Son İletiler

Sayfa: [1] 2 3 ... 10
1
İslami Yaşam Hayat Toplum ve Aile / Dinin Faydası Önce Dünyadadır
« Son İleti Gönderen: KOYLU Bugün, 08:02:58 ÖÖ »


Dinin Faydası Önce Dünyadadır

İman ve ibadetlerin faydası yalnız ahiret içindir gibi yanlış bir kanaat, eksik bir düşünce Müslüman halk arasında yaygın durumdadır.Hâlbuki stresten alabildiğince uzak, huzurlu, güvenli bir hayat için dinin emirlerine uyma, tavsiyelerine kulak verme, faydası ahirete kalmadan bu dünyada insana dönen en hayırlı işlerdendir. Kur'an ve Hazreti Peygamberin bize öğütledikleri bilgilerin tamamı, insanı hem dünya hem de ahiret hayatında huzurlu ve mutlu kılacak bir programdan başka bir şey değildir. Bilgisayar çağı olan günümüzde bu ifadenin içerdiği manayı kavramak biraz aklını kullananlara hiç de zor olmasa gerekir.

Bilgisayarı çalıştıran programdır. Programlar olmasa bilgisayarlar bir hiçtir. Aynen onun gibi, bilgisayardan daha mükemmel bir yapı olan insanın programı Kur'an ve sahih hadislerdir. Bunlara uyulmadan yaşanan bir hayatın ideal bir hayat olması ve insanı her yönüyle tatmin ve mutlu etmesi mümkün değildir. Her dönem ve devirde olduğu gibi bu gerçeğe asrımızda da şahit oluyoruz. İnsanlar hızla fıtratlarına, yaratılışlarına uygun olan İslam'a koşuyor ve ancak öyle gerçek huzur ve mutluluğu buluyorlar. Bunu özellikle İslam'la şereflenmiş, yeni müslüman olmuş kişilerin itiraflarında açıkça görebiliyoruz.

Dini hayatı içselleştirerek yaşayanların huzurları ve çevrelerine verdikleri pozitif enerji her zaman dikkat çekicidir. Mesela, herkes tarafından bilinen ve meşhur bir örnek anlamında Hz. Mevlana'nın hayatı çok ilgi çekicidir. Yaşamı boyunca çevresine sevgi, hoşgörü bağlamında hep pozitif enerji dağıtmış ölümüyle de eserleri, aynı enerjiyi dağıtmaya ve insanları etkilemeye devam etmektedir. Acaba Hazreti Mevlana, böyle çekici ve etkileyici yaşam tarzını ve hayat felsefesini nereden almıştır. Bu önemli ayrıntı, Hazreti Mevlana anılırken bazılarınca hep gözden kaçırılmaya çalışılır. Ama insan güneşe gözünü kapatsa da, o aydınlatmasına ve ısıtmasına devam eder.

Bizler Hazreti Mevlana'yı Kur'an ve Hazreti Peygamber ile birlikte anmazsak hem onun yaşam felsefesine hem de hayatına en büyük ihaneti etmiş oluruz. Ve inanıyorum ki O'da ahirette kesinlikle böyle yapanlardan, amacını saptıranlardan davacı ve şikâyetçi olacaktır. Şiirlerinde de bunu kendisi söylemekte zaten. Şu bir gerçek ki Hazreti Mevlana ve onun gibi diğer din büyüklerini yücelten şey, örnek aldıkları Hazreti Peygamber ve arkadaşlarının hayatıdır. Mevlana'nın bütün güzelliği onlara benzemeye çalışmasındandır.

Sadede gelecek olursak, hem doğulusu hem batılısı ile her dinden insan Mevlana ile huzur bulduklarını itiraf ederken aslında İslam'ın reklâmını yaparlar. Bu dinin dünya hayatındaki yansıması huzurlu bir yaşam şeklindedir. Bu huzurun sebeplerini sorgulayacak olursak, Din psikolojisi üzerine araştırma yapan psikologlar ve uzmanlar bu etkinin sebebi hakkında şunları söylerler: İnsan eksiktir. İbadetlerle mükemmel varlığın kuşatıcılığında eksik yönlerinin kuşku, kaygı ve korkularından kurtulur, huzur bulur.

İbadetler insanın disiplinli bir hayata alışmasını kolaylaştırır. Duygularını eğitir. Duyguların zararlı etkilerinden korur. Cemaatle yapılan ibadetler sosyal fobiden kurtarır. Sosyal uyuma yardımcı olur.

Dua ve ibadetler Yüce varlıkla insanı sembolik bir beraberliğe ulaştırır. Yüce varlıkla bu tür ilişki ruhsal yönden tedavi edici önemli bir pratiktir. İman ve ibadetler insanlardaki karışık duygu düşünce ve güdüleri manevileştirip bütünleştirerek bireyi belirsizlik ve kaosun bunalım atmosferinden kurtarır. Ruhsal bir bütünlük kazandırır. En önemli temel kaygı olan ölüm korkusuna karşı dini ibadetler korkunun moral çöküntüsünün karşısında kişinin moral kuvvetleri olarak çalışırlar.

İbadetler bilinçli bir şekilde yapıldığımda kişiliğin gerek içe dönük, gerek dışa dönük yüzünün gelişmesine yardımcı olurlar. Bilinçli olarak Allah'ın karşısında olduğunu hisseden insan kendini değerlendirir denetler. İnsanlara inancının zaviyesinden bakar. Bütün yaratılmışla barış içerisinde olur. Huzurlu olur, huzur dağıtır.

İbadetler çeşitli zorluklara karşı dirençli, sabırlı kılar. İnsanlardaki, sabır, cesaret, merhamet gibi güzel yönleri geliştirir. Yaratıcısına tam yönelen insan her türlü kötülükten kaçar. Kendine olan güven ve saygısı artar. Kişiliği gelişir ideal bir şahsiyet kazanır. Henry Link "Dine dönüş" adlı kitabında "bir dine inanan ve mabetlere giden insanların şahsiyet ve karakteri, dine karşı ilgisiz insanlara göre daha sağlamdır ve ahlaki yönden bu insanlar daha üstündürler" der. (1)

Hem fiziki hem ruhsal bünyemize iman ve ibadetlerin faydası saymakla bitmez. Örnek olması anlamında birkaç şey söylenmiştir.

Buradan çıkarmamız gereken ders, dini yaşantının faydası ahirete diye bir yanlış inanış ve cehaletten vazgeçmemiz ve bu dünyada iyilik istiyorsak da dine dönmek zorunda olduğumuzu bilmemizdir.

Allah'a (Celle Celalühü) emanet olun.

----------------------------------------------------------------

Kaynak :

(1) Akif Hayta'nın Dini Pratikler ile Psiko- Sosyal Uyum Arasındaki İlişki Üzerine Bir İncelemesinden

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
2
İnsan ve Hayat / Hayatı Kul Olarak Yaşamak
« Son İleti Gönderen: KOYLU Bugün, 07:53:03 ÖÖ »


Hayatı Kul Olarak Yaşamak

Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de şöyle ferman buyurur: "- Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zariyat, 56)

"- Ey insanlar! Hem sizi hem de sizden önceki insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz/ kulluk yapınız" (Bakara, 21).

Yukardaki Ayet-i kerimeler hayatın ve insanlığın gayesini açıkça ortaya koyarken, kainatın ve içindeki bütün varlıklarla beraber insanoğlunun varoluş sebebini sorgulayan Felsefecilere 1400 yıldır cevap verip durmaktadır. Evet, bu ayetlerde insanoğlunun kadim sorularına verilmiş cevaplar vardır. En mühimi olarak da; evren ve içindekiler nasıl olmuştur? Niçin olmuştur? Soruları cevap bulmuştur.

Açıkça anlaşılmaktadır ki, insanı bir yaratan vardır. Ve yaratılışı belli bir gayeye matuftur. Evrenin yaratılış sebebi; Allah'ın (c.c) isim ve sıfatlarıyla yüce sanatını kuvveden fiile çıkarması, insanın gayesi ise bu sanatı ve sanatkarı taktir, teşekkür ve şükürle karşılaması ve kendi yaratılış amacı doğrultusunda kulluk yapmasıdır. Kulluk; bazı güçlerden korkmak neticesi yapılan şuursuz tapınma hareketleri değil, anlamı çok geniş, iman, sevgi, haşyet, tefekkür, teşekkür, tezekkür, ubudiyet vb. gibi duygusal yönü ağırlıklı bir duygu-ilim-eylem işbirliğidir.

Evet insanın yaratılış amacı kulluk. Peki kulluğunu nasıl ortaya koyacak. Kulluktan ne anlayacak... Bunlar çok önemli sorulardır. İnsanoğlunun yalnız aklıyla ve tecrübeleriyle böyle bir soruyu yanıtlaması mümkün değildir. O sebeple yine yüce yaratıcı, peygamberler aracılığıyla insanoğlunu, bu soruların kaos ve karmaşasından kurtarmıştır.

Fussilet suresinin 11. Ayet-i kerimesi evrenin yaratılış sırasına işaret eden ve kainattaki tüm zerrelerin Allah'a (c.c) teslim olduğunu ifade eden ilginç bir Ayet-i kerimedir: "Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yerküreye: -İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin dedi. Her ikisi de: -İsteyerek geldik dediler."

Bu Ayet-i kerime ilmi bir mucizeye işaret eder. Önce, duman veya gaz halinde yaratılmış olan evrenin içindeki gaz molekülleri veya atomları daha sonra entropi yasalarını hiçe sayarak mevcut galaksileri, içindeki güneş ve yıldızları, yerküreyi meydana getirmek üzere olağanüstü bir güç ve enerjiyle birbirlerine yaklaştırılmış ve birleşti- rilmiştir. Bu birleşme işleminde, yüce yaratıcının emrine isteyerek zerrelerin teslimiyeti söz konusudur. Yine Kur'an-ı Kerim'de: "Hiçbir şey yoktur ki Allah'ı (c.c) tesbih etmesin." (İsra, 44) buyurulur. Ve her varlığın kendine has bir kulluk ve tesbih şeklinin olduğuna işaret edilir. İnsanın bedeni, biyolojik varlığı, fiziki varlığı, yani kendi ihtiyarı dışında eylem gören organları da Allah'ı (c.c) tesbih ederken, burada insan ve cinlere kendi iradeleriyle bir kulluk görevi yüklenmiştir. İnsan ve cinlerin dışında kalan bütün varlık aslında Müslüman'dır. Yani Allah'a ve O'nun buyruklarınateslimdir. O sebepledir ki kainatta hiçbir kargaşa ve karmaşa olmadan işler tıkır tıkır gider. İnsan ve cinlere gelince işler değişir. Her şey karışır. Çünkü insan ve cinler sınava tabi tutulmuşlardır. Onlar kulluk yaparken nefs engeli ve şeytanla karşılaşırlar. İslam fıtratı üzerine yaratılmış olmalarına rağmen Müslüman kalmaları ve İslam'ı yaşamaları çaba ister. Bunun için; iman, akıl, vicdan, kalp gibi müspet güçleriyle nefsin ve şeytanın menfi saldırılarını bertaraf etmeleri gerekir. Ve huzurlu bir yaşam için bu çabayı göstermeleri Allah'ın (c.c) buyruklarına uymaları icap eder.

Kısaca kulluk fıtrat üzerine yaşamaya çalışmaktır. İçimizde hissettiğimiz dirence rağmen doğru olanı yapmak, Allah'ın (c.c) isteklerinin bütününü ifade eden Kur 'an-ı ve bir beşer olarak Kur 'an'ın hayata tatbikinin pratikte mümkün olduğunu gösteren Hazreti Peygamber'i örnek alarak yaşamaktır. Mesela Efendimiz (a.s) bütün hayatını Kur'an'a uydurarak tam bir kulluk şuuru ile yaşamış, hiç boşluk bırakmamıştır. O sebeple de O'nun hayatını her karesiyle taklit etmek ibadetten sayılır. Nerdeyse hiç yanlışsız bir hayat ve hep sınırlara riayet etmiş, kimsenin hakkına tecavüz etmemiş bir yaşam… Ki, bu hal olağan- üstü bir şeydir ve ancak mucizedir.

Evet, gözlerin, kulakların her türlü organın taşkınlıktan uzak kalarak bir ömür bitirmesi... Aslında bu; trafikte aracı hep kurallara uyarak kullanmak gibi bir şeydir. Ama insanoğlu yaratılışındaki acelecilik, bencillik, zalimlik gibi bir çok zaaflar sebebiyle bu kuralları ihlal etmeden asla bir yolculuk yapamaz. Efendimiz (a.s), uzun ve çok zorlu olan hayat yolculuğunu neredeyse hiç kaza yapmadan, hiçbir trafik kuralını ihlal etmeden tamamlamış desek yeridir. Beşer olması hasebiyle birkaç zellesi olmuştur elbette ama Rabbinin koyduğu kurallara uymada O'nun gibi bir ikinci kimse çıkmamıştır. Bu örnekten anlaşılmaktadır ki, trafik kuralları trafik teşkilatına lazım değil trafiğe çıkan sürücülere lazımdır ve faydası onlaradır. Aynen onun gibi Allah'a (c.c) kulluğun faydası direk kullaradır.

Burada önemli bir konuya değinmek gerekir. İbadet deyince avam Müslümanlar arasında genellikle anlaşılan namaz, oruç, hac, zekât gibi zamanı ve şekli belli ibadetlerdir. Şüphesiz bunlar en temel ibadetlerdir, ancak ibadeti yalnızca bunlardan ibaret görmek, ibadetin anlamını daraltıp eksiltmektir. İslâm'ın şartlarından olan bu ibadetler, genel ibadeti, yani hayatın her anını kapsayan kulluğu ayakta tutan temellerdir. İşte bu temelle birlikte bütün hayatı kuşatan ibadet halini de dikkate aldığımızda hayatımızı en verimli bir şekilde değerlendirmiş oluruz. Şuurlu bir Mümin, insan tabiatının gerektirdiği, zevk ve lezzet aldığı yemek, içmek, uyumak, gezmek, çalışmak gibi işleri de Allah'ın (c.c) emrine uygun ve O'nun rızasını talep ederek yapar. Helal olanla yetinir, haramdan korunur. Allah'ın (c.c) emirlerini yerine getirebilmek gayesiyle yer, içer, uyur... Böylece nefsine zevk ve lezzet veren bütün cismani fiiller bu halisane niyet sebebiyle bir nevi ibadete dönüşür ve onlardan sevap kazanır.

Hatta kişi, maddi hayatın meşru zevk ve lezzetleri içinde yaşarken de halisane bir niyetle Allah'a (c.c) teveccüh ederse, bu fiilleri vasıtasıyla da Allah'a (c.c) yaklaşır. Bu gibi lezzet ve nimetlerde de taat ve Allah'a (c.c) teveccüh vardır. İbadette aranan mana da zaten budur.

Bu arada şunu da belirtelim ki, dinimizde ibadetin manasının böylesine genişletilmiş olması, insanı namaz, oruç, hac, zekât gibi farz ibadetleri yapmaktan kesinlikle muaf kılmaz. Çünkü bu farizalar doğrudan Cenab-ı Hak tarafından emredilmiştir. Çünkü bunlar kulun Allah'a (c.c) bağlılığını ve yakınlığını temin eden esas merkezlerdir. Diğer hiçbir iş bu farzların yerine konulamaz. Durum böyleyken, bazı tembel ve umursamaz kimselerin üzerlerine farz kılınan ibadetler hakkında "Asıl olan kalp temizliğidir, iyi niyet ve güzel işlerdir, namaz ve oruçla din olmaz!" gibi sözleri, cehalet, büyük bir aldanıştır. İhmal ve tembelliklerinden dolayı korkunç bir yanlış anlama ve aldanmadır.

Dinimiz ibadetin manasını genişletmekle, beşer hayatını ıslah etmeyi, hayatın güçlüklerine sabırla göğüs germeyi, müşterek hayrı elde etmek için çalışmayı ve kötülükle mücadele etmeyi hedef edinmiştir. Nezih ve kaliteli bir hayat için beşeri ve sosyal kuvvetleri toplumun hayrına kullanmak gerekir. İslâm'ın getirdiği ilâhi esaslar ve ibadetteki geniş anlayış bu hayırlı neticeleri temin etmeye kâfidir.

Rivayete göre Hz. Aişe (r.a) validemiz, zayıflıktan yüzü sararmış, beli bükülmüş bir şahsı görünce, bunun kim olduğunu sormuş. Bu zat zahid bir kimsedir, ce vabını alınca zühdün bu şeklini redde-derek şöyle demiştir: "Ömer b. Hattap insanların en zahidi idi. Fakat bir şey söyleyince sözünü dinletir, yürüyünce hızlı yürür, vurunca da çok acıtırdı." Rabbimiz bizleri her işini rızası için niyet ederek yapan ve ibadet sevabı alan kullarından eylesin.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
3
Ölüm Kıyamet Ahiret / Ahir Zaman Bilinci
« Son İleti Gönderen: KOYLU Bugün, 07:43:18 ÖÖ »


Ahir Zaman Bilinci

Açıkça görülüyor ki, zaman ahir zamandır. “Nasıl bu kadar eminsiniz?” derseniz deriz ki şartlarından. Çünkü Hazreti Peygamber Aleyhisselam bugünü, bir şahsı tarif eder gibi tarif etmiş. Adını, soyadını, boyunu, kilosunu yaşını, soyunu ve bir çok yönüyle özelliklerini tarif eder hem de. Bütün bu tariflere bakınca bugünün o tarif edilen gün olduğu açık. Açık ama imtihandayız. Deliller ne kadar güçlü olursa olsun, insan ancak inanmak isterse inanır. İmana delille varılır. Ama neredeyse matematik deliller kadar güçlü deliller de olsa bu delillerle amel etmek sadece akılla alakalı değil, vicdan ve ahlakla da alakalıdır.

Mesela; Allah'ın varlığıyla ilgili deliller milyonlarcadır. Yokluğuyla ilgili bir küçük delil yok. Ama vesvese ve hezeyan vardır. İnanmak istemeyen onca güçlü delili yok sayar ve vesvesesini delil kabul edip inkâr eder. Onun gibi Hazreti Peygamber Aleyhisselam'ın ahir zamanla ilgili bir sürü hadisi vardır. Ahir zamanın en önemli siması ve en tartışmalı konusu ise şüphesiz Mehdi' dir. “Var mıdır, yok mudur, gelecek midir, gelmeyecek midir?” gibi tartışmaların ayaklarını yere bastıracak şey ise bu konudaki hadislerin sıhhatidir. Bunun dışındaki yorumların ve şahsi mülahazaların hiçbir önemi yoktur.

O halde güvenilir altı hadis kitabını ifade eden Kütüb-ü Sitte'de bu mevzu “var mıdır yok mudur?” diye bakınca; altısında da bunları görmek mümkündür. Özellikle Kütüb-ü Sitte'den Ebû Davud, Tirmizî ve İbni Mâce'de geçen hadislerde Mehdî ismi açıkça zikredilerek bahsedilmiş, Buharî ve Müslim'de ise imam, halife tabirleriyle yer almıştır.

İbni Hacer, Teftazanî ve el-Keşmirî, gibi âlimler Buharî'de yer alan, "İmamınız sizden olduğu halde İbni Meryem indiği zaman haliniz nasıl olur?"(1) hadisindeki "imam"dan maksadın Mehdî olduğunu söylerler.(2) İbni Hacer, bu rivayete dayanarak Hz. Mehdî'nin gelişiyle ilgili rivayetlerin sahih olduğunu, onun bu ümmetten olup Hz. İsa'nın onun arkasında namaz kılacağıyla ilgili rivayetlerin de mütevatir olduğunu, bu hususla ilgili İmam-ı Şafiî'den de bir nakil yaparak söyler. (3)

Müslim'de de, âhir zamanda gelen, bolluk ve refah dönemi yaşatan bir halifeden bahsedilmektedir ki( 4), âhir zamanda gelen bu halife de Hz. Mehdîdir.

Netice olarak; sahih hadis kitaplarında da geçen bu hadislerden dolayı meşhur İslam âlimleri Mehdi'nin varlığından şüphe etmemiş, zamanını tayin konusunda tereddütler yaşamışlardır.

Evet, açıkçası merak edenleri yeterince aydınlatacak kadar bu konuda eser vardır. Bunların hepsi güçlü deliller, sahih haberlerdir. Sahih haberler olduklarının ayrı bir teyidi de yaşadığımız süreçtir. Çünkü 1400 yıl öncesinden son yüzyılda yaşadığımız olayları böyle net bir şekilde tasvir ve tarif etmek ancak mucizeyle açıklanabilir. Bir kısım insanlar bu kadar sahih hadisi ve onunla birebir örtüşen bu yaşadığımız süreci görmezden gelmeyi veya yok saymayı marifet, hatta istikamet sayarlar… O kişilere göre imtihanı kazanmak, istikamet üzere olmak gerekçesi de kılıf edilerek onca delili yok saymaktır. Ne diyelim vesveseleriyle baş başa kalsınlar…

"Onların çoğu zandan başka bir şeye uymuyorlar. Zan ise haktan bir şey kazandırmaz." (10/Yunus, 36).(30)" ayeti tam da onlara yakışmaktadır.

Kabul etmek gerekir ki, ahir zaman konusu insanlar için ciddi bir imtihandır.

Müslümanların çoğunluğu bu konuyla ilgili hadisleri kabul ederler. Nitekim neredeyse bütün cemaat mensupları liderlerine ahir zamandaki kurtarıcı kişi gözüyle bakarlar. Veya en azından böyle bir beklenti içerisindedirler.

Evet, ahir zamanla ilgili meseleleri nasıl değerlendireceğimiz konusu gerçekten insanlar için ciddi bir sınavdır.

Bugün için sağlıklı bir düşünce nasıl olmalı?

Ahir zamanda sınavı kazanabilmek için nasıl bir eylem içinde olmalıyız?

Bu olaylara en makul, en mantıklı en objektif nasıl yaklaşabiliriz?

Bu son derece önemli meselede gerçekten istikamet ehli olmak için nasıl bir mantık yolu izlemeliyiz?

Bu ve benzeri sorular, her babayiğidin altından kolay kalkabileceği sorular değildir. O sebeple insanların kafası karma karışıktır. Ama Feyz okuyucuları bu konuda şanslı insanlar. Zira Feyz Dergisi en sağlıklı ve en ihtiyatlı yolu takip etmekte ve okuyucularına da tavsiye etmektedir. Bu iddianın sebebi Şenel İlhan Bey'in bu konuyla ilgili meşhur makalesidir. Bu makale kamuoyunda çok ciddi bir ilgi uyandıran eşi ve benzeri yazılmamış bir makaledir. Sayısız okuyucumuz bu makale sayesinde çok rahatladıklarını, kafa ve kalplerindeki karışıklığın gittiğini ifade ederek takdir, teşekkür ve dualarını iletmişler ve iletmeye de devam etmektedirler. Bahsi geçen bu makale" Mehdilik delilik mi?" isimli makaledir. Okuyucularımızdan bu makaleyi okumamış olanlar varsa, biran önce okumalarını, okuyanların da zaman zaman tekrarlamalarını tavsiye ederiz. Yine arzu eden kardeşlerimiz, Feyz Dergisi'nin internet sitesine girerek bu makaleyi okuyabilirler; bunu hatırlatırız. Ayrıca Şenel İlhan Bey'in son günlerde yapmış olduğu sohbetlerden hareketle bir önemli konuyu da bu meseleye ilave etmek isteriz. Bu mesele" istikamet" sözünün yanlış anlaşılması meselesidir. İstikamet nedir? İstikamet kelimesi, kısaca Allah ve Resulünün emir, tavsiye ve uyarıları doğrultusunda dünya ve ahiret işlerini düzenlemeyi ve yaşamayı ifade eder, diyebiliriz. Bu kelimeye her dönem ve devirde ayrı anlamlar yüklenmiş, özellikle de insanlar biraz kendi hallerine yaşantılarına uygun bir anlam yükleyerek, bu kelimeyi tefsir etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Mesela, istikamet sözcüğüne genelde yüklenen anlam;" Dünya hangi hal ve ahvalde olursa olsun ben işimi yaparım, yani dervişan bir şekilde kulluğuma bakarım, dünyanın gidişatından etkilenmemeye çalışırım" şeklindedir. Bu düşüncenin doğru olan yanları vardır ama eksiktir. “Bunun eksiği neresindedir” derseniz... Eksik olanlardan birisi şudur ki, iyiliğin emredilmesi, tavsiye edilmesi, kötülüklerin yapılmasının ve yayılmasının engellenmesi için mücadele edilmesi de müminlerin önemli görevleri arasındadır. Buna, emr-i bil-maruf nehy-i ani'l-münker denilir. Yani, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak. Nitekim şu ayet, ümmet içinde bunu yapacak bir topluluğun bulunmasını gerekli kılar:

"İçinizden, insanları hayra çağıracak iyiliği emredip kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun..." (Al-i İmran Sûresi,104)

O zaman bunun bir adım ötesinde; “şahsi kulluğumun yanında elimden geldiğince emr-i bil-maruf nehy-i ani'l-münker görevini de yaparım ve gerisini Allah'a havale ederim” düşüncesini de katabiliriz. Evet, bu istikamet yaklaşımı diğerine göre daha tamdır ve günümüzde de bir çok tarikat ve cemaatin istikamet anlamında geldiği en iyi nokta burasıdır, diyebiliriz. "Peki, bu istikamet anlayışı, içinde bulunduğumuz zamanımız için kuşatıcı veya yeterli midir?” derseniz; bunun yeterli olmadığı da açıktır. Şundan ki Hazreti Peygamber Aleyhisselam' ın ahir zamanla ilgili söylediği hadislerini sanki söylenmemiş kabul etmek anlamına gelir bu düşünce… O zaman daha sağlıklı bir istikamet anlayışı, zamanın da değerlendirmesi yapılarak yani içinde bulunduğumuz çağı ve ahvali de değerlendirerek ortaya konan istikamet anlayışıdır. Çağın değerlendirmesinin yapılması demek ise elbette ki, bu zamanların ahir zaman olduğunun bilinciyle hareket edilmesi demektir. Yalnız bu konunun değerlendirilmesi ayrı bir ölçü ve hassasiyet gerektirir. Zira bu meselenin akıl, ilim, objektiflik gibi kıstaslar yerine duygusal kararlarla değerlendirilmesi daha büyük bir fitnenin sebebi olabilir. Zira Şenel İlhan Bey’in "Mehdilik delilik mi?" yazısında çok güzel açıkladığı gibi, insanların objektiflikten, akıl ve ilimden ayrılarak sadece duygusal kararlarla hareket etmesi büyük bir olasılıkla kendi liderini kesin olarak ahir zamandaki kurtarıcı olarak görmesi neticesini doğurabilir. Bu da insanları içinden çıkılmayacak başka büyük fitne ve zararlara sokabilir. Çünkü ahir zamandaki kurtarıcının özellikleri o makalede çok güzel anlatılmıştır. O şartlar zahir olmadan böyle bir tespite göre eylemlere karar vermek, vahim sonuçlar doğurabilir. O zaman daha açık bir ifadeyle “böyle bir zamanda en ihtiyatlı, en güzel düşünce sistemi veya en kapsamlı istikamet anlayışı nasıl olur?” derseniz, Şenel ilhan Bey'in sohbetlerinden de yaptığım çıkarıma göre diyebilirim ki: Öncelikli olarak ahir zaman olduğunu kabul edeceğiz. İkinci olarak orada anlatılan Mehdi; İsa; Deccal; Süfyan gibi zatların bu zamanda zuhur edeceğini bileceğiz. Ve bunların bazı cemaatlerin yaptığı zorlama tevillerle "şahs-ı manevi" falan değil; bizzat et ve kemikten beden olarak zuhur edip bizimle beraber yaşayacaklarına inanacağız. Sahih hadislerde ifade edilen zorlukların ardından inşallah akabinde dünya üzerinde güzel bir İslam hâkimiyetinin yaşanacağına inanacağız.

Kafa ve kalplerimizde eyleme dönük kesin kararlarımız olmadan, ahir zamandaki büyük zatlarla ilgili bazı adaylarımızın olmasında da istikamet noktasında bir mahsur söz konusu değildir. Bu şekilde teyakkuz halinde bir duruşla, elimizden geldiğince kulluğumuzu ve emr-i bil-maruf nehy-i ani'l-münker görevimizi yaparak ve Allah-u Teala'nın o zatları bize tanıtması, buldurması için yürekten dua ederek bekleyeceğiz.

Evet, kıymetli okurlar, şöyle objektif olarak içinde bulunduğumuz çağı ve şahit olduğumuz olayları değerlendirirsek, hadislerde ifade edilen kıyamet alametlerinin küçüklerinin hepsinin vuku bulmuş olduğu gerçeği ile karşı kaşıya kalırız. Bu demektir ki, artık büyükleriyle yüz yüze gelmek zamanıdır. O zaman “bugünlere hazır mıyız?” sorusunu da sormak zamanıdır. İnsanlar ne kadar isteseler de günün doğuşuna engel olabilirler mi?

Vakti gelince elbette ki güneş her şeye rağmen doğacaktır. Ancak yarasalar bu doğuşa şahitlik edemeyeceklerdir. Bunun için bizden istenen, büyük alametlerin zuhurunu yok saymak değil, bu konuda bilinçli olmak olmalıdır. Çünkü bu önemli sınavı buna inanmayanlar kaybedebilirler.

Ne diyelim: Allah (c.c) cümlemize yardım etsin. Yanlışa düşmekten korusun. Ve bizleri, her zaman istikamet üzere kalmaya ve razı olduğu işleri yapmaya muvaffak kılsın.

Amin.

----------------------------------------------------------------------------
Kaynak:

1 Buharî, Enbiya: 49.

2 İbni Hacer, sFethu'l-Barî, 6:570; Teftazanî, Şerhu'l-Makàsıd, 5:314

3 Teftazanî, Şerhu'l-Makasıd, V:314.

4 Müslim, Fiten: 67-69.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
4
ÖLÜM AHİRET KIYAMET / Ölüm Gününüz Doğum Gününüz Olsun
« Son İleti Gönderen: KOYLU Bugün, 07:37:24 ÖÖ »


Ölüm Gününüz Doğum Gününüz Olsun

Tıp ilminin geldiği müthiş seviyeye rağmen ölüm olayı hala çözülememiş bir sır olarak esrarını korumaya devam ediyor. Biyolojik varlığımızdan hareketle sadece tıbbi terimlerle ölümü açıklamak ise çok yetersiz kalıyor. Zira tıbba göre yaşaması gerekenlerin öldüğü ama ölmesi gerekenlerin ise yaşadığı vakaları sıklıkla yaşıyoruz. "Her canlı ölümü tadıcıdır." (Al-i İmran, 185) ayeti ise Yüce yaratıcının beyanıyla dünya hayatı için ölümden kaçış ve kurtuluşun mümkün olamayacağını ve ölüme çare aramanın anlamsızlığını haber veriyor.

Evet, İnsanoğlu var oluşundan beri, ölümden korkmuş, çekinmiş, ölümün sırrını aramış, onun şiflerini çözmeye ve ölümsüzlüğü elde etmeye çalışmıştır. Ölümün arkasındaki soruların cevabını bulmak onun için hava gibi, su gibi önemli olmuştur.

Zira biraz aklı olan her insan, ister içinde dini bir inancı taşısın, ister taşımasın" Niçin doğarız, niye ölürüz, ölünce ne oluruz? Gibi soruların cevabıyla meşgul olmaktan kendisini alamıyor. Ve bu soruların kendince mantıklı, makul cevaplarını bulmadan da rahat edemiyor. Zira bu sorular insanların çözmeden rahat edemediği, edemeyeceği yaratılış kaynaklı hayati sorular. Gerçektende huzurlu bir hayat yaşamayı arzulayanların bu sorulara karşı mutlaka kendilerince onları ikna edecek yeterli cevapları olmalı. Ki bu iman duygusunun verdiği güvenle bu dünyada huzurlu bir hayat yaşayabilsinler. Bu fıtri ihtiyaç sebebiyledir ki tarih boyunca bu soruların cevabını bulmak için düşünen mütefekkir insanlar eksik olmamış. Fikirleriyle, yaşadıkları toplulukların bu ihtiyaçlarına cevap aramış, düşünce ve ekolleriyle onları etkilemişler de.

Tarihte geçmiş ve bu gün yaşayan topluluklara baktığımızda, yaşamı ve ölümü kendince anlamlandırmayan, hiçbir topluluk veya milletin olmadığını görüyoruz. Yine insanlık tarihi incelendiğinde var oluşun ve ölümün nedeni ve niçin' i hakkında en mantıklı ve etkileyici cevapların Allah'ın Peygamberi olduklarını söyleyen insanlar tarafından verildiğini müşahede etmekteyiz. Nitekim Peygamberlerin getirdiği dinlerin etkisi her zaman ve dönemde diğer din, ekol ve görüşlerin etkisinden fazla olmuş. Tabii bilimlerdeki, fen ve teknolojideki gelişmeler peygamberlerin etkisini yok edememiş.

Mesela, tahrife uğrayarak semavi olma özelliklerini kaybetmiş olmalarına rağmen hala Musevilik ve İsevilik gibi dinlerin müntesipleri varlıklarını ciddi anlamda korumaya devam ediyorlar. Neticede yeryüzü, bugün dini inançları Allah'ın (Celle Celalühü) muradına uygun olmasa bile, bir olan yaratıcıya iman eden milyarlarca insanla dolu…

En son Peygamber Hazreti Muhammed' in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hayatı ve getirdiği mucize kitap Kur'an ise, çağımızda zirve yapan ilmi gelişmelere meydan okuyarak yeryüzündeki etki alanını hızla geliştiriyor. Hayat ve ölüm hakkındaki en etkileyici sözler hiç şüphesiz Kur' an ve onun tebliğcisi Hz. Muhammed'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ait. Bu nedenle Müslümanlar, yeryüzünde yaşayan en huzurlu en mutlu insanlar… Teknolojide geri, maddede fakir olsalar, bazı çevrelerce terörist gibi gösterilseler de, bu böyle... İslam'ı seçen insanların: "Şimdi çok huzurluyum, gerçek mutluluğu şimdi buldum şeklindeki itiraflarından bu gerçeği her zaman görebiliyoruz. İslam inancına göre var oluş bir tesadüf değil, bilinçli bir kulluk projesinin hayata geçirilişi.

" O (Celle Celalühü) hanginizin daha iyi amel yapacağını denemek için ölümü de hayatı da takdir edip yaratandır" (El- Mülk, 2) ayeti bu gerçeği çok güzel ifade ediyor. Bu ayetten anlaşıldığı üzere doğumumuz da ölümümüz de bilinçli olarak takdir edilmiş… Ölüm meleği, verilmiş bir sürenin sonunda bizi yakalayacak ve sonsuz olan ahiret hayatımız başlayacak.

Ölüm, ayet ve hadislerin ifadesiyle ahiret hayatına geçişin ilk kapısı. Ölen kişi, ölümü anında bu gerçeği fark ederek, bu hakikatle yüzleşecek. Yaşamı süresince ahiret âleminin varlığına dair perdeli olan gözlerinden perde kalkarak, canını alan meleği de hesabını tutan melekleri de görecek ve bu konuda kesin bilgi sahibi olacak. Yani ölümle yok olunmadığını o zaman anlayacak.

Eğer bir insan ölüm hakkında Hazreti Peygamberin getirdiği bilgiye sahipse, ölümü anında şahit olacağı şeyler onun bilgilerinin teyidi ve tasdiki anlamına geldiğinden, sevinci ve şükrü artacaktır. Bu inanç ve imanı taşımayanlar ise, bu karşılaşmayla çok acı bir sürpriz yaşayacaklar.

Şu Kur' an ayeti bu manzaranın dehşetini bizlere açıkça yaşatmakta: " O zalimler, ölümün boğucu dalgaları içinde, meleklerde pençelerini uzatmış onlara; haydi canlarınızı kurtarın, Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve onun ayetlerine karşı kibirlilik taslamanızdan ötürü, bu gün alçaklık azabıyla cezalandırılacaksınız, derken onların halini bir görsen." (Enam, 93)

Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hadislerinde ölümün iki şeklinden bahseder. Birincisi tabi ölümdür. Yani ruhun bedeni terk etmesiyle meydana gelen ölüm…

Bu ölüm bütün canlılar için kaçınılmaz bir son, bir kaderdir. İşte bu ölümle ölen insan yukarıdaki ayette anlatıldığı gibi ahiret âleminin kapısından adımını içeri atmış ve dirilere kapalı birçok gaybi bilgiyle yüz yüze gelmiş olur. Hazreti Peygamber'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "ölmeden önce ölünüz "hadisiyle ifade ettiği ikinci bir ölüm şekli daha vardır.

Bu ölümde ruh bedeni terk etmez, yani dış görünüş haliyle bu kişi hayattadır. Burada anlatılmak istenen kötü arzu ve isteklerin ölümüdür. İnsan hırsından soyunmuş günah arzularına karşı kendini bir bakıma öldürmüştür. İşte kim bu ölümle ölmeyi hayatta iken başarırsa, o'da tabi ölümle ölenlerin fark ettiği hakikatleri, henüz yaşarken kalp gözünün açılmasıyla fark eder diyor, hem Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hadislerinde hem sayısız evliya eserlerinde.

Mesela, Büyük Veli Seyyid Abdulkadir Geylani hazretleri bir sohbetlerinde bu yakin halinden şöyle bahsediyor: "Ey evlat, iman babından kuvvet bulursan marifet âlemine geçersin. Oradan da ilim deryasına. Oradan fani varlığı bırakır, halkın mevhum varlığını geçer, halkın şu veya bu gibi bir varlığının bulunmadığı bir âleme göçersin. Orada ne sen varsın, ne halk, yalnız O var. İşte bu minval üzere devam edersen senin için keder lafı olmaz. Hakkın hafız (esirgeyen )sıfatı sana hizmet eder. O'nun himayesi altına girersin bütün işlerin başarı ile sona erer. Melekler önünde baş eğer. Çevrende yürür. Ruhlar gelip sana selam verir. Hak kulları içinde seninle övünür. Bütün işlerin O'nun emri altında yürür. Seni yakınlığına cezbeder. Zatı ile ülfet ve daima O'na münacat etme zevkini duyarsın." (Fethurrabbani-sh.349)

Bu dünyaya sırf güzel ameller işlemek maksadıyla gelmiş olan insanoğlunun yapabileceği en makbul ve en güzel amel elbette Rabbinin rızasını kazanmaktır. Bir kul ki Rabbini yaptıklarıyla razı etmiş ve daha ölmeden bu dünya hayatında ahirete ait lezzetlerden nasiplenmeye başlamışsa kulluğunun güzelliği ortadır. O'na sebep biz kullar için Efendimizin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) işaret buyurduğu gibi" ölmeden önce ölümün sırrına varmak" ve ahiret âlemi hakkında yakin sahibi olarak ruhu teslim etmeye çalışmak önemli bir hedef olmalıdır. Bu tür ölümle ölenler fiziki ölümden korkmaz aksine onu arzularlar.

Nitekim Tirmizi de "lezzetleri yok eden ölümü çok anın" hadisi şerifine Nesai İle Beyhaki aşağıdaki şu ilaveyi yaparak bu görüşü hadisle de destekliyorlar:

" Eğer dünyadan ölümü çok anarsanız onu önemsemezsiniz, az anan ise çok önemser." (Tirmizi Zühd,4)

Odununu, kömürünü, kışlık yiyeceklerini yazdan tedarik ederek kış mevsimine hazırlıklı giren bir ailenin, çıtır çıtır yanan bir sobada yağan karın manzarasının tadını çıkararak kıştan korkmaması gibi, ölüme hazırlanan da ölümden korkmaz. Ölümü sevgili bilmek deyince hemen akla meşhur gönüller sultanı ve Allah dostu Hazreti Mevlana geliyor. Ne diyordu Hz. Mevlana: Ben ölünce arkamdan sakın ah- vah diye ağlamayın. Çünkü ben ölünce sevdiğime, Rabbime kavuşacağım. Bugün benim için ölüm değil , "Şeb-i Arûs" (düğün)günüdür.

Hz. Mevlana'nın, bakış açısı kazandıran özlü bir sözüyle yazımızı bitirelim.

Korkunç bir kurban bayramı olan kıyamet günü,

İnananlara bayram günüdür, öküzlere ölüm günü.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
5
Günahlar - Büyük Günahlar / Cemiyette Hayır Koymayan Günahlar
« Son İleti Gönderen: KOYLU Bugün, 07:26:30 ÖÖ »


Cemiyette Hayır Koymayan Günahlar

“Yarım doktor insanı candan, yarım hoca dinden eder.” diye halkımızın hayat tecrübelerini özetleyen hikmetli bir söz vardır. Yarım yamalak yaşadığımız Müslümanlık da ahiretimizle beraber dünyamızı da tehlikeye sokuyor. Sanki kölenin efendisinden kaçtığı gibi İslam’dan kaçıyoruz. Sonra da maddi manevi türlü sıkıntı ve belalardan gözümüz açılmıyor. Kazancımızın bereketini bulamıyoruz. Sağlımızı koruyamıyoruz. Toplumda huzur, eşler arasında muhabbet, ebeveynlerle çocuklar arasında sevgi ve saygı insanlarla saklambaç oynuyor. Her tarafı denizlerle çevrili dünyanın en güzel bir ülkesi olan cennet vatanımız bizi doyuramıyor. Çiftçinin ürünü pazarda para etmiyor, emeklerinin karşılığını alamıyorlar… Neticede Müslümanların bu türden şikâyetlerinin sonu gelmiyor. Akıllı bir Müslüman, ayağına diken batsa nedenini arar. Bizler de acaba niye böyle oluyor diye ciddi bir muhasebe yapıyor muyuz?

Şöyle birlikte düşünelim! Mutsuzluğumuzun, stresimizin, tahammülsüzlüğümüzün velhasıl tüm şikâyetlerimizin nedeni, bedenimizi doyurmayı ihmal etmezken ruhumuzu beslemeyi unutmamız olmasın? İnsanın bedeni topraktandır, onu topraktan gelen gıdalar besler. Ama ruhumuz topraktan değil, onu o gıdalarla avutamazsın. Bu tavır, atın önüne et koymak gibi bir şey olur. Onu da kendine uygun manevi gıdalarla beslemek zorundasın, yoksa ciddi sorunlar çıkarır.

Ekinlerimizdeki bereketsizlik zekât vermeyi terk ettiğimizden olmasın? Zira aynı köyde, aynı emeğin sarf edildiği, aynı gübrenin döküldüğü, yan yana iki tarlanın, iki bahçenin çok farklı hâsılatlarına şahit oluyoruz. Açıkçası zekâtlarını verenlerin, ürünlerinden, mahsullerinden memnun kaldıklarını görüyoruz. İşte bu türden ihmalkârlıklarımızın bumerang gibi bize geri dönen acı faturalarını çoğaltabiliriz. Neticesi şu ki, en hayati farzları önemsiz görecek kadar yarım yamalak Müslüman olduk. Bu büyük günahlara ciddi olarak tövbe etmezsek Rabbimiz’den yardım gelmesi muhal görünüyor. Zira ”...Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar, Allah onlarda bulunanı değiştirmez...” (Ra’d, 13/11) ayeti mucibince sıkıntıların odağında, kendindeki güzel değerlerin farkında olamayan, onları yeterince önemsemeyen bizler oturuyoruz.

İbni Ömer anlatıyor: Birgün Rasûlullah (sav) yanımıza gelip şöyle buyurdular:

“Ey muhacirler! Beş şey vardır ki onlarla imtihan olacağınız zaman artık cemiyette hiçbir hayır kalmamıştır. Onların siz hayattayken zuhurundan Allah’a sığınırım. Bu beş şey şunlardır:

1- Zina: Bir millette zina ortaya çıkar ve aleni işlenecek hale gelirse mutlaka o millette ‘taun’hastalığı yaygınlaşır. Ve onlardan önce gelip geçmiş milletlerde görülmeyen hastalıklar yayılır.

2- Ölçü ve tartıda hile: Ölçü ve tartıyı eksik yapan her millet mutlaka kıtlık, geçim sıkıntısı ve sultanın zulmüne uğrar.

3- Zekât vermemek: Hangi millet mallarının zekâtını vermezse mutlaka gökten yağmur kesilir. Hayvanlar da olmasaydı tek damla düşmezdi.

4- Ahdin bozulması: Hangi millet Allah ve Rasûlü’nün ahdini bozarsa Allahu Teala o millete kendilerinden olmayan bir milletti musallat eder. Ve ellerindeki servetlerin bir kısmını onlar alır.

5- Kitabullah’la hükmetmeyi terk: Hangi milletin imamları Kitabullah’la hükmetmeyi terk ederek Allah’ın indirdiği hükümlerden işlerine gelenleri seçerse Allah onları kendi aralarında savaştırır.” (Kütüb-i Sitte C. 17, sh. 542)

Bu hadiste ifade edilen hastalıkları ve sonuçlarını toplumumuzda açıkça müşahede ediyor, açıkçası yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızın, yapmamamız gerektiği halde de yaptıklarımızın kefaretini ödediğimizi görüyoruz.

Şu hadis-i şerife de dikkat edelim:

Sevban (ra) diyor: Rasûlullah buyurdu ki: “Ömrü sadece yapılan iyilik artırır. Kaderi de sadece dua geri çevirir. Şurası muhakkak ki kişi işlediği günah sebebiyle rızkından mahrum edilir.” (Kütüb-i Sitte C. 17)

Rabbimiz yüce kitabında, insanların başlarına gelen her türlü musibetin kendi elleriyle kazandıkları şeyler sebebiyle olduğunu şöyle beyan ediyor:

“İnsanların kendi elleriyle kazandıkları şeyler yüzünden karada, denizde fesat belirdi ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın. Olur ki onlar rücu ederler.” (Rum, 30/41)

“Zalimlerin bir kısmını kazandıklarından ötürü diğer kısmına musallat ederiz.” (En’âm, 6/129) Razi, bu ayetin tefsirinde, halk zalim olursa kendileri gibi bir zalimin başa geçeceğini söylüyor. Eğer o zalimden kurtulmak istiyorsanız zulmü önce siz terk edin diyor.

“İnsanlar ancak ektiklerini biçerler, ettiklerini bulurlar.” Tecrübî olarak hayatımızda ve lügatimizde yer etmiş bu deyimlerin anlamını çok güzel açıklayan meşhur bir hadis de şöyle:

Ümmetim on beş kötü şeyi işlerse içlerine büyük belaların inmesi şart olur. Bunlar:

Ganimet, (yani milli servet) fakir fukaraya uğramadan zulüm ve haksızlıkla sadece zengin ve mevki sahibi kimselerin arasında dolaşan bir meta haline geldiği zaman, emanet (edilen şeyleri emanet alan kimseler, memurlar) ganimet malı gibi yağmaladıkları zaman, zekât (ödemeyi ibadet bilmeyip angarya) ceza telakki ettikleri zaman, kişi annesinin hukukuna riayet etmeyip kadına itaat ettiği zaman, babasından uzaklaşıp ahbabına yaklaştığı zaman, mescitlerde (Allah’ın rızasının dışında ) sesler yükseldiği zaman, bir kavme içlerindeki en alçak kişi reis olduğu zaman, (devlet otoritesinin yetersizliği sebebiyle zulümle insanları sindiren zorba) kişilere mecburen hürmet edildiği zaman, (çeşitli adlarla imal edilen) içkiler (serbestçe) içildiği zaman, ipek (haram bilinmeyip) giyildiği zaman, (sanat, bale, konser gibi çeşitli adlar altında, bar gazino, dansing ve salonlarda ve hatta televizyonlarda film gibi çeşitli vasıtalarla yaygın şekilde) şarkıcı kadınlar ve çalgı aletleri edinildiği zaman, bu ümmetin sonradan gelen nesilleri önceden gelip geçmiş olanlara (gerici, dar kafalı gibi çeşitli adlarla) hakaret ettiği zaman, artık “kızıl rüzgarı” veya “yere batışı” veya “suret değiştirmeyi bekleyiniz.” (Tirmizi, fiten)

Gerçekten Efendimiz’in (sav) tam bir mucizesi ile karşı karşıyayız. Günümüz insanının düştüğü günahları, bu günahların karşılığına gelen belaları peşi peşine yaşıyoruz.

Depremlerle sık sık yere battığımız malum. Yüzlerimizde Müslümanlığın güzelliğini ve nurunu bulamıyoruz. Kalplerimizin manevi şekli ehline malumdur ki insanlıktan çıktı.

Tövbe ederek değişime başlamazsak hem kendimiz için hem de cemiyetimiz için huzurlu günleri beklemek ancak hayalde kalacak. Ve yukardaki ayetlerin tehdidine göre yıllardan beri bizi sırtında gezdiren ve çeşitli ürünlerle besleyen dünya, artık eskisi gibi bize uysal ve cömert olmayacak.

Her şeye rağmen çok merhametli Rabbimizden merhamet ve yardım diliyoruz. Güzel değerlerimizin farkına varmayı ve onlara sarılmayı bizlere kolay kılsın. Günahkâr ellerimizi, sabi çocuklar, ihtiyarlar ve güzel kullar hürmetine boş çevirmesin…

Amin.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
6
İman Amel Ecel / İman Ettik Demekle Kurtulacakmısınız
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 06:53:43 ÖÖ »


İman Ettik Demekle Kurtulacakmısınız

İnsanlar, imtihan edilmeden, sadece “iman ettik” demeleri ile bırakılıvereceklerini mi sandılar” (Ankebut 29/2)

Bu ayet gerçekten sarsıcı bir ayet… Yalnızca “inandım” demek bizleri kurtarmayacak. Ama ne yazık ki sadece imanla kifayet eden ve sanki bunu yeterli gibi gören Müslüman sayısı toplumun çoğunluğunu oluşturuyor. Bu inanışın büyük bir aldanış olduğunu bu ayet açıkça söylüyor. İmanımızın yanına namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerimizi de ekleyebiliriz. Bunları yapmayı yeterli görmek de bu aldanışa dâhil. Zira bu ayetin indiği topluluk sahabe topluluğuydu ve onlarda namaz, oruç, zekât gibi konularda önemli bir sorun olması mümkün değildi. Allahu Teala bu ayette imanların sınanacağını, teste tabi olacağını söylüyor. İmanımızın ayarı nedir? Bir altının ayarı gibi 24 ayar mı, 18 ayar mı, içinde demir, bakır, vs karışık mı? Bir kuyumcu, bir sarraf bu altına kaç para öder... Bu ayette, Rabbimiz, ahirette bizlere vereceği mükâfatın büyüklüğünü imanımızın ayarının belirleyeceğini hatırlatıp, ayarınızı kontrol edeceğim, o halde ayarınızı yükseltin mesajı veriyor. Evet, İslam’ı bir hobi gibi görmeyip bunu bir hayat memat meselesi yapmak lazım. Çünkü bizi yaratan Rabbimiz böyle istiyor.

Sahabeler ayetlerin bir tanesini bile atlamadan hepsini tatbike gayret ederlerdi. Ayetlerin ilk muhatabı olan Sahabe Efendilerimiz...

Efendimiz (sav) ve ashabının (ra) yaşadığı hayatı, İslam uğruna çektikleri eziyet, çile ve sıkıntıları, hatta yaptıkları çok büyük fedakârlıkları az veya çok bilmeyen Müslüman yoktur. Bu hayatlar bir şekilde sağlam senetlerle bizlere ulaşmış. Onların yaşamına baktığımızda ayetlerin bir tanesini dahi atlamadan hepsini hayatlarında tatbik ettiklerini ve başa gelebilecek sınavların her türlüsüyle de imtihana tabi olduklarını görüyoruz. Mesela, İslam gelince atalarının dinini bırakmaları istenmiş. Yıllarca taptıkları putlardan oluşmuş ilahlarını ve bununla ilgili bir sürü gelenek ve göreneklerini bırakmışlar. Kabul etmek lazım bunlar insan hayatında kolay terk edilecek şeyler değildir. Bu mesele büyük imtihandır.

Bugün bile doğru dini anladığı, tespit ettiği halde aile, çevre veya cemaatlerinin baskısıyla din değiştirmekten korkan, çekinen insanlar vardır. Dünyanın geldiği özgürlükçü bir ortamda bile bu baskılar insanları ürkütmektedir. Bir de cahiliye toplumunu ve onların baskısını düşünün! Nitekim o dönemde dinini terk edenleri, en son çare öldürüp yok etmeyi bile denediler.

Sahabeler böyle bir çetin sınavdan geçti. Bugün bizler buna benzer sınavdan şöyle geçebiliriz. Müslüman olduğu halde İslam’ı gereği gibi anlamamış olan ailelerimiz, “Niçin bu kadar derine dalıyorsun? İşini gücünü bul, sonra namazını da kılarsın, hizmetini de yaparsın. Biz sana namaz kılma mı diyoruz? Bu hizmet de neyin nesi? Önce kendini düşün, geleceğini düşün. Yaşın geçip gidiyor...” vs.

Evet, sahabelerde yakınlarından sarsıcı tepkiler aldılar… Öyle ki daha sonra putlara ibadeti terk etmiyor diye evlatlar, öz babalarını, amcalarını hatta canlarından çok sevdikleri anne ve kardeşlerini bıraktılar. Eşler bir zamanlar sırılsıklam aşık oldukları kocalarından, baba ve anneler can ciğer evlatlarından geçti… Aman ya Rabbi bunlar gerçekten ne şiddetli sınavlardır.

Sonra nice zengin sahabeler bir ömür uğraşıp didinip yaptıkları evlerini, bağ ve bahçelerini, biriktirdikleri tüm servetlerini İslam’ı yaşamak ve ahireti kazanmak için gözden çıkardılar. Hatta hicretle bir daha arkalarına bakmadan bırakıp gittiler… Nefsimize vuralım, gerçek bu ki bunlar kolay sınavlar değildir.

Evet sahabeler; evlat, ana, baba, akrabalarını Allah için terkle sınanmış kazanmışlar. Mallarını harcama, kaybetme ile sınanmış kazanmışlar.

Uzun çilelere, meşakkatlere, eziyetlere sabırla sınanmışlar kazanmışlar, açlıkla sınanmışlar kazanmışlar. En son sınav cana gelmiş dayanmış onu da vermiş onu da kazanmışlar. İnşallah bu imtihan dünyasında, imtihan bilinciyle yaşayıp sonra da Rabblerinin rızasını kazanmak gibi büyük bir makama nail olarak, sonsuz olan ahiret hayatına gönülleri sevinçli ve sürurlu, başları dik bir şekilde göçüp gitmişler. Şimdi ebedi yaşamın sefasını sürecekler. Bugün dünyadan gittiler... Ebu Cehil olanları da gitti Hazreti Ömer olanları da gitti…

Bizler de Kur’an’la muhatabız ve aynı sınavlara tabiyiz, kendimizi kandırmayalım

Bugün toplumumuzda bir servet ve gösteriş yarışıdır gidiyor. Zenginliğe, makama, güzel evlere, lüks arabalara ulaşma savaşı veriyor insanlar. Gayrı meşru yaşanan ilişkiler, cinsel sapkınlıklar sınır tanımıyor. Hayat sadece büyük bir hırs ve gözü dönmüşlük içinde bunları elde etmek için verilen bir savaşa dönmüş. Dünyanın bir imtihan yeri olduğu adeta unutulmuş da sanki dünya cennet imiş.

Şöyle bizler de nefslerimize bu sınavları teklif edelim bakalım, nefsimiz ne diyor? Onlar sahabeydi canım, Allah bizleri öyle sınava tabi tutmaz mı diyorsunuz? İnşallah diye ümit edelim, Rabbimiz merhametiyle kaybedebileceğimiz zor sınavlara bizleri tabi kılmasın. Öyle sınavlar gerekirse de kolaylığını ve sabrını versin. Bizler bu zor sınavları kendiliğimizden temenni etmiyoruz. Ama ayetin tefsirine bakınca bu anlamlar çıkıyor. Ve bu tür düşünceler şeytan işi kuruntular ve boş temenniler oluyor.

Şeytanın kuruntularını bırakmak lazım.. Bu sınavlara sadece sahabelerin tabi olacağını söyleyen şeytan ve nefsimize verilecek cevap hazır hem de en canlı örnekleriyle. İşte yıllardan beri bilgisayarlarda çekilmiş animasyon filmleri izler gibi uzaktan izlediğimiz Filistinli Müslümanlar, işte Mısırlı ve en son olarak da Suriyeliler… Sahabelerin sınavlarını vermiyorlar mı, kim aksini iddia edebilir?

Evet, kabul edelim ve böyle sınavlara hazırlıklı olalım. Zira bu sınavlar sadece belli bir zümrenin değil tüm Müslümanım diyen ve İslam’ı kabul edenlerin tabi olabileceği sınavlardır. Birgün bakarsınız başa gelir. Başımıza gelmese de en azından gönül dünyamızda, duygu dünyamızda bu sınavları vermemiz lazım.

Son söz hem siz değerli okuyucularıma ve hem nefsimedir. Allah ile olan kulluk sözleşmemizi her gün gözden geçirmeyi ve bu uğurda ki çabalarımızı hiçbir zaman yeterli görmeyip, kurtuluşumuz için ilim, ibadet ve hizmet bağlamındaki gayretlerimizi artırmaya çalışalım. Olur ki Rabbimiz katında bu uğurdaki telaş ve çabalarımıza, yorulmalarımıza verilecek kıymet, ibadetlerimize verilenden daha fazla olabilir. Allah yolunda yaptığımız amellerimizi beğenmek ve büyük görmek yerine çabalamayı ve ömrü bu uğurda tüketmeyi daha önemli misyon belirleyelim...

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
7
İslamda Evlilik / Mutlu Evlilikler Nasıl Gerçekleşir
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 06:45:50 ÖÖ »


Mutlu Evlilikler Nasıl Gerçekleşir

Hayatın doğal akışı içinde “evlilik” başlı başına bir mutluluk nedeni, hayatın mutlu bir başlangıçla devam etmesi anlamına gelen fevkalade güzel bir durum... İnsanda yeni oluşumların, yeni duygusal alanların, yeni bölüşümlerin, idraklerin, hassasiyetlerin de başlangıcı. Ama evliliği kendi güzelliği içinde yürütebilmek gerçekten hüner isteyen bir donanıma da sahip olmayı gerektiriyor. Pratik olsun diye, öncelikle evlilere mutsuzluk gibi yansıyan durumlarda ne yapılması gerektiği hususu gerçekten çok önemli. Bir bakıma yaşam koçluğu gibi düşünebilirsiniz. Çünkü bunları hayata geçirememek pek çok acılarla yüzleşmek anlamına geliyor ki, bu durumlarda ne yapılacağını nasıl düşünülebileceğini akletmek de başlı başına önem kazanıyor...

Mutsuzluğu değişmez bir kader görmeyelim...

Dünya hayatı bir imtihan alanı, bizler ne kadar çok arzu etsek ve dua etsek de cenneti bu dünyada yaşamamız mümkün değil. Dünyanın imtihan için yaratılmış bir yer olması hasebiyle, maalesef insan ömründe böyle mutlu geçen günlerin sayısı, acılı, hüzünlü geçen günlerden az oluyor. Yalnız şu da bir gerçek ki, günlerimizi mutsuz hale getiren işin en başında kabul etmemiz gereken, sadece dünyanın geçici, zevklerinin geçici olması değil... Hata ve yanlışlarımızla mutsuzluğumuza bizim de katkılarımız çok fazla... Bu gerçeği de asla göz ardı etmemek gerekiyor.

Maalesef, mutsuzluğunu değişmez bir kader görmek toplumda çok yaygın bir anlayış. Nitekim çevremizdeki evli çiftlerden: “Ne yapayım eşim bana uygun değil; demek ki kaderim buymuş çekeceğim. Bu hale razı olup bunun karşılığını ahirette almayı ümit ediyorum.” türünden sızlanmalara çok şahit oluyoruz. Bu tür düşüncelerin çok az bir haklılık ve gerçeklik payı vardır şüphesiz, ama mutsuzluğu tamamen kadere yıkmak irademizin varlığına ve imtihan mantığına aykırı bir durumdur. Bu vesileyle böyle bir yanlış düşünce tarzı hakkında bir şeyler söylemek ve toplumsal bir yarayı biraz neşterlemek istiyorum. Kim bilir belki de bu gayretimizle, mutsuzluğunu sadece kötü bir kader gören kişilere mutluluğa giden yolda yeni kapılar aralayabiliriz.

Dünya hayatı bir imtihan alanı; evlilikler de o sınavın bir parçası...

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz de sonunda bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 21/35)

Bu ve benzer ayetlerden de açıkça görüldüğü üzere hayat bir imtihan alanı. Bu söz, bizim gibi bir beşer sözü veya felsefi bir yaklaşım değil, şüphesiz doğru olan Rabbimiz’in kelamıdır. Buna yürekten inanıyor, iman ediyorsak o zaman bu imanımız bize şu gerçekleri de söylemeli. Mesela; hiçbir öğrenci sınıfta kalmasını ve derslerdeki başarısızlığını sadece kadere yükleyemez. Derslerin zorluğuna teslim olup bunu kabullenip sınıfta kalmayı sadece kadere bağlamak, hiçbir talebenin savunma şekli değildir. Çünkü öğrenciler bilirler ki matematik, fizik, edebiyat, tarih, yabancı dil, resim vs. gibi türlü alan ve konularda önce öğretim ve eğitime tabi tutulup sonra da bu konu ve sorulardan imtihan olurlar. Görmedikleri bilmedikleri konulardan imtihan edilmezler. Rabbimiz’in sınavı da böyledir şüphesiz... İrademizin ve tercihlerimizin devreye girebileceği alanlar olmalı ki imtihan olsun. Rabbimiz önce insanı imtihan olabilecek bir donanımda yaratmış, sonra da imtihan olacağımız konularla ilgili bilgilendirmek ve ölçülendirmek üzere peygamberler göndermiş. “...Biz, (tebliğ ile görevli, özgürce sorumluluklarını yerine getirmek üzere) bir Resul göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz.” (İsra, 17/15) ayeti bu gerçeği hatırlatıyor.

“Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız ancak bir fitnedir (imtihan konusudur.) Allah yanında ise büyük bir mükâfat vardır.” (Enfal, 8/28) Benzer ayetlerin ifadeleriyle de kişilerin, malları, evlatları, eşleri, akrabaları, nefsleri... vb. şeylerle sınava tabi tutuldukları açıkça ortada... Eşlerle imtihan ise önemli bir imtihan alanımız. Bir öğrenci için matematik dersi gibi, bu gerçeğin farkında olmak lazım. Hayatta çok sıklıkla şahit olduğumuz gerçeklerdendir ki, matematikten anlamadığını, ona kabiliyeti olmadığını sanan birçok öğrenci iyi bir hocadan ders almakla matematikte profesör bile olabiliyor. Fakirliğini değişmez bir kader görmeyen ve çalışan bir kişi de sonradan dünyanın en zenginleri arasına girebiliyor. İradeyle, istemekle ve çalışmakla hayatın akışı çok olumlu yönlerde değişebiliyor. Bunun gibi iletişim sorunu yaşadığımız kişilerle ilgili olumsuzlukların aslında, cahillik, bozuk ölçüler, tembellik, ahlaksızlık vs. gibi yanlış duygu ve eylemlerimizin o kişilerden bize geri yansıyan sonuçları olma ihtimali çok yüksektir. Eğer dünyadaki sınav alanlarımızla ilgili konularda bilgi ve görgümüzü artırır, kendimizi geliştirirsek, daha önce kötü giden birçok şeyleri değiştirebilir, hayrete şayan güzel gelişmelere şahit olabiliriz. Evlilik hayatı da böyledir. Eğer mutlu başlayıp da mutsuz devam eden ve kopma noktasına gelen evlilikler varsa onu koparmadan önce yapılması gereken şeyleri yapıp yapmadığımız konusunda iyi düşünmeliyiz.

Aile üzerine araştırma yapan uzmanlar mutlu evliliklerde şu dört temel özelliğin varlığını tespit etmişler:

1-Çiftler birbirleriyle çok iyi dostlar ve sevgiyi pek çok şekliyle yaşıyorlar.

2-Çiftler birbirlerine karşı saygılı ve nazikler.

3-Her çift üzerine düşeni yapıyor.

4-Kötü günde de iyi günde de hep beraber olmak için verdikleri sözlerinde sadıklar.

Her maddenin kısaca özeti şöyle:

Dostluk ve Sevgi Paylaşımı

En iyi arkadaşınız kim diye sorulduğunda cevabınız “eşim” olmalı. Evlilikte arkadaşlık çok önemlidir. Uzun dönemde bir evliliğin sağlıklı ve mutlu şekilde yaşaması için arkadaşlık, tutkudan, aşktan bile daha önemlidir. Bunu gerçekleştirenler, mutlu evliliklerini bir ömür boyu sürdürebilirler.

Birbirine Karşı Saygı ve Nezaket

Herkes kendisine karşı kibar olunmasını ve kendisine saygı duyulmasını ister. İnsan bunu en çok da sevdiği insandan bekler. Evliliklerde anlaşmazlıklar olacaktır, bu kaçınılmazdır ve bunları halletmeye çalışırken saygı ve nezaket asla elden bırakılmamalıdır. Çiftler arasındaki saygısızlık ve nezaketsizlik, evliliği kısa sürede yok edebilir. Dolayısıyla nezaket ve saygı evlilikler için hayati önem taşır. Eşinin senin değer verdiklerine değer vermesini istiyorsan, sen de onun değer verdiklerine değer ver.

Üzerine Düşeni Yapmak

Evliliğinizin iyi gitmesini istiyorsanız, karşıdakinden herhangi bir şey beklemeden önce siz üzerinize düşeni yapmalısınız. Karşınızdakinin size haksızlık ettiğini düşünüyorsanız; örneğin, ona aynısını yapmak yerine yapıcı olmayı denemelisiniz. Elbette bunun sınırları olacaktır. Örneğin devamlı şiddet görüyorsanız bu konuda derhal yardım almanız gerekmekte, ancak size yapılan en ufak bir hataya hata ile karşılık vermek yerine daha yapıcı davranışlar içerisine girmelisiniz. Hiçbir zaman sizin yaptığınız hatanın özrü eşinizin hatası olmamalıdır. İlişkinizi kontrol etmenin en etkili yolu kendi davranış ve düşüncelerinizi kontrol etmek ve düzenlemekten geçer. Eşinizi tanıdıkça, onunla ilişkilerinizi güçlendirdikçe, hatalara ve sorunlara karşı daha etkili çözümler üreteceksiniz.

Bunun için:

1- Sık sık eşinizi mutlu edecek şeyler yapın. Sevdiğinizi söyleyin, sevdiği yemeği yapın, sevdiği filme götürün, önemli günlerini hatırlayın, küçük de olsa hediyeler alın...

2- Negatiflikten, olumsuz tavırlardan ve söylemlerden mümkün olduğunca kaçının. Eğer ortada bir sorun varsa bunu sakin konuşabileceğiniz bir zamanda halledin. (Bu madde son derece önemlidir)

3- Her zaman elinizden gelenin en iyisini yapmaya çalışın. Her zaman davranışlarınızın sorumluluğunu alın. Kendinize, sağlığınıza, kişisel gelişiminize, görüntünüze özen gösterin. Bunu hem kendiniz için hem de evliliğiniz için yapın.

Her Daim Beraber Olmaya Söz Vermek

Evlilik uzun solukludur. Bunun bilincinde olmak ve bunu karşıdakine hissettirmek gerekir. Bu durum, çiftleri güvende hissettirecek ve birbirlerine yaklaştıracaktır. Ne olursa olsun, zor günlerde de karşınızdakinin sizin yanınızda olduğunu, size destek olduğunu bilmek önemlidir. Her zaman zorluklara birlikte göğüs germek, sevinçleri birlikte paylaşmak gerekir. Çiftlerin bunu birbirlerine hissettirmeleri gerekir.

Farklılıklarımızı Kendimizi Geliştirmek için Nimet Bilelim

Evlilikte mutluluk emek istiyor. Eşler karşılıklı olarak çok şeyi değiştirebilir, mutsuz bir yuvayı huzur dolu bir mekâna çevirebilirler. Eşler arasında ilk önceleri çatışma olması çok normaldir. Zira Allah her insanı ayrı yaratmış, ayrıca farklı sosyal ortamlarda yetişen iki kişinin farklılıkları olması kaçınılmaz. Bu farklılıkları boşanma sebebi yapmak yerine birbirlerini tamamlayarak ahlaken kemale doğru ilerlemek için vesile yapmak imtihan için yaşadığına iman eden insanların bakış açısı olmalıdır. Bizler iyi sıfatlar edinmek kötülerinden kurtulmak için bu dünya hayatında sınavdayız.

Eşlerimiz, çocuklarımız ve yakın çevremiz bu sıfatların bizde ortaya çıkması ve gelişmesi için olmazsa olmaz imtihan araçlarımızdır. Bunlar olmadan sınav olmamız düşünülemez.

Toplumda çok öne çıkan ve medyada da manşetlerden düşmeyen bir konu da erkeğin gücünü kadın üzerinde baskı unsuru olarak kullanmasıdır. Allah (cc) sana bu gücü ona karşı kullan diye değil, aileni koruman için verdi. Eşler arasında; Allah’ın (cc) verdiği güç, zenginlik, güzellik, soy sop, asalet, dişilik erkeklik gibi değerleri birbirlerine karşı baskı unsuru yapmak medeni insanlara yakışmaz. Böyle davranışlar mutsuzluğu hazırlayan ve derinleştiren nedenlerin başında gelmektedir. Onun yerine iki taraf da birbirine sevgi ve saygı duymalı, bu duyguları birbirlerinden esirgememelidir. Birbirlerini mutlu etmek için çalışmalıdırlar. Yani İslamî kurallar içinde, eşim nelerden mutsuz oluyor, nelerden hoşlanmıyor onlardan kaçınayım, onu mutlu etmek ve mutlu görmek için çalışayım demelidir. Her iki tarafın arzusu ve birbirlerine yaklaşımı böyle olursa, eşlerinden beklentilerinin de zaman içerisinde gerçekleştiğini, her şeyin iyilik güzellik zemininde hallolduğunu göreceklerdir...

Efendimiz’in (sav) eşlerine davranışını, Hazreti Hatice’nin de Efendimiz’e karşı saygı, sevgi ve bağlılığını örnek almalıyız. Kur’an; Efendimiz’e “üsve-i hasene” yani “O’nda her yönüyle güzel bir örnek vardır.” diyor. Aslında bütün Müslümanlar bunu biliyor ama uygulamaya gelince yapmıyorlar. Böyle olunca da bu konudaki sınavı kaybediyorlar, ki farkında değiller. “Biz peygamber değiliz, ne yapalım.” gibi kılıflarla da hatalarını süblime ediyorlar. Halbuki Kur’an, Efendimiz’de güzel bir örnek var onu almaya çalışın diye mesaj veriyor. Birebir benzeyemeyiz.

Elbette ama kabiliyetimiz kadar gelişebilir, değişebiliriz. Dünyaya geldiği gibi giden hiç değişmeyen insanlar var, hatta geldiğinden kötü giden Müslümanlar var. Çünkü insan dünyaya gelirken günahsız geldi, masum geldi. Her konuda kendimizi geliştirerek ve bu gelişim için birbirimize yardımcı olarak bu dünya fırsatını iyi değerlendirmeliyiz. Zira ebedi olan ahiret âleminde bizlere verilecek olan makam, şan, şeref gibi her türlü statüyü buradan kazanarak götüreceğiz. Herkese çalıştığının karşılığı verilecek, kimseye haksızlık ve adaletsizlik yapılamayacaktır. Bunlar Rabbimiz’in vaatleridir. Vaadinde durmaya en çok layık olan da O’dur.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
8
Mutlulık Yolu İslam / Kaliteli Kulluğun Kriterleri
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 06:37:45 ÖÖ »


Kaliteli Kulluğun Kriterleri

Akıl, irade, sezgi, vicdan, insaf, feraset, hakkaniyet vs. gibi birçok imkân ve kabiliyetlerle dünyaya gönderilişimiz, aslında üzerimizde sınav için gerekli şartların da tahakkuk etmesi demektir. İyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayıracak donanımda yaratılmış olmamız kulluğumuzun ayarını yükseltmek için de geçerlidir. Her şeyin kalitelisine talip olan insana kulluğunu da kaliteli yapması daha çok yakışır. Rabbimiz bizlere bahşettiği sayısız nimetler ve yeteneklerin karşılığında bizden iyi bir kulluk ister. İyi bir kulluk nasıl olur? Bunun ölçüsü, “Her insan İslam fıtratı üzerine doğar.” hadisinde açıkça görüldüğü gibi fıtratımızda ve vicdanımızda aslen mevcuttur. Kur’ân ve onunla gönderilen Efendimiz (sav) ise bu temiz fıtrata bizi tekrardan çağıran, onu hatırlatan, onu pekiştiren bir görevle aramıza gelmiştir. O’nun Hayatı ise bu temiz fıtratı en mükemmel ve muhteşem bir şekilde ortaya koyan kusursuz bir örnektir. Evet, Efendimiz (sav) örnektir iyi bir kul için, sonra örneklik anlamında O’na en çok benzeyenler sahabelerdir. Özellikle Hulefa-i Raşidin, dört büyük halife, cennetle müjdelenen on büyük sahabi dört başı mamur örneklerdir. Günümüzde de bu kişilerin canlı örnekleri vardır. Geçmiş asırlarda sahabelerden sonra gelip İslam’ı sahabeler gibi yaşayan âlimlerimiz olmuştur. Mezhep imamlarımız, hadis imamlarımız ve her yüzyılda bir gelen müceddid unvanına sahip âlimlerimiz kaliteli kulluğun öncü ve örnekleridir.

Bugün de hâlâ, tarihe mâl olmuş bu şahsiyetler gibi şahsiyetler sayıları az da olsalar aramızda yaşıyor. Kıyamete kadar da yaşamaya devam edecekler. Çünkü bununla ilgili hadisler çoktur:

“Şüphesiz ki Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir.” (Ebu Davud, Melahim, 1)

“Bu ümmet içerisinde kırk kişi İbrahim meşrebi üzerinde, yedi kişi Musa meşrebi üzerinde, bir kişi de Muhammed meşrebi üzerinde bulunur. Bunlar mertebelerine göre insanların efendisidir.” (İmam Ahmed b. Hanbel’in Kitabu’z Zühdünde sahih, hatta mütevatir olarak belirtilmektedir.)

İşte bu hadisle belirtilen kişiler aramızda yaşarlar. Eğer bunlardan gaflette isek onlar bizi görür de biz onları görmeyiz. Baksak da göremeyiz. Yanından geçer, karşısında oturur, aynı mahalleyi, aynı sokağı paylaşır, birlikte yemek yer, çay içer fark etmeyiz. Niçin? Çünkü o tarakta bezimiz yoktur. Efendimiz’le (sav) beraber yaşadığı halde O’na bakıp da göremeyen Ebu Cehiller ve o meşrepte insanlar gibi. Allah (c.c.) bizleri bakıp da göremeyenlerden etmesin.

İyi bir müzisyenin değerini layıkıyla, müziğe âşık insanlar takdir eder. Sesi güzel olanı ve şarkıları güzel yorumlayanı, en iyi bu işle iştigal eden kişiler anlar. Müzikten anlamayanın yanında şarkı söylersen “Yeter, kafamı ütüledin!” der. Anlayan birisi ise “Mest ettin, sarhoş ettin; ne olur bir şarkı daha söyle!” der.

İyi bir ressamı da resme merakı olan tanır, kıymetini bilir. Yoksa resim sanatından anlamayanların arasında Leonardo Vinci gibi resimler yapsan kimse “aferin” demez. Belki ölünce bir gün kıymetin anlaşılır. “Vay be onunla aynı zamanda yaşamış da bu sanatçıyı görememişiz, yazık bize!” derler.

Nitekim Efendimiz’in (sav) çağında yaşayıp O’nu görenlerin kimisi O’nu tanıdı, âşığı olup O’nun yoluna baş koydu, kimi tanıyamadı düşmanı oldu. Kimi de hiç fark etmedi bile.

Bizler bu âleme Allah’ın (c.c.) halifesi olarak geldik. Bizim görevimiz, halifelikten ne anlamamız gerektiğini bulmak, düşünmek ve sonra buna göre yaşamaktır.

Allah insanı İslam fıtratı üzerine yaratmıştır demek, her insanda iyilikten anlayan bir damarın yaratılıştan var olduğu anlamına gelir. Nitekim kendisi iyi birisi olmasa da her insan, iyi bir insanı tarif et desen tarifini çok güzel yapar. “İyi insan: cömert, fedakâr, bağışlayıcı, sevgi dolu, mütevazı, sıcak, sevecen, sempatik, sencil vs. olur.” der.

Allah (c.c.) kulundan ne ister? Bu sorunun cevabı zor değildir. Önce doğru ve güçlü bir iman ister. Emirleri ve tavsiyeleri doğrultusunda yaşayan ve kendini seven, şükreden, nankör olmayan kullar ister. İhlas, samimiyet, gayret ister. Kaliteli kulluğun sırrı güçlü bir imanda, güçlü bir Allah sevgisindedir. Bu ikisini ele geçirmek için çalışmak ve yapılması gerekeni yapmak akıllılıktır. Yoksa bir rüya gibi kısa olan şu dünya hayatını gerçek sanıp bütün yatırımını ona yapan insanların sandığı gibi akıllılık; sadece dünya hayatına yönelerek zengin ve varlıklı olmak, büyük makamlar elde etmek için çalışmak değildir.

Efendimiz (sav) akıllı kişileri bakın nasıl tarif eder:

-Akıllı kimse kendini hesaba çekip ölüm için hazırlanandır.

-Akıllı, Allah’a ve Peygamber’e inanıp ibadetlerini yapandır.

-En akıllı, Allahu Teâlâ’dan en çok korkandır.

Aişe validemiz sordu:

-Ya Rasulallah! Üstün olmanın ölçüsü nedir?

-Akıldır, aklı çok olan daha üstündür.

-Herkesin üstünlüğü yaptığı işe göre ölçülmez mi, iyi işler yapan daha kıymetli değil mi?

-Ya Aişe, insanlar akıllarından daha fazla mı iş yaparlar? Herkes aklı nispetinde iyi iş yapar, ona göre de mükâfatını alır.

Özetle diyecek olursak aslında akıllılık, kulluğu kaliteli yapmaktır. Kaliteli kulluk ise sağlam bir itikat ve imanla olur. Allah’a (c.c.) iman ise delilledir. Kimin Allah’a imanı ile ilgili delilleri güçlü ise onun imanı öyle sağlamdır. Kişiyi harekete sevkeden bu deliller çok önemlidir. Bu delilleri güçlendirmek için çalışmak çabalamak gerekir.

Allah azze ve celle Kur’ân’da şöyle buyuruyor: “Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda (âfakta) ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbin’in, her şeye şâhit olması yetmez mi?” (Fussilet, 41/53) Demek ki Allah’ın varlığının delilleri hem çevremizde hem de içimizde mevcut. Âfaktaki deliller, çevremizdeki tüm evrendir. Yaratılmış olan, evrendeki bütün hayranlık veren nizam ve intizam içindeki tüm varlıklar, güzel bir çocuk, güzel bir çiçek, bir böcek vs. her şey.

Bu deliller çok güzeldir ama güçlü bir iman için tek başına yeterli değildir. Bu delillerden daha etkili olanı ve insanı daha çok eyleme geçireni ise enfüsî delillerdir. Yani nefsimizdeki deliller.

Şöyle bir örnek verelim: Bir yemek ustası bize yemek yapsın ve görselliği on numara olsun. Ama yemeğin tadına baksak beğenmesek artık o yemeğin görselliği bizi etkilemez. Önemli olan lezzettir çünkü. Dilimiz, damağımız ondan hoşlanmadı, görsellik bitti. Âfakî delil görselliktir, enfüsî delil ise lezzettir. Lezzeti de güzel olsaydı dört dörtlük olurdu. Aynen bu örnekte olduğu gibi Allah’a (c.c.) imanın deliller itibariyle iki cephesi vardır. Biri görselliktir ki evrendeki nizam intizamdır; biri de insanın duygularıyla, sezgileriyle, ruhuyla bu güzelliği algılaması ki bu ikincisi birincisinden önemlidir. İmanı, matematiğin soğukluğundan, sevgi, şefkat, merhamet gibi duyguların sıcaklığına taşımak gerekir. Yine bir örnek verelim. İstisnaları hariç tutarak diyebiliriz ki çocuklar annelerini babalarından daha çok severler. Veya anne ile olan sıcak ilişkiler baba ile olmaz.

Bunun sebebi babanın çocuklarına yaklaşmasındaki resmîlik ve soğukluktur. Anneler içlerindeki sevgi ve şefkatin itmesiyle her zaman daha fazla sevgi dolu, daha şefkatli, fedakâr, merhametli ve sıcaktırlar. Babaların, çocuklarının kendi çocukları olduğunu bilmesi onları tek başına sıcak ve sevgi dolu yapmaz. Allah’a (c.c.) iman da öyledir. Bir kişinin Allah’ın varlığına ait delilleri matematiksel anlamda kesin olsa bile, iman için tek başına bu bilgi yeterli değildir. Bir kişi hâşâ Allah’ı sevmezse iman etmez, tıpkı şeytan gibi. Şeytan Allah’ı bilir ama iman etmez. Niye? Çünkü O’na kızdı ve isyan etti. Allah’ı bilip de inkâr etmek olur mu, demeyin. Çocuk babasını sevmeyince, ondan nefret edince, “Benim senin gibi bir babam yok!” diye inkâr ediyor. Var ama bana göre yok, “Ölse ölüsüne gitmem!” diyor. Oğlundan nefret eden babalar da var: “Benim senin gibi bir evladım yok!” diyor ve babası çocuğunu duygusal anlamda öldürüyor. Yani duygular öyle önemli ki fiziken evlat ama duygusal anlamda değil.

İşte duygularla iman bu kadar önemli ve bizim en büyük sorunumuz burada. Bugün çok da iyi anlayamadığımız, haklarını yeterince veremediğimiz, hatta kimi gurupların tağut diye düşman oldukları tasavvuf büyükleri bunu fark etmişler. Ve Allah (c.c.) ile duygusal yaklaşımın, sevginin, dostluğun farkına varmış, bunun peşine düşmüşler. Ve de çok başarılı olmuşlar. Bu konu derin konu velhasıl…

Kulluğunu kaliteli yapan kişilerin içlerinde bir huzur vardır. Kaliteli elbise giyenlerin, kaliteli arabaya binenlerin, güzel temiz evde oturanların huzur ve rahatlığı gibi yani. Bunun tadını alanlar hep bunu isterler. Kaliteli kulun duasının başka bir tadı vardır. Beş dakika namaz kılsa bir saat dua eder. Uzun uzun münacatlar yapar, Rabbi ile konuşur. Buna münacat lezzeti denir. Gazali (rahmetullahı aleyh) böyle anlatır. Saatlerce dua eder, saatlerce namaz kılarlar. Namazında kaliteyi yakalayamayan kişi beş dakikalık namazı zor eda eder. Diğeri ise namazı uzatmak için sureleri uzatır da uzatır. Öyle ki bir rekâtta Kur’ân’ı hatmedenler vardır. Bunların bedenleri yorulsa da ruhları müthiş haz alır namazdan. Yemek örneğinde olduğu gibi; görünüşte yemek yiyen biri devamlı ağzını oynatır yorulur. Dışarıdan bakan ve yemek yemenin lezzetini bilmeyen birisi “Ne anlıyorsun aynı şeyleri ağzına alıp da çiğnemekten, yorulmadın mı?” diyebilir. O yorgunluğu aldığı lezzet nedeniyle hissetmediğini anlayamaz.

Efendimiz (sav) “Bana dünyadan üç şey sevdirildi. Bunlardan biri gözümün nuru namazdır.” buyurmuştur. Yani namazdan müthiş haz alırmış ve yorulunca ruhen dinlenmek için “Ezan oku da namaz kılalım ya Bilal.” dermiş. Efendimiz (sav) gibi ashabı da namazdan müthiş keyif ve haz alırmış. Örnekleri çok. Onlardan sonra gelen âlimler içinde de böyle örnekler çok. Aramak, bulmak ve görmek lazım… Merhameti nasıl görürüz?

Gözler bunu görmez. Sevgi ve şefkat de gözle değil yürekle hissedilir. Sevgi ve şefkatten göz değil gönül lezzet alır. İmanımıza sadece aklımızı değil yüreğimizi de katarsak o iman hakiki iman olur. İmanı hakiki olanın namazları ve tüm ibadetleri gönlüne, bedenine yük olmaz; aksine ibadetlerden ruhları tarife gelmez şekilde haz alır, lezzet alır. Kulluğunu kaliteli yapanların en önemli vasıflarından biri namaza verdikleri önemdir.

İmam Rabbanî kaliteli kulluğun öncülerinden çok büyük bir âlim… Talebelerine yazdığı mektuplarında namazla ilgili söyledikleri çok dikkat çekici:

Allahu Teâlâ seni hakiki rütbelere yükseltsin! Bilmelisin ki namaz, İslam’ın beş şartından, dinin beş esasından ikincisidir. Bütün ibadetleri kendisinde toplamıştır. İslam’ın beşte bir parçası ise de bu toplayıcılığından dolayı yalnız başına, Müslümanlık demek olmuştur.

İnsanı Allahu Teâlâ’nın sevgisine kavuşturacak işlerin ilki olmuştur. Âlemlerin Efendisi ve peygamberlerin (sav) en üstünü olan Efendimiz’e, Miraç gecesi cennette nasip olan ru’yet şerefi, dünyaya indikten sonra dünyanın hâline uygun olarak kendisine yalnız namazda müyesser olmuştur. Bunun içindir ki “Namaz müminlerin miracıdır.” buyurmuştur.

Bir hadiste, “İnsanın Allahu Teâlâ’ya en yakın olması namazdadır.” buyurmuştur. O’nun yolunda tam izinde giden büyüklere, o ru’yet devletinden bu dünyada büyük pay namazda olmaktadır. Evet, bu dünyada Allahu Teâlâ’yı görmek mümkün değildir. Dünya buna elverişli değildir. Fakat O’na tâbi olan büyüklere, namaz kılarken ru’yetten bir şeyler nasip olmaktadır.

Namaz kılmayı emir buyurmasaydı, maksadın, gayenin güzel yüzünden perdeyi kim kaldırırdı? Âşıklar maşuku nasıl bulurdu? Namaz, üzüntülü ruhlara lezzet vericidir. Namaz, hastaların şifa vericisidir. Ruhun gıdası namazdır. Kalbin şifası namazdır. “Ey Bilal, beni ferahlandır!” hadis-i şerifi bunu göstermekte, “Namaz, kalbimin neşesi, gözümün bebeğidir.” hadis-i şerifi bu arzuya işaret etmektedir.

Dünyada ‘asıl’dan alabilmek için miraç lazımdır. Bu miraç, müminin namazıdır. Bu nimet, yalnız bu ümmete mahsustur. Peygamberlerine tâbi olmak sayesinde buna kavuşurlar.

Evet, namazını miraç yapabilenler kaliteli kulluktan yana nasipli olanlardır demek ki.

Yine kaliteli kulluğun temeli Allah (c.c.) sevgisine ve ihlasa dayanır. Allah sevgisinden ve ihlastan mahrum kulluğun kaliteli olması mümkün değildir.

Yine büyük imam İmam Rabbanî’ye göre tasavvufun vazifesi ihlasın elde edilmesidir. Tasavvuf yolundaki tüm çilelerin, mücahede ve müşahedelerin asıl maksadı ihlasın kemâle erdirilmesine hizmet etmektir. Allah’a (c.c.) giden manevî yolculuk sırasında sufilerin iç âlemlerinde yaşadıkları manevî haller ve geçici zevkler esas gayeyi yansıtmaz. Tarikat ve hakikat makamlarının kat edilmesinden maksat, insanı rıza makamına götüren ihlası elde etmektir. (36. Mektup)

İmam Rabbanî, kâmil ihlası elde etmek isteyenlere iki şeyi tavsiye eder: Allahu Teâlâ’yı zâtı için sevmek ve O’nda fânî olmak. Kul, Rabbi’ni bir menfaat karşılığı ile değil de sırf O’nun kulluk yapılmaya layık olması sebebi ile sevmeli ve bu sebeple O’na ibadet etmelidir. Bunu yaparken kendinden geçerek, hiçbir amelini göremeyecek hale gelmelidir. Zira bir insan sevdiğine olan aşkı arttıkça yaptığı fedakârlıkları da görmez olur.

Neticede akıllı insan yaptığı her işi ve görevi özenle yapan insandır. Allah’a (c.c.) kulluk bizim en önemli görevimizdir. Bunu layıkıyla yapmak insana verilen büyük nimetlerin ve yüce payelerin şükrü anlamında da önemlidir.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
9
Adab'ı Muhaşeret - Görgü Kuralları / Mucize Bir Yeteneğimiz Konuşmak
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 06:30:58 ÖÖ »


Mucize Bir Yeteneğimiz Konuşmak

Şüphesiz ki dil, lisan, yani konuşmak ve konuşarak her şeyi, en karmaşık hadiseleri en ince teferruatına kadar anlatabilmek insana ait mucize bir yetenek. Hiç bunun üzerinde uzunca şöyle bir tefekkür edebildik mi bilmem. Bugün yeryüzünde kaç dilin konuşulduğunu, kesin bir sayı vererek söylemek güç olmakla beraber Britannica Ansiklopedisi bu sayıyı 2.500-5.000 arasında veriyor.

Her insan belli bir yaşa gelince konuşmaya başlıyor ve bu nedenle konuşmak çok sıradan bir şeymiş gibi algılanıp üzerinde düşünülmüyor. Hâlbuki dil hakkında hâlâ cevapsız kalan soruların sayısı oldukça fazla... İki üç yaşında bir çocuk nasıl konuşmaya başlar? Bunu, etrafında konuşulanları dinleyerek mi öğrenir? İnsanlar, henüz dil bilimcilerin bile tam olarak anlayıp ortaya koyamadıkları dil bilgisi kurallarını nasıl öğrenmiş olabilirler? Kelimeler nasıl oluyor da bu kadar karmaşık kurallara uygun şekilde ağzımızdan dökülüyor? Kelimeler ve cümleler nasıl ve nerede anlam kazanıyor? Neden yaklaşık 3000 değişik dil oluşmuş? Zihnimizde ne oluyor da bunlar kelimelere ve cümlelere dönüşüyor? İşte bu soruları ve karmaşık dil bilgisi kurallarını, bütün hayatlarını dilleri incelemeye adamış dil bilimciler hâlâ tanımlayamamışlar.

Netice olarak diyebiliriz ki ağız, dil, dudak, ses telleri, sinirler, beyin ve diğer organlarımızın koordineli bir eylemi olan konuşma fiili, Rabbimiz’in üzerimizdeki eşsiz bir sanatıdır. Nitekim ayette: “İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.” (Rahmân, 55/3-4) buyruluyor. İşte bu mucize eylemin doğru kullanılması rahmet vesilesi iken, yanlış kullanımı ise fitne sebebi felaket ve yıkım sebebi olabiliyor... Yunus Emre’nin aşağıdaki beyitte çok güzel ifade ettiği gibi:

Söz ola kese savaşı,

Söz ola kestire başı,

Söz ola ağulu aşı,

Bal ile yağ ede bir söz.

İnsanoğlu, zihin ve gönül dünyasındaki düşünce ve duygularını genelde en açık bir şekilde hep sözlerle ifade etmiş ve dil ise her zaman akla da kalbe de tercümanlık yapmış… Dolayısıyla sözler kişilerin duygu ve düşüncelerini, akabinde kişinin aklî seviyesini ve fikir yapısını, karakterini, kültürünü, ilim ve irfanını, velhasıl her şeyini ele verebiliyor. Kullanırken dikkatli olmak lazım yani… Evet, sözler bizi ele veriyor. Böyle olunca sözlerde önce doğruluğun, sonra güzelliğin, sonra faydalı gayelerin ve güzel niyetlerin bulunması gerekir. Yani sözlerimiz yalandan, dolandan, cehaletten uzak olmalı, hak ve hakikate tercüman olmalı…Doğru olmayan sözlerle, iftiralarla, insanların kul hakkı statüsüne giren gıybetlerini yapmakla diller kirletilmemeli ve bu mucize yeteneğimiz, her organımız gibi bir gün hesabı verilecek emanettir unutulmamalı… Açıkçası bu hususta, Efendimiz’in “Ya hayır söyleyin, ya susun!” (Buhârî, Edeb, 31) uyarısı her daim şiarımız olmalı… Dolayısıyla İslam, mü’minlerin söz disiplinine sahip olmalarını istemiş ve bu sahada pek çok esaslar koymuş. Mesela, Efendimiz (sav): “Bir mü’min her şeyden önce besmele çekerek ve Allah’a hamd ederek konuşmaya başlamalı. Böyle başlanmayan her mühim iş bereketsizdir.” buyurmuş. (Ebû Dâvûd, İbni Mâce)

Evet, besmeleyle başlayan bir konuşmanın içinde kötülükleri taşıyan sözcüklerin bulunması zor olur şüphesiz. Allah’ı zikretmek ve anlatmaksızın sadece dünyaya ait uzun süreli konuşmalar yapmak da insanın kalbini Allah sevgisinden uzaklaştırır ve kalpleri katılaştırır. Hâlbuki Rabbimiz merhametlidir, sevgi doludur ve kullarından bu anlamda kendine benzeyen merhametli ve yumuşak kalpli olanlarını sever. Katı kalpli olanlarına ise onların namaz ve niyazlarına bakmaksızın değer vermez, itibar etmez. Hadiste de bu açıkça belirtiliyor: “Katı kalpli olanlar Allah’tan en uzak kimselerdir.” (Tirmizî, Zühd, 62)

Başlarda da ifade ettiğimiz gibi konuşmak, insanlar arasındaki iletişimi, muhabbeti ve anlaşıp kaynaşmayı sağlama noktasında önemli bir yetenek… Yani insanlar duygu ve düşüncelerini, arzu ve taleplerini konuşarak ifade ederler. Bu sebeple gönlümüzde olan güzel duyguların yeri ve zamanı gelince sözlerle ifade edilmesi çok önemlidir. Dil ile ifade edilmeyen sevgi duyguları veya beğeniler, cömert kişilerin servetlerini saklamasına benzer. Toplumumuzda böyle bir iletişim bozukluğu had safhada maalesef. Babaların, eşlerine veya evlatlarına içlerindeki güzel duyguları izhar edecek söz ve davranışları her fırsatta sergilemeleri gerekir.

Mesela “Eşimin beni sevdiğini ağzından bir kere duymadım.” diyen hanımlar, “Babamdan, beni sevdiğine dair bir sözcük işitmedim.” diyen kız ve erkek çocukları toplumumuzda çok fazla… Bu ithama maruz kalan babalar, hem eşlerini hem de çocuklarını çok seviyor olabilirler. Ama dilin önemi burada açığa çıkıyor. Dilimizle güzel sözleri söylemekten bizleri engelleyen gelenek ve göreneklerin, şeytanî adetlerin, gurur ve kibrin tuzağından kurtulmak gerekir.

Evet, bir kimsenin kullandığı dil ve üslup, onu hayatta sevilen, sayılan, başarılı bir kişi kılabildiği gibi; sevimsiz, çekilmez, itici veya değersiz birisi de yapabilir. Gereksiz yere konuşmayan ve konuşunca gıybetten, topluma ve insanlara zarardan dilini koruyanlar için çok güzel müjdeler vardır.

“Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iffet ve namusunu koruma sözü verirse, ben de ona cennet sözü veririm.” (Buhârî, Rikâk, 23)

O halde sözlerimizin önce Allah katında sonra da insanların nezdinde bir değer taşıması gerekir. Bu değeri ise, sözlerimizin hakkı ve hakikati ne kadar yansıttığı, insanlar için nasıl bir hayır taşıdığı belirler. Yani sözlerin değeri bununla ölçülür. Bu değerler ölçüsünde sözlerimiz ibadete ve akabinde ceza veya mükâfata mucip bir amele dönüşür. Bu gerçeği Yüce Rabbimiz şu âyet-i kerime ile haber vermiştir: “Ey iman edenler!

Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin ki Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Ahzâb, 33/70-71) Bunun anlamı, doğru ve güzel sözler söyleyin ki bu sözlere bağlı olarak sünnetullah gereği işleriniz düzelsin. İnsanlar sizi sevsin saysın, bu güzel eyleminiz dünyadaki yaşamınıza bir kalite katsın. Allah da bu güzel davranışınızdan dolayı kaçamadığınız kusur ve kabahatlerinizle sizleri ahirette muaheze etmesin, bağışlasın.

EFENDİMİZ’İN(SAV) KONUŞMA ADABI

İnsanlığa her konuda örnek olduğu gibi konuşma ve söz söyleme konusunda da örnek olan Efendimiz’in (sav) hayatı ve sözleri incelenirse konuşma adabı ile ilgili şöyle bir sonuç çıkıyor:

1. Açık ve anlaşılır bir şekilde muhatabın seviyesine göre konuşmak, gerektiğinde önemli görülen ifadeleri tekrar etmek.

“Resûlullah’ın (sav) konuşması her dinleyenin rahatlıkla anlayabileceği şekilde açıktı.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 18)

“Konuştuğu zaman onun kelimelerini saymak isteyen sayabilirdi.” (Buhârî, Menâkıb, 23)

“İyice anlaşılmasını istediği kelime ve cümleleri üç kere tekrar ederdi.” (Tirmizî, Menâkıb, 9)

2. Bilgiçlik taslama ve kendini başkalarına üstün gösterme niyetiyle yapmacık konuşmalardan ve insanların anlayamadıkları kelimelerle onlara hitap etmekten şiddetle kaçınmak.

Sevgili Peygamberimiz:

“Şüphesiz ki Allahu Teâlâ, sığırın otu yerken ağzında evirip çevirdiği gibi, sözü ağzında evirip çevirerek lügat paralayan kimselere buğz eder.” buyurmuştur. ( Ebû Dâvûd, Edeb, 94)

3. Bağırıp çağırmak suretiyle yüksek sesle konuşmaktan kaçınmak.

Kur’an-ı Kerim’in beyanıyla Lokman aleyhisselam, oğluna söz konusu metodu şöyle tavsiye etmektedir:

“(Yavrum!) Yürüyüşünde tabii ol ve sesini alçalt. Unutma ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokman, 31/19)

4. İki kişinin, yanlarında bulunan üçüncü kişiyi dışlayarak aralarında fısıldaşmaları şeklindeki konuşmalardan kaçınmak.

5. Bir mecliste herhangi bir konu görüşülüyor ise veya cevaplandırılmak üzere bir soru sorulmuşsa, ilk söz hakkını meclisin büyüklerine bırakmak.

Bununla birlikte diğer kişiler de yeri geldiğinde edebe uygun bir şekilde fikirlerini beyan edebilirler. Nitekim bir hâdiseyi anlatmak için yaşça en küçük olan Abdurrahman bin Sehl, ilk önce söze başlayınca, Efendimiz (sav): “Sözü büyüklerine bırak, sözü büyüklerine bırak!” buyurmuş, bunun üzerine olayı büyükler anlatmıştır. (Buhârî, Cizye, 12)

6. Az ve öz konuşmak, lüzumsuz tafsilattan kaçınmak.

Allahu Teâlâ mü’minlerin güzel yönlerini ifade ederken “O kimseler ki boş söz ve işlerden yüz çevirirler.” (Mü’minûn, 23/3) buyuruyor.

7. Maddî veya manevî hiçbir faydası olmayan, bilâkis zararı bulunan konuşmalardan şiddetle kaçınmak.

“Allah’a ve ahiret gününe inanan, ya hayır söylesin ya da sussun!” (Buhârî, Edeb, 31, 85)

8. Kişinin helâl mi haram mı, güzel mi çirkin mi, hayır mı şer mi, henüz tam olarak kestiremediği bir sözü söylemekten sakınması.

“Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden cehennemin doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer gider.” (Buhârî, Rikâk, 23)

9. İkili ilişkilerde insanı müşkül duruma sokacak anlamsız sözlerden kaçınmak, dostlukların devamı açısından fevkalâde ehemmiyeti hâizdir.

“Özür dilemek zorunda kalacağın bir sözü söyleme!” (İbni Mâce, Zühd, 15)

10. Her hâlükârda doğruyu konuşmak, yalan söz ve yalan haberden şiddetle sakınmak.

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin ki Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederse muhakkak büyük bir başarıya ulaşmıştır.” (Ahzâb, 33/70-71)

11. Gelecekle ilgili konuşurken “inşallah” demek.

“Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (inşallah demedikçe) hiçbir şey için ‘Bunu yarın yapacağım.’ deme. Bunu unuttuğun takdirde Allah’ı an ve; ‘Umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir.’ de.” (Kehf, 18/23-24)

Ne yazık ki günümüzde büyük ölçüde bu kurallara uygun bir şekilde söz söyleme sorumluluğuna dikkat edilmiyor ve sorumsuzca, söylenen sözlerle nice olumsuzluklar, nice huzursuzluklar yaşanıyor. Mesela aileler arası kavga ve boşanmalara, cinayetlere, kalp kırma ve küskünlüklere, kin ve düşmanlıklara, sorumsuzca sarf edilen bir küçük söz neden olabiliyor.

Asılsız sözlerin, araştırılıp teyit edilmeden dillere dolanması ise çok vahim bir durumdur ki: “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.” (Hucurât, 49/6) ayetine ne kadar zıt bir durumda olduğumuzu gösterir. Yani açıkça ben yapmadım ben söylemedimle kurtulamazsınız. Yalan yanlış sözlerle insanların şeref ve itibarlarına saldıranlar kadar, araştırma gereği duymadan onlara inanan ve itibar edenler de sorumluluk ve vebal sahibidir.

Efendimiz’in konuşma adabı üzerine öğrettikleri ile konuşabilmeyi, zandan ve tüm kötülüklerden kaçarak yaşayabilmeyi Rabbim bizlere kolay kılsın.

Amin.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
10


Her Hastalığın İlâcı Vardır  Yalnız Ölüme Çare Yoktur

Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Hastalıkların başı, çok yemektir. İlaçların başı, perhizdir."

 Sebebi bilinsin veya bilinmesin, insanın dünyada yakalandığı, her hastalığının tedavisi, ilacı vardır. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, her şeyi sebeple yaratır. Bir şeye kavuşmak için, bu şeyin yaratılmasına sebep olan şeyi yapmak lazımdır. Her şeyin yaratılmasında müşterek, ortak olan manevi sebep, sadaka vermek ve yetmiş kere (Estağfirullah min külli mâ kerihallah) duasını okumaktır. Bu iki manevi sebep, maddi sebepleri bulmaya da yardım eder.
 
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki:
 
(Allahü teâlâ, her hastalığın ilacını yaratmıştır. Yalnız, ölüme çare yoktur.)
 
(Hastalıkların başı, çok yemektir. İlaçların başı, perhizdir.)

(Hastalarınızı, sadaka vererek tedavi ediniz!)
 
Neden bahsederse bahsetsin, Kur’ân-ı kerimin her âyeti, her harfi şifadır. Hadis-i şerifte, (İlaçların en iyisi Kur’an-ı kerimdir) buyuruldu. (İbni Mace)

Peygamber efendimiz üç türlü ilaç kullanırdı. Kur’ân-ı kerim veya dua okurdu. Fen ile bulunan ilaçları kullanırdı. Her ikisini karışık kullanırdı. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:

(Kur’ân-ı kerimden şifa beklemeyen, şifaya kavuşamaz.) [Deylemi]

Kur’ân-ı kerim ve dua, şartlarına uygun okunursa, elbette şifa verir. Okuyanın ve hastanın buna inanması gerekir. Haram işleyenin ve itikadı düzgün olmayanın okuması fayda vermez. Kur’ân-ı kerimi ücretle okumak haramdır. (Tefsir-i Mazhari)
 
İnsan hasta olmamaya dikkat etmelidir. Bunun için de, İslâmiyete uygun yaşamak lazımdır. İslâmiyete uymakta gevşek davranarak, hasta olan kimse, ilaç almalı, perhiz etmeli ve fakirlere sadaka nezretmeli, adakta bulunmalı ve sık sık sadaka vermelidir. Perhiz, yani rejim yapmanın câiz ve lazım olduğunu, Teyemmüm âyeti göstermektedir. (Su zarar verince, kullanmayın, teyemmüm edin!) mealindeki âyet-i kerime meşhurdur.
 
Resûlullah efendimiz, hazret-i Ali ile bir eve gitti. Meyve getirdiler. Hazret-i Ali'nin gözleri ağrıyordu. Meyveden kendisi yedi. Hazret-i Ali'ye (Sen yeme! Göz ağrısına zarar verir) buyurdu. Pişmiş pazı ile arpa getirdiler. (Bundan ye! Gözüne fayda verir) buyurdu.
 
Ödemi olanlara (Su içmeyin! Suya perhiz ediniz!) buyururdu.
 
İslâm âlimleri, tıp ve tedavi üzerinde çok kitap yazdı. Bunlardan Dâvüd-i Antâkî'nin, (Tezkiretü lil-elbâb) kitabı ve Türkçe (Nusret Efendi Risâlesi), İbrahim Ezrak'ın, (Teshîl-ül-menâfi) kitabı, Ebû Abdullah Zehebî'nin, (Et-tıbbün Nebevî)si çok kıymetlidir.
 
Perhizi, hadîs-i şeriflerden ve tecrübeli kimselerden ve tabipten, doktordan öğrenmelidir. İlaç kullanmak ve perhiz yapmak sünnettir. Vacip ve farz olduğu yerler de vardır.

Hasan Yavaş.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
Sayfa: [1] 2 3 ... 10