Son İletiler

Sayfa: [1] 2 3 ... 10
1


Cemaat Anlayışımızı Mümin Sorumluluklarımızı Gözden Geçirelim

Bizler birer Müslüman olarak etrafımızda, kardeşlerimizde gördüğümüz yanlışlara dikkat çekip düzeltmeye çalışmalıyız. “Müminler ancak kardeştirler” hükmünce hatalı hareket ettiklerinde kardeşlerimizi uyarma görevimizi yaparken zorlanıyoruz. Hiçbir mümin Allah’ın hoş görmediğini hoş göremez. Belki, tahammül eder, sabreder, içine atar ama o kötülüğün yok olması, ona düşen kardeşlerinin dahi kurtulması için mümine yaraşır en güzel yolla çaba gösterir. Bu en güzel yolda, hoyratça sataşıp kendi nefsini tatmin etme yerine, Allah’ın rızasını kazanma gayreti ve bunun yollarını bilme de vardır.

O halde biz tekrar nasıl ‘hayırlı ümmet’ olabiliriz?

‘Siz yaşadığınız hali değiştirmedikçe Allah sizi değiştirmez’ (Ra’d 11) beyanı bunun bir cevabı ve hayatın muhteşem bir kanunudur. Bunun anlamı şudur:

Eğer siz iyi bir halde iseniz, bu iyi hali hak etmenize sebep olan özelliklerinizi koruduğunuz sürece bu iyi halde olmaya devam edersiniz. Yok, eğer kötü bir halde iseniz, bu kötü hale düşmenize sebep olan özelliklerinizi değiştirmedikçe de bu kötü halden kurtulamazsınız. Bu ilahi gerçeğe dayanması gerektiği halde kendi düşünce ve itikat yapılarına dokundurtmayan “tek ehli sünnet biziz” diyenlerle de uğraşmamız yıpratıcı ve üzücü oluyor.

Şunu da bilmeliyiz: Ehlisünnet, herhangi bir mezhep değildir. Peygamberimiz ve onun arkadaşlarının (sahabeyi Kiramın) inandığı gibi inanmanın, yaşadığı gibi yaşamanın adıdır.

Peygamberimizin şu ölçüsü bu noktayı açıklar:

“Kim bizim namazımızı kılıyor, kıblemize dönüyor, kestiğimizi helal sayıyorsa o Müslümandır; bize ne varsa ona da vardır, bize ne yoksa ona da yoktur.” Oysa bugün pek çok grup, kendileri gibi düşünmeyen, ama abdestli namazlı diğer grupları ya da kişileri dışlıyorlar hatta tekfir ediyorlar. Onların durumunu da şu hadisi şerif açıklıyor olabilir: “Bir adam kardeşine kâfir derse, ikisinden biri kâfirdir; dediği insan gerçekten kâfirse kâfir odur, değilse diyen kâfir olmuş olur.”

Sağlıklı birliktelikler, samimi Müslümanlar cemaattir. Cemaat kavramı bugünlerde azîm yanlışlarla yara almış olsa bile, unutmamak lazım ki, İslam cemaat dinidir.

Yanlış yapanlara kızıp cemaat olmaktan vazgeçilemez. Kur’an-ı Kerim’de “Allah’a karşı hakkıyla takvalı olun ve sakın ha, Müslüman olmaktan başka bir vasıfla ölmeyin” uyarısının ardından gelen ayet, “Allah’ın ipine cemaat olarak sarılın, parçalanıp ayrılmayın” diyerek, nasıl Müslüman ölünebileceğinin usulünü gösterir. Nasıl Müslüman olunacağını, nasıl Müslüman ölüneceğini beyan eder. Cemaat aynı zamanda istişare demektir. İstişare de bilgiyi gerektirir.

Bugün yara alan ve cahil cühela elinde ayağa düşürülüp basitliği çağrıştırır hale getirilen kavramlardan biri de Ehlisünnet ve’l-cemaat kavramıdır. Yani buradaki vurgu da cemaatedir. Peygamber Efendimiz kurtuluşa erecek yegâne yolu tarif ederken “onlar, ben ve ashabım gibi yaşayanlar”dır, buyurur. ‘Ben’ ifadesi ‘Sünnete’, ‘ashabım’ ifadesi de ‘cemaate’ işaret eder. Bugün nasları ve onların yorumlarını kendi ölçülerine uydurup, arzularına göre bir İslam oluşturan her grup kendini yegâne ‘Ehlisünnet’ olarak görür ve göstermeye çalışır.

Ölçü bellidir. Unutmamalı ki, ilme, fikre, istişareye dayalı cemaatlere her dönem hep ihtiyaç duyulmuştur.

Bilhassa son dönemlerde yaşanan ve yaşatılanlar “şuurlu bir cemaat ve şuurlu bir ümmet” bilincini yıpratmış, kafada, zihinde, itikatta ve amellerde karışıklıklara sebebiyet vermiştir. Dini yaşamak için sadece bilgi değil, o bilgiyi yaşayarak ‘ilmiyle âmil’ önderler, örnekler, yürüyen sünnet, yürüyen Kur’an denen örnek insanlar da gerekir. Bunlara sosyolojide rol modeli deniyor. Biz üsve-i hasene diyoruz. Bu tabiri Kur’an-ı Kerim hem Hz. İbrahim için hem de bizim Peygamberimiz için kullanır ve “sizin için onda üsve-i hasene”, yani yaşayışınız için örnek alınacak haller vardır denir. Üsve, örnek alınıp izlemeye değer, demek. Kısaca bilginin yaşanabilmesi, faydalı hale getirilebilmesi için o bilgiyi fiilen yaşayan örneklere ihtiyaç vardır. Yaşamayanlar örnek, yani üsve olamazlar.

Dindar olanların örnek olmayışları hatta kötü örnek oluşları insanımızı dinden soğutmuştur. Her cemaat da kendi kabuğunun dışına çıkmaması da ayrı bir dert.

Cemaat olmayı ve cemaat olarak yaşamayı benimsiyor olmamız, evine kapanmış münzevi Müslüman kimliğinden sosyal Müslüman kimliğine geçmemizi sağlayacaktır. Şüphesiz cemaat anlayışı, o kavramın içini doldurması gereken muhtevası ile mümkün olacaktır.

Müslümanların büyük bir bölümünün ‘cemaat’ telakkisinden ne anladığını sorgulaması gerekiyor. Cemaatleşmeyi nafilelerden bir nafile görenler olduğu gibi, ‘kendi cemaati’ni İslam’la özdeş görenler de olabiliyor. İfrat/tefrit salıncağında sallan dur! Kafa yormak, incelemek, ‘edille-i şeriyye’ye vurmak, Sahabeyi kiramın izini sürmek, neticede Allah ve Resul’ünü her hususta hakem tayin etmek kolay mı? Hasetlikten, fesatlıktan, dedikodu ve gıybetten uzak durmak, kul hakkına riayet etmek, İslam kardeşliğini zedelememek, doğrunun/iyinin/güzelin/mazlumun/hak ve hakikatin yanında olup yanlışın/kötünün/çirkinin/ bâtılın/zulmün karşısında olmak nefse ağır gelmez mi?

Başörtülülerin ve namaz kılanların çoğalması, cemaat-dernek-vakıf hizmetlerinin artış göstermesi, İslam’dan uzak toplumu ne kadar etkilemiş, haramların işlenmesine ne kadar mâni olunmuş, boşanmaların artması ne ölçüde önlenip, ailenin korunup kollanması sağlanmış, basit maddi sıkıntılar yüzünden Müslümanların bankaya faize bulaşmasına ne derece engel olunmuş, buna bakılmalıdır. Yaşlıların, hastaların, muhtaçların ilahi emanetler gibi muhafaza edilmesi sağlanabilmiş mi, ihmal mi edilmiş buna bakılmalıdır.

Bu din, hayatın dinidir

Liberal kafa, işi sonunda hadislere ve âyetlere dil uzatmaya götürebilmiştir. Liberalizmin içimize sızmasını, siyonizme yıkmanın bir kurtarıcılığı yoktur.

Evet, başı çeken güruh onlardır. Pek çok fitne gibi bunun da başıdırlar. İbadeti ve kulluğu kalplere gömüp, siyaseti ve ticareti dinin dışında gören anlayışa karşı sessizliğimizin akıbetini başkalarına yüklememiz doğru mudur? Emri bilmaruf ve nehyi anilmünkeri hocaların vazifesi olarak gören tutumumuzun vebali yok mu?

Demokrasiyi İslam ile kıyas, hatta İslâm’ı demokrasiye göre değerlendirme. Bütün bunlar küfre giden yolun adımlarıdır. Bazı siyasilerin ‘camiye, siyasete, ticarete dini sokmayalım. Laiklik ne kadar önemli bizim için. O olmadan bizim devletimiz olmaz.’ Sözlerini nereye koyacağız? Serveti imtihan aracı olan bir emanet değil, mutlak bir mülkiyet olarak görenlere ‘dur!’ demeyecek miyiz? Cenneti dünyada arayan zavallılara ‘ebedîyet’i hatırlatmayacak mıyız? Mü’min; imanı için yaşayan, dünyaya gelişini imtihan için bilen, ebediyete kadar iman/küfür mücadelesinin bitmeyeceğinin şuurundaki adamdır. Mü’min kâfirle, münafıkla, Allah ve Resul’ünün düşmanlarıyla ne pahasına olursa olsun beraber hareket edemez, birlikte olamaz. Hele kendi menfaati için din kardeşlerinin karşısında bulunamaz.

Kendisini feda eder, dinini feda etmez. Kendisi çiğnenir, düşer, vurulur ama dinini çiğnetmez, dinini düşürmez, dinine imanına, Peygamberine vurdurtmaz.

Yaşar Değirmenci.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
2
Abdülaziz Kıranşal / Müslüman Gençlere Zikir Bildirisi
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 08:27:36 ÖÖ »


Müslüman Gençlere Zikir Bildirisi

İslam davasını kendisine dert edinmiş ve yeryüzünde Allah’ın emirlerinin tamamının hâkim kılınması için kendisini adamış genç Müslüman’ın en önemli yol azıklarından birisi zikirdir. Zikrin gayesi Allah’ı anmak, sürekli hatırda tutmak, O’na yak­laşmak olduğu kadar; aynı zamanda zikredilenin emirlerinin hayatın her alanında uygulanması için bilinçli bir teyakkuz hali oluşturmaktır.

Zikir, Allah’ı hep hatırda tutmak, helal ve haramlarının farkında olmak, emirlerini yerine getir­mekle beraber Allah’ın ya­saklarından kaçınma konusunda uyanık olmaktır. 

Şayet Allah’ı zikrederken vicdanda bir ürperti meydana gel­miyor, kalp titremiyor, ruh harekete geçmiyorsa; eğer onunla birlikte korku, endişe, alçakgönüllülük ve niyaz gibi duygular ve tepkiler bulunmuyor, hayata bir etkisi olmuyorsa bu zikrin hakiki zikir olduğu düşünülemez. Bu zikir sadece zahiri bir zi­kir olarak kalır. Bir meyvenin kabuğunu yemek gibidir. Öze ulaşamaz, asıl tadı alamaz. 

Zikir, Müslüman gencin imanını, ihlâsını, takvasını artırdığı kadar; günlük hayat içerisinde mücadele azmini, şuurunu ve eylemini de artırmalıdır. Aksi takdirde sadece dilde kalan, kalbi, ruhu, bü­tün bir benliği kaplayarak bir hayat nizamına doğru dönüşeme­yen zikrin istenilen etkiyi gerçekleştirmesi beklenemez. Çünkü:

“Onlar [her hal ve ahvalde] ayakta iken, otururken, yan yatarken, sürekli Allah’ı anarlar…” (Âl-i İmran: 3/191) ayetinde belirtildiği şekliyle hayatın her alanında ve zamanın her anında Allah ile beraber olan Müslüman gencin, onun emirlerini ve mesajını tüm insan­lığa ulaştırma hususunda pasif ve gevşek davranması, yani zik­rin sadece dilinde kalması düşünülemez. 

Allah’ı ananlar ifadesi elbette ki sadece dil ile tesbihat manasında anlaşılamaz. Müslüman genç için Allah’ı daima hatırda tu­tarak, sorumluluğunu unutmamak, hayatın her alanını Allah’ın emri gereği düzenlemek, tüm iş ve ilişkilerini Allah’ın muradı­na göre gerçekleştirmeye çalışmak, zikrin asıl hedefi ve gayesi olmalıdır. 

Sürekli zikir halinde olan Müslüman genç:

Her sabah; “La ilahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) diyerek yola çıkacak…

İşe başlarken; “Rabbişrahli sadri ve yessirli emri. Vahlul ukdeten min lisanî yefkahu kavli” (Ey Rabbim! Yüreğime genişlik ver. İşimi kolaylaştır. Dilimden düğümü çöz ki, anlasınlar beni) diyerek yardım istemeyi unutmayacak…

Yenilmez ordularla bile karşılaştığında; “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” (Güç ve kuvvet ancak Allah’ındır) diyerek Allah’a dayanacak… 

Hiçbir çıkış yolu kalmadığında; “Lâ ilâhe illâ ente subhaneke inni küntü minez zâlimin” (Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum) diyerek yolunu açacak…

Verilen her nimete ve zafere karşılık; “Sübhanallahi ve bihamdihi sübhanallahil azim” (Allah’ı, O’na hamd ederek tesbih ederim, Yüce Allah’ı tes­bih ederim) diyerek şükrünü unutmayacak…

Bu şekilde Allah’ın zikrini hayatına işleyen Müslüman genç bilmeli­dir ki; Allah’tan ve O’nun zikrinden gafil olmak belaların en bü­yüğüdür, felaketlerin en korkuncudur. Çünkü Allah’ı unutmak, Allah tarafından terk edilmek olacaktır…

Zikirsiz bir İslami mücadele düşünülemeyeceği gibi, günlük zikir virdleri olmayan bir dava adamı da düşünülemez. Zikir genç dava adamlarının yüzünün nurudur, kalbinin şifasıdır, üzüntülerinin ve kederlerinin çıkış yoludur, sıkıntı, zorluk ve imtihan anında Allah’ın yardımının anahtarıdır…   

Dr. Abdülaziz Kıranşal.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
3
Yetenekli Kalemler / Kıskanmak ve Muş Gibi Yapmak
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 08:20:23 ÖÖ »


Kıskanmak ve Muş  Gibi Yapmak

Kendisiyle problemi olan insan, hep başkalarıyla problem yani sorun yaşar. Kendisiyle barışık olmayan insan, başkalarıyla hep bir kavga hâlinde olur. Ama ne enteresandır ki genel olarak kendisinden memnun olmayan insan, bir başkasının mutsuzluğu ile mutsuz olmaz, aksine gizliden gizliye içten içe onun mutsuzluğundan mutlu olur. Çünkü bu nankör nefis ve bencillik sayesinde kendinde göremediği hiçbir güzelliği bir başkasında görmeye tahammül edemez. 

Ne enteresandır ki böyle bir karaktere sahip kimse karşısındakini küçük şeylerle manipüle etmeyi de sever.

Aslında karşısındaki başarılı kimseyi, mutlu kimseyi, bir mesleği, bir özelliği bir kimliği ve kişiliği olan kimseyi içten içe kıskanır. Fakat kıskanmıyormuş gibi yapar. Seviyor(muş), destekliyor(muş) vb. gibi yapmayı çok iyi becerir...
 
Böyle insanlarla bir arada bulunmak içindeki bu fesatlık sebebiyle kendini yer bitirir ve esasında kendi sinir sistemini yıpratır.
 
Böylesi durumlarda kendimizde eksiklik, değersizlik duygusunu hissederiz. İnsan önce kalbini korumalı.

Önce kendisine iyi gelmeyi öğrenmeli. Kendi hatalarını gözden geçirip düzeltmeye çalışmalı. Sonra bir başkasına da iyi gelmeli. Bir yerde okumuştum:

"En hayırlı insan, nefret olan yere sevgi, şüphe olan yere inanç, ümitsizlik olan yere ümit getiren insandır" yazıyordu. Ne güzel kelâm.
 
Omuzlarındaki yükleriyle, derdiyle, imtihanlarıyla barışan insan, hayatta her şeyi başarır. Hiçbir acı sonsuza kadar sürmez şu fâni dünyada. Bir gün hepsi biter. Bitmeyen bir şey yoktur. Sevinçlerimiz de kalıcı değil, üzüntülerimiz de. Bu gerçeği kabullenebilirsen hayatındaki her şey dengeyi bulur. Kimseyle davası olmadığı için Yunus Emre asırlardan beri yaşamaktadır. Yani kimseye haset gütmemiş bir kimsedir Yunus...

Rabbine ettiği dua zincirinde kim ne isterse isteyene ver onları diye dua etmekte sonra da kendisi için “bana seni yeter seni” demektedir... Onun için gönüllerin sultanı Yunus Emre olmuştur.
 
Şeyda Şahin.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
4


Dinine Tarihine Kültürüne Bağlı Gençler Yetiştirmek

Bu güzel vatanı, dinine, asrın teknolojisini elde etmiş hatta durmadan çalışarak onun da ilerisine geçmiş, iyi yetişmiş gençler yükseltecektir.

 Çok kıymetli âlim bir zat, öğretmenlik yıllarındaki bir hatırasını şöyle anlatır:
 
1959 senesinde Erzincan’da öğretmen idim. Erkek Lisesinde bir konferans dinledik. Konferans sâhibi, Sağlık Bakanlığı Sosyal Hizmetler Akademisi öğretmenlerinden Psikoloji Doktoru Sayın Mithat Enç idi. Zekâ ölçüsünü, test usulünü anlattı ve şöyle dedi:
 
"Zekâ ölçmek, test usulünü kullanmak, ilk olarak Osmanlılarda başladı. Amerikan literatürlerinde okuduğuma göre, Osmanlı orduları Viyana’ya kadar gelince, Avrupa devletleri çok korktu. İslamiyet Avrupa’ya yayılıyor, Hıristiyanlık yok oluyor diye şaşkına döndüler. Osmanlı akınlarını durdurmak için çare aradılar... Bir gece yarısı, İstanbul’daki İngiliz Sefiri şifre yolladı. Avrupa’ya müjde vermek için sabahı bekleyemedi:
 
-Buldum, buldum, Osmanlıların zaferden zafere ulaşmalarının sebebini ve bunları durdurma çaresini buldum, diyor ve şöyle anlatıyordu:
 
-Osmanlılar, aldıkları esirlere hiç kötülük yapmıyor, kardeş gibi davranıyorlar. Hangi milletten, hangi dinden olursa olsun, küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar.

Keskin zekâlı çocuklar seçilerek, saraydaki (Enderûn) denilen mekteplerde, değerli öğretmenler tarafından okutuluyor. İslâm bilgileri, İslâm ahlâkı, fen ve kültür dersleri verilerek, kuvvetli, başarılı Müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Osmanlı ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar ve Sokullular, Köprülüler gibi seçkin siyaset ve idare adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardı. Osmanlı akınlarını durdurmak için, bu Enderun mekteplerini ve bunların kolları olan medreseleri yıkmak, Müslümanları ilimde, fende geri bırakmak lâzımdır..."
 
Mithat Bey’in bu sözleri ve Osmanlı tarihindeki acı ve yürek yakıcı olaylar gösteriyor ki, İngiliz Sefirinin bu teklifi çok doğru görülerek, Avrupa’da İskoç ve Paris mason locaları harıl harıl çalışmaya başladılar.

Müslümanları aldatmak, medreselerden, mekteplerden ilim ve fen sahibi din adamları ve idareciler yetiştirilmesini önlemek için plânlar hazırlandı. Cahil bırakılan gençler, Avrupa’da İslamiyet’ten uzaklaştırıldı. Zevk ve sefahate alıştırıldı. Yalancı etiketler, diplomalar verilerek ana vatana gönderilen fen adamı şeklindeki bu sinsi düşmanlar, memlekete hizmet etmediler bilakis memleketin felaketine, yıkılmasına sebep oldular.
 
Sultan İkinci Abdülhamid Hân bunların karşısına dikilmeseydi, düşmanların imha plânları, Müslümanları ta o zaman ezecekti.
 
Görülüyor ki bu güzel vatanı, dinine, tarihine, kültürüne bağlı, asrın teknolojisini elde etmiş hatta durmadan çalışarak onun da ilerisine geçmiş, iyi yetişmiş gençler yükseltecektir, tarihine, kültürüne yabancı, başkasının kuklası  olanlar değil...

Salim Köklü.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
5
Vehbi Tülek / Meyyit – Ölü - Ziyârete Gelenleri Tanır
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 08:07:16 ÖÖ »


Meyyit – Ölü -  Ziyârete Gelenleri Tanır

"Bir kimse, din kardeşinin kabrini ziyârete gider ve mezârı başında oturursa onu tanır ve selâmına cevap verir."

 Şihâbüddîn Remlî hazretleri Fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerindendir. 1371 (H. 773) senesinde Filistin’in Remle köyünde doğdu. On yaşında iken Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. El-Kalkaşendî ve İbn-ül-Hâim’den Hâvî adlı eseri okudu ve medresede bir müddet ders verdi. Sonra bu görevden ayrılıp, tasavvuf yolunun büyüklerinin sohbetlerinde bulundu. Diğer ilimleri de tahsîl eden Remlî Şâfiî; fıkıh, usûl-i fıkıh ve Arabî ilimlerinde imâm oldu.1440 (H.844) senesinde Kudüs’te vefât etti.
 
Bu mübarek zat buyurdu ki:
 
Meyyit, kendini ziyârete gelenleri tanır. Ebû Bekr Abdullah bin Ebiddünyâ, “Kitâb-ül-kubûr”da diyor ki: “Hazret-i Aişe’nin haber verdiği hadîs-i şerîfte (Bir kimse, din kardeşinin kabrini ziyârete gider ve mezârı başında oturursa onu tanır ve selâmına cevap verir) buyuruldu. Ebû Hüreyre’nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte; (Bir kimse, tanıdığının mezarı başına gidip selâm verince, meyyit onu tanır ve selâmına cevap verir. Tanımadığı kimsenin kabrine gidip selâm verince, meyyit selâmına cevap verir) buyuruldu. Yûsuf İbni Abdü’l-Berr ve Ahkâm kitabının sahibi olan Abdülhak, bu hadîs-i şerîf için sahîhdir dediler. Hadîs-i şerîflerde ziyâret kelimesi kullanılmaktadır. Meyyit, kabre geleni tanımasaydı, ziyâret kelimesi kullanılmazdı. Her dilde ve her lügatta, ziyâret kelimesi tanıyan ve anlayan kimselerin buluşmasında kullanılır. “Selâmün aleyküm” sözü de anlayan kimseye söylenir.
 
Bir kimse, kabre yakın bir yerde namaz kılarsa, meyyitler bunu görür. Namaz kıldığını anlar ve imrenirler. Yezîd bin Hârûn diyor ki: “İbn-i Sâseb, bir cenâzede bulundu. Üzerinde hafif elbise vardı. Bir mezar yanında iki rekat namaz kıldı. Sonra kabre dayandı. Diyor ki:
 
-Vallahi uyanıktım. Kabirden bir ses işittim. 'Beni incitme! Siz ibâdet yaparsınız, fakat işitmezsiniz, bilmezsiniz. Biz ise biliriz, fakat hareket edemeyiz. Buna göre, şu kıldığın iki rekatten daha kıymetli bir şey yoktur' dedi.”
 
Meyyit, İbn-i Sâseb’in kabre dayandığını ve namaz kıldığını anlamıştı. Önceleri Hanbelî mezhebi âlimlerinden iken, hocası İbn-i Teymiyye’nin bozuk fikirlerine kapılarak Ehl-i sünnetten ayrılan İbn-i Kayyım-i Cevziyye de, “Kitâb-ür-Rûh”da yukarıdaki; (Bir kimse, tanıdığının mezârı başına gidip selâm verince...) hadîs-i şerîfini ve bu menkıbeyi bildirip, bundan sonra da Eshâb-ı kirâmdan gelen ve meyyitin işittiğini gösteren çeşitli haberleri yazmıştır.

Vehbi Tülek.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
6
Erol Demiryürek / Rabbin Gazabını söndüren kulunu Rabbine Sevdiren
« Son İleti Gönderen: türkiyem Dün, 09:20:31 ÖÖ »


Rabbin Gazabını söndüren kulunu Rabbine Sevdiren

      “ …Sağ elinin verdiğini, sol elinin bilmeyeceği bir gizlilikle sadaka veren kimse…”

Samimiyetin ölçüsü fedakârlıktır. Fedakârlık yapmayanların samimiyetine inanılmaz.

İslam’a gönül veren samimi müminler, Allah yolunda mallarını ve canlarını fedâ ederek sadakâtlerini ispat ederler. Allah’ın irâdesi hâkim olsun, insanlar İslam’la buluşsun diye malından ve canından fedakârlık yapmanın adı da cihâddır. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurur: “Müminler, ancak Allah’a ve Resûlü’ne iman eden, sonra hiçbir şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihâd edenlerdir. İşte onlar sâdık olanların tâ kendileridir.” ( Hucurât 49/15) Malla yapılan cihâdın yanında, Allah rızası için yapılan her türlü harcamanın ve iyiliğin genel adı “sadaka”dır.

Sadaka kelimesi, Arapça ” s-d-q” fiil kökünden gelir. Gönüldeki ile ondan haber verenin sözünün birbiriyle uyumlu olması[1] ; yani özün ve sözün bir olması anlamına gelen “sıdk” kelimesiyle de bağlantılıdır.

Sadaka, ancak imanla uyumlu ve onu doğrulayan bir yardımın ve iyiliğin ifadesidir. Yine o, gaybe iman ve namazdan sonra müttakî olmanın en önemli göstergesidir.[2]

Yoksa yardım ve iyilik ne kadar büyük olursa olsun içinde riyayı barındırıyorsa sadaka olarak adlandırılamaz. Kur’ân-ı Kerim, Allah’a ve âhiret gününe inanmadığı halde mallarını insanlara gösteriş için harcayanlara şeytanın arkadaş olacağını haber vermektedir. (Nisa 4/38)

Yüce Rabbimiz, mallarını Allah yolunda harcayanlara verilecek kat kat mükâfatı harika bir benzetmeyle resmetmiştir: “Mallarını Allah yolunda harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir tohum gibidir ki, her başakta yüz tohum vardır. Allah dilediğine kat kat verir.

Allah bol bol veren, her şeyi bilendir.” (Bakara 2/261) [3] 

Mallarını Allah yolunda harcayanlara verilecek bu büyük mükâfat bizi şaşırtmamalıdır. Çünkü “Mal canın yongasıdır.”[4]

Öyle ki malından koparılan parça, çoğu zaman kişinin canından koparılmış gibi olur. Yüce Allah insanın infaktan kaçınmasını, onun mizâcında yer etmiş olan cimrilik özelliğine bağlar ve bunu çarpıcı bir misalle ortaya koyar:

“De ki: Eğer Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, o zaman da tükenir korkusuyla cimrilik ederdiniz. Zaten insan çok cimridir.” (İsrâ 17/100)  ”…Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.” (Haşr 59/9)

Sadakanın büyüklüğü, mükâfatın da büyük olmasını gerektirir. Fakat buradaki büyüklük nisbîdir. Verilen sadakanın büyüklüğünden çok, servetten yapılan fedakârlığın büyüklüğüne bakılır. Sevgili Peygamberimiz, “Bir gümüş para, yüz bin gümüş parayı geçti.” buyurmuştur. Bunun nasıl olabildiğini soran sahâbîlerine de,”Bir adamın sadece iki gümüş parası vardı; onların daha iyi olanını sadaka verdi. Diğer adam ise (çok fazla olan) servetinin yanına gitti ve içinden yüz bin gümüş parayı alıp onu sadaka verdi.” diye cevap vermiştir.[5] 

Bir defasında da kendisine gelip sahip oldukları yüz altından onunu, on altından birini ve bir altından da onda birlik bir kısmını sadaka verdiklerini haber veren (ve sanki hayır yarışında hangisinin öne geçtiğini öğrenmek isteyen) üç kişiye Efendimiz (as), “Hepiniz sevapta eşitsiniz. Çünkü her biriniz malınızın onda birini sadaka vermişsiniz.” buyurmuştur.[6]

Hiç şüphesiz kendisi de ihtiyaç içindeyken başka muhtaçları düşünen ve az da olsa onlar için mallarını harcayanların fedakârlıkları daha büyüktür. Sözlü kültürümüzde bu durumu anlatmak için, “çok veren maldan, az veren candan” deyimi vardır. Yüce Allah Kur’ân’da, ihtiyaç içinde oldukları halde Mekkeli muhâcir kardeşlerini kendilerine tercih eden Medineli ensârın şahsında îsâr ahlâkından övgüyle bahseder.[7]

Peygamber Efendimiz (as), hangi sadakanın daha faziletli olduğunu soran Hz. Ebû Hureyre’ye, “Darda olanın cömertliğidir. Sen (harcamaya öncelikle)  bakmakla yükümlü olduğun kimselerden başla.” buyurmuştur.[8]   
       
Sevgili Peygamberimiz (as), geçmiş ümmetler içinde, bilmeden bir hırsıza, zâniyeye ve zengine sadaka veren Müslümanın ilgi çekici hikâyesini bizlere haber vermiştir. Buna göre bu adam, riyâya düşme endişesinden dolayı sadakasını geceleri sokakta önüne çıkan ilk kişinin eline tutuşturmak sûretiyle gizlice vermeye azmeder. Ne var ki adamın karşısına ilk gece bir hırsız, ikinci gece bir zâniye, üçüncü gece de bir zengin çıkar.

Gündüze erdiği zaman, insanların kınayıcı konuşmalarından, gece sadaka verdiği kişilerin kim olduklarını öğrenir. Adam, hayal kırıklığına uğramış olsa da ihlâsla verdiği sadakalardan dolayı Allah’a hamd eder. Nihayet gece rüyasına giren bir kişi onu şöyle müjdeler: “Sadakaların kabul edildi. (Verdiğin sadakalar sebebiyle) belki de hırsız hırsızlıktan, zâniye de zinâdan vazgeçer. Zengine gelince, o da ibret alır da Yüce Allah’ın ona verdiği mallardan (Allah yolunda) harcamada bulunur.”[9]

Sadakaların, helâl ve temiz mallardan verilmesi gerekir. Çünkü sadaka vermek temizlenmek demektir: “Müttaki olan, o ateşten uzak tutulacak. O ki malını verir, temizlenir.” (Leyl  92/17 -18.) Kendisi temiz ve helâl olmayan, başka bir şeyi nasıl temizler!  Kumar ve faiz gibi haram yolla kazanılan mallardan verilen sadakalar kabul edilmez. Resûlullah (as) bu hususta, “…Allah, ancak güzel ve helâl olanı kabul eder…”[10] buyurmuştur.

Allah yolunda yapılan bir harcama, rızası aranacak Zât’ın şânına yaraşır nitelikte olmalıdır. Kendisinin tenezzül etmeyeceği bir giyeceği,  yiyeceği veya parayı başkasına verip bu şekilde Allah rızasını ve cenneti umanlar aldanmıştır. Bunlar, sonsuz zenginlik sahibi ve her türlü övgüye lâyık olan Allah’ı hakkıyla takdir edemeyen, bitmez tükenmez nimetlerle dolu cenneti basit bir bahçe zanneden kimselerdir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve yerden sizin için çıkardıklarımızdan Allah yolunda harcayın. Kendinizin (tiksinmekten dolayı) gözünüzü kapatmadan alamayacağınız pis (ve bayağı) şeyleri vermeye kalkışmayın. Bilin ki Allah, her bakımdan zengindir, övülmeye lâyıktır.” (Bakara 2/267) Allah Resûlü (as), “Yemediklerinizi kimseye yedirmeyin.”[11] buyurmuştur.

Yine Efendimiz (as), sadaka vermek üzere âdi ve döküntü hurmaları ayırıp asan bir zat için, “Bu sadakanın sahibi isteseydi bundan daha iyisini asardı. Bu sadakanın sahibi kıyamet gününde hurmanın döküntüsünü yiyecektir.”[12] demiştir.

Bir âyet-i kerimede, “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” (Âl-i İmrân 3/92) buyrulmuştur. Bu âyet-i kerimenin nâzil olmasından hemen sonra sahâbîlerden Ebû Talhâ (ra), Efendimiz  (as)’e gelerek en sevdiği ve en kıymetli malı olan “Beyrahâ” isimli bahçesini sadaka vermek istediğini bildirdi. Peygamber Efendimiz (as) bunu memnuniyetle karşıladı ve onu akrabalarına tasadduk etmesini tavsiye etti. Hz. Ebû Talhâ da öyle yaptı.[13]

O (ra), dünyada en çok sevdiği malından ayrılarak her şeyden çok sevdiği Rabbinin rızasına kavuşmayı seçti. Peki, bizler ne yapıyoruz? Biriktirdiğimiz mallara, hoşumuza giden meskenlere, konforlu arabalarımıza, paramıza neden kıyamıyoruz? Sanki o mallar bizimle ebediyen kalacak ve sanki biz hiç ölmeyeceğiz! Sanki biz cenneti garantiledik de sadaka vermeye ihtiyaç hissetmiyoruz! Yoksa sadaka vermeye gerek yok mu? Ümmetin fakirleri, mazlumları, dulları, yetim ve öksüzleri ortadan kalktı mı? Hayır! Hayır! Biz, mirasçılarımıza bırakacağımız malları kendi öz mallarımızdan daha çok seven kimseler olduk. Koskoca bir okyanusa benzeyen ahiret nimetleri karşısında bir damla su hükmünde olan dünya hayatını tercih eder olduk. Biz dünya hayatıyla aldananlardan olduk. Rabbim bizlere uyanmayı ve şuurlanmayı nasip etsin.

Âmin…

Yüce Rabbimiz, “Ey iman edenler, başa kakmak ve eziyet vermekle sadakalarınızı boşa çıkarmayın.” (Bakara 2/264) buyurmuştur. Başa kakmak ve gönül incitmek, içteki riyâ ve kibirden kaynaklanır. Bu kişi büyüklendiğinden dolayı kendisini mülkün hakiki sahibi olarak görmekte; içindeki riyâdan dolayı da yardım ettiği kimseden kendisine minnet duymasını beklemektedir. “Göklerin ve yerin mirası Allah’a ait olduğu halde, size ne oluyor da Allah yolunda infakta bulunmuyorsunuz?…” (Hadîd 57/10)  Yani siz, Allah’ın kendi mülkünden size emanet ve imtihan olmak üzere verdiği malları hak sahiplerine niçin ulaştırmıyorsunuz? Yüce Allah, “Onların mallarında belirli bir hak vardır. (ihtiyaç sahiplerinden) İsteyene de, isteyemeyene de.” (Meâric 70/24-25) buyurmuştur. Allah Resûlü (as) de, kendisine zekât hakkında soru sorulduğunda, “Malda zekâttan başka da hak vardır.” buyurmuş; sonra da, “Gerçek iyilik, yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. Asıl iyilik… yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunanlara sevdiği maldan harcayan(ın iyiliğidir)…” mealindeki Bakara sûresi 177. âyeti okumuştur. [14] Bütün bunlardan sadaka vermenin, tercihe bırakılan ve onunla fakirlerin minnet altında tutulduğu bir amel olmadığını anlıyoruz. Aslında imkânı olanlar, ihtiyaç sahipleri sebebiyle Allah’ın rızasına kavuştukları için onlara müteşekkir olmalıdır. Efendimiz (as) bir hadislerinde, “Bana zayıflarınızı çağırınız. Çünkü siz onlar sebebiyle yardım olunuyor ve rızıklandırılıyorsunuz.”[15] buyurmuştur.

Unutulmamalıdır ki sadaka, karşılıksız bir bağış değildir. Ahirette kat kat geri ödenmek ve büyük bir mükâfat verilmek üzere Allah’a güzel bir borç vermek[16] ve karşılığı cennet olan en kârlı ticarete girmektir. [17]

Sadakada ihlâsa en çok yardımcı olan husus, gizli verilmesidir. Söz Sultânı’nın (as) harika benzetmesiyle, “sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği bir gizlilikle sadaka veren kimse”, başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Allah’ın (Arş’ının) gölgesinde gölgelendirilecek yedi zümreden birisini temsil etmektedir. Bu hadis-i şerifte söz sanatlarından teşhîs; yani kişileştirme yapılmıştır. İnsanın elleri, birbirlerinden bağımsız, şuurlu varlıklar gibi anlatılmıştır. Âlimler bu hadisi izah ederken, sağ ve sol elin örnek verilmesinin, sadakayı örtüp gizlemede mübalağa için olduğunu söylerler. İki elin birbirine yakınlığı ve sürekli ilişki halinde oluşuyla darb-ı mesel getirilmiştir. Buna göre, sol el çok uyanık ve dikkatli bir insan bile olsa, yine de sadakayı gizli vermedeki mübalağasından dolayı sağ elin verdiğinden haberi olmazdı. Kâdî Iyâz (ra)’dan nakledilen başka bir görüşe göre de, hadisteki sağ ve sol tabirleriyle, kişinin sağındaki ve solundaki insanlar kastedilmiştir. İmam Nevevî (ra) ilk görüşü daha doğru bulmuştur.[18]

“Sağ elin verdiğini sol elin bilmemesi” ilkesi, insanın iyiliklerini başkalarına duyurması bir yana, kendisinden bile gizlemesini; yani zihninde sürekli canlı tutarak Rabbe karşı bir tür minnet etme psikolojisine girmemesini gerektirir.  Kula yaraşan, kullarına muhtaç olmayan Allah’ın verdiği sayısız nimetleri düşünüp şükür ve kulluktaki acziyetini anlayarak amellerini yetersiz görmesidir.

Hz. Lokman’ın, oğluna nasihat ederken şöyle dediği nakledilir: “Yavrucuğum, sana dört şey tavsiye ediyorum. Bunların ikisini unutacaksın ve ikisini de daima hatırında tutacaksın. Unutacağın iki şeyden birincisi, senin başkalarına yaptığın iyilik. İkincisi de başkalarının sana yaptığı kötülüktür. Daima hatırında tutacağın iki şeyden birincisi Yüce Allah, ikincisi ise ölümdür.”[19]

Ayrıca sadakayı gizli vermek,  ihsânın en güzel ölçüsüdür. Böylece fakirin rencide olması da önlenmiş olur. Böyle bir iyilik ve yardım, dünyada ve ahirette nice güzel karşılıklarla ödüllendirilir. Hadis-i Şerif’te, “İyilik yapmak, felâketleri önler. Gizli verilen sadaka, RABBİN GAZÂBINI SÖNDÜRÜR. Sıla-i rahim; yani akrabayı görüp gözetmek de ömrü uzatır.”[20] buyrulmuştur.

KULUNU RABBİNE SEVDİREN ameller arasında, gizli olarak verilen sadakanın zikredildiği diğer bir hadis-i şerifte de, Allah’ın sevdiği ve buğzettiği üç grup insan anlatılmıştır. Bu insanların ilki, içinde bulunduğu topluluğa gelip kendilerinden bir şey isteyen adama, herhangi bir yakınlıktan dolayı değil de sadece Allah adına sadakasını o kadar gizli verir ki, Allah’tan ve sadaka verdiği adamdan başka hiç kimse yardımını bilmez…[21]

Ne mutlu o kimseye ki, insanların sevgi ve övgüsünden kaçar da Allah’ın rızasına ve sevgisine kavuşur.

Yüce Rabbimiz, “Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açıktan (Allah için) verenlere Rableri katında karşılığı vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzûn da olmazlar.” (Bakara 2/274) buyuruyor. Rabbim bizleri de o bahtiyâr kullardan eylesin.

Âmin
 
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------

[1] Rağıb el-Isfehânî, Müfredâtü elfazü’l- Kur’an, Kitâbü’s-Sad “sa-de-qa” maddesi.
 
[2] Bakara 2/3.

[3]Sevgili Peygamberimiz de aynı manada olmak üzere, “Her kim Allah yolunda (cihad için) bir harcamada bulunursa, o harcama kendisi için yedi yüz katı olarak yazılır” buyurmuştur. (Tirmizi, Fedâilü’l-Cihâd, 4.)

[4] Bu deyimde geçen “yonga” kelimesi,”kesilen, yontulan veya rendelenen odun vb. şeylerden çıkan küçük parça, iri talaş”manalarına gelir.(Büyük Türkçe sözlük, D. Mehmet Doğan Ankara, 1992, s. 1176)

[5] Nesai, Zekât:49.

[6] Ahmed, 1/96.

[7] Haşr 59/9.

[8] Ebû Dâvûd, Zekât, 40.

[9] Buhari, Zekât, 14; Müslim, Zekât, 78.

[10] İbnü’l-Mübârek, Zühd, No:648; Müslim, Zekât, 63.

[11] Heysemî, Mecmeu’z- Zevâid III/113, IV/37; er-Rûdânî, Cem’ul-Fevâid, 2798.

[12] Ebû Dâvûd, Zekât, 17 No:1608.

[13] Buhârî, Vesâyâ, 10; Müslim, Zekât, 43; Ebû Dâvûd, Zekât, 45 No:1689.

[14] Rûdânî, a.g.e No:2794.

[15] Ebû Dâvûd, Cihâd, 77; Tirmizî, Cihâd, 24.

[16] Hadîd 57/11.

[17] Tevbe 9/111.

[18]En-Nevevî, El-Minhâc Şerhu Sahîh-i Müslim b. Haccâc, thk.: Halil Me’mun Şiyhâ (I-XVIII ve Fihrist), Beyrut 1995, c.7 s.123.

[19] Haşiyetü’s-Sâvî ale’l- Celaleyn c.3, s.211; Huzur ve Saadetin Esasları (Lütfi Doğan) DİB yay. Ankara 1988 s.160.

[20] Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid III/15; Rûdânî, a.g.e No:2776.

[21] Tirmizî, Cennet, 25; Nesâî, Zekât, 75.

Erol Demiryürek.
 
7
Sizden Gelen Sorular Cevaplar / Her Kötülüğün Tek İlacı
« Son İleti Gönderen: türkiyem Dün, 09:05:08 ÖÖ »


Her Kötülüğün Tek İlacı

Sual: Avrupa’da günah işlemek için ortam hazırdır. Büyük günahlardan kurtulmanın çaresi nedir?

CEVAP

Her türlü günahın tek ilacı vardır. Bu ilaç Kur’an-ı kerimde açıkça bildiriliyor. Bu ilacı kullanan her Müslüman, alışkanlık haline gelen büyük günahlardan mutlaka kurtulur.

Ankebut suresi 45. âyet-i kerimesinde (Namaz, münker ve fahşadan [edepsizlikten, akla ve dine uymayan, esrar, içki, zina, livata gibi her türlü kötülükten] alıkoyar) buyuruldu.

Bir genç, namaz kılar ve her türlü kötülüğü de yapardı. Bu gencin durumunu Resulullaha bildirdiler. Peygamber efendimiz, (Bir gün gelir namaz, onu diğer günahları işlemekten alıkoyar) buyurdu. (Haram işliyorsa, namaz kılmasın) demedi, (Namaza devam etsin) buyurdu. Aradan çok zaman geçmedi. O genç günahlarına tevbe etti, iyi hâl sahibi oldu. Bu bakımdan mutlaka namaz kılmalıdır! Namaz kılmanın fazileti çok büyüktür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Allahü teâlâ beş vakit namazı farz kıldı. Eksiksiz eda edeni Cennete koyacağına söz verdi. Namaz kılmayana verilmiş bir sözü yoktur, böyle kimseye dilerse azap eder, dilerse Cennete koyar.) [Ebu Davud]

(Müslüman, namaz kılarken günahları başı üzerine konur. Her secde ettiğinde başından dökülür. Namazı bitirince hiçbir günahı kalmaz.) [Taberani]

(Her namaz vakti gelince, melekler, “Ey insanlar, günahlarınız sebebiyle hâsıl olan ateşi namaz kılarak söndürün!” derler.) [Taberani]

Bir kimse, (İman eder, namaz kılar, zekât verir, oruç tutar ve diğer ibadetleri yaparsam, kimlerden olurum?) diye sual edince, Peygamber efendimiz, (Sıddık ve şehidlerden olursun) buyurdu. (Bezzar)

Namaz doğru kılınmazsa

Sual: Bir arkadaş namaz kıldığı halde içki ve diğer kötülükleri bırakmıyor. Bu nasıl oluyor?

CEVAP

Doğru kılınan namaz her türlü kötülükten alıkoyar. (Ankebut 45)

Kötülükten alıkoymayan namaz doğru kılınmıyor demektir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Bir kişinin namazı, kendini fahşa ve münkerden [her türlü kötülükten] alıkoyamıyorsa, Allah’tan uzaklığı artar.) [Taberani]

O halde yapılacak iş, namazı doğru kılmaya çalışmaktır. Namazı doğru kılabilmek için önce itikadın düzgün olması şarttır. Daha sonra diğer şartlar gelir. Guslün ve abdestin doğru olması lazımdır. Bu şartlara riayet eden, mutlaka her türlü kötülüğü bırakır.

Kötülerle gezmek bile çok zararlıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kötü arkadaş, demirci körüğü gibidir. Üflenince, ateş kıvılcımları seni yakmazsa da, kokusu seni rahatsız eder.) [Buhari]

(İyi arkadaş, güzel koku satan gibidir. Sana koku sürmese de, yanında bulunduğun müddetçe güzel kokusundan faydalanırsın.) [Müslim]

İçki ve namaz

Sual: Kocam içkili iken namaz kılıyor. Namazı kabul olur mu? Oruç da tutuyor. İçkiyle orucunu açtığı da oluyor. Namazı da orucu da boşa mı gidiyor?

CEVAP

Günah ayrı, ibadet ayrıdır. Yani günah işleyen kimsenin de ibadetleri sahih olur. Namaz borcundan, oruç borcundan kurtulur. Ayrıca, doğru kılınan namaz insanı kötülüklerden, günahlardan alıkoyar. Ahirette niçin namaz kılmadın, oruç tutmadın diye sorguya çekilmez. Niye içki içtin diye sorguya çekilir. İçki içenin kıldığı namazlar sahih olur, fakat kabul olmaz. Kabul olmaz demek, sahih olmaz demek değildir. Sahih ve ihlâslı olan her ibadetin sevabı olur. Namaz borcundan kurtulur; fakat namazdan hâsıl olan büyük sevabların hepsine kavuşamaz demektir.

Açık gezen kadının namazı da böyledir. Namaz borcundan kurtulur, namaz kılmakla hâsıl olacak büyük sevabların hepsine kavuşamaz, yani sevabı az olur. Bu sadece içki içen, açık gezen için değil, her çeşit günahı işleyen için de böyledir. Yalan söyleyen, gıybet eden, laf taşıyan kimsenin de namazlarının sevabları azalır.

Namaz kılmayan

Sual: Mecusi’nin biri Ramazan ayında çocuğuna dışarıda yemek yedirtmiyor, Müslümanlara saygılı davranıyor ve son nefeste imanla ölüyor. Dini yazılarda ise namaz kılmayan Müslümanın imanla ölmesinin zor olduğu, yani imanının tehlikede olduğu yazıyor. O Müslümanken bile kâfir ölebiliyor da, kâfir nasıl Müslüman ölebilir?

CEVAP

İslamiyet insanlardan iki şey ister. Birincisi ne bildirilmişse hepsine olduğu gibi iman etmek. İkincisi bu iman ettiklerine hürmet edip, saygı göstermek, hepsini beğenmek.

Bunlar imanla ilgilidir. Yapıp yapmamak ise günah ve sevab ile ilgilidir. Bahsettiğiniz örnekte üstelik bir mecusinin yani ateşe tapanın oruca, Müslümanların ibadetine hürmeti, saygısı, onun Müslüman olmasına vesile olabilir ki olmuştur da. Buna benzer olaylar çok olmuştur.

Fakat bir Müslümanın senelerce namaz kılmaması, diğer haramları işlemesi, bunları yaptığı veya yapmadığı için değil, iman ettiği hususlara saygıyı, hürmeti azaltacağı, hatta yok edebileceği için küfre düşme tehlikesi çok fazladır. Namaz dinin direğidir buyuruluyor.

Namaz insanı elbette kötülüklerden alıkoyar buyuruluyor. Kendisini koruyucu namazı niyazı yok. Üstelik laf olsun diye, gevezelikle saygıyı hürmeti kaybedenler ise çoktur. Bu yüzden, ikisi çok farklıdır. Birbirine karıştırmamak lazımdır.

Kâfir bir kelime-i şahadet söylerse hemen Müslüman olur, bütün günahları affolur, fakat namaz kılmayan Müslüman, yukarıda açıklamaya çalıştığımız sebepler yüzünden tehlikededir.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
8
Ölüm Kıyamet Ahiret / Hepimizin Kaçınılmza Sonu Ölüm
« Son İleti Gönderen: türkiyem Dün, 08:58:13 ÖÖ »


Hepimizin Kaçınılmza Sonu Ölüm

Dünyada yaşayan milyarlarca insanın hayattaki tek amacı iyi bir işe kariyere ve mutlu bir aileye sahip olabilmektir. Bunun haricinde başka bir amaçları yoktur. Zaten tüm bunlara ulaşabilmek için çabalarken geriye çok fazla zamanları da kalmaz.

Mesela yogun olarak çalışan bir iş adamı günün büyük bir bölümünü çalışarak geçirir; iş yemekleri toplantılar iş gezileri… Tüm bu yoğunluğun dışında ailesine de zaman ayıran bu kişiler boş kalan zamanlarında ise sosyal bazı aktivitelerde bulunarak toplum içerisinde daha saygın ve sosyal bir pozisyon elde etmeye çalışırlar. Tek amaçları hayatlarını en iyi şekilde yaşayabilmektir. Ölüm ve sonrasını ise asla düşünmezler.

Oysa ölüm insanı ne zaman yakalayacağı belli olmayan hayatın en önemli gerçeğidir.

Ölüm kısa bir hayalden oluşan dünya hayatından uyanma vaktinin geldiğini bildiren bir çalar saat gibidir. İnsan bu sesi duyduğunda uyanmak istemez. Hayatını sadece kendi arzuları ve istekleri doğrultusunda yaşayan ahiretini hiç düşünmeden Allah’ı anmadan O’nun rızasını gözetmeden yaşayan insan hayatın ölümle biteceğini zanneder. Oysa gerçek hayatın başladığını fark ettiği o anda yaşadığı uyku haline geri dönmek ister.

‘Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: “Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimiz’in ayetlerini yalanlamasaydık ve mü’minlerden olsaydık.” ‘ (En’am Suresi 27)

Bu geriye dönme isteği aslında büyük bir pişmanlığın göstergesidir. Yaşanacak sonsuz azabın şuuruna varan insanın çaresiz pişmanlığı…

Oysa Allah tüm insanlara öğüt alacakları kadar zaman vermiş ve uyarıcılarını da göndermiştir. ‘Size orda (dünyada) öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur.’ (Fatır Suresi 37) ayetiyle bu gerçeği çok açık bir şekilde görmekteyiz.

Şimdi geriye dönelim ve sonsuz azapla karşılaşan böyle birinin dünya meşgaleleriyle oyalanırken Allah için neler yaptığına bakalım.

Allah kullarına çeşitli şekillerde uyarılarda bulunmuştur. Bu uyarılar elçileri ve kitaplarıyla olduğu gibi bazen bir insan aracılığıyla bazen bir yazı bazen de bir olayla olmuştur.

Kendisine namaz kılması gerektiği hatırlatıldığında bu kişilerin en büyük bahanesi vakitlerinin olmadığıdır. Onlara göre namaz kılmak diğer işlerini yapmalarına engeldir.

Oysa Allah Kuran’da cennet ehli için : ‘(Öyle) Adamlar ki ne ticaret ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten ‘tutkuya kaptırıp alıkoymaz’; onlar kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar’. (Nur Suresi 37) buyurmaktadır

Cehennem ehli için ise çok para kazanmak kendini ya da başkalarını daha fazla hoşnut etmek namazdan ve diğer ibadetlerden çok daha önemlidir. Mesela daha fazla kazanmak için her şeyi yapabilen bu insanlara faizin haram olduğu hatırlatıldığında zamana uymak gerektiği ve faizin ticaret hayatının bir parçası olduğu cevabını verirler. Oysa Kuran’da faiz yiyenler için : ‘Faiz (riba) yiyenler ancak şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi çarpılmış olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar.

Bu onların: “Alım-satım da ancak faiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alış-verişi helal faizi haram kılmıştır. ‘ (Bakara Suresi 275) buyrulmaktadır.

İnfak etmeleri söylendiğinde ise mallara ve paraya olan hırsları ortaya çıkar. Sahip olduklarının sadece küçük bir kısmını ihtiyacı olanlara verirler. Ancak bunu Allah rızası için değil sadece kendi vicdanlarını rahatlatmak ya da toplum tarafından alkışlanmak amacıyla yaparlar. Geri kalan mallarına ise sımsıkı sarılıp daha da artırmaya çalışırlar.

 ‘Ve onlar mallarını insanlara gösteriş olsun diye infak ederler Allah’a ve ahiret gününe de inanmazlar. Şeytan kime arkadaş olursa artık ne kötü bir arkadaştır o.’ (Nisa Suresi 38)

Kendilerine emanet olarak verilen mallarla böbürlenir ve gücün kendilerinde olduğunu düşünürler. Oysa sahip oldukları her şey: ‘Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız ancak bir fitnedir (imtihan konusudur.) Allah yanında ise büyük bir mükafat vardır.’ (Enfal Suresi 28) ayetiyle bildirildiği gibi sadece bir imtihan konusudur.

Allah ’ın yolunda yaşamak yerine şeytanın yolunda yaşamayı tercih eden bu insanlar ibadetlerini genelde yaşlılık dönemlerine ertelerler. Yaşlanınca namaza başlayacaklarından kapanacaklarından ya da hacca gideceklerinden bahsederler.

Ölüm konusunun açılmasından hiç hoşlanmazlar. Birileri ölümden bahsedecek olsa hemen sustururlar. Hayatın tadını çıkarmak varken böylesine kasvetli konularda konuşmak anlamsızdır bu kişilere göre.

Ölümü ve sonrasını düşünmek bugünü yaşamalarına engeldir çünkü… Bu yüzden de tüm uyarılara kulaklarını tıkarlar. Ancak görmezden gelmeye çabalasalar bile mutlaka ‘Her nefis ölümü tadıcıdır.’ (Ali İmran Suresi 185) ve bu sondan kimse kaçamayacaktır.

Çok açıktır ki dünya hayatı sadece bir imtihan mekânıdır. Bu mekânda ahiret için yapacaklarımız hayati öneme sahipken sadece dünya için yaşamak uyumayı çalışmaya tercih etmek gibi bir şey olur.

Böylesine bir gafletin sonucu dünyada yaşanacaklardan çok daha acı verici olacaktır. Bunun bilincinde olarak Allah’a sığınıp yaşamaksa tek kurtuluş olacaktır…

‘Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’ bir süs kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu) mal ve çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu’dur.

Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir sonra kuruyuverir bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş sonra o bir çer-çöp oluvermiştir.

Ahirette ise şiddetli bir azap; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir’. (Hadid Suresi 20)

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
9
Cennet / Allahin Cennet Ehli İçin Hazırladığı Nimetler
« Son İleti Gönderen: türkiyem Dün, 08:54:31 ÖÖ »


Allahin Cennet Ehli İçin Hazırladığı Nimetler

İnsanlar var olmasını istedikleri, fakat dünya şartlarında mümkün olmayan şeyleri kimi zaman filmlere, romanlara konu yaparlar. Bu tür fikirleri fantastik, ütopik gibi sıfatlarla nitelendirerek gerçekdışı olduklarını vurgularlar. Çoğu insan bu hayal ürünü mükemmelliklerin gerçek olmasını ister, bunlara özenir.

Ancak dünya şartlarında bunların gerçekleşmesinin olanaksız olduğunu bilmek ve bu güzellikleri sadece hayal etmek onların ruhunda derin bir zevk oluşturmaz. Aksine yaşadıkları ortamdaki eksikliklerin biraz daha farkına vararak dünyanın gerçek yüzünü görmelerine, bu da kendi deyimleriyle "keyiflerinin kaçmasına" sebep olur. Elbette ki tarif ettiğimiz bu ruh hali iman etmeyen kişiler için söz konusudur.

Ahiretin varlığına kesin bir bilgiyle iman eden müminler ise, hayal gücünün sınırlarını zorlayan tüm ihtimallerin Allah'ın "ol" demesiyle gerçekleşebileceğini, ahirette cennet nimeti olarak karşılarına çıkabileceğini bilirler.

O halde insan, dünyada "olsa ne güzel olur" diye düşündüğü her güzellik ve nimete cennette kavuşabilmeyi umabilir. Bu umut içindeki insan, istediği herşeye kavuşabileceği cenneti hak edebilmek için ciddi bir çaba göstermeye başlar

Bir hadiste Peygamberimiz (sav), Allah'ın salih kulları için ahirette "hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen birtakım nimetler" olacağından bahsetmiştir. [Ölüm-Kıyamet-Ahiret ve Ahirzaman Alametleri, s. 306/497]

Böylelikle ,Allah dediklerine karşılık olarak içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler verdi. Bu, iyilik yapanların karşılığıdır.
(Maide Suresi, 85)

Allah cenneti tarif edip tanıttığı ayetlerle insanlara dünyadakilerle kıyaslanmayacak bir nimet ufku açmaktadır. "Orada diledikleri herşey onlarındır; Katımız'da daha fazlası da var." (Kaf Suresi, 35) ayetiyle cennetteki bu nimet genişliği haber verilmektedir. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadisinde müminlere, kendilerini bekleyen cennet nimetleri hakkında şu ayeti hatırlatmıştır:

Artık hiçbir nefis, yaptıklarına karşılık olmak üzere kendileri için gözler aydınlığı olarak nelerin (sayısız nimetlerin) saklandığını bilmez. (Secde Suresi, 17) [Tezkireti'l Kurtubi, s. 306/498]

Allain cennette sunacağı nimetler düşünülürken unutulmaması gereken önemli bir nokta da insan aklının çok sınırlı olduğudur. Bundan dolayı kişi, kendisine vaat edilen nimetlerin bolluğunu, çeşitliliğini, benzersiz güzelliklerini zihninde tam olarak canlandıramayabilir.

Kuran'da ve hadislerde bildirilen nimetler, yapılan tasvirler insanlara açıklayıcı olması bakımından, dünyadaki güzelliklerin yer aldığı benzetmelerle tarif edilmektedir. Ancak bunlar cennette çok daha mükemmel halleriyle olacaklardır.

Çünkü ,Allah sonsuz aklının bir tecellisi olarak cenneti tüm kusurlardan arındırılmış mükemmel bir mekan olarak yaratmıştır.

İnsanın sınırlı düşünme ufkunu şöyle bir örnekle anlatabiliriz. İnsan, görme duyusuna sahip olmasa sadece tat alma, koklama, işitme ve dokunma duyularıyla yaratılmış olsa; göze hitap eden nimetler kendisine ne kadar tarif edilip anlatılsa da bunları kavraması mümkün olmazdı.

Renkten, aydınlıktan, estetikten, simetriden, ihtişamdan bahsedildiğinde bu kişi tüm bunları anlayamayabilirdi.

Aynı şekilde şu anda bizim bilmediğimiz ama Allah'ın cennette var edeceği ve bize yepyeni ufuklar kazandıracak başka duyular olabilir.

Dolayısıyla sadece beş duyumuzla sınırlı olduğumuz bu dünyada ne tür nimetlerden habersiz olduğumuzu tam olarak kavramamız da mümkün olmayabilir.

"İşte, yaptıklarınız dolayısıyla mirasçı kılındığınız cennet budur."
(Zuhruf Suresi, 72)

Görüş, düşünce ve hayal ufkumuzdaki sınırlılığı, penceresiz bir evin içinden hiç dışarı çıkmadığını varsaydığımız bir kimsenin durumuna da benzetebiliriz.

Evin dışındaki güzelliklerden -dağların, nehirlerin, ağaçların görünümünden, birbirinden estetik çiçeklerden, sevimli hayvanlardan, berrak bir gökyüzünden, gün ışığının aydınlığından...- habersiz olan bu kişi, nasıl bir nimet eksikliği içerisinde olduğunun da farkında olmaz. Kaldı ki bu kıyas dünyadaki güzellikler üzerinden yaptığımız bir kıyastır.

Dünyanın nimet ve güzellikleri ise cennet nimetlerinin yanında son derece eksik ve kusurludur. Bu bakımdan iman eden bir kiş,i cenneti de sahip olduğu sınırlı bilgiler dahilinde, dar bir görüşle değerlendirmekten kaçınmalı, bu yanılgıya düşmemelidir.

Çünkü insan, Rabbimiz'in bildirdikleri dışında cennetle ilgili ayrıntıların, cennet ehli için hazırlanmış sürprizlerin neler olabileceği hakkında yorum sahibi bile değildir.

Kuran'da bu duruma dikkat çekilen ayetlerden birinde Allah "Orada diledikleri herşey onlarındır; Katımız'da daha fazlası da var." (Kaf Suresi, 35) buyurmaktadır.

Bir rivayete göre ise Peygamberimiz (sav) cennet nimetlerini şöyle tarif etmiştir:

Cennete koşan yok mu? Çünkü cennette akla hayale gelmeyen nimet vardır. [Tezkireti'l Kurtubi, s. 306-307/499]

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
10
Cehennem / Cehennem Ateşi
« Son İleti Gönderen: türkiyem Dün, 08:50:55 ÖÖ »


Cehennem Ateşi

Cehennem Ateşi Üç Bin Yıl Yakılarak Simsiyah Ve Kapkaranlık Hale Gelmiştir:

Tirmizî… Ebû Hüreyre’den rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Cehennem ateşi bin sene yakıldı; kızardı. Bin sene daha yakıldı; beyaz-laştı. Bin sene daha yakıldı; karardı. Artık o, simsiyah ve kapkaranlıktır.”

Cehennem Ateşinin Harareti Sönmez Alevine De Yaslanılmaz:
Hafız el-Beyhakî… Selman’dan rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“(Cehennemdeki) ateşin harareti sönmez ve alevine de yaslanılmaz.” Böyle dedikten sonra Rasûlullah (s.a.v.) şu âyet-i kerimeyi okudu: “Yakıcı azabı tadın, diyeceğiz.” (Âl-i imrân, 3/181)

İbn Merdeveyh… Enes’ten rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şu âyet-i kerimeyi okumuştur:

“Ey inananlar! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı, insanlar ve taşlardır. Görevlileri, Allah’ın kendisine verdiği emirlere baş kaldırmayan, kendilerine buyrulanları yerine getiren pek haşin meleklerdir.” (Tahrim, 66/6)

Bu âyet-i kerimeyi okuduktan sonra Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Cehennem ateşi bin sene yakıldı; nihayet beyazlaştı. Bin sene daha yakıldı; nihayet kızardı. Bin sene daha yakıldı; nihayet karardı. Cehennem ateşi simsiyahtır; alevi ışık Saçmaz.”

İbn Merdeveyh… Adey b. Adiy’den rivayet etti ki; Ömer b. Hattab (r.a.) şöyle demiştir: Cebrail, gelmeyi âdet edinmediği bir zamanda Peygamber (s.a.v.)’in yanma geldi. Peygamber (s.a.v.) ona dedi ki:

— Ey Cebrail! Bana ne olmuş ki, seni, rengin değişmiş olarak görüyorum!

— Ben sana gelecek değildim. Allah, ateşin açılmasını emredince sana geldim.

— Ey Cebrail! Bana ateşin evsafını ve cehennemin niteliklerini anlat.

— Doğrusu Cenab-ı Allah emretti de cehennem bin sene yakıldı; nihayet ateşi kızardı. Sonra bin sene daha yakıldı; nihayet ateşi beyazlaştı. Sonra bin sene daha yakıldı; nihayet ateşi karardı. Artık cehennem ateşi simsiyah ve kapkaranlıktır. Kıvılcımı ışık saçmaz, alevi de sönmez. Seni hak dinle gönderen zât’a yemin ederim ki; Allah’ın kendi kitabında anlattığı cehennem zincirlerinden bir halka, dünya dağlarının üzerine konulacak olsa, o dağları eritir.

— Ey Cebrail! Bu anlattıkların bana yeter. Kalbim paralanmasın!..” Böyle dedikten sonra Peygamber (s.a.v.) Cebrâile baktı; ağlamakta olduğunu gördü. Ve ona şöyle dedi:

— Ey Cebrail! Allah katında böyle büyük bir yere sahib olduğun halde yine mi ağlıyorsun?!

— Niye ağlamıyayım ki? Allah’ın ilm-i ezelisinde bundan başka bir hale düşeceğim takdir edilmiş mi, edilmemiş mi, bilmiyorum ki. Örneğin daha önce İblis, meleklerle beraberdi. Harut ile Marut, meleklerdendi! (Bak sonra ne hale düştüler.)”

Peygamber (s.a.v.) ile Cebrail (a.s.) ağlamayı sürdürdüler. Nihayet onlara seslenildi ki:

“Cenab-i Allah, gazaba uğramayacağınıza dair size âmân vermiştir.” Bu sesi duyan Cebrail kalkıp gitti. Hz. Peygamber de dışarı çıktı. Konuşup gülüşmekte olan bir gurup ashabının yanına gitti ve onlara şöyle dedi:

“İleri tarafınızda cehennem olduğu halde gülüyor musunuz? Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlar, yüksek yerlere çıkıp Allah’a yüksek sesle yakarırdınız!“

Bunun üzerine Cenab-ı Allah ona şöyle vahyetti: “Ey Muhammed! (s.a.v.) Seni müjdeleyici olarak gönderdim.” Bu vahyi alan Rasûlullah (s.a.v.), sahabi-lere şöyle buyurdu: “Size müjdeler olsun! Kendinizi ve amellerinizi düzeltin. Elden geldiğince (salah ve olgunluğa) yakın olun.”

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
Sayfa: [1] 2 3 ... 10