zaman içinde genç kızın gönlünün değişmesi ve hayli zamandır konuştuğu gençten ayrılıp başkasıyla evlenmek istemesidir. Ancak bu ayrılık isteği, karşısındaki delikanlının aşırı tepki göstermesine sebep olabiliyor. Bazen de hiç istenmeyen olaylar yaşanıyor. Bu sebeple genç kızların, ailelerinin izni olmadan bir kişiyle görüşüp, kendi aralarında evlenme kararı vermeleri hiç de doğru değil. Bu karar belki de o genç kızın hayatının en büyük hatası olabilir veya ömrünün en değerli yıllarını kaybetmesine sebep olabilir.

İşte bütün bu hikmetlerle dinimiz mümin kadın ve erkeklerin birbirleriyle nikâhsız olarak görüşmelerini, sadece konuşarak da olsa duygusal ilişki kurmalarını yasaklamıştır. Velev ki, bedensel bir günah işlenmese bile internetten yazışarak, cep telefonlarıyla mesajlaşarak veya konuşarak birbirlerine duygularını söylemeleri de uygun değildir.

“Biz birbirimize bakmıyoruz, seslerimizi bile duymuyoruz,”demek mazeret sayılmaz. Çünkü iletilen duygular, karşı tarafı etkilemeyi ve bir münasebet kurmayı amaçlamaktadır.

Nikâh olmadığı sürece karşınızdaki erkek veya kadın size namahremdir. Sadece evlenme zamanınız gelmişse ve ciddi bir niyetiniz varsa, uygun bir üslupla bunu dile getirmeniz caiz olur. Bunu da ailelerden gizli bir şekilde sürdürmek uygun olmaz. Niyet ciddi ise aileleri haberdar etmekten kaçınmamak lazımdır.

Anne Baba Duası Almalı

Kız olsun erkek olsun, anne babanın evladı üzerinde çok büyük hakkı vardır. Bir gencin anne babasını yok sayarak, görüşlerini önemsemeden evlilik görüşmesine girişmesinin dinen mahzuru vardır. Ancak anne babanın akli dengesinin bozuk olması veya kötü alışkanlıklara esir olmuş, akıl danışılacak bir tarafı olmayan kişiler olması hariç. Böyle bir mazeret olmadıkça yıllarca emek verip evlat yetiştirmiş bir anne babanın hakkını çiğnemek uygun değildir.

Bilhassa Allah'tan korkan bir anne babaya danışarak hareket etmek, onların görüş ve tecrübelerinden faydalanmak, desteğini ve duasını almak, evliliğin sağlam temeller üzerine kurulmasını sağlar.

Bir delikanlı henüz evliliğini yürütecek maddi imkânlara sahip değilse anne babasından habersiz veya onların razı olmadığı bir evliliğe kalkışması büyük bir sorumsuzluktur. Eğer kendi evliliğini yürütebilecek olgunluk ve imkâna sahipse de onlara konuyu açıp, rızalarını istemesi güzel olur.

Böyle durumda anne babalara düşen, kendi fikirlerini söyledikten sonra oğullarının kararını saygıyla karşılamaktır. Sonuçta evlilik bir insanın hayatında önemli bir karardır.

Kendi kararını verebilecek olgunlukta bir kişinin seçimini saygıyla karşılamalıdır.

Kızlar için ailenin iznini almak çok daha önemlidir. Çünkü hem dinen, hem örfen bir kızın aile büyüğünün, bilhassa babasının rızasını almadan evlenmesi çok tehlikelidir.

Babasının rızası olmadığı halde kaçarak evlenen bir kız, ailesinin desteğinden mahrum olur. Eğer evliliğinde ciddi bir sorun yaşarsa veya kötü muamele görürse baba evine dönmesi zor olur. Bu durum, kızın kurduğu yeni yuvada hor görülmesine de sebep olabilir.

Bütün bu hikmetler göz önüne alınınca kızların babasının izni olmadan evlenmesi uygun olmaz. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, mümin kızların bu hatadan kaçınması için: “Velisiz nikâh yoktur!" (Tirmizi, Nikâh 14) buyurmuştur.

Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: ‘Resulullah aleyhissalâtu vesselâm: “Hangi kadın velisinin izni olmaksızın nikâhlanırsa onun nikâhı bâtıldır!” buyurdular ve bunu üç kere tekrar ettiler.’ (Ebu Davud, Nikâh 20; Tirmizi, Nikâh 14)

Kızların ailelerinden izinsiz evlenmesi uygun değildir ancak aileler de uygun talip çıktığı halde aşırı maddiyatçı beklentilerle kızların evlenmesine engel olmamalıdır. Bilhassa kızın yaşı belli bir seviyeye gelmişse artık evlenme kararına destek olmak daha doğru olur.

Hz. İbnu Abbas radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Dul kadın, (evliliğe ait kararlarda) velisinden daha fazla söz sahibidir. Bakire kızlar için (karar verilirken) de izin alınır. (İsterim demeye utanıyorsa) onun izni sükût etmesidir.” (Müslim, Nikâh 66)

Peygamberimizin zamanında kızlar küçük yaşta evlendiriliyordu. Bu yaşta kızlar evlilikle ilgili bilgi ve tecrübe sahibi olmadıkları için aileleri onlar yerine karar veriyordu. Kızlar da sükût ederek bu kararı onaylamış oluyorlardı.

O zamanın şartlarında kızların erken yaşta evlenmesi bir ihtiyaçtı. Savaşların, kıtlık ve salgın hastalıkların olduğu bir devirde aileler, “Bize bir hal olursa kızlarımız ortada kalmasın, bir an önce evlenip yuvasını kursun.” Diyordu. Zaten o zamanlar erkekler de erken yaşta evleniyordu. Bazı sahabelerin oğullarıyla aralarında sadece 12 ila 15 yaş fark vardı.

Bugün erken yaşta evlendirmenin bazı sakıncaları olduğu düşünülüyor. Gerçekten de bazen aklı ermeyen gençler, evliliğin sorumluluklarını yerine getiremiyor. Kızlar kocasından ve kocasının ailesinden kötü muamele görebiliyor.

Sorumsuzca evlenmeye kalkışan gençler nedeniyle aileler arasında husumetler meydana gelebiliyor. Hatta bazı yörelerde töre cinayetleri işlenebiliyor. Bu sebeple küçük yaştaki kızların evlenmek için aceleci olmaması, şartların olgunlaşmasını beklemesi en uygun yoldur. Belli bir yaşa gelmiş kızın sağduyulu bir şekilde evlenme isteğine de anlayışla bakılmalıdır.

Kızlarının istediği kişiyle evlenmesine mani olan ve hele onu istemediği biriyle zorla evlendiren aileler, onları fitneye atmış olur. Bu sebeple evlilikte kızın rızası olmalıdır. Dinimize göre bir kız, istemediği bir nikâha itiraz edebilir.

Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: ‘Bir genç kız Resulullah aleyhissalatu vesselam'a gelerek:

“Babam beni kardeşinin oğluna nikâhladı, ta ki benimle alçaklığını gidersin. Ama ben istemiyorum," dedi. Aleyhissalâtu vesselam, babasına adam göndererek getirtti ve evlenme kararını kıza bıraktı. Bunun üzerine kız:

“Ey Allah'ın Resülü! Ben şimdi, babamın yaptığına izin verdim. Esasen, ben kadınlara bu meselede babaların (zorlama) yetkisi olmadığını göstermek istedim!” dedi.’ (Nesâi, Nikah 36, (6, 87); İbnu Mace, Nikâh 12)

Uzun sözün kısası, kaçarak evlenmek gençler için tehlikeli, aileler için üzücü ve endişe kaynağı bir davranıştır. Ne gençlerin bu yola başvurmaları, ne de ailelerin gençleri buna mecbur bırakmaları uygun değildir.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
5
Seyda Muhammed Konyevi / Allah'ın Mağfiretine Koşun
« Son İleti Gönderen: melek Bugün, 07:11:07 ÖÖ »


Allah'ın Mağfiretine Koşun

Allah-u Zülcelâl daima kullarını, kendileri için ne menfaatli ise oraya çağırıyor. Zararlı olan şeylerden de alıkoyarak daima onlara fayda veren şeyleri yapmayı tavsiye ediyor, kullarına. Çünkü kıyamet günüyle beraber başlayan ahiret hayatı ebed’ül ebeddir, hiç bitmeyen bir hayattır, dünya hayatı gibi geçici değildir. İnsan için çok mühimdir o.

Onun için Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:

“Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği göklerle yer kadar olan cennete ulaşmak için acele edin, koşun. O cennet ki, muttakiler için hazırlanmıştır. ” (Al-i İmran; 133)

Yani Allah-u Zülcelâl “Benim mağfiretime ve cennetime koşmak için acele edin,” buyuruyor. İşte tevbe diyoruz ya, tevbe Allah'ın davetine koşmak için acele etmektir. Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki; “Cennetime koşun, acele edin. O cennet ki gökle yerin genişliği kadardır.”

Kimin içindir bu cennetler? “Muttakiler için hazırlanmıştır,” buyuruyor, Allah azze ve celle. Bizi çağırıyor bak. Dünyada bir insan, bizim gibi biri insan bizi bir yere davet ettiği zaman, bir yemeğe, bir çaya davet ettiğinde biz gitmezsek onun kalbi kırılıyor. “Ben davet ettim de gelmedi,” diyor. Bak Allah-u Zülcelâl bizi mağfiretine ve cennetine davet ediyor. Ama O’nun cenneti nasıl bir davettir? İnsanın kalbine hatara olarak da gelmez, o kadar nimetler vardır çeşit çeşit. Cennette vereceği nimetleri ancak Allah azze ve celle bilir.

Cennet-i âlâda Allah'ın vereceği nimetleri insan saysa, “Allah bunu verecek, bunu verecek,” diye, ne kadar sayarsa saysın, Allah ondan daha fazlasını verecek; insanın aklına ve hayaline gelmeyeceği şeyler verecek Allah azze ve celle. O kadar Allah-u Zülcelâl’in nimetleri çoktur. Ama biz O cenneti görmediğimiz için bu dünyaya dalıyoruz. Allah-u Zülcelâl yarattığı günden beri dünyaya bir kere bakmamış ama biz onun manzarasına dalıyoruz cennet-i alada vereceği nimetleri düşünmüyoruz, maalesef. Akıllı olan kimse böyle yapar mı?

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

“Akıllı kimse, nefsine hâkim olan ve ölümden sonraki hayat için gayret edip çalışandır. Aciz kişi ise, nefsinin hevâsına uyan ve Allah'tan (affedeceğini ümit ederek) temennide bulunup duran (bunu yeterli gören, gayret göstermeyen) kişidir." (Tirmizi, Kıyame 25; İbn Mace, Zühd 31)

Yaşadığınız Gibi Ölürsünüz

Eğer biz aklımızı çalıştırırsak, nefsimizle hesap göreceğiz, ahiret hayatı için amel-i salih yapacağız. Ama nefis, şeytan bizi daima, heva-i nefse, Allah-u Zülcelâl’in rızası olmayan şeylere meylettiriyor. Böyle olunca da Allah-u Zülcelâl’in bu ebedî nimetinden mahrum kalıyoruz.

İşte Allah-u Zülcelâl’in emri böyledir.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

“Yaşadığınız hal üzere öleceksiniz; öldüğünüz hal üzere de diriltileceksiniz.” (Müslim, Cennet, 83)

Bir kişi ister içki içsin, ister kumar oynasın, nasıl yaşadıysa o hal üzere ölecektir. Namaz kılan da zikir yapan da o da o güzel hal üzere vefat edecektir.

Ben bunu yaşadım. Bu hadis-i şerifi duyuyordum, biliyordum, yaşayarak da doğruluğuna şahit oldum. Bir gün beni bir köyden çağırdılar. O köyde imam yoktu, bir kişi orada vefat etmişti, beni cenazeyi kaldırmam için çağırdılar. Cenaze namazını kıldırdık, kabristana götürdük, defnettik, vazifemizi yaptık. Babasına sordum:

- Oğlunun hastalığı neydi? Ne hal üzere öldü?

- Bir şeyi yoktu, yalnız bizim memlekette en usta çift süren kişiydi. Toprağı sürmeyi o kadar severdi ki, aklı ve kalbi hep onunla meşgul oluyordu. Hastanedeydi, yatarken birden kalktı, “Baba, ben filan köyden bir traktör aldım ama o traktör iyi değildir, para verme onlara.” Dedi. Ben de dedim ki, “Oğlum biz kimin parasını yemişiz ki. Eğer sen onu almışsan mecbur parasını vereceğiz.”

Hâlbuki öyle bir şey yok, traktör filan almamış ama devamlı olarak, kalbi çift sürme işiyle meşgul olduğu için, aklı fikri hep o olduğu için son nefesinde de nefsi onu böyle bir hal ile meşgul ediyor.

Dedik ya, “Ne hal üzere yaşarsanız öyle öleceksiniz,” diye. Onun ruhuna çift sürme işinin muhabbeti öyle yerleşmişti ki, son nefesinde de onunla meşgul olarak öldü. Bazı kitaplarda da geçiyor, ömrü boyunca terazi ile meşgul olanlar, “Terazi doğrudur,” diyerek ruhunu teslim ediyor. Ticaretle meşgul olanlar, “Bu kadar mal çıktı,” diyerek vefat ediyor.

Hep böyle, “Filan kişi böyle diyerek öldü, filan kişi böyle diyerek öldü. Biz bunları gördük,” diyorlar. İşte ben de böyle şahit oldum, sekerat anında adam “Ben filan köyden şöyle şöyle aldım,” diyerek, birkaç dakika sonra da ruhunu teslim etmiş. Onun için elimizden geldiği kadar ömrümüzün çoğunda Allah-u Zülcelâl’in razı olacağı haller üzere olalım.

Olabilir ki, bir kalp krizi veya bir kaza yahut ömrün bitip ecelin gelmesiyle Allah-u Zülcelâl’in ölüm meleği gelip bizim ruhumuzu o hal üzere alabilir, bunu düşünelim. Çünkü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki, “Nasıl ölürseniz de öyle diriltilirsiniz.” Yani hangi hal üzere öldüysen kabirden kaldırılıp Allah'ın huzuruna giderken de o hal üzere götürüleceksin. Bak, zincirleme şekilde, nasıl yaşarsan öyle ölüyorsun, öyle de Allah'ın huzuruna çıkarılıyorsun.

Peki, ayıp değil mi, Allah'ın huzuruna kötü haller ile gitmek? Tabi ki hiç iyi bir şey değildir. Onun için çaremiz tevbedir, bak.

Allah'ın Kullarına İyi Davranalım

Mademki hata yapıyoruz, gaflet ediyoruz, Allah-u Zülcelâl’in bizden istediği şekilde yapamıyoruz, o halde tevbe edelim. Hatta gafletle vakit geçiriyoruz ya ondan da tevbe edelim. “Ya Rabbi, senden gafil olarak geçirdiğim bütün zamanlarımı da affet, sana tevbe ediyorum,” desek, Allah-u Zülcelâl’in hazineleri doludur, inşaallah bizi affedecek ve bize ömrümüzü salih amellerle geçirmeyi nasip edecektir, inşallah.

Bahusus, Allah'ın kullarıyla oturup kalktığımız zaman, onlara karşı Allah'ın razı olacağı şekilde, İslam ahlakı ile davranalım, inşaallah. Çünkü yeryüzü halkı, mümin olarak, sanki Allah-u Zülcelâl’in ev halkı gibidir. Nasıl bir kişinin hane halkı vardır, onlara rızık getiriyor, onları koruyor, onlara şefkatle davranıyorsa, bütün mahlûkat da, sanki Allah-u Zülcelâl’in ev halkı gibidir.

İşte insan, “Bu dünya Allah'ın evidir, mahlûkat da Allah'ın ev halkı gibidir,” diye düşünerek onlara karşı güzel davranırsa, Allah'ın hoşuna gidiyor. Kötü davranırsa buna Allah'ın rızası yoktur.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

“Müslüman, elinden dilinden Müslümanların emin olduğu (kötülük beklemedikleri, zarar görmedikleri) kimsedir. Muhacir de, Allah’ın yasak ettiği şeylerden uzaklaşıp onları terk edendir.” (Tirmizî, İmân, 12)

Demek ki Müslüman, müminlerin onun elinden ve dilinden bir kötülük beklemediği kimsedir. Eliyle kimseyi rahatsız etmiyor, diliyle de kimsenin gıybetini yapmıyor.

Bilhassa gıybet çok zararlıdır. İnsan için dil, bir yönüyle o kadar zararlıdır, bir yönüyle de o kadar menfaatlidir. Allah'ın zikrini yaparsa, Kuran-ı Kerim okursa, insanlara vaaz-u nasihat eder, emri bil maruf nehyi anil münker yaparsa, güzel sözler konuşursa menfaatlidir. Ama gıybet yaparsa, insanlara kötü sözler söylerse, insanlar onun dilinden rahatsız olursa o da zararlıdır.

Bunları yapmaktan sakınırsa işte o zaman da hadis-i şerifte buyrulduğu gibi, “Muhacir de, Allah’ın yasak ettiği şeylerden uzaklaşıp onları terk edendir.”

Bak Allah'ın yanında hicret çok kıymetlidir. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem zamanında, o ve ashab-ı kiram malını mülkünü bırakarak, kimisi çoluk çocuğunu bırakarak, insan canını kurtarıp nasıl çıkarsa öyle çıkarak Mekke’den Medine’ye hicret ettiler. Hatta Efendimiz aleyhisselatu vesselam dönüp bakıyor, diyor ki, “Ey Mekke, eğer senden çıkarılmasaydım asla çıkmazdım.” Öyle seviyor. Çünkü orada doğup büyümüş, çocukluğu orada geçmiş. Ama Allah'ın rızası için hicret ettiler.

Hicret böyle zordur ve Allah'ın yanında sevabı da çok büyüktür. İşte “Günahlardan, Allah'ın yasak ettiği, O’nun rızası olmayan şeylerden sakınmak da bu hicret gibi sevaptır,” buyuruyor, Peygamber aleyhisselatu vesselam. Onun için elimizden geldiği kadar günahlardan uzak duralım, günaha düşmüşsek de hemen tevbe edelim.

Allah kimi severse ona tevbe nasip eder. Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede buyuruyor ki: “…Allah çok tevbe edenleri sever,” (Bakara; 222)

Bakın bunu Allah-u Zülcelal söylüyor, bu bir melaike sözü değil, bir insan sözü değil, Allah söylüyor. İnsanlar tevbenin kıymetini bilselerdi ellerinin üzerinde de olsa gelirlerdi. Ama bu dünya manzarası bizi mahvediyor.

Halimiz çok acayiptir, dünya bizi terk ediyor ama biz ona yöneliyoruz. Hâlbuki Allah-u Zülcelal bizden hiç gafil kalmıyor, bize çok yakındır ama biz O’ndan gafil oluyoruz. Bak, Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede buyuruyor ki: “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf; 16)

Biz, mutlaka ayrılacağız ama dünya ile beraberiz, hâlbuki Allah-u Zülcelal ile hiç ayrılmıyoruz ama O’ndan gafiliz. Dünyadan ayrılacağız, öleceğiz. Nasıl ki misafir birkaç gün kalır, bir gün, iki gün, üç gün, sonunda mutlaka gidecek. Mal da emanettir, hepsi elimizden gidecek. Öyleyse kalbimizi Allah'a verelim.

Eğer olmuyor diyorsak isteyelim, eğer samimi istersek Allah verecektir. Nasıl ki bir dilenci dükkânın kapısına geliyor, “Bana para ver, ben çok muhtacım.” Diyor. Vermezsen gitmiyor, illa ki vereceksin, verinceye kadar yalvarıyor yakarıyor, gitmiyor. Dükkân sahibi dayanamıyor, istediğini veriyor. Eğer dilenci bir kere istese, sonra da çekip gitse dükkân sahibi onun peşine düşer mi?

Biz de öyle yapıyoruz, dua ediyoruz ama bırakıp gidiyoruz. Allah verinceye kadar istemeye devam edelim. Abdullah ibn Mes’ûd radıyallahu anh, “Peygamberimiz, dua ettiği zaman üç sefer tekrar eder ve bir şey istediği zaman yine üç sefer tekrar ederdi.” demiştir. (Müslim, Cihâd, 107)

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem;

“Kabul edileceğine kesin bir şekilde inanarak Allah’a dua edin” (Tirmizî, De’avât, 66; bk. Hâkim, De’avât, I, 493) buyuruyor.

Bir başka hadis-i şerifinde ise; “Şüphesiz ki Allah, ısrarla dua edenleri sever” (Beyhakî, Şu’abü’l-îmân, 1108) buyuruyor.

Allah görsün ki, siz Allah'ın rızasını kazanmak için isteklisiniz, Allah'ın yardımını istiyorsunuz. Onun rızasını, onun muhabbetini samimi isteyelim, İnşaallahu Teala.

Kalp neyle ölü oluyor? İbadet yapmadan, tevbe etmeden ömrünü geçiriyor ve bundan da mahzun olmuyor işte o kalp ölü oluyor. Ölü insan nasıl ki acı duymazsa onlar da günahın acısını duymuyor.

Bunun için söylüyorum insanlara söyleyin, ahir zamanda insanlar gafil olmuşlar, eğer günahlarından tevbe etmezlerse o günahlar ateş oluyor.

Allah-u Zülcelâl’in rahmetinden ümidimizi kesmeyelim. Günahları affetmek Allah'ın yanında hiçbir şey değildir. Allah’tan af dileyelim ve O’nun affedici olduğuna iman edelim. Bahusus sekerat esnasında Allah'ın rahmetini ümit edelim.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, ölüm döşeğine düşmüş bir genci ziyaret etti ve ona “Kendini nasıl buluyorsun?” diye sordu. O da “Ey Allah’ın Resulü! Vallahi, ben Allah’ın rahmetini ümit ediyorum, ama günahlarımdan da korkuyorum.” diye cevap verdi.

Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam: "Bir kulun kalbinde bu ikisi bulunuyorsa muhakkak Allah, ona ümit ettiği şeyi verir, korktuğu şeyden de emin kılar.” buyurdu.” (Tirmizî, cenaiz, 11; İbn Mace, Zühd, 31)

İnsan daha gençken korku daha fazla olmalıdır ki, amel-i salih yapsın. Ama amel yapamayacak bir durumda olduğu zaman Allah'ın rahmetini ümit edip hüsnü zan beslemiş olur.

Biz Rabbimizi tanırsak Allah'ın rahmetini, fazlını tanısak onun rahmeti karşısında tevbe ettiği zaman affedilmeyecek hiçbir günah yoktur. Bakın Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor, bir adam doksan dokuz kişiyi öldürmüş, hatta bir kişiyi daha öldürüyor ve yüz kişiyi öldüren adamı, tevbe edince Allah-u Zülcelâl affediyor. (Buharî, Enbiya 50; Müslim, Tevbe 46; İbnu Mâce, Diyât 2,)

Peki, o yüz kişiyi öldürmüş, onların hakkı ne olacak? Allah-u Zülcelâl kulunun tevbesini kabul ettiği zaman onun kul haklarını da affettirmek için hak sahiplerini huzuruna çağırıyor, ona cennette bir köşkü gösteriyor, “Buna sahip olmak istemez misin?” diyor.

“Buna nasıl sahip olabilirim?” deyince “Eğer kuluma hakkını helal edersen buna sahip olacaksın,” buyuruyor. Böylece hak sahipleri haklarını helal edinceye kadar kendi hazinesinden mükâfat veriyor. O böyle cömerttir, azze ve celle.

Onun için onun rızasını kazanmaya bakalım. Allah-u Zülcelâl bizden razı oldu mu işimiz kolay olur. Elimizden geldiği kadar Allah-u Zülcelal’e yalvaralım, tevbe edelim ki, bize af ve mağfiretiyle muamele etsin.

Eğer bize adalet ile muamele ederse de küçük günahlarımız dahi küçük değildir. Bunun için de Allah-u Zülcelâl’in hakkını eda edemediğimizi düşünüp korkalım. Amellerimizi yaptığımız zaman “Ya Rabbi sen bu yaptığım kusurlu amele değil, çok güzel amele layıksın. Ama ben zayıfım, ancak bu kadar yapabiliyorum, sen benden bunu kabul eyle,”diyelim. Böyle yapmak Allah katında çok makbuldür.

Allah-u Zülcelâl bizi kendi nefsimize teslim etmesin, hepimize razı olacağı şekilde amel yapmayı nasip etsin, bizi hayırlarda kullansın, inşallah.

Seyda Muhammed Konyevi

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
6
Haftanın konusu / Kul Borcu Yüzünden Allah'a Kulluğu Unutmak
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:05:22 ÖÖ »


Kul Borcu Yüzünden Allah'a Kulluğu Unutmak

Ölçülü olmak, mü’minin vasıflarındandır: Doyunca bırakmak, hatta daha tam doymadan bırakmak... Eskitmeden atmamak... Gerekmedikçe almamak... Alınca görünüp övülecek kadar değil, bir kısmı atılıp çürütülecek kadar değil, iş göreceği kadar almak, açığı kapatacak kadar almak... İslam’ın bize öğüdü budur.

Allah-u Zülcelâl, israfı kınamış, tutumlu olmayı övmüştür.

“Onlar ki, (Rahman’ın o has kulları) harcadıkları zaman ne israf ederler ne de kısarlar. Bu ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (Furkan, 67)

Oysa şeytan ve dostları israfı tavsiye eder.

“Gereksiz yere de saçıp savurma; zira böylesine saçıp savuranlar şeytanın kardeşleridir.” (İsra, 27)

Tıka basa yemek... Bir kısmını çöpe atmak için almak... Daha eskime belirtileri görünmeden atmak... Her şeyini tüketinceye kadar tüketmek... Borçlanabildiği kadar tüketmek... Borç hanelerini de tüketince kendini tüketmek... Tüketme imkânı kalmayınca iç âlemini tüketmek... Gecelerini zikirle doldurup günlerine “Bismillah”, akşamlarını “Elhamdülillah” ile kapatan bir Ahî pazarı değil, birkaç yıl öncesine kadar bir Anadolu kasabasında zikir ehli birinin mütevazı dükkânından bir ayakkabı almaya çalışsanız belki size dönüp “Evladım, daha ayağındaki eskimedi ki, sen bunu eskit de öyle gel!” derdi.

Ya bugünün dev AVM’lerinde, neredeyse dün aldığımızı üzerine biraz koydurup bugün değiştirmeye kalkışacaklar...

“Tüket!” diyorlar bize. Tüketebildiğin ne varsa tüket! Tüketecek paran kalmayınca borçlan diyorlar, ne kadar borçlanabiliyorsan o kadar borçlan... Sonra tefeci karakteriyle “kredi” imkânları tanıyorlar. Ya sonrası?

Amerikalı yazar Talane Miedaner, “Yaşam Koçluğu” adlı eserinde bakın neler diyor?

“Bütün borçlar sıkıntı yaratır ve enerjinizi çalar; kendinizi iyi hissetmenizi, istediğiniz insanları ve fırsatları kendinize çekmenizi zorlaştırır. Borçsuz olduğunuzda tasasız ve hafif olmanız doğaldır. Borç yükünün ağırlığı altındayken rahatlamak hiç de kolay değildir. Bir bankanın başkan yardımcısı olan ve mali durumu da çok iyi olan bir danışanım birkaç bin dolarlık kredi borcuyla dolaşıyordu; benim seminerime katılıncaya kadar da bu konuyu düşünmemişti. Ancak daha sonra, sandığından daha fazla bir bedel ödediğini fark etti. Hemen tasarruf hesabından parayı çekip bütün borcunu ödedi. Sonra beni arayıp hayatındaki farklılık için teşekkür etti. Kendisini çok daha hafiflemiş ve özgür hissediyordu.”

Tüketmek ya da Kula Kul Olmak...

“Borç” kavramının Arapça karşılığı “deyn”dir. “Deyn” sadece ticari borç değildir. Kişinin îfâ etmediği namaz, oruç, hac gibi ibadetler de deyn kapsamı içindedir. Nitekim hadis-i şerifte, tutulmayan oruç borcu için “deyn” kelimesi kullanılmıştır. Oruç borcu, ticari borca benzetilmiştir:

“Allah’a olan borç, ödenmeye en lâyık olandır.” (Buhari, sıyam, 42; Müslim, Sıyâm, 154-155)

İbnu Abbas radıyallahu anhüma (Allah-u Zülcelâl ondan ve onun babasından razı olsun) anlatıyor: "Bir kadın Resulullah aleyhissalatu vesselam'a gelerek: ‘Annem vefat etti, üzerinde de nezir orucu borcu var, kendisine bedel oruç tutabilir miyim?’ dedi.

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Annen üzerinde borç olsaydı da sen ödeyiverseydin, bu borç onun yerine ödenmiş olur muydu?’ diye sordu.

Kadın: ‘Evet!’ deyince, Aleyhissalatu vesselam: ‘Öyleyse annene bedel oruç tut!’ buyurdu.” (Buhari, Savm 42; Muslim, Savm 156)

İnsan, ölçülü tüketince kendine hizmet eder; tüketimde israfa gidince nefsine hizmet eder; yaşamına yatırım yaptığını düşündükçe kendi hizmetkârı olur, kendi kendisinin hamalı olur ve gün gelir bunun önünü almayıp ödemeyeceği kadar borçlanınca başkasının kölesi olur.

Kul, borçlu psikolojisi içinde öylesine dalar ki dünyaya, önce kendini unutur, kendini ihmal eder, sonra Rabbini anmayı unutur, kulların borcunu ödemek için çırpınırken Allah-u Zülcelâl’e karşı olan borcunu unutur.

Allah-u Zülcelâl’i anacağı yerde borcunu anar. Allah-u Zülcelâl’e ibadet edeceği yer ve zamanda borçlarını kapatmak için çırpınır. Ve artık borç, onun hayatına yön verir. Allah-u Zülcelâl’e kulluğu azalır, adeta kullara kul/köle olur.

Yoksa bugün yaşam, pek çok kişi için böyle değil mi? “Kredi” kartı ile borçlanmak ve sonra o borcu kapatmak için bir başka “kredi” almak, o “kredi”yi kapatmak için bir başka “kredi” almak... Nihayetinde bütün anlarını o borçları için kapatmak...

Bu çırpınış içinde Allah-u Zülcelâl’e olan borcu unutmak... Namazı ve diğer ibadetleri ihmal etmek... “Efendim, borçlarımı ödemek için çalışıyorum, kılmaya vakit bulamıyorum, namazımı kazaya bıraksam caiz olur mu?” demeye başlamak...

Kullara borcunu ödemek için Allah-u Zülcelâl’in borcundan taviz vermek... Buna Batılı hayat tarzına eleştirel yaklaşan Batılı düşünürler bile “Efendisiz kölelik!” diyorlar. Çok tüketmek insanı öyle bir duruma getirdi ki her ne kadar bugünün dünyasında “kölelik” yok ise de bir tür “efendisiz kölelik” oluştu, diyorlar.

Bu “modern kölelik”te insan, ister kendi kölesi olsun, ister başkasının... Nihayetinde kula hizmetkârdır, Allah-u Zülcelâl muhafaza buyursun, en aşırı hâli bulduğunda kula kuldur.

Bu yanlış bir benzetme mi olur acaba? Hani insan, nefsine yenilip çok yer, önce o aşırı yemeğin verdiği rahatsızlığı gidermek için kendisiyle uğraşır, ibadetini hakkıyla yapamaz. Sonra aşırı kilo alır, kilolarını azaltmak için para ve zaman harcar. Derken kendine hamal olur, kendine hizmetkâr olur, o ağırlık içinde kimi zaman ibadetlerini aksatır.

İsrafa kaçıp borçlanarak yaşamak biraz böyle değil mi? Bu, tam anlamıyla bir gaflet hâlidir ki israf, Arapça bir kelime olup, sözlükte, “haddi aşma, hata, cehalet, gaflet” anlamına gelen “se-ri-fe” fiil kökünden gelir.

Burada “had” ölçüdür. İsrafta; ölçüyü kaçırmak vardır; çoğu zaman önce hata ve cehalet, sonra gaflet vardır. İnsan, o gaflet içinde yiyip içtikten epey sonra sıkıntı hissetmeye başladığında “Eyvah!” der. Ama kimileri için artık çok geç kalınmıştır.

Tükeninceye Kadar Tüketmek

1. Kredi Kartı Borcu İntihara Sürükledi

54 Yaşındaki dört çocuk babası işçi Y.D. bahçede ağaca asılmış halde bulundu. (Yakınları), Kaman Belediyesi’nde şoför olarak çalışan Y.D’nin (45) Bankadan 10 bin TL. kredi alıp ödeyemediği için sıkıntı yaşadığını belirttiler. Kefil olan arkadaşıyla tartıştığını, borçları yüzünden ailesiyle sorun yaşadığını, bu nedenle ruhi bunalıma girip kendini astığını belirttiler.”

2. Borcu İçin Banka Soydu

Kredi kartı borcu için bankayı soymaya çalışan Murat K. (25) kaçarken sivil polis tarafından kıskıvrak yakalandı. Amasya’nın Merzifon ilçesinde gerçekleşen olayda söz konusu kişinin, bankaya kuru sıkıyla gelip 50 bin TL. alarak kaçarken sivil polis tarafından yakalanmasıyla son buldu.

3. Kredi Kartı Mağduru Engellinin Tepkisi

Kredi kartı borcundan dolayı maaşına haciz konulan engelli C.A. , protez bacağını Sakarya Barosu’nun genel kurulunun yapıldığı Sakarya Adliyesi’ne bıraktı.

4. Kredi Kartı Borcu Yüzünden Böbreğini Satışa Çıkardı

Ankara Batıkent’te oturan emekli öğretmen G.B. (50), artan kredi kartı borçları yüzünden tefeciden borç aldı ve faizlerini ödeyemeyince böbreğini satışa çıkardı. G.B. “35 bin TL veren herkese böbreğimi verebilirim,” dedi.

Bu bilgiler Tüketiciler Birliği’nin 2009’da yayınladığı “Tüketiciler Birliği Kredi Kartları İntihar Raporu”ndan alındı.

Bunun adı “tüketirken tükenmek” değil de nedir?

İşte şeytan ve dostlarının insanı sürüklediği gaflet budur. İnsan, onlara uydukça Rabbini unutur, kendini doyurma derdine düşerken Rabbine kulluktan uzaklaşır, gaflet ve dalalet içinde önce kendi dışındaki manevi/maddi bütün varlığını; sonra, bizzat kendini tüketir.

İslam, buna tam zıt olanı emreder. İslam’ca yaşamak, İslamî bir hayat yaşamak ne güzeldir!

Müslüman Borçlanamaz mı?

Müslüman borçlanır ama onun borçlanması da Müslümancadır.

Resul-i Ekrem Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, buyurdular ki:

“Allah-u Teâlâ nazarında, bir kulun Allah tarafından yasaklanan büyük günahlardan sonra, beraberinde getirebileceği en büyük günahlardan biri, kişinin ödenecek karşılık bırakmadan üzerinde borç olduğu halde ölmesidir.” (Ebû Davud, Büyu’ 9)
Müslüman, borçlanırken bu hadis-i şerifi dikkate alır ve telef etmek için değil, ödemek için borç alır:

“Kim, ödemek arzusu ile insanların malını alır ise, Allah (onun borcunu) ona bedel eda eder. Kim de telef etmek niyetiyle halkın malını alırsa Allah onu telef eder.” (Buhâri, İstikrâz 2)

“Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’de bir adamın (parası ödenmemiş) bir devesi vardı. Adam, borcunu istemeye geldi. Bu sırada kaba sözler sarf etti, hatta Ashabdan bazıları haddini bildirmek istediler. Ancak Resulullah sallallahu aleyhi vesellem, buna meydan vermeyip: ‘Bırakın onu! Hak sahibinin konuşma hakkı vardır.’ buyurdu, sonra da: ‘Devesini verin!’ diye emretti, (ilgililer) devesini aradılarsa da bulamadılar. Fakat onunkinden daha değerli bir deve buldular. Aleyhissaltu vesselam Efendimiz: ‘Bunu verin’ dedi. Adam: ‘Bana borcunu tam ödedin, Allah da sana ödesin’ dedi. Aleyhissalatu vesselam: ‘En hayırlınız, borcunu en iyi ödeyendir!’ buyurdu.” (Buhâri, İstikrâz, 4; Müslim, Musâkât 118-122,)

Hadis-i Şerifin son kısmını, “ödeme şuuru” ya da “ödeme farkındalığı” ile ifade edebiliriz. Kişi, bedelini ödeyeceğinin farkında olursa az tüketir, az borçlanır.

Çağın en önemli problemlerinden biri, oluşturulan tüketme ortamı ile insanın ödeme şuurunu, ödeme farkındalığını kaybetmesidir, gaflete düşüp israfa teslim olmasıdır.

Bu çok ince bir planlamadır. Önce reklam üzerinden ağır bir teşvik yapılır, kişi reklamı yapılan eşyaya kavuşma isteğine hâkim olmakta güçlük çeker, sonra eline “kredi” kartı tutuşturularak ona ödeme şuuru kaybettirilir. Kişi “kredi” kartını (ki gerçekte “borçlanma kartı” demek gerekir) eline alınca hiç ödemeyecekmiş gibi alımda bulunur. Bunun sonu kendi iç barışını ve aile barışını yitirmektir. Bundan şeytandan sakınır gibi sakınmak gerekir.

Gelin Rabbimizin buyruğuna kulak verelim:

“Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm’ın sulh ve selâmetine girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.” (Bakara, 208)

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
7
SERBEST KÜRSÜ / Mümin Ülfet Eder
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:01:45 ÖÖ »


Mümin Ülfet Eder

Ülfet, insanların arasına karışmak, güzel münasebetler kurmak ve bunu sürdürmek demektir.

Peygamberimiz buyuruyor ki: “Mümin ülfet eder ve kendisi ile ülfet edilir. Ülfet etmeyen ve kendisiyle ülfet edilmeyen kimsede hayır yoktur. İnsanların en hayırlısı insanlara yararlı olandır.” (İbn Hanbel, Müsned, II, 400)

Günümüz tabiriyle, sosyalleşmek, insanlarla ilişkileri geliştirmek manasına gelir.

Dinimiz mükemmel şahsiyeti inşa ederken, Müslümanın sosyal bir insan olması gerektiğini bildirmektedir. Dinimizin birçok emirleri, cemaat olmayı gerektirir. Mesela Cuma namazı muhakkak cemaatle kılınmalıdır. Vakit namazlarının da cemaatle kılınması, erkekler için kuvvetli bir sünnettir. Hac ibadeti insanların bir arada uzun bir yolculuk yapmasını ve hep birlikte haccın menasiklerini yerine getirmelerini gerektirmektedir. Ramazan orucu da insanların kaynaşmasını sağlar. Bilhassa zekât vermek ve her türlü hayır işleriyle meşgul olmak insanları birbirine yaklaştırır.

Dinimiz Müslümanların arasında dayanışma ve yardımlaşmayı teşvik etmiş, küskünlük ve çatışmaya yol açan her türlü davranıştan da sakındırmıştır. Dinimizi güzelce yaşamak, sosyal bağları kuvvetlendirir. Ancak günümüz dünyasının şartları bu sosyal bağları azaltmakta ve “modern insanın yalnızlığı” diye tanımlanan bir durumu ortaya çıkarmaktadır.

Günümüz insanı, caddelerde akan insan selinin içinde sürüklenip giden yapayalnız bir birey durumundadır. Otobüslerde, asansörlerde, market kasalarının önündeki kuyruklarda yan yana, omuz omuza durduğumuz kişiler bize bedenen son derece yakın ama ruhen çok uzaktır.

Büyükşehirlerde hepimiz kalabalıklar içinde yapayalnızlığı yaşıyoruz. Çoğumuz yollarda sık sık karşılaştığımız kişilerin bile çoğunu tanımıyoruz.

Yunus Emre meşhur dizelerinde:

Gelin tanış olalım,

İşi kolay kılalım,

Sevelim sevilelim,

Dünyaya kimse kalmaz, diye seslenmiş.

Dinimiz selamlaşmaya, tanışmaya, ziyaretleşmeye büyük sevap vaad ediyor. Sadece yüzeysel bir münasebet kurmayı değil, Müslüman kardeşinin haliyle ilgilenmeyi, derdine koşmayı, sıkıntısına çare bulmayı teşvik ediyor. Ama çoğumuz emredilenin aksine içe kapanık hayatlar yaşıyoruz.

Yalnızlaşma Sarmalı

Günümüzde insanlar evlilikten bile kaçıyor. Evlilik niyetiyle görüştürüldüğü herkese bir kulp takanlar, eften püften sebeplerle nişandan ayrılan veya boşananlar, bekâr arkadaşlarıyla bile geçinemeyip tek başına ev tutan, yalnız başına yaşamayı seçenler her geçen gün artıyor.

Yalnızlaşma birçok ruhî sıkıntıyı beraberinde getiriyor ve pek çok ciddi rahatsızlığı tetikliyor. Uzmanlar, sosyal ilişkilerde kopukluğun; madde kullanımı, obezite, internet bağımlılığı gibi birçok problemi tetiklediğini bildiriyor.

İşin ilginç tarafı, bu bağımlılıklar da sosyalleşmeyi engellediği için kişiyi bir depresyon sarmalının içine çekiyor. Kişi sosyalleşerek güzel ilişkiler ve hayırlı faaliyetler içinde yer almaktan uzaklaştıkça teselliyi yiyip içmede, madde kullanmada veya sana zevklerle rahatlamada arıyor. Bunlara yöneldikçe sosyal ilişkileri daha da bozuluyor. Bu kısır döngünün sonunda kişinin psikolojik dengesi çöküyor.

Eski ruh hekimlerinin “melankolik” dediği, kötümser, yaşama coşkusunu yitirmiş, ufak tefek meselelerle bile mücadele edemeyen, buhran içine gömülüp giden insan tipi ortaya çıkıyor.

Eskiler boşuna “İnsan insanın panzehiridir” dememiş. Bugün psikologlar, sadece birileriyle konuşup dertleşmenin bile kişiyi depresif ruh halinden çıkarabileceğini, intihara kadar sürükleyen bunalımlara çare olabileceğini bildiriyor.

Yalnızlığın sebepleri

Elbette Müslümanları da tesiri altına alan insanlarla münasebeti kesme, yalnızlaşma tercihinin birçok sebepleri var. Psikologlar bilhassa modern zamanlarda ortaya çıkan ve birçok problemi tetikleyen yalnızlık tercihinin sebeplerini şöyle sıralıyorlar:

1- Sorumluluktan Kaçış

Günümüzde bilhassa evliliğin ertelenmesine en çok sebep olan neden, insanların sorumluluk yükleyen bir ilişkiyi göze alamamaları. Erkekler karısını ve çocuklarını geçindirmenin sorumluluğunu üstlenemiyor. Kadınlar ise kocasının ve çocuklarının bakımını yüklenmek için bireysel hayatını bırakmak istemiyor.

Bu kişiler “Önce kariyer yapmam lazım,” “Hayat çok pahalı,” “Evlenmek çok masraflı” “Doğru kişiyi bulmadan evlenmem” gibi gerekçelerle evliliği erteleyip duruyor. Aslında bu kişiler, büyüyüp anne baba olmanın sorumluluklarını yüklenmektense adeta çocuk gibi sorumsuzca yaşamaya devam etmek istiyorlar.

2- Tahammülsüz Kişilik Yapısı

Günümüzde insanlar kendilerini rahatsız eden en ufak bir duruma tahammül edemiyorlar. Oysa insanlarla birlikte olmayı sürdürebilmek için hoşa gitmeyen bazı durumlara sabretmek gerekiyor. Mesela eşiniz veya arkadaşınız biraz ağırkanlı. Birlikte bir yere gideceğiniz zaman hazırlanması uzun sürüyor, sizi kapıda bekletiyor.

Modern insanın tahammül etmekte zorlandığı şeylerin başında “hayatı yavaşlatan kişiler ve şeyler” geliyor. Teknolojinin ilerlemesi sayesinde her şeyi hızlı yapmak mümkün hale geldikçe bekletilmeye karşı tahammül eşiği düşüyor. Bilhassa yaşlılar, çocuklar, çocuklu dostlar istenmeyen kişilere dönüşüyor.

3- Fedakârlık Yapmak İstememe

Bilhassa yaşlı anne babayla ilgilenmemenin, akrabayla ilişkileri kesmenin en yaygın nedenidir. Evlilikten ve dostlarla ilişkilerden kaçmaya da sebep olabilmektedir.

Hayatta her beraberlik mutlaka iki tarafın da bazı fedakârlıklar yapmasını gerektirir. Bir saatlik bayram ziyaretinde bile insan karşısındaki kişinin anlattıklarını, hiç ilgisini çekmese bile, dinlemek zorunda kalır.

Modern insan, kendisine hiçbir çıkar sağlamayan ilişkiler için fedakârlık yapmak istemiyor. Çünkü modern insan için hayatta en önemli şey, başarılı olmak ve para kazanmaktır. Tatiller bile yeniden çalışmaya başlayabilmek için dinlenme amaçlıdır. Bu sebeple günümüz insanı ona maddi bir şey kazandırmayacak ilişkiler için yorulmak istememektedir.

“Çok çalışıyorum, yoruluyorum. Tatillerimde de hoşuma giden şeylerle vakit geçirip iyice dinlenmem lazım. Beni gerecek ve yoracak kişilere enerjimi harcayamam,” diye düşünmektedir.

4- Mükemmeliyetçi Kişilik Yapısı

Bazı kişilerin müzmin bekârlığı ve insanlar arasına karışmamasının sebebi, aşırı derecede mükemmeliyetçi olmalarıdır. Bu kişiler ilişkilerinde de aşırı beklentilere sahip olup muhataplarının en ufak bir kusurunu bile hoş görememektedirler.

Esasen başkalarından mükemmellik bekleyen bu kişilerin kendisi de mükemmel değildir. Aksine kendilerini insanlarla ilişkilerde sınayacak olsalar ne kadar kusurlu oldukları ortaya çıkacaktır. Zaten bu sebeple kendilerine kurdukları dünyada mükemmellik taslamayı tercih etmektedirler.

Eskiler “Kusursuz dost ararsan dostsuz kalırsın,” demişler. İnsanlardan mükemmellik beklemek yanlıştır. Ancak modern insan, menfaat sağlamadığı sürece başkalarıyla geçinmeye, hatalarını hoş görmeye gerek duymamaktadır.

5- Benmerkezci Kişilik Yapısı

Benmerkezci kişiler her konuda kendi isteklerini dayatan, başkalarının isteklerine uyum sağlamaya yanaşmayan, geçinmek için çaba göstermeyen tiplerdir. Her türlü ilişkide problem kaynağıdırlar. İlişkilerden kaçmasalar bile onlarla geçinmek zordur ve ilişkilerin yürümesi için gerekli uyumu göstermezler.

Bu kişiler daima karşı tarafı değiştirmek, kendi istediği hale getirmek için uğraşır, kimseyi olduğu gibi kabul etmezler. Ortak noktalarda uzlaşmak için bir adım atmaya yanaşmazlar.

Modern zamanlarda bu kişilik tipi yaygınlaşmaktadır. İnsanlar sanki bir meziyetmiş gibi, ne kadar geçimsiz olduklarını anlatıp “Ben kimseyi çekemem, beni çekecek birini bulursam o zaman evlenirim,” diyebiliyorlar.

6- İnsanlara Karşı Güvensizlik Duyma

İnsanlarla samimi ilişkiler geliştiremeyen kişilerin birçoğu insanlara güvenmemekte, herkesin onlara ihanet edeceği veya iyi niyetini suiistimal edeceği hakkında kuşkular beslemektedir. Bu kuşkuların bir kısmı, geçmişte yaşanan hayal kırıklıkları sebebiyle gelişmiştir. Toplumda yaygın olan dedikodu, laf taşıma, iki yüzlülük gibi kötü adetler de insanların birbirine güven duymasını engellemektedir.

Bütün bu sosyalleşme bozuklukları sanal sosyalliği ve madde ve teknoloji bağımlılığını kamçılamaktadır. Çünkü insanlar sanal medyada sosyalleşirken hiçbir sorumluluk yüklenmiyor, hiçbir fedakârlık yapmıyor, tahammül etmesi gerekmiyor.

Ayrıca sanal âlemde kimsenin kimseye sadakat göstermesi gerekmiyor; bir tıkla bağlanıp bir tıkla hayatından çıkarabiliyor. Aynı anda farklı kişilerle yapmacık ilişkiler kurmak mümkün olabiliyor.

Bu âlemde kimse sizin gerçek yüzünüzü bilmediği için istediğiniz gibi mükemmeliyetçilik taslayabiliyorsunuz. Mesela, belki beş vakit namazını kılmayan biri olsanız da, büyük evliyaların güzel sözlerini paylaşabiliyorsunuz.

Bunun yanında sanal dünya fedakârlık gerektirmiyor; aksine eğlence ve zevk veriyor. Mesela film, müzik, komik video, esprili sözler ve fotoğraflar paylaşmaya imkân sağlayarak insanlara hoşça vakit geçirtiyor. Ancak bu sosyalleşme türü insanın kişilik olarak olgunlaşmasını sağlamıyor. İnsanın kişilik olarak gelişip olgunlaşması ancak sağlıklı ve gerçek insan ilişkileri ağında sorumluluk yüklenmekle gerçekleşiyor.

Sağlıklı İlişkiler Kurmak İçin

Sağlıklı ilişkiler kurmak, sağlıklı ve olgun bir ruh haline sahip olmakla mümkündür. İnsan çocukken benmerkezci, sorumsuz ve uyumsuzdur. Ama yetişkinliğe adım atarken gereği kadar olgunlaşmış kişiler çocukluk dönemine ait hamlıktan kurtulur, sorumluluk yüklenmek gibi yetişkinlik özelliklerini kazanırlar. Olgunlaşmak sadece bedenen irileşmekle olmaz, kişinin karakter olarak da gelişmesini gerektirir.

Bedenen olduğu kadar karakter olarak da olgunlaşmış kişiler, başkalarıyla sağlıklı ilişkiler kurarlar. Bu kişiler insanlarla ilişkilerini sürdürürken karşılaştıkları ufak tefek meseleleri çözebilirler. Bunun yolu, kendine ve başkalarına karşı dengeli bir şekilde güven duymak ve ufak tefek kusurları hoş görebilmektir.

Aslında insanlar arası münasebetleri sürdürmek için çok sorumlu olmak, aşırı fedakârlık yapmak, kendini hiç düşünmemek gerekmez. Aksine bu aşırılıklar zamanla hayal kırıklıklarını ve kırgınlıkları beraberinde getirecektir.

Sizin gösterdiğiniz aşırı fedakârlığa beklediğiniz şekilde mukabele edilmezse veya kıymetini bilmezse bu durum zamanla sitem ve dargınlığa yol açacaktır. Bu sebeple bir ilişkinin tabiatı ne kadar fedakârlık istiyorsa o kadar fedakârlık yapmak daha uygundur.

Bir kişinin başkalarına zaman ayırmayı bildiği gibi, zaman zaman da kendi başına kalabilmesi gerekir. Başkalarını düşündüğü kadar kendi sınırlarını savunmayı da bilmeli, iyiliğini istismar ettirmemelidir. Çünkü insan ilişkilerinde abartılı davranışlar, zamanla hor görülmeye ve itilip kakılmaya sebep olabilmektedir.

Bilhassa kadınlar duygusallıkları sebebiyle insan ilişkilerine aşırı anlam yükleyip daha sonra büyük hayal kırıklıkları yaşama eğilimine sahipler. Bunun sebebi de genellikle kadınların aşırı derecede fedakârlık yaparken kendini sevdirme ve takdir görme isteğiyle hareket etmeleridir. Ancak çoğu zaman bu fedakârlığın bir mecburiyet gibi görülmesi kadınları incitmektedir. Bu sebeple, bilhassa hanımlar, ilişkilerine dengeli bir şekilde zaman ayırmalı ve bunun karşılığında aşırı beklentiye girmemelidir.

Bunun da en güzel çaresi, ilişkilerdeki fedakârlıkların mükâfatını yalnız Allah'tan bekleyerek hareket edilmesidir. Düşünecek olursak kullar bizi sevse veya takdir etse bile bize ne verebilir ki? Oysa fedakarlıkları Allah için yaptığımız zaman, O bize iki dünyada da istediğimiz her şeyi vermeye Kadirdir.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
8
Eğitimle İlgili Makaleler / Çocukların Kıyafet Adabı
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 06:22:55 ÖÖ »


Çocukların Kıyafet Adabı

Çocuk eğitiminde edep eğitiminin çok önemli yeri vardır. Müslüman, Allah'a teslim olan insan demektir. Bir Müslüman herhangi bir hususta Allah'ın emirlerini bir yana koyup kendi arzularına göre seçim yapmaz.

Dinimiz hayatın her sahasında bize rehber olacak kurallar koyduğu gibi, giyim kuşam hususunda da göz önünde bulunduracağımız bazı temel hükümler koymuştur.

Müslüman Allah'ın verdiği nimetlerden, O’nun rızasına uygun şekilde faydalanması gerektiğine inanan insandır. Allah'ın nimetlerinden faydalanırken Onun rızasına uygun şekilde davranmamız gerektiğinin şuurunda olmalıyız.

Müslümanların birçoğu kendi kıyafetlerini seçerken Allah’ın hükümlerine riayet etmeye çalışıyor ama çocuklarına gelince, kıyafet adabını öğretmeyi ihmal ediyor. Bunun sebebi de genellikle “O henüz çocuk, nasıl olsa ona günah değil! Şimdilik istediği gibi giyinsin de hevesini alsın…” şeklinde düşünmektir.

Elbette İslam’da çocuklar yaptıklarından sorumlu değildir. Bu sebeple çocuğumuz yanlış kıyafetler giyse de ona günah yazılmaz. Ancak ergenlik çağına girmeden önce Allah'ın hükümlerine alışması açısından kıyafet adabını öğrenmesi faydalıdır.

Edep, dinin gerekli gördüğü ve aklın güzel bulduğu bütün söz ve davranışları, uyulması gereken görgü kurallarını, göz önünde bulundurulması ve izlenilmesi gereken esasları ifade eder. Çocuklarımıza İslami bir edebe sahip olarak yetiştirmemiz önemlidir.

Çünkü çocuklarımız büyüdükçe çevrenin tesirine girecekler ve o zaman bir şeylere alıştırmak çok daha zor olacaktır.

İslam’da Kıyafet Adabı:

Kıyafet, alelade bir eşyadan ibaret değildir. Üzerimizde taşıdığımız kıyafet, kimliğimizin ve kişiliğimizin aynasıdır.

Bilhassa çocuklar saf ve duygusal yapıları sebebiyle iç-dış ayırımı yapmazlar. İnandıkları gibi giydirmezseniz zamanla giyindikleri gibi inanmaya başlarlar. Bu sebeple anne babalar, çocuklarına benimsetmek istediği inanç ve değerleri küçük yaştan itibaren kazandırmalıdır.

Bu konuda dikkat edilecek noktalar şunlardır:

1- Müslümanların giyim kuşamda çok dikkat etmeleri gereken en önemli konu, kıyafetlerinin başka dinlerin mensuplarına benzememesi, onlardan farklılaşmasıdır.

İnsan, üzerinde taşıdığı kıyafet sayesinde bir ruh haline bürünür ve ondan etkilenir. Mesela insanlar mensubiyetlerini daha çok kıyafetle ifade ederler. Okullarda forma, orduda ve bazı görevlerde üniforma ve mesleki kıyafet giyilmesinin bir sebebi de budur. Bunlar insanın kendini bir gruba mensup hissetmesini sağlar. Bu sebeple kız veya erkek çocuklarının kendilerini Ümmet-i Muhammed’in parçası olarak hissetmesi için, kılık kıyafetinin Müslümanca bir tarzı olması gereklidir.

Kılık kıyafet insanın neyi sevdiğini, neye özendiğini, nereye ait hissetmek istediğini gösterir. Basit bir örnek olarak, bir erkek çocuğu eğer bir futbol takımını tutuyorsa onun renklerini giymek ister. Rakip takımın renklerini giydirmek için ısrar etseniz de kabul etmez.

Peygamber efendimiz bu gerçeğe işaretle, “Kim hangi kavme benzerse o da onlardandır” (Ebû Dâvûd, Libas 4) buyurmuştur.

Öyleyse çocuklarımızın kıyafetlerinin başka dinlere mensup olan toplumların ayırt edici kıyafetlerine benzememesine gayret göstermeliyiz. Mesela zaruret derecesinde bir durum olmadıkça erkek çocuklara smokin, kravat, kız çocuklara batı tarzı gece kıyafetleri (tuvalet) giydirmemeliyiz.

Çocuklarımıza özel günlerde kendi kültürümüze ait çizgileri taşıyan kıyafetler giydirebiliriz. Mesela erkek çocuklara sünnet kıyafeti olarak kaftan, kızlara müsamere kıyafeti olarak bindallı giydirebiliriz. Artık bunlar da üretiliyor.

Ayrıca çocuk kıyafetlerinin üzerindeki resimler ve yazılar da çoğu zaman sakıncalar içeriyor. Bu İngilizce yazılı tişörtlerle dolaşmak çocuğun kendisini batı özentisi içinde hissetmesini kolaylaştırıyor.

Çocuklarımızın çizgi film ve film kahramanlarının resimleriyle dolu kıyafetler giymesi de, hem onların maneviyatı yönünden hem de bütün gün onları görecek kişiler açısından hiç uygun değil. Hepimiz şuurlu olarak çocuk kıyafeti üretenlerden bu konuda hassasiyet talep etmeliyiz.

2- Çocuk kıyafetinde ikinci kuralımız tesettüre alıştırmak olmalı. Bazı anneler, “Çocukken hevesini alsın,” gibi mazeretlerle kızlarına dekolte kıyafetler giydiriyor.

Oysa çocuğa manevi değerler sevdirilerek verilirse çocukta haya duygusu yerleşir ve öyle bir çocuk dekolte giyinmeye heves etmez. Zaten çocuğa telkin ve yönlendirme yapılmadığı sürece buna heves etmesi için sebep de yoktur. Daha çok anneler, kendileri yapamadıkları şeyleri kızlarına yaptırmakla tatmin olmaktadırlar. Kızlarını da “Ay ne güzel oldun…” diyerek özendirmektedirler.

Kız çocuklarımıza güzel kumaşlardan, özenle dikilmiş ve tesettürün ruhuna uygun, edebli bir kıyafet giydirip, “Çok yakıştı” dersek çocuk bununla da çok mutlu olur.

Erkek çocukların tesettürüne de dikkat etmeli. Mesela günümüzde yırtık kot pantolonlardan bel ile diz kapağı arası bölgeler görünüyor. Bazı şortlar ve mayolar edep duygusunu aşındıracak kadar kısa olabiliyor.

Prof Dr İbrâhim Cânan hocamız, Çocuk Terbiyesi adlı eserinde, Muhammed İbn İyaz ez-Zühri radıyallahu anhunun rivayet ettiği bir hadisi şöyle aktarıyor: “Küçüklüğümde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem yanına götürüldüm. Üzerimde giyecek olarak tek parça bir hırka vardı. Avretim açılmıştı ki, Hz. Peygamber, “Bunun avretinin haramlığına riayet edip örtün. Zira küçüğün avretinin haramlığı, büyüğün avretinin haram oluşu gibidir. Allah avretini açanı koruyup gözetmez.” buyurdu.

Demek ki “Daha çocuk” demeyip dikkat etmeliyiz. Hem günümüzde çevrede kız veya erkek çocukları taciz eden sapık insanlar da olabiliyor. Çocuklarımızı bu konuda kendilerini sakınacak şekilde hassas yetiştirmek için de tesettür fikrini aşılamak önem taşıyor.

3- Çocuklarımızın kıyafeti, kendi cinsiyetini yansıtmalı; yani kızsa kız elbisesi, erkekse erkeksi kıyafetler olmalıdır. Günümüzde kızlar arasında pantolon ve ceket gibi erkeksi kıyafetler yaygınlaşıyor. Bu da kız çocukların beden dilini, hal ve hareketlerini dahi etkiliyor. Ayrıca hem kız hem erkekler tarafından ortak kullanılan unisex giyim ve aksesuarlar teşvik ediliyor. Böylece erkek çocukların ayakkabı ve eşofmanlarında kıza benzer renkler görülüyor.

Hz. Âişe annemiz kadınların erkeklere mahsus kıyafetlere bürünmesine izin vermemiş ve "Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kadın gibi giyinen erkeğe, erkek gibi giyinen kadına lânet etti." (Ebû Dâvûd, Libas 28) buyurmuştur.

Peygamber efendimiz torunu Hz. Hasan dünyaya geldiğinde, daha bebek olmasına rağmen sarı kundağa sarmalarına izin vermemiş, beyaz kundağa sarmıştır. Hz. Ömer radıyallahu anh kırmızı renkli elbiseler giyenleri gördüğü zaman, yanına çekip “Bunu kadınlara bırakın” derdi.

İslam dini hanımların ev içinde güzel kıyafetler giymesine hoşgörüyle bakar. Hatta evli hanımların kocalarının yanında cazibesini artıracak güzel kıyafetler giymesi, aile saadetine ve sevaba vesile olur. Bu sebeple erkekler için yasaklanmış olan, ipek giymek ve aşırı pahalı olmayan altın ziynet takınmak kadınlara helal kılınmıştır.

Peygamber efendimiz kız ve erkek çocukların küçük yaştan itibaren yüksek İslam ahlakını yansıtmalarını hedeflemiştir. Müslüman kızın üstün vasfı, dışarıya karşı iffet ev ortamında ise zarafettir. Müslüman erkek de, erkekliğin şanına yakışır ciddiyet ve ağır başlılığı, kılık kıyafetiyle yansıtmalıdır.

4- Kıyafet edebinde dikkat edilecek bir husus da israfa kaçmamak ve dikkat çekici giyinmeye alıştırmamak. Günümüzde maddi imkânlar arttı, çocuk sayısı azaldı. İnsanlar bir iki çocuk sahibi oluyor ve onları da alabildiğine şımartıyor.

Bazı anne babalar, ellerine imkân geçince, gençken özenip yapamadıklarını çocuklarına yaptırıyor ve “Ben giyemedim çocuğum giysin,” diyerek çocuklarının her istediğini alıyor.

Giyim kuşam bir kişinin hayata bakışını yansıtır. Bir kişi geçici dünya hayatına ve nefsanî zevklere düşkünlük gösteriyorsa, giyim kuşamına da gereğinden fazla anlam yükler. Çünkü bu kişi değeri kabukta arar, “Dış görünüş hayatta en önemli şeydir,” zanneder. Peygamber efendimiz ise bize, kalbimizi, iç âlemimizi süslemeyi öğretmiştir; dış görünüşümüzle değer aramayı değil…

Çocuklarımızın kıyafetine fazla para harcamak onlarda kibir ve kendini beğenmişlik gibi nefsanî hastalıkları tetikleyebilir. Ayrıca aynı imkâna sahip olmayan arkadaşları tarafından kıskanılmalarına veya nazara uğramalarına sebep olabilir.

5- Elbette israf etmeyelim derken çocukların ihtiyaçları da ihmal edilmemeli. Arkadaşlarının alay konusu olacak kadar düşük kaliteli kıyafetler giyen bir çocuk kendini ve ailesini küçük görür, başkalarına özenir veya kıskanır.

Çocuklarımızın ihtiyaçları için harcadığımız paralar da, israfa kaçmadığımız sürece, sadaka sevabı getirmektedir. Bu sebeple Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Evladınıza ikram edin, onları edepli, terbiyeli yetiştirin!” (İbn Mâce, Edeb, 3)

Bir Müslüman giyim kuşamda israfa kaçmadan, sağlıklı, kullanışlı, kaliteli ve güzel giyinebilir. Esasen bir Müslümanın temiz, tertipli, saygı uyandıracak bir kıyafet içinde olması gerekir.

Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam, Müslümanların toplum içinde kınanacak bir durumda olmasını değil, beğenilecek bir durumda olmasını tavsiye etmektedir. Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam ashabına;

“Sizler mü’min kardeşlerinizin yanına varacaksınız; binaenaleyh binek hayvanlarınıza dikkat ediniz, kıyafet ve elbisenizi düzeltiniz ki, insanlar arasında parmakla gösterilecek gibi olunuz; çünkü Allah-u Teâlâ çirkinliği ve çirkin söz söylemeğe özenen kimseleri sevmez." (Ebu Davut, Libas, 25)

Çocuklarımızı düzgün ve temiz giydirirken niyetimiz, nefsimiz adına tatmin olmak değil, Müslümanları temsil etme mesuliyetiyle temiz tertipli olmak olmalıdır. Bizim niyetimizin halisliği çocuğa da yansıyacaktır.

6- Giyim kuşamla ilgili bir edeb de, kıyafetlerimizi sağdan başlayarak giymek, soldan çıkarmaktır. Peygamberimiz bütün güzel şeyleri sağdan başlayarak yapardı. Biz de bunu çocuklarımıza öğretmeliyiz.

Peygamberimiz yeni bir kıyafet giyeceği zaman bunu Cuma’ya denk getirmeyi severdi. Biz de çocuklarımızı Cuma namazına giderken en yeni ve temiz kıyafetler giydirelim.

Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhın rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem yeni bir elbise giydiğinde şöyle dua etmiştir: “Avretimi örtebileceğim ve hayatta güzellik sağlayabileceğim bir elbise giydiren Allah'a hamd olsun.”
Ardından da: “Kim yeni bir elbise giyer, böyle söyler, daha sonra da eskittiği elbiseyi tasadduk ederse, sağken de öldükten sonra da Allah'ın himâyesi, hıfzı ve örtmesi altında olur” demiştir. (Tirmizî, Daavât 119)

Biz de çocuklarımızın küçülenlerini ihtiyacı olan ailelere ulaştırırsak israftan sakınmış ve hayır dua almış oluruz.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.

9
Hatice Kübra Ergin / Allah, Kalplerin Özünü Bilir
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 06:17:24 ÖÖ »


Allah, Kalplerin Özünü Bilir

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla,

Allah'ın Rahmeti ve Bereketi üzerimize olsun.

İnsan, dıştan bakıldığında bir canlı türü gibi görünse de, ortaya koyduğu iyi ve kötü işleri ve eserlerine bakıldığında iç âleminde koca bir evreni saklayan çok sırlı bir varlık olduğu anlaşılmaktadır. Evet, insan hiçbir canlının ve hatta meleklerin bile anlayamadığı engin bir kalp ufkuna sahiptir. Ancak Allah-u Zülcelâl’in meleklerini önünde secde ettirdiği bu varlık, aynı zamanda şeytanlarının da oyuncağı olabilmektedir.

İnsanı ahsen-i takvim zirvesine çıkaran da kalptir, esfel-i safiline yuvarlayan da. İnsanın kalbi, Allah-u Zülcelâl’i tanımasını ve sevmesini mümkün kılan çok yüksek bir istidada sahiptir. Ancak bu istidadın inkişaf etmesi için kalp aynasının nefsani duyguların pasından arınması gerekmektedir. Çünkü Yüceler yücesi Rabbimiz, kalp evi tertemiz olmadıkça oraya misafir olmamaktadır.

Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, “…takva buradadır,” (Buhârî, İman 39; Müslim, Müsakat 107) buyurarak, eliyle kalbini göstermek suretiyle, günah ve kötülüklerden arınmanın ancak kalp temizliğiyle mümkün olabileceğini işaret etmektedir.

Hatta tasavvuf yolunda kalbin Allah'tan başka her şeyden arınması gerektiği bildirilmektedir. Çünkü kalbimizi lüzumundan faza meşgul ettiğimiz her şey, onda bir gölgeye sebep olacak ve azalarımızı da Allah'ı sevmediği bir amele sevk edecektir. Bu sebeple İsmail Hakkı Bursevî’nin dile getirdiği gibi;

Dil beyt-i Hüdâ’dır, ânı pâkeyle sivâdan

Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde

Yani, “Kalp, Hüda’nın evidir; onu Allahtan gayrı her şeyden temizle; böylece Rahman gecelerde sarayına insin.”

Allah-u Teâlâ kalplerimizi Allah'ın sevgisiyle ve Allah'ın sevgisini kazanmaya vesile olan sevgilerle meşgul etsin; sevmediği şeylerin sevgisinden arındırsın.

Âmin.

Hatice Kübra Ergin

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
10
Sağlık / Göz Alerjisi
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 06:04:42 ÖÖ »


Göz Alerjisi

Göz alerjileri, mevsimsel değişimlerle, polenlerin, mantar sporlarının, evcil hayvan tüylerinin veya toz akarlarının havada bulunmasıyla tetiklenebilir.

Göz alerjilerinin belirtileri, kaşıntı, kızarıklık, sulanma, şişlik ve hatta bulanık görme gibi rahatsız edici durumları içerebilir.

Bu belirtiler sadece kişinin konforunu değil, aynı zamanda günlük yaşam kalitesini de etkileyebilir.

Göz alerjileriyle başa çıkmak için ilk adım, alerjenlerle teması mümkün olduğunca azaltmaktır.

Bu, polen sezonunda dışarıda bulunmayı sınırlamak, tozlu ortamlardan kaçınmak veya evcil hayvanlarla teması azaltmak gibi önlemleri içerebilir.

Ayrıca, alerjiye neden olan maddeleri filtreleyen uygun bir hava temizleyici kullanmak da faydalı olabilir.

Göz alerjilerini hafifletmek için göz damlaları veya antihistaminikler gibi ilaçlar kullanmak da yaygın bir yöntemdir.

Ancak, bu ilaçları kullanmadan önce mutlaka bir doktora danışmak önemlidir.

Uzun süreli kullanımda bazı ilaçların yan etkileri olabilir ve herkes için uygun olmayabilir.

Ayrıca, göz alerjilerini hafifletmek için soğuk kompresler de etkili olabilir.

Soğuk kompresler, gözlerin şişmesini azaltabilir ve kaşıntıyı hafifletebilir.

Pamuklu bir bez veya temiz bir bezle yapılacak hafif masajlar da gözlerin rahatlamasına yardımcı olabilir.

Son olarak, göz alerjileriyle mücadele etmek, sadece semptomları hafifletmekle kalmaz, aynı zamanda göz sağlığını korumak için de önemlidir.

Alerjik reaksiyonlar, gözlerinizi tahriş edebilir ve enfeksiyon riskini artırabilir, bu nedenle belirtileriniz olsa bile, ihmal etmemek önemlidir.

Gözler, dünyayı görmemizi sağlayan paha biçilmez bir hazineye sahiptir.

Bu nedenle, göz sağlığımızı korumak ve göz alerjileri gibi rahatsızlıklarla başa çıkmak için gerekli önlemleri almak hayati öneme sahiptir.

Baharın güzelliklerini doya doya yaşamak için gözlerimize iyi bakalım ve alerjik tuzaklara karşı hazırlıklı olalım.

Unutmayalım ki, sağlıklı gözler, yaşamın her yönünden keyif almanın anahtarıdır.

Allah'a emanet olun ...

Mustafa Ceylan.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.   
Sayfa: [1] 2 3 ... 10