Son İletiler

Sayfa: [1] 2 3 ... 10
1
İSLAMİ YAŞAM HAYAT TOLUM VE AİLE / Güzel Geçimin Sırları.
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Dün, 07:42:25 ÖÖ »


Güzel Geçimin  Sırları.

Güzel geçim, zorluklara sabretmek, sıkıntılı insanları anlamaya ve yardımcı olmaya çalışmak, sevmeyeni sevebilmektir. Güzel geçim, cenneti dünyada yaşamak, kötülük de cehennem kıvılcımlarının içinde kıvranmaktır.

İnsan önce kendisi ile barışık olmalı, kendi kendisi ile geçinebilmelidir. İç dünyasında huzurlu olmayanlar diğer insanlarla ilişkilerinde huzurlu ve uyumlu olamaz, iç barış, nefsânî arzulara karşı direnmemek ve çirkin de olsa her isteğe boyun eğmek değildir.

Bu barış değil iç yenilgidir. İç denge, kalbin huzuruna ve nefsin kalbe tâbi olmasına bağlıdır. Kalbin huzuru sevgi, sevginin kaynağı da Allah Teala'dır. Gerçek manada yüce Rabb'ini tanıyan ve seven kalpler bütün yaratılanları sevebilecek bir güce ulaşır. Böyle insanlar, nefislerine, başkasına hatta hiçbir canlıya zulüm etmez. Sadece dünyayı sevmek, dünya ile ilgili hissiyatın güçlenmesidir ki o da tüm insanları kendinden aşağı görmek ve tüm insanların kendine hizmet etmesini beklemektir.

İyi geçimli, karşıdan bir beklenti içine girmez, iyi geçimin lezzet ve maneviyatının tadını ve mükafatını almak ona yeter. Bu durumda karşımızdakinin iyi huylu ve geçimli olmasına da gerek kalmaz. Allah'tan gelen sevgi, insana sabretme, affetme ve hizmet etme gücü verir.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
2
Namaz / Yol Azığı Sabır ve Namaz
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Dün, 07:37:45 ÖÖ »


Yol Azığı Sabır ve Namaz

"Ey iman edenler, sabır ve namazla yardım dileyin. Şüphe yok ki Allah sabredenlerledir."(Bakara-153)

Kur'an-ı Kerim'de 'sabır' çokça tekrarlanır. Şundan ki Yüce Allah çeşitli yollar ve güçlükler ortamında Hak Yolu sürdürmenin ve çeşitli çatışmalar ve işkenceler içinde Allah'ın davetini yürütmenin gerektirdiği gayretin büyüklüğünü, iç ve dış düşmanlara karşı uyanık bulunmanın iktiza ettiği ruh gücünü bilmektedir. Bütün bu durumlarda sabır elzemdir.

Allah'a itaatte sabır, cihad meşakkatlerine sabır, bölük bölük oyunlara, tuzaklara sabır, batılın tırmanmasına sabır, zaferi bekleyip dururken sabır, yardımcının azlığına sabır, ruhlardaki yılgınlığa sabır, kalplerdeki sapmalara, eksiklere, bozukluklara sabır.

Zafer bir türlü görünmediği, emeklerin sonuç vermediği zaman sabrın bir azığı, destekleyicisi de yok sa zayıflar ve hatta bitebilir. Bundan dolayıdır ki sabır, namazla desteklenir. Namaz dinmeyen bir destek, bitmeyen bir azıktır sabra. Namaz bir destektir ki yeniler insanı, yüreklendirir daha bir. Sabrın kaynağı olur namaz, zenginleştirir onu. Allah'ın hoşnutluğuyla, gönüle serptiği sevinçle, tebessümle, güvenle. Namaz kalbi zenginleştirir yakinle, kalp itminanıyla...

Ölümü, sınırlı güce sahip şu insan için gerektir ki üstün bir sınırsız bir güçle irtibatlandırsın kendini. Ki zorluklar kendi sınırlı gücünü açtığı zaman ondan istimdat etsin. Gizli ve açık şer güçleriyle karşılaştığında, türlü şehvet ve istekleri arasında hak çizgiyi sürdürebilmek zorlaştığında, fesat, fitne ve azgınlıklarla savaşımında bunaldığı zaman, yol uzadığında, meşakkatler sınırlı ömrünü de aşmaya yüz tuttuğunda, dönüp bir de baktığındaki hiç bir şey elde edilmemiştir ve ömür ışığı solmaya yüz tutmuştur. Öte yandan şer tırmanmış, hayır, kalakalmıştır. Ufukta bir ışıltı, Hak Yolda bir umut belirmemiştir. İşte burada, umutsuzluğun meydan aldığı, meşakkatlerin kendi boyunu aştığı bu noktada namazın kıymeti ortaya çıkar. Namaz; ölümlü insanla Sonsuz Kudret arasında direkt bağlantı kurar. O sonsuz kaynaktan süzülen katrelerle ilintiler insanı. O sonsuz feyiz sunan kaynağın anahtarı namaz, sınırlı yeryüzü realitesinden enginlere kanatlanmadır. O kızgın çöller ortasında bir ilkbahar nesimidir. O kırgın ve bitkin kalpleri okşayan şefkat elidir. Bundan dolayıdır ki Allah Resulü (s.a.v) hal şiddetlendiğinde " Ya Bilal, bizi namazla ferahlandır." derdi. Ve böyle durumlarda Allah'la olmayı ziyadeleştirmek için namazı artırırdı.

Şüphe yok ki İslam, ibadet nizamıdır. Onda İbadet bir sırdır. İbadetin sırlarından biri de yol azığı oluşudur. İbadet ruhun gıdasıdır. İbadet, kalbi güçlendirir. Ondaki sıkletin kolaylığı tahvilidir. Yüce Allah (c.c) Peygamberimize (s.a.v) büyük risalet görevini yüklediğinde O'na şöyle buyurmuştu:

"Ey örtüsüne bürünen, Geceleyin kalk (namaz kıl), yalnız gecenin birazında (uyu).

Gecenin yarısında (kalk), yahut bundan biraz eksilt, veya bunu arttır ve ağır ağır Kur'an oku. Doğrusu biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız. Gerçekten gece kalkıp ibadet etmek insanı daha bir kuşatıcı ve (geceleyin) okumak daha etkilidir. Çünkü senin gündüzün uzun süre uğraşacağın şeyler vardır. Rabbinin adını an ve her şeyden kalbini boşaltarak bütün gönlünle ona yönel. (O) doğunun ve batının Rabbidir. O'ndan başka İlah yoktur. Yalnız O'nu vekil tut. Onların dediklerine sabret ve güselce onlardan ayrıl. Beni o nimet sahibi yalanlayıcılarla başbaşa bırak ve onlara biraz mühlet ver. Çünkü bizim yanımızda bukağılar ve cehennem var. O gün yeryüzü ve dağlar sarsılır ve dağlar dağılan kum yığınları olur." (Müzemmil-1-14)

Büyük iç için, zor teklif için hazırlık, gece kalkmak ve Kur'an okumaktı. Çünkü ibadet kalbe ferahlık, güven ve itminan verir, Allah (c.c) ile kul arası bağı kuvvetlendirirdi. Bu sebeple Yüce Allah, büyük zorlukların kapısında duran mü'minleri sabıra ve namaza yöneltiyordu. Bu yöneltmeyi izliyordu. Allah (c.c) 'ın sabredenlerle beraber olduğu müjdesi. Allah mü'minlerle beraberdi. Onları teşvik ediyor, teşci ediyor, gönüllerine ferahlık serpiyordu. Onları savaşımlarında yalnız bırakmıyordu. Terketmiyordu onları kendi sınırlı güçlerine. Azıkları bittiğinde onlara yardım uzatıyor, yol uzadığında azimlerini yeniliyordu. Yüce Allah (c.c) onlara sesleniyordu ayet-i kerimenin başında sevgiyle Ey iman edenler diye. Ve çağrısını hayret efza bir teşciyle bitiriyor. 'Şüphe yok ki Allah sabredenlerle beraberdir' diyor, yüreklendiriyordu onları.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
3
İSLAMİ YAŞAM HAYAT TOLUM VE AİLE / Yardımlaşma
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Dün, 07:26:22 ÖÖ »


Yardımlaşma

Müslümanların karşılıklı olarak birbirlerine yardımda bulunmaları.

İslâmiyet bir yardımlaşma dinidir. İslâmiyet'ten önce de sonra da hiç bir din ve fikir sistemi onun kadar bu konuya eğilmemiş, yardım anlayışı ve bu anlayışın uygulanışını bu kadar geniş boyutlara ulaştıramamıştır.

Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerîm'de; "Rabbinin rahmetini onlar mı bölüyorlar? Dünya hayatında insanların geçimlerini aralarında dağıtan biziz. Birini diğerine iş gördürmesi için kimini kiminden zengin kıldık. Rabbinin rahmeti onların topladıkları yığınlardan hayırlıdır" buyurmuştur (Zuhruf, 43/32).

Kur'an-ı Kerîm'den öğrendiğimiz bu gerçeği, her birimiz günlük hayatımızda da görmekteyiz. İnsanlık tarihi boyunca olduğu gibi bugün de hiçbir toplumda, ortak bir hayat ve geleceği paylaşan insanlar aynı düzeyde değildir. Zayıfı, güçlüsü, fakiri, zengini, erkeği kadını... ile insan toplulukları hem bir tezat, hem bir âhenk meydana getirmektedirler. Tabiattaki bu başkalık, bu tezat bir hareketin kaynağını oluşturuyor ki, buna, "hayat" diyoruz. Yaratılıştan gelen bu farklılıkla hayatın içinde yoğrulan insanlar muhakkak birbirlerine ihtiyaç duymaktadırlar. Pek çok ve değişik konuda zengin fakire, güçlü zayıfa başvurmak zorunda kalmaktadır. Hiç bir zengin, "Benim kimseye ihtiyacım yoktur" diyemez. Çünkü servetini çalıştırdığı insanların gücü ile kazanır; "Benim param var, kimi istersem çalıştırırım" demesi bu gerçeği değiştirmez. Zira, kimi çalıştırıyorsa ona muhtaç oluyor demektir. Ne tarafa bakarsak bakalım bütün sosyal ilişkilerde böyle durumlarda karşılaşırız. Bütün insanların ister istemez bir başkasının gücüne, parasına, fikrine muhtaç olduğunu görürüz. Onun için Zen merde, civan pîre, kemân tîre muhtaç, Ebnây-ı beşer, hâsıh birbirine muhtaç (Yâni, kadın erkeğe, genç ihtiyara, yay oka muhtaç. Kısacası insanlar birbirine muhtaç) demişlerdir.

İnsanların böyle birbirine muhtaç olmaları, karşılıklı olarak yardımlaşmaları zorunluluğunu ortaya çıkarmaktadır. Yardımlaşma, toplum hâlinde yaşamanın doğal bir sonucudur. Hem başkaları ile yaşamak, hem yardıma ihtiyaç duymamak imkânsızdır. Bunun için İslâmiyet yardımlaşmayı, bütün maddî ve mânevî hayatımızı kapsayacak şekilde en geniş sınırları ile ele almış ve dinî-ahlâkî bir görev olarak ortaya koymuştur. Kur'an-ı Kerîm'in pek çok âyetinde bu konuya temas edilerek, müslümanlar yardımlaşmaya teşvik edilmiştir. Hz. Peygamber de sayısız hadislerinde maddî ve mânevî yardımın insan hayatındaki önemini dile getirmiştir.

Cenab-ı Hak; "iyilikte ve kötülükten sakınmakta birbirinizle yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın" (Maide, 5/2), buyuruyor. Zekât vermekten, tatlı söz ve güler yüzle davranmaya kadar her şeyin iyilik kapsamına alındığını düşünürsek, dinimizin yardımlaşma sınırını ne kadar geniş tuttuğunu daha iyi kavrarız.

Yardım anlayışının özünde fedâkârlık vardır. Maldan sevgiye kadar her şeyin bir başkasına verilmesi söz konusudur. Bu verme işi bazan, zekât ve fitrede olduğu gibi mecbûri olsa da, çoğu zaman tamamen isteğe bağlıdır. Yine zekât belli bir miktarda alındığı halde sadakanın sınırı yoktur; dileyen dilediği kadar verir. Böylece müslümanlar arasında en geniş mânâda yardımlaşma yapılır. Bu maddî yardımın dışında, müslümanlar başkalarına söz ve davranışları ile de iyilik yapmak, onlara sevgi ile bağlanmak zorundadırlar. Bu da onların görevidir.

Hiçbir iyilikte bulunamayan bir müslüman, eli ve dili ile başkalarına zarar vermemesi bile iyilik (sadaka) sayılmıştır.

Aşağıda, genişçe anlatılacak şekilde bir yardım anlayışının yaygınlaştırılması fert ve toplum hayatında önemli değişikliklere sebep olacaktır. Yardımlaşmanın faydaları hemen hissedilecektir. Bunlar şöyle sıralanabilir:

1. Yardım yapmakla yoksullar korunmuş olur. Onların maddi ihtiyaçlarının giderilmesi ile fenalık yapmaları önlenir. Çünkü fakirlik ve açlık, zayıf karakterli insanları çoğu zaman kötülüğe sürükler; hırsızlık yaptırır; haksızlığa iter.

2. Yardım yapanla yapılan arasında sevgi ve ülfet doğar. Yardım yapılarak topluma kazandırılan kişiler kin, hased, düşmanlık gibi kötü duygulardan kurtulur; zenginlerin mallarında gözü olmaz. Çünkü onların, fakirin hakkını verdiklerini, dinin emirlerine uyarak en geniş ölçüde yardım ellerini çevrelerindeki insanlara uzattıklarını bilirler.

3. Peygamber Efendimiz (s.a.s); "Veren el alan elden üstündür" buyurmuştur. Böylece müslümanlara, yardım edilen değil yardım eden kişi olmalarının daha iyi olduğunu bildirmiştir. Sıkıntı ve darlık zamanlarında müslüman kardeşlerinden yardım, anlayış ve sevgi görenler, sıkıntılarını atlatınca çalışıp kazanmaya, alan değil veren kişiler olmaya bakacaklar. Böylece toplumda bir fazilet yarışı başlayacaktır.

4. Zekât, sadaka ve diğer maddî yardımlar, müslümanların güçlü olmalarında, birlik ve beraberlik içinde bulunmalarında en büyük etken olacaktır. Bir aç ile bir tokun aynı safta sevgi ve kardeşlik duyguları ile yanyana bulunabileceklerini düşünmek biraz zordur.

Yardımlaşma, zenginlerle fakirler arasındaki uçurumu kapatacağı gibi aralarında bir sevgi ve saygı bağının kurulmasına da sebep olur.

5. Yardımlaşmanın yaygın olduğu toplumlarda dostluk duyguları güçlü olur; zenginlik ve refah artar, fakirlik azalır, dinimizin hoş görmediği dilencilik ortadan kalkar; hırsızlık ve dolandırıcılık gibi harâmların işlenmesi en alt düzeye iner.

Yardımlaşma Çeşitleri

1. Maddî yardım:

Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Bilmez misiniz ki, göklerin ve yerin saltanatı Allah'ındır ve sizin için Allah'tan başka bir dost ve yardımcı yoktur" (Bakara, 2/107);

"Göklerin ve yerin mülkü (bütün hazineleri)Allah'ındır. Allah, her şeye hakkiyle kâdirdir" (Âlu İmrân, 3/189);

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır" (Bakara, 2/116, 255). Bu ve benzeri pek çok âyetten de anlaşılacağı gibi evrende gördüğümüz her şeyin gerçek sahibi Allah Teâlâ'dır. Fakat, Cenab-ı Hak, yerde ve gökte bulunan bütün varlıkların, yüce katından bir lütuf ve bağışlama olarak, insanların hizmetine verildiğini başka âyet-i kerimelerde beyan buyurmuştur:

"Bir de göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini (Allah) kendi katından sizin hizmetinize bağışladı. Şüphesiz ki bunda, düşünecek bir kavim için ibretler vardır" (Câsiye, 45/13).

Varlığın gerçek sahibi olan Allah Teâlâ, bunu, kullarından dilediğine verip dilediğinden alacağını da şöyle açıklamıştır:

"Râsûlüm, Şöyle de: Ey mülkün sahibi Allahım! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden de mülkü çeker alırsın; dilediğini aziz edersin, dilediğini de zelil edersin. Hayır, senin elindedir. Muhakkak ki sen her şeye kâdirsin" (Âlu İmrân, 3/26).

Ayrıca, Allah Teâlâ, kendilerine mal ve mülk verdiği insanları başıboş bırakmamış, onlara malları ile ilgili bazı sorumluluklar yüklemiş ve görevler vermiştir.

"Onların mallarında dilencinin ve (iffetinden dolayı durumunu açıklamayan) yoksulun bir hakkı vardır" (Zariyât, 51/19);

"O kimseler ki, gayba inanırlar, namazı gereği gibi kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler (başkalarına verir ve yedirirler)..İşte böyle kimseler, Rablerinden olan doğru yol ve hidâyet üzeredirler ve bunlar azabdan kurtulup sevâba erenlerdir" (el-Bakara, 2/35), âyetlerinde bu sorumluluk ve görevlerin; Allah'tan (c.c) bir emânet olarak verilen mallardan bir kısmının başkalarına verilmesi olduğunu anlıyoruz. Bunun kime, nasıl ve ne ölçüde verileceği ise Kur'an-ı Kerîm'de ikiyüze yakın âyet-i kerimede açıklanmıştır.

Dikkat "dilerse, yukarıdaki âyet-i kerimede iman ve namazdan hemen sonra Cenab-ı Hakk "infak etmeyi" emretmiştir. "İnfak "Allah'ın (cc) verdiği malın meşrû bir şekilde elden çıkarılması, başkalarına verilmesi" demektir. İnfakın farz, vâcip ve mendup gibi kısımları vardır. Farz olan infak zekât, vacip olan infak fitredir ki, bunlar hakkında yukarıda geniş bilgi verilmiştir.

Kur'an'ın pek çok yerinde: "Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin..." (Bakara, 43, 83,110; Nisâ, 77) emri vardır. İslâmiyet'te en mühim ibadet namazdır. Müslümanlara namazdan hemen sonra zekât vermelerinin emredilmiş olması, zekâtın, bir ibadet olarak dinimizde ne büyük bir yeri olduğunu gösterir. Dinin iman ile temeli atılıp namaz ile direği dikildikten sonra, geçilecek mühim bir geçidi vardır ki, zekât, o geçidi geçirecek bir köprü olarak yapılacaktır.

Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:

"Üç şey ölünün arkasından mezara kadar gider: Âilesi, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner, birisi kalır. Dönenler âilesi ile malı, kalan da amelidir" (Riyazü's-Salihîn, I, 139).

Dünyada kalacak olan malımızın, Allah'ın emrine göre kullanılması ve harcanması önemli bir iştir. Çünkü bu harcama ile, âhirete uzanan geçide sağlam bir köprü kurma imkânı elde edilecektir.

Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerîm'de: "Hayır ve iyilik yapmak hususunda birbirinizle yarışınız" (el-Bakara, 2/148) buyuruyor. Hayır ve iyilik mal, el ve dil ile yapılır. Yapılacak bütün bu iyiliklerin adı "sadaka"dır, ve Peygamberimiz (); "Her iyi iş sadakadır" (Riyâzü's-Salihîn, I,167) buyurmuştur.

Mal ile yapılacak iyilik ve yardımın başında zekât gelir.

"Namazı gereği gibi kılın, zekatı verin ve hayır işlerinden nefisleriniz için önden her ne gönderirseniz, Allah katında onun sevabını bulursunuz. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızı görücü ve kararlığını vericidir" (Bakara, 2/110).

Zekât, mal ile yapılacak mecbûri bir yardım şeklidir. Fakat mal ile yapılacak yardım zekâttan ibaret değildir. Müslümanlara, ihtiyaçlarından fazla olan mallarından başkalarına vermeleri emir ve tavsiye edilmiştir. Aşağıdaki âyet ve hadisler, zekâtın dışında, sadaka olarak başkalarına yardım etmemiz gerektiğini ve bunun önemini anlatmaktadır.

Allah Teâlâ buyuruyor ki:

"Yüzlerinizi (namazda) doğu batı tarafına çevirmeniz hayır ve taat değildir. Fakat hayır ve ibadet, Allah'a, âhirete, meleklere, Allah'ın indirdiği kitaplara ve peygamberlere iman edenin ibadetidir ve Allah sevgisi üzere, yahut mala olan sevgisine rağmen, malı fakir akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere, köle ve esirlere (kurtuluşları için) harcayan, namazı gereği üzere kılan ve zekâtı veren kimsenin... hayrıdır" (Bakara, 2/177); "Ey Rasûlüm, onlar neyi nafaka olarak vereceklerini sana soruyorlar. De ki:

Maldan vereceğiniz şey, ana-babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yolcunundur. Hayır olarak daha her ne yaparsanız Allah Teâlâ onu bilir ve mükâfatını verir" (Bakara, 2/215).

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:

"Bir hurmanın yarısı ile, bunu da bulamazsanız güzel sözle ateşten korununuz" (Müslim, Zekât, 95);

"Herhangi bir müslümanın diktiği ağaçtan yenen, çalınan ve eksilen şey, o ağacı diken için sadakadır" (Riyazü's-Salihîn, I, 168).

Ferdi, sosyal faaliyetlerin merkezi sayarsak, onu, iç içe bazı çemberlerin çevrelediğini görürüz. Kendisine en yakın çemberi çocukları ve anne-babası oluşturur. Daha sonra, yakın akraba, yakın ve uzak komşular ve içinde yaşadığı toplumun diğer bireyleri gelir. Âyet ve hadislerden,. insanın, bu yakınlık derecesine göre başkalarına yardım elini uzatması gerektiğini öğreniyoruz.

Uzre oğullarından, hayır yapmak isteyen birisi, Peygamberimizin yanına gelmişti. Adamın tek bir kölesi vardı. Rasûlüllah köleyi ondan aldı, sattı ve parasını kendisine verdi. Sonra ona şunları söyledi: "Bu parayı önce kendi ihtiyaçların için harca. Artarsa âilen için sarfet.

Âilenden de birşey artarsa sana yakınlığı ve hısımlığı olana harca; bunlardan da bir Şey artarsa -yanındaki yoksulları göstererek, şöyle, şöyle sadaka yap" buyurdu (Müslim, Zekât, 41).

Yine Peygamberimiz (s.a.s), bahçesini sadaka olarak vermek isteyen Ebû Talha'ya onu akrabalarına tasadduk etmesini tavsiye etmiş, Ebû Talha bahçeyi akrabaları ve amca oğulları arasında taksim etmişti (Müslim, Zekât, 42, 43).

Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur: "Verenin eli yüksektir. Hem nafakasını verdiğin kimselerden başla! Anneni, babanı, kız kardeşini, erkek kardeşini sonra sana en yakın ve ondan sonra en yakın olanlarını gör, gözet" (Nesâî, Zekât, 51).

Şu halde, bir müslüman başkalarına malı ile yardım etmeyi düşünürse, önce yakınlarından başlamalı ve derece derece yardım halkasını genişletmelidir. Tabii bu arada dikkat edeceği en önemli şey, yardım edeceği kişilerin gerçekten yoksul olup olmadıklarıdır.

Peygamber Efendimiz: "Gerçek zenginlik malın çokluğu değildir. Aksine gerçek zenginlik gönül zenginliğidir" buyurmuştur. Fakat insan hiç bitmeyecek olan gönül zenginliği yerine daha çok mal zenginliğini ister, gözünü hırs bürür, kazandıkça kazanmak arzusu içini kaplar. İnsanların bu ruh hâlini sevgili Peygamberimiz: "Âdemoğlunun iki vâdi dolusu malı olsa, üçüncü vâdiyi de ister. Âdemoğlunun iç boşluğunu (ihtiraslı gönlünü) topraktan başka birşey dolduramaz. Şu kadar ki, bu ihtirasından tevbe eden kişinin tevbesini Allah kabul eder" (Müslim, Zekât, 116) sözleri ile açıklamıştır.

Başka bir hadis-i şerifte de; "Yaşlı kimsenin kalbi iki Şeyi sevmekte dâimi gençtir: Uzun hayat isteği ve mal sevgisi" (Müslim, Zekât, III) buyurularak mala olan bağlılığın bir ömür boyu devam edeceği haber verilmiştir.

Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

"Şeytan sizi, fakir olacaksınız diye korkutur, size cimrilik ve sadaka vermemekle emreder. Allah ise lütfundan bir mağrifet ve fazla üstünlük vaad ediyor" (Bakara, 2/167).

"Âllah'ın fazlından kendilerine verdiği şeye cimrilik edenler, hiçbir zaman onu kendilerine faydalı sanmasınlar. Aksine bu, kendileri için bir Şerdir. Onların cimrilik ettikleri şey, kıyâmet günü boyunlarına dolanacaktrr. Göklerin ve yerin mîrası Allah'ındır. Allah, bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdârdır" (Âlu İmrân, 3/180).

Bir müslümanın, hadis-i şeriflerde belirtilen mal hırsını yenerek âyetlerde belirtilen şeytanın aldatması ve cimrilik duygularını alt ederek, Allah'ın kendisine bir ihsan, bir lütuf, bir nimet olarak verdiği malından hayır yolunda, Allah ve Rasûlü'nün emrettiği şekilde harcaması şüphesiz çok asîl bir davranıştır. Böylece nimetin kadri bilinmiş, şükür edâ edilmiş ve Hakk'ın rızasına ulaşılmış olur. Lâkin, Cenab-ı Hakk'ın gerçek anlamda bir yardımda bazı özellikler aradığını görüyoruz. Âlu İmrân sûresinin 92. âyetinde Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz, Cennete eremezsiniz. Allah yolunda her ne harcarsanız muhakkak Allah onu bilir" (Âlu İmrân, 3/92).

Şu halde biz, mal sevgisi ile Allah rızasını kazanmak arasında bir tercih yapmak zorundayız. Bir imtihandan geçiriliyoruz. Mallarımızdan sevdiklerimizi, sırf Allah rızasını umarak, yoksullara verirsek bu imtihanı kazanmış olacağız. Bu konuda Peygamberimizin yakın dostlarının davranışları bize örnek olmalıdır.

Enes b. Mâlik şöyle anlatıyor:

"Ensar'dan Ebû Talha, Medine zenginlerinden idi. Kendisinin en çok sevdiği malı da, Mescid-i Nebevî'nin karşısındaki Beyraha denilen bahçesi idi. Rasûlüllah oraya gider ve içindeki güzel sudan içerdi. "Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz, Cennete eremezsiniz" âyeti nâzil olunca Ebû Talha kalkıp Rasûlüllah'ın yanına geldi, ve: "- Allah, Kitabın'da;

"Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz, Cennete eremezsiniz, " buyuruyor.

Mallarımın bana en sevimlisi Beyraha'dır. O, Allah için bir sadakadır. Bu sadakanın hayrını ve Allah katında onun tükenmez bir âhiret azığı olmasını umarım. Yâ Rasûlüllah! Bu bahçemi istediğin yere sarf et," dedi..." (Müslim, Zekât, 42).

Mal ile yapılacak bir yardım şekli de "karz-ı hasen" dir. "Karz" fâiz ve benzeri herhangi bir menfaat beklemeden ödünç para vermek demektir. Bu da Allah'ın övdüğü bir malî yardım şeklidir. Kur'an-ı Kerîm'de bu fedâkârlık o kadar yüceltilmiştir ki, ödünç veren kişi sanki insanlara değil Allah'a vermiş gibi telâkkî edilir:

"Sadaka vererek iyilik eden erkekler ve kadınlar, bir de Allah'a gönül hoşluğu ile ödünç verenler yok mu, Allah onların mükafatını kat kat verecektir. Onlar için çok şerefli bir karşılık vardır" (Hadid, 57/18) âyetinde, Allah rızası için ödünç para verenler işte böyle öğülmüştür. Böylece Allah Teâlâ, dünyada sıkışan ve darda kalan kullarına, herhangi bir çıkar düşüncesinden uzak, dinimizin yardım ve iyilik anlayışı içinde borç verenlere ahirette kat kat manevî mükâfat vaad etmiş bulunuyor.

Herkesin yararlanabileceği çeşme, köprü, cami, okul, yol, hastahâne, dispanser gibi hayır kurumları yaptırmak da mal ile yapılan yardımlardandır. Bu tür hayır eserlerine sadaka-i câriye (devamlı sadaka) denilir ki, sevabı çok fazladır. Sadaka-i câriye anlayışı, vakıfların ortaya çıkmasında çok büyük etki yapmış ve İslâm dünyasının her tarafı halka hizmet götüren vakıf kuruluşları ile dolup taşmıştır.

Sosyal ve ekonomik hayatımız açısından malla yapılacak en önemli yardımlardan biri de servet sahiplerinin mallarını yatırıma aktarmaları ve çalışmak isteyenlere iş ve geçim imkânı hazırlamalarıdır. Hayatını çalışarak kazanmak isteyen, helâl kazanç peşinde koşan bir kişiye yardım eli uzatmanın en iyi şekli budur. Çünkü bu davranışımızla hem bir müslümana geçim imkânı vermiş, hem de onun şeref ve şahsiyetini korumuş oluruz.

Mânevî yardım:

Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

"İçinizden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir; Siz insanlık için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder, fenalıktan alıkoyarsınız ve Allah'a imanınızda devam edersiniz" (Âlu İmrân, 3/104, 110);

"İyiliği emretmek ve fenâlıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın, günâh işlemek ve düşmanlık yapmakta yardımlaşmayın. Allah'tan korkun, çünkü Allah'ın azabı çok şiddetlidir" (Mâide, 5/2).

"Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar birbirlerinin yardımcılarıdır; iyiliği emreder, fenâlıktan alıkorlar, namazı gereği üzere kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Rasûlüne itaat ederler" (Tevbe, 9/71).

"Bir kimse iyi bir iş işlerse faydası kendisinedir" (Câsiye, 45/15).

Ebû Musa (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz:

"- Her müslümana sadaka vermek vâciptir, " buyurdu. Oradakiler:

"- Yâ Rasûlüllah! Eğer sadaka olarak verecek bir şey bulamazsa ne yapar, söyler misiniz?" dediler.

- Çalışır, elinin emeği ile kazandığını hem kendisi harcar hem de sadaka olarak verir, " buyurdu.

"- Çalışmaya gücü yetmezse ne yapar, ne dersiniz?" denildi.

"- Sıkıntıya düşmüş bir muhtaca yardım eder, " buyurdu.

"- Böyle bir yardıma gücü yetmezse?" denildi.

"- İyilik ile yahuut hayır ile emreder, " buyurdu.

"- Bunu yapmaya da kudreti yetmezse?" denildi.

"- Kötülükten kendisini sakındırır, bu da onun için bir sadakadır" buyurdu (Müslim, Zekât, 55).

Yine, Hz. Peygamber () şöyle buyurmuştur:

"Ümmetimin iyi ve kötü bütün amelleri bana gösterildi. İyi amellerin içinde, eziyet verecek şeyin yoldan kaldırılması da vardı. Mescidin kirletilmesi ve o hâliyle bırakılmasını da kötü ve çirkin ameller arasında gördüm" (Riyazü's-Salihîn, I, 157).

"Kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibaret bile olsa hiç bir iyiliği hor görme" (Riyazü's-Sâlihîn, I, 159);

"En küçük iyilik, insan olsun, hayvan olsun gelip geçene eziyet veren şeyi ortadan kaldırmakla başlayan hazır ve yardımdır" (Kefu'l-Hafâ, I, 198).

Daha pekçok âyet ve hadiste insanlara iyilik yapmaları emredilmiş ve bunun yolları gösterilmiştir.

Bir insanın bizzat kendisine ve âile bireylerine karşı görevlerini yerine getirmesi bir iyiliktir. Komşusu ile olan ilişkilerinde kırıcı olmaması, ona her konuda yardım elini uzatması bir iyiliktir. Bir yoksulun, bir yetimin yedirilip-giydirilmesi ve barındırılması nasıl maddî iyilikse, güler yüz ve tatlı sözle gönüllerinin alınması, sevgi ile başlarının okşanması da bir iyiliktir.

Üzgün ve dertli birini teselli etmek, bildiklerini bir başkasına öğretmek, çevredekilere doğru yolu göstermek, hasta, yaşlı ve kimsesizleri ziyâret etmek bir iyiliktir. Her konuda çevremizdeki insanların yardımına koşmak; hasta, yaşlı ve sakat bir kardeşimize taşıtlarda yer vermek, elinden tutup yolda karşıdan karşıya geçmesine yardım etmek, bir yolcuya, bir misâfire gideceği veya aradığı yeri göstermek iyiliktir. Sokakta, caddede, mahallede, çarşıda, pazarda taşı, çamuru, pisliği, dikeni kısaca insanlara eziyet ve tiksinti veren bir şeyi ortadan kaldırmak iyiliktir. İnsan olsun, hayvan olsun susayan birine su vermek iyiliktir. Kısaca, Allah ve Rasûlünün bizden yapılmasını istediği, akıl ve vicdanın hoş gördüğü bir şeyi yapmak iyiliktir. Hatta kötülükten sakınmak ve bir başkasına kötülük yapmamaya çalışmak da iyiliktir. Bütün bu iyilikler de sadakadır.

Sayılmakla bitirilemeyecek kadar çok olan iyiliklerin bir yarış havası içinde yapılması her müslümanın görevidir. Herkesin yapabileceği bir iyilik de mutlaka vardır. Hatta, müslüman yalnız bu iyilikleri yapmakla kalmamalı, başkalarının da bunları yapmasına yardımcı olmalı, onları iyilik ve yardım konusunda teşvik etmelidir. Çünkü Allah Teâlâ, iyilikte ve kötülükten sakınmakta yardımlaşmamızı emretmiştir. Allah için iyilik yapan, Allah için maddî ve mânevî yardımda bulunan kimsenin mükâfatını da şüphesiz Yüce Mevlâmız verecektir.

İyilikte yardımlaşmak kadar kötülükten alıkoymaya çalışmak da müslümanların dinî-ahlâkî görevleri arasındadır. Yukarıda da geçtiği gibi Allah Teâlâ; "Günâh ve düşmanlıkta yardımlaşmayın" diye emretmiştir. Kur'an-ı Kerim'de, "iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak", faziletli insanların özelliği olarak zikredilir. Bütün peygamberler bu emri yerine getirmiş ve kendilerine gönderildikleri toplulukları fenâlıktan alıkoymaya çalışmışlardır.

Peygamberlerinin öğütlerini dinlemeyen isyankâr İsrâiloğulları hakkında Cenab-ı Hakk; "Onlar, birbirlerini, yaptıkları kötülükten alıkoymazlardı. Gerçekten ne kötü iş yapıyorlardı" (Mâide, 5/79) buyurmuştur.

Hz. Peygamber bir hadis-i şerifinde; "Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Eğer eliyle değiştirmeye gücü yelmezse diliyle, ona da gücü yetmeyen kalbiyle. Bu, imanın en zayıf olanıdır" (Müslim, İman, 78) buyurmuştur.

Şu hâlde, iyiliğin emredilmesinde olduğu gibi kötülükten alıkoyma da söz ve davranışlarla olacaktır. Mü'min kişi gördüğü kötülükleri, ister büyük ister küçük olsun, eliyle düzeltmeye, o fenâlığa engel olmaya çalışmalıdır. Bunu yapamayanların kötülük yapanlara nasihat etmeleri, yaptıklarının çirkinliğini anlatmaları, sözle onları kötülükten vazgeçirmeye çalışmaları ahlâkî görevleridir. Eğer bu görev yapılırsa kötüler ve kötülükler azalır, iyilik yaygınlaşır, toplum huzur bulur. Aksine davranış kötülüklerin bir salgın gibi her tarafa yayılmasına, toplumu içten çökertmesine sebep olur. Bunun içindir ki, dinimiz, iyiliği emir ve kötülükten alıkoymayı (emr bi'lma'rûf, nehy ani'l-münker) müslümanların yapmaları gereken önemli görevler arasına almıştır.

Yardım yapılırken dikkat edilmesi gereken hususlar

Eğer yardımdan, yardımlaşmadan söz ediliyorsa, mutlaka orada bir yardım edenle bir de yardım edilen, yahut alanla veren vardır. Kısaca yardım, iki veya daha çok kişi arasında olur. Yardımın istenilen şekilde olabilmesi, yerini bulması için bazı hususlara dikkat edilmesi gerekir. Hak sahibi aranmadan, dikkatsizce yapılan yardımların çoğu zaman arzu edilen sonucu vermediği unutulmamalıdır. Bunun için yardım yapılırken aşağıdaki hususlara dikkat etmekte yarar vardır.

1. Yardım Allah rızası için yapılır.

Allah (c.c) rızası gözetilmeden yapılan iyilikte riyâ ve gösteriş, yahut çıkar düşüncesi vardır. Cenab-ı Hakk, yardımlarında kendi rızasını gözetenleri şöyle öğüyor: "Malınızdan hayır adına her ne harcarsanız kendi menfaatiniz içindir. Zira siz, ancak Allah rızasını gözeterek verirsiniz. Böylece hayra dâir her ne verirseniz onun sevabı tam olarak size ödenir. Hakkınız yenmez ve size zulüm edilmez" (Bakara, 2/272).

2. Yardım yapılacağı zaman gerçekten yoksul olan kimseler aranmalıdır.

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Sadakalarınızı o fakirlere verin ki, onlar, Allah yolunda çalışmaya koyulmuşlardır; öteye beriye koşup kazanamazlar. Dilenmekten çekindikleri için, tanımayanlar, onları zengin zannederler. Ey Rasûlüm! Sen onları yüzlerinden tanırsın. Onlar iffetlerinden ötürü insanları rahatsız edip bir şey istemezler. Siz malınızdan bunlara ne harcarsanız, muhakkak Allah onu hakkıyle bilicidir" (Bakara, 2/273).

Fazilet ve hayâ sahibi insanlar, yoksulluklarını açığa vurmaz, başkalarından kolay kolay bir şey istemezler. Yardım yapacak zenginlerin, çevrelerinde böylelerini arayıp bulmaları ve haysiyetlerini zedelemeden onlara yardım etmeleri gerekir. Hiç ihtiyaçları olmadığı halde istemeyi ve dilenmeyi alışkanlık hâline getirenler çoktur. Peygamberimiz'in (s.a.s) kötülediği bu kişilerden uzak durmalı ve kendileri yoksul olarak değerlendirilmemelidir.

3. Âdi, işe yaramaz şeyler yardım diye başkalarına verilmemelidir.

Düşük ve bayağı şeyleri vermek mürüvvet ve cömertliğe sığmaz. Cenab-ı Hakk'ın şu buyruğu unutulmamalıdır:

"Ey iman edenler! Kazandıklarınız ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerden en helâl ve iyisinden Allah yolunda harcayın. Kendinizin, ancak, göz yumarak alabileceği düşük ve bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın. Biliniz ki, Allah verdiğiniz sadakalardan müstağnidir, her hâlde hamde lâyıktır" (Bakara, 2/267).

4. Yapılan yardım hiç bir şekilde başa kakılmamalıdır.

Başa kakılarak yapılan yardımın sevabı yok olur. İyilik yerine kötülük yapmamak gerekir. Hiç şüphe yok ki, başa kakmanın vereceği üzüntü, maddî yardımın sevincinden çok fazla olur. Allah Teâlâ, başa kakılarak yapılan yardımı mü'min olmayan kimselerin işleri olarak nitelemiştir:

"Ey iman edenler! Sadakalarınızı; insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan kimse gibi başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın. Çünkü onun bu gösterişinin hâli, üzerinde az bir toprak bulunan bir kayanın hâline benzer ki, ona şiddetli bir yağmur isabet edince, üzerindeki toprağı temizleyip kendisini katı bir taş hâlinde bırakır. Onlar, yaptıkları şeylerden hiç bir sevap kazanamazlar. Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez" (Bakara, 2/264).

5. Yoksulun hâlinden anlamalı ve ona iyi davranmalıdır.

Yardım yapacak kimseler uyanık olmalıdır. Nice yoksullar vardır ki, utandıkları için açıktan bir şey isteyemez, durumlarını üstü kapalı anlatmayı tercih ederler. Aslında ihtiyaç sâhibinin hâli kendisini gösterir. Yardımseverler bu duruma dikkat etmeli ve onları küçük düşürmeden yardım elini uzatmalıdırlar.

Bir ümitle gelen ve yardım isteyen kimselere iyi davranmak gerekir. Güler yüz ve tatlı söz, yardım yapılmasa bile, isteyeni memnun eder. Bunun için bazıları: "İhtiyaç sahiplerin tebessümle karşıla, verirsen teşekkür eder, vermezsen mazur görürler" demişlerdir.

6. Peygamber Efendimiz:

Kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibâret de olsa hiçbir iyiliği hor görme" (Riyazü's-Sâlihîn, I, 159) buyurmuştur. Öyleyse hiçbir yardım küçük görülmemelidir.

7. İyilik ve yardımda bulunacak kişinin bunu zamanında yapması, fırsatı kaçırmaması gerekir.

Zamanı geçirilerek yapılan yardım ihtiyacı karşılamaktan uzaktır. "Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz" dedirtmemelidir.

8. Yardım yapılırken mümkün olduğu kadar gizliliğe dikkat edilmelidir.

Zekât gibi farz olan ibadetlerde açıklık esastır. Fakat sadakalarda aksine davranış insanı riyâdan kurtarır. Cenab-ı Hakk; Eğer sadakaları gizler de onları öylece fakirlere verirseniz, bu, sizin için daha hayırlıdır ve günâhlarınızdan bir kısmını örter" (Bakara, 2/271) buyurmuştur. Peygamber Efendimiz de, sağ elinin verdiğini sol eli duymayacak şekilde gizli sadaka verenlerin, âhirette arşın gölgesinde gölgeleneceklerini haber vermiştir (Tecrid, II, 620). Hz. Abbas şöyle demiştir: "İyilik üç şeyle tamamlanır Acele etmek, küçük göstermek, gizli tutmak. Acele etmekle sevindirmiş, küçük tutmakla büyütmüş, gizli tutmakla tamamlanır olursun. "

Başkalarından yardım bekleyen kişilerin de dikkat etmesi gereken hususlar vardır. Bunlara dikkat edilmemesi yardım yapanların şevkini kırar, ellerini yardımdan çekmelerine sebep olur.

1-İhtiyaçtan fazlası istenmemelidir.

2-Yapılan yardımın sızlanmadan, azımsamadan kabûl edilmesi gerekir.

3-Yardım, kerîm olandan istenmelidir. İyilik yapmayı sevmeyenden iyilik beklemek insanı perişanlığa sürükler. Yardım imkânı olmayandan istemek onu güç durumda bırakır. Hz. Ali (r.a): "Yoku, "yok!" denilinceye kadar anlamayan ahmaktır" demiştir.

4. İyilik ve yardım yapana nankörlükle değil, teşekkür ve duâ ile karşılık verilmelidir. Peygamber Efendimiz: "İnsanlara teşekkür etmesini bilmeyen Allah'a şükretmesini bilmez ve nimetin kesilmesine müstahak olur" (Ahmed b. Hanbel.

 Şu halde nankör olmamak, iyilik ve yardımları teşekkürle, karşılamak ahlâkî bir görevdir. Bu görev duâ ile tamamlanmalıdır.

İşte bu anlayışla yapılacak yardımlar, müslümanları Hakk'ın rızasına ulaştıracak olan yardımlardır.

Şamil İslam Ansiklopedisi.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
4
KUR'ANI KERİM / Kur'an'da İnkarcıların Sıfatları
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Dün, 07:11:43 ÖÖ »


Kur'an'da İnkarcıların Sıfatları

Allah Kuran'da müminleri en güzel sıfatlarla adlandırdığı gibi, inkarcıları, müşrikleri ve münafıkları da olabilecek en aşağılık sıfatlara layık görmüştür Çünkü inkar edenler suçludurlar İşledikleri suç ise olabilecek en büyük suçtur İnsanın kendini yaratan, kendine can veren Allah'a isyan ve nankörlük etmesi, tüm evrendeki en büyük suçtur İnsan Allah'a kul olsun diye yaratılmıştır ve yaratılış amacını reddederse, karşılığını görür Allah tarafından ruh ve fizik olarak olabilecek en aşağılık konuma sokulur Ve kendisine uygun olarak da en aşağılık sıfatlarla anılır İşte Allah inkarcıları Kuran'da şu sıfatlarla nitelendiriyor:

Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık, Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan), Hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkar, Zorba-saygısız, sonra da kulağı kesik; (Kalem Suresi, 10-13)

Sanki onlar, ürkmüş yaban eşekleri gibidirler; Arslandan korkup-kaçmışlar (Müddessir Suresi, 50-51)

Kahrolsun Ashab-ı Uhdud (Buruc Suresi, 4)

Gerçek şu ki, Biz emanetleri göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi Çünkü o, çok zalim, çok cahildir Şundan ki: Allah, münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları azaplandıracak; mümin erkeklerin ve mümin kadınların tevbesini kabul edecektir Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir (Ahzab Suresi, 72-73)

"Ashab-ı Meş'eme" ne (mutsuz ve uğursuzdur o) "Ashab-ı Meş'eme" (Vakıa Suresi, 9)

"Ashab-ı Şimal", ne (mutsuzdur o) "Ashab-ı Şimal" (Vakıa Suresi, 41)

En 'zorlu bedbahtları' ayaklandığında, (Şems Suresi, 12)

(Geldiklerinde de) Size karşı 'cimri ve bencildirler' Şayet korku gelecek olsa, ölümden dolayı üstüne baygınlık çökmüş kimseler gibi gözleri dönerek sana bakmakta olduklarını görürsün Korku gidince, hayra karşı oldukça düşkünlük göstererek sizi keskin dilleriyle (eleştirip inciterek) karşılarlar İşte onlar iman etmemişlerdir; böylece Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır Bu Allah'a göre pek kolaydır (Ahzab Suresi, 19)

Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler) dediler ki: "Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp-çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz" (Şuayb "Biz istemesek de mi?" dedi (Araf Suresi, 88)

Şüphesiz, Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitabı hak olarak indirdik (Sakın) Hainlerin savunucusu olma (Nisa Suresi, 105)

Onların çoğunda 'verdikleri söze bağlılık' görmedik, ama onların çoğunu fasıklar (yoldan çıkanlar) olarak gördük (Araf Suresi, 102)

Orada yenilmiş oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler (Araf Suresi, 119)

Onlara bir iyilik geldiği zaman "Bu bizim için" dediler; onlara bir kötülük isabet ettiğinde (bunu da) Musa ve beraberindekilerin bir uğursuzluğu olarak yorumlarlardı Haberiniz olsun, Allah katında asıl uğursuz olanlar kendileridir; ama onların çoğu bilmezler (Araf Suresi, 131)

Bunun üzerine, ayrı ayrı mucizeler (ayetler) olarak üzerlerine tufan, çekirge, buğday güvesi, kurbağa ve kan musallat kıldık Yine büyüklük tasladılar ve suçlu-günahkar bir kavim oldular (Araf Suresi, 133)

Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden engelleyeceğim Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu (rüşd yolunu) da görseler, yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu, gördüklerinde ise onu yol olarak benimserler Bu, onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları dolayısıyladır (Araf Suresi, 146)

Şüphesiz, buzağıyı (tanrı) edinenlere Rablerinden bir gazab ve dünya hayatında bir zillet yetişecektir İşte Biz, 'yalan düzüp-uyduranları' böyle cezalandırırız (Araf Suresi, 152)

Şüphesiz, kitap ehlinden ve müşriklerden inkar edenler, içinde sürekli kalıcılar olmak üzere cehennem ateşindedirler İşte onlar, yaratılmışların en kötüleridir (Beyyine Suresi, 6)

Onlar, kendisinden sakındırıldıkları 'şeyi yapmada ısrar edip başkaldırınca' onlara: "Aşağılık maymunlar olunuz" dedik (Araf Suresi, 166)

Onları yeryüzünde ayrı ayrı topluluklar olarak paramparça dağıttık Kimileri salih (davranışlarda) bulunuyor, kimileri de bunların dışında olan aşağılıklardır Onları iyiliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik, ki dönsünler (Araf Suresi, 168)

Onlara kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat O, bundan sıyrılıp-uzaklaşmış, şeytan onu peşine takmıştı O da sonunda azgınlardan olmuştu (Araf Suresi, 175)

Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık) Kalbleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar İşte bunlar gafil olanlardır (Araf Suresi, 179)

(Şeytan'ın) Kardeşleri ise, onları sapıklığa sürüklerler, sonra peşlerini bırakmazlar (Araf Suresi, 202)

O, suçlu-günahkarlar istemese de, hakkı gerçekleştirmek ve batılı geçersiz kılmak için (böyle istiyordu) (Enfal Suresi, 8 )

Gerçek şu ki, Allah katında, yerde debelenenlerin en kötüsü, (bir türlü) akıl erdirmez olan sağırlar ve dilsizlerdir (Enfal Suresi, 22)

İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz; fakat ona bir şer dokundu mu, artık o, ye'se düşen bir umutsuzdur (Fussilet Suresi, 49)

Onları görürsün; zilletten başları önlerine düşmüş bir halde, ona (ateşe) sunulurlarken göz ucuyla sezdirmeden bakarlar İman edenler de: "Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendi nefislerini, hem yakın akraba (veya yandaş)larını da hüsrana uğratmışlardır" dediler Haberiniz olsun; gerçekten zalimler, kalıcı bir azap içindedirler (Şura Suresi, 45)

Sonra gerçekten siz, ey sapık olan yalanlayıcılar, (Vakıa Suresi, 51)

Şeytan onları sarıp-kuşatmıştır; böylelikle onlara Allah'ın zikrini unutturmuştur İşte onlar, şeytanın fırkasıdır Dikkat edin; şüphesiz şeytanın fırkası, hüsrana uğrayanların ta kendileridir (Mücadele Suresi, 19)

Münafıklık edenleri görmüyor musun ki, Kitap Ehlinden inkar eden kardeşlerine derler ki: "Andolsun, eğer siz (yurtlarınızdan) çıkarılacak olursanız, mutlaka biz de sizinle birlikte çıkarız ve size karşı olan hiç kimseye, hiçbir zaman itaat etmeyiz "Eğer size karşı savaşılırsa elbette size yardım ederiz" Oysa Allah, şahidlik etmektedir ki onlar, gerçekten yalancıdırlar (Haşr Suresi, 11)

Hayır; çünkü o, Bizim ayetlerimize karşı 'kesin bir inatçıdır" (Müddessir Suresi, 16)

'Mutsuz-bedbaht' olan ondan kaçınır (Ala Suresi, 11)

Hayır; eğer o, (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursa, andolsun, onu perçeminden tutup sürükleyeceğiz; O yalancı, günahkar olan alnından (Alak Suresi, 15-16)

Ey iman edenler, müşrikler ancak bir pisliktirler; öyleyse bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar Eğer ihtiyaç içinde kalmaktan korkarsanız, Allah dilerse sizi kendi fazlından zengin kılar Şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir (Tevbe Suresi, 28)

Ve andolsun, kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona bir nimet taddırsak, kuşkusuz; "Kötülükler benden gidiverdi" der Çünkü o, şımarıktır, böbürlenendir (Hud Suresi, 10)

(Peygamberler) Fetih istediler, (sonunda) her zorba inatçı bozguna uğrayıp -yok oldu- gitti (İbrahim Suresi, 15)

Ve meleklere: "Adem'e secde edin" dedik İblis hariç (hepsi) secde ettiler O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece) kafirlerden oldu (Bakara Suresi, 34)

İnkar edenlerin örneği bağırıp çağırmadan başka birşey işitmeyip (duyduğu veya bağırdığı şeyin anlamını bilmeyen ve sürekli) haykıran (bir hayvan)ın örneği gibidir Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler (Bakara Suresi, 171)

Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı)dırlar (Furkan Suresi, 44)

(Allah) Dedi: "Kınanıp alçaltılmış ve kovulmuş olarak ordan çık Andolsun, onlardan kim seni izlerse, cehennemi sizlerle dolduracağım" (Araf Suresi, 18)

Büyüklük taslayanlar (müstekbirler de şöyle) dedi: "Biz de, gerçekten sizin inandığınızı tanımayanlarız" (Araf Suresi, 76)

Siz ikiniz (ey melekler), her inatçı nankörü atın cehennemin içine, Hayra engel olan, saldırgan şüpheciyi, (Kaf Suresi, 24-25)

"Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır" Onlar yarın, kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu bilip-öğreneceklerdir (Kamer Suresi, 25-26)

Ve şüphesiz facir (kötü) olanlar da, elbette çılgınca yanan ateşin içindedirler (İnfitar Suresi, 14)

(Kıyametin) Geleceği günde, O'nun izni olmaksızın, hiç kimse söz söyleyemez Artık onlardan kimi 'bedbaht ve mutsuz', (kimi de) mutlu ve bahtiyardır (Hud Suresi, 105)

'Yardım ve zafer' (nusret) ancak üstün ve güçlü, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah'ın katındandır (Ki bununla) İnkar edenlerin önde gelenlerinden bir kısmını kessin (helak etsin) ya da 'umutları suya düşmüşler olarak onları' tepesi aşağı getirsin de geri dönüp gitsinler' (Al-i İmran Suresi, 126-127)

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
5
KUR'ANI KERİM / Kur'an Psikolojik Hastalıklara Şifadır
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Dün, 07:07:51 ÖÖ »


Kur'an Psikolojik Hastalıklara Şifadır

Her geçen gün Allah’a olan imanım daha da artıyor. Yaşanan sıkıntılar karşısında İslam’ın sunduğu çözümler, problemlerin aşılmasında sahih egzersizler olarak karşımıza çıkıyor.

Yapılan bilimsel araştırmalar göstermiştir ki Allahu Teala’ya (cc) olan iman, düzenli olarak kılınan namazlar, verilen zekât ve sadakalar, Ramazan ayında yapılan hac ve umre ziyaretleri ve okunan Kur’an’ı Kerimler insana musallat olan her türlü psikolojik rahatsızlıklara iyi gelmektedir. Özellikle çağımızın psikolojik hastalıklarından stres, kaygı, üzüntü, obsesif kompulsif bozukluk, baş ağrısı, hastalık korkusu, insomnia ve psiko-fiziksel hastalıklardan korunmanın ve bu hastalıkların tedavisinin birinci faktörü Allah’a (cc) yakin bir imandır.

İnsanın en yüksek oranda psikolojik sağlığını temin eden birinci faktör tevhid inancı, Kelime-i şahadetin anlamı, şirk unsurlarından uzaklaşmak ve her türlü bidat ve hurafeden kaçınmaktır. Küçüklükten itibaren içine Allah inancı yerleşen bir kimsenin özgüveni ve direnci artar, olaylar karşısında şaşırmaz, eli ayağına dolaşmaz, psikolojik hastalıklara karşı korunaklı olur ve bağışıklık sistemi güçlenir.

Yapılan tesbihatlar, dualar ve zikirlerle birlikte beş vakit namazı eda etmek kişiyi psikolojik olarak rahatlattığı gibi kişinin her türlü kaygı ve stresten uzaklaşmasına da vesile olur.

Ayrıca abdest almak da doktorların hastalarını su ile tedavi etme yöntemlerine benzer bir tedavi vazifesini görmektedir. Organların düzenli olarak yıkanması stres faktörünü azaltır, üzücü olayların ve sıkıntıların verdiği negatif etkiyi minimize eder. İnsan vücudundaki sinirler aklın ve bedenin maruz kaldığı tüm negatif ve pozitif duygulanımlardan etkilenmektedir. Bu sinirlerin suyla temas etmesi sinirlerin soğumasına ve sakinleşmesine neden olmaktadır.

Özellikle aşırı kaygı ve stresin yol açtığı bazı problemlere baktığımız zaman bunlardan aile içi anlaşmazlıklar, aile içi şiddet, boşanma, cinsel taciz, ekonomik geçim zorluğu, ağır eğitim, aile içi sorumlulukların ağırlığı, belirli bir korkuya sebep olan durumun ortaya çıkması ve ölüm gibi nedenler gösterilebilir. Sorunların çözümü ve tedavisinde İslam dininin sunduğu güzellikleri görmek gerekir.

Müslümanlarda bu tür psikolojik problemler olmuyor mu diye bir soru akla gelebilir. Ben Müslümanlarda yaşanan problemlerin eksik uygulamadan kaynaklandığını düşünmekteyim. Nerede İslami bir hükmün uygulanmaması ya da eksik uygulanması varsa orada bir rahatsızlık tebarüz etmekte ve mü’min kişi bu eksikliği giderdiği zaman rahatsızlık da kendiliğinden ortadan kalkmaktadır… Çünkü Kur’an şifadır. Onun emir ve yasaklarını uygulamak da kişiye şifa verir.

Mesela bir baş dönmesini ele alalım… Baş dönmesi deyince hastanın dengesini sağlamadaki her türlü problem anlaşılır. Tıp dilinde genel olarak vertigo adı verilir. Her tarafın döndüğü, yerin ayak altından kaydığı, kafanın içinin boşaldığı, gözlerin karardığı şeklinde şikâyetler tekrarlanır. Bunların hepsine birden baş dönmesi denir. Bunun stresle ilgili yönünü incelediğimiz zaman buna pozisyonel baş dönmesi (BPPV) denir ve bunun tedavisi Epley manevrası denen doktorun muayene masasında uyguladığı bazı hareketlerdir. Bu hareketler iç kulaktaki bazı partiküllerin (parçacıkların) yerine oturmasını sağlamaktadır.

Bu eksersizleri uyguladıkları zaman namaz kılarken gözümüzün durumu aklıma geldi. Namaz esnasında gözün kapatılmaması, başın sağa sola çevrilmemesi ve sabit bir noktaya bakılması peygamberimizin uygulaması olarak emredilmektedir. Uygulama günde beş vakit olarak düşünüldüğü zaman iç kulaktaki bazı partiküllerin yerine oturmasına açık bir etkisi olduğu düşünülebilir.

Son olarak horlama ile ilgili bir bilgi vermek istiyorum. Bu rahatsızlığın nedenlerine baktığımız zaman aşırı ve hızlı kilo alma, psikolojik sorunlar, depresyon, cinsel isteksizlik, konsantrasyon güçlüğü, uykusuzluk, gün içinde sürekli yorgun olma, düzensiz ve konforsuz uyku gibi nedenler sayılabilir. Doktorların tedavi için önerdikleri uygulamalardan biri de kişinin yatış şekli ile ilgilidir. Sırt üstü yatıldığı zaman küçük dil boğazı tıkadığı için nefes alıp vermede zorlanılmakta ve horlama meydana gelmektedir.

Oysa yan tarafa yatıldığı zaman horlama gerçekleşmemektedir. Çünkü küçük dil boğaz yolunu tıkamamaktadır.

En faydalı ve belki de en az zarar görebileceğimiz bir yatış pozisyonun Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in bize tavsiye ettiği "Sağ yana yatarak ve ayakları hafiften vücuda doğru çekerek uyuma" şeklinde olduğu hakikati ilmi araştırmalarla ancak bugün doğrulanabilmektedir.

Bununla beraber Kur'an-ı Kerim'de Al-i İmran (3/191) ve Kehf surelerinde (18/18 ) geçen ayetlerde, insanların her iki yanları üzerinde yatarken de Allah'ı anabileceklerinin ve ayrıca uyku sırasında zaman zaman sağa-sola döndürüldüklerinin anlatılmasından, sola yatmanın da yasaklanmadığını, sağa yatmanın, ilk yatış şekli olarak tavsiye edildiği anlaşılabilir.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
6
İnsan ve Hayat / Hayat Bizden Ne İster
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Dün, 06:40:51 ÖÖ »


Hayat Bizden Ne İster

Hayat bir denge üzerine dizayn edilerek yaratılmıştır. Cenab-ı Allah bizden dengeyi kurup ölçüyü bozmamamızı, bilhassa dünya ve ahiret dengesini iyi kurmamızı istiyor.

Güneş her gün doğar, hayat tekrar dün kaldığı yerden devam eder. Yaşanan güzelliklerin devamı, aksaklıkların da düzeltilmesi için yeni günde, yeni bir başlangıca adım atılır. Yeni güne, yeni bir hayata başlarken kimi nefesler sönerken yeni canlar hayata gözlerini açar. Bazı kötülüklerin izleri silinir, bazılarının da yaraları deşildikçe deşilir, yeni gün merhem olmak için bu yaraların üzerine serilir. Yeni başlangıçlar ve sonlar için güneş, hayata can katmak üzere her sabah doğar. Bu yeni gün, içinde neler saklıyor neler. Bunları yaşadıkça görürüz.

Bir soru aklıma geliyor. Yukarıdaki saydıklarımız neden oluyor? Kimileri hüzün yaşarken kimileri sevinç yaşıyor. Yeni umutlar doğarken bazı umutlar ölüyor. Yeni canlar hayat bulurken bazı canlar hayata veda ediyor. Bunlar hep yaşanan gün içinde aynı anda oluyor. Herhâlde bu soruya verebileceğimiz cevabı her zaman danıştığımız en büyük rehberimiz olan Kur’an’a bakarak bulabileceğiz. “Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir. Otlar ve ağaçlar (Allah’a) boyun eğerler.

Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu. Ölçüde haddi aşmayın. Tartıyı adaletle yapın, teraziyi eksik tutmayın.” (Rahman, 55/5-9.), “Gerçekten biz her şeyi bir ölçü ve dengede yarattık.” (Kamer, 54/49.) ayetlerinde her şeyin bir denge üzerine kurulu olduğu bildirilmektedir. Doğada her şey tam bir denge üzerine kurulmuştur. Yağmur bile yağdığı yere bu dengeyi korumak için belli bir ölçüde yani tam ihtiyacı karşılayacak kadar yağar. “Biz gökten belli bir ölçüde su indirdik de (faydalanmanız için) onu yeryüzünde tuttuk. Bizim onu tamamen gidermeye de muhakkak gücümüz yeter.” (Müminun, 23/18.)

Hayatı daima diri ve canlı tutan, hayatı yaşanır kılan en büyük etken dengedir. İyilik ve kötülük, sevinç ve hüzün, ölüm ve can, hepsi birlikte dengede yani bir uyum ve ahenk içinde devam edecek ki hayatın anlamı ve manası anlaşılsın ve hayattan lezzet alınsın.

Allah, her şeyi bir denge üzerine yaratmıştır. “O, göklerin ve yeryüzünün mülkü (hükümranlığı) kendisine ait olandır. Çocuk edinmemiştir. Mülkünde hiçbir ortağı da yoktur. O her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.” (Furkan, 25/2.) Sonsuz kudret sahibi Allah, var olan ne varsa en mükemmel bir şekilde yaratmıştır. Bu mükemmellik tüm varlıkların birbirleriyle uyum içinde hareket etmeleridir. Allah, yarattığı varlıklarının, uyumu devam ettirebilmeleri ve iletişim hâlinde olmaları için dengeyi kurmuştur. Bu sebeple ne gece ne de gündüz, ne yaz ne de kış birbirlerini geçmektedir. Gece ve gündüz, yaz ve kış sırasıyla gelip gitmektedirler.

Denge kelimesinin manalarına baktığımızda şunları görmekteyiz: “Bir nesnenin veya bir insanın devrilmeden durma hâli, muvazene. Ekonomik hayatın uyumlu düzeni. Birbirini ortadan kaldıran güçlerin sonucu olan durma hâli. Zihinsel ve duygusal uyum, istikrar…” Bu manalar içinde insanı ilgilendiren ve insanın hem kendisi ile hem insan ve diğer varlıklarla hem de dünya ile uyumlu olarak yaşamasını sağlayacak manası, “zihinsel ve duygusal uyum, istikrarı” ele alacağız. Bir kişinin çevresiyle barışık yaşaması için ilk önce kendisi ile barışık olması, kendisini sevmesi ve kendi içindeki dengeyi kurması lazım gelir. Kişi kendi içindeki dengeyi kurması için ilk önce kendisinin dünyaya gönderiliş gayesini bilmelidir. Bu gayenin Allah’ı bilmek, tanımak ve O’na iman edip kulluk vazifelerini yapmak olduğunu bilmelidir. Dünyanın ve her şeyin insan için ve insanın tüm varlıkların merkezinde olduğunu ve insan olmadığında evrenin hiçbir hükmünün kalmayacağını anlamalıdır. Kısacası kişi kendi iç âlemi ile çevresi arasında manevi bir bağ kurup o bağı sağlam ilişkilerle kuvvetlendirmeli, bunu da kendi ruhu ile dış dünya arasındaki dengeyi koruyarak yapmalıdır.

“Hey şey zıddı ile kaimdir. (bilinmektedir ve varlığını devam ettirmektedir)” sözü dünyanın bir denge üzerinde olduğunu gösteren delillerden biridir. Sıcaklık kavramını anlamamız için soğuğun olması gerekir. Kısayı ölçmemiz için uzunluğun olması gerekir. Güzeli, karşıtı olan çirkinlikle severiz. İki zıtlık arasındaki ilişki dengedir. Bu zıtlıklar arasındaki dengeyi muhafaza edip zıtlıklar arasında muvazeneli, dengeli bir şekilde yaşadığımız takdirde bizden iyisi olmaz. Bu zıtlıklar arasındaki denge ise kötü hâldeyken sabır, iyi hâldeyken şükür, kötü hâldeyken iyiliği düşünüp bir gün iyiliğe kavuşacağımıza inanarak o kötü hâlin durumuna ve şartlarına göre hareket etmektir.

İnsan bu hayatta huzur, saadet ister. Bu mutluluğu da ancak kendinde ve dünyadaki dengeyi kurabilirse kazanabilir. En başta bu denge bize bulunduğumuz hâlin devamlı olmayacağını, gündüzün, yazın, baharın devamlı olmadığı gibi ister neşe olsun ister hüzün olsun mutlaka bir gün geçeceğine inanmamızı sağlar. Bilhassa musibet anlarında nasıl gece gündüz oluyorsa, biz gecede iken diğer yerler gündüzü yaşıyorsa başkalarının yaşadığı saadetler mutlaka bir gün bize de gelecektir inancı ile hüzünlerimiz sevince dönüşür.

Evet, hayat bir denge üzerine dizayn edilerek yaratılmıştır. Cenab-ı Allah bizden dengeyi kurup ölçüyü bozmamamızı, bilhassa dünya ve ahiret dengesini iyi kurmamızı istiyor. Peygamberimiz (s.a.s.), “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalış, yarın ölecekmiş gibi de ahirete çalış.” (Camiu’s-Sagir, II/12, Hadis No:1201.) hadis-i şerifi ile hakiki dengeyi nasıl kuracağımızı bize öğretmektedir.

Mesut Akdağ.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
7
Genel Konular / Zamanın Nabzını Tutmak
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Dün, 06:34:18 ÖÖ »


Zamanın Nabzını Tutmak

Şahit olmak, sorumlu olmaktır. Şahit olmak, temsil ettiği kimliğin farkında olarak bizzat hayatın içinde yer almaktır.

İnsan, yaratılışı itibarıyla kendisine eşya üzerinde tasarruf imkânı verilen bir donanıma ve potansiyele sahiptir. Akıl, irade, duygu, sezgi, muhakeme gibi üstün özelliklerinin bir tezahürü olarak bilme, anlama, kanaat ve tutum geliştirme yetenekleri, onu yaratılmışlar arasında müstesna bir yere konumlandırır. Bu yönüyle insanın varlığı, varoluşsal zemininde ulvi bir amacın varlığına da işaret etmektedir. İnsan, elbette bu âleme bir amaç için gelmiş olmalıdır. Böyle bir gerekliliği yok saymak, her şeyden önce insana haksızlık ve onu var edene saygısızlık olacaktır.

İnsandan daha büyük ve güçlü varlıkların yüklenmekten imtina ettiği bir emaneti Yüce Allah, fıtri kıvamına (akıl ve irade gibi özelliklerine) binaen bir emanet olarak insana tevdi etmiştir. Kur’an-ı Kerim’deki “Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir.” (Ahzab, 33/72.) ayeti, insanın yüklendiği sorumluluğun büyüklüğüne ve ağırlığına işaret etmesi bakımından dikkat çekicidir. Uhdesindeki bu ağır emanetle insan, başlangıcı belli ve sonu kesin bir sürenin sınırlı öznesi olarak şehadet âleminden her şeyin apaçık ortaya konulacağı hesap gününe (yevmün meşhûd) doğru yol almaktadır. Onun bu yoldaki varlık gayesinin temel çerçevesi, yüklendiği emanetin gereğince Yaratıcı’yı tanımak, O’na iman/ibadet etmek, aklını ve iradesini daima iyiliğin öznesi olmak için kullanmaktır. İnsanın yol boyunca söz konusu emanete riayet etme kabiliyeti olduğu gibi ihanet etme özgürlüğü de vardır. Ancak, sona ermesi an meselesi olan bu yolculuğun ardından seve isteye kabul edilecek bir menzile varabilmek için insan, taşıdığı emanetin ve yükümlü olduğu gayenin bilinciyle hareket etmek dışında bir seçeneğe sahip değildir. Çünkü o, bu yolun ardışığı olan sonsuz hayatın keyfiyetini burada, kendisine bahşedilen zamanda, bizzat kendisi belirlemektedir. Ebedî hayatın azığı olan her hasadı bu dünyada zamanla elde etmektedir.

Bu bağlamda zaman, insan için en değerli sermaye, en kıymetli imkândır. Nitekim İslam, zamanın dünyevi boyutu olan ömrün, gerçek hayat olarak nitelenen ahiretin mahiyetini belirleyecek bir fırsat alanı olarak görülmesini ve geçici olanın ebedî kazanca dönüştürülmesini istemektedir.

Bu sebeple insan, korusunu bekleyen nefer misali, bu değerli sermayesini korumak ve onunla sonsuz hayatın huzur iklimini kazanmak için her an teyakkuzda olmalıdır. Geçmiş ve gelecek kaygısından kurtularak yaşadığı anı en iyi şekilde değerlendirmenin gayreti içinde (ibnu’l-vakt) olmalıdır. Kendisini gafletin, ihmalin ve ihanetin hüsrana sürükleyen girdabından uzaklaştıracak, varlık-emanet-gaye denkleminde sonsuzluğa yol almasını temin edecek kıvamda bir zaman bilinci kuşanmalıdır. Kuşkusuz böyle bir bilinç, yolun oyalayıcı nimetleri, ayartıcı güzellikleri ve aldatıcı cazibesi karşısında insana mukavemet imkânı sağlayacaktır.

Zaman bilinci, aslında insanın kendi varlığının idrakine ermesidir. Zira biriktirilemez, yenilenemez ve yinelenemez bir biçimde akıp giden her an, insanın özünden ve ömründen bir parçadır. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim’de çeşitli evrelerine yemin edilerek zamanın kıymetine dikkat çekildiğini görüyoruz. (Fecr, 89/1; Şems, 91/1-4; Leyl, 92/1; Duha, 93/1; Asr, 103/1.) Bu meyanda İnşirah suresindeki “Bir işi bitirince hemen başka bir işe koyul!” (İnşirah, 94/7.) ifadesi, atalete mahal bırakmaksızın insanın tüm zamanını kuşatan bir kulluk sorumluluğunun ifasına delalet etmektedir. Zaman hususunda farkındalık oluşturan ve onu sorumluluk ekseninde emanet bilinciyle değerlendirmenin önemine işaret eden daha pek çok ayet-i kerime (Fatır, 35/37; Müminun, 23/99-100.) ve hadis-i şerif (Buhari, Rikak, 3; Tirmizi, Zühd, 25.) vardır. Esasen namaz, oruç, zekât, hac gibi edası zamanla ilişkilendirilmiş ibadetlerin de derûnunda böyle bir hikmet barındırdığı söylenebilir. Muvakkaten emredilen tüm bu ibadetler, insana kim olduğunu, niçin var olduğunu hatırlatarak bir yandan onun benlik ve kulluk şuurunu diri tutarken diğer yandan da zaman, emanet ve sorumluluk bilincini pekiştirmektedir.

Ne var ki günümüz dünyasının algıları kuşatan yapaylığı, varoluşu anlamlandıran değerlere karşı yabancılaşmaya yol açmıştır. Özellikle son yıllarda büyük bir ivmeyle gündelik hayatı dönüştüren teknoloji ve iletişim unsurları, insanların hakikat bilincini yaralamış; benlik, zaman ve hayat algılarında derin savrulmalara sebep olmuştur. Hızına erişilmez bir tüketim kültürünün insanların hakikat idrakini perdelediği böyle bir vasatta, hayatın bu dünya ile sınırlı olduğu yanılgısı daha da belirginleşmiş; ötesini umursamadan bütün zamanın haz ve ihtiras ekseninde harcanmasını marifet addeden bir yaklaşımın egemenliğine kapı aralanmıştır. Bugün daha fazla tüketme adına hızı hayat standardına dönüştüren modern insan, sahip olduklarının ve tükettiklerinin bile lezzetine tam anlamıyla varamadan kendisini yeni arayışlara sürükleyen çokluk yarışının rüzgârında vaktini ve ömrünü heder etmektedir. Dolayısıyla çağın bir açmazı olarak bencilliği, bireyselliği ve duyarsızlığı besleyen hazza dayalı derinliksiz bir hayat ve zaman algısı, insanlığın behemehâl kurtulması gereken bir cenderedir.

Zamana ve hayata dair hakikatli bir tasavvuru olanların, insanlığın bugününü ve geleceğini tehdit eden bu manzara karşısında bigâne kalması, elbette yadırganacak bir şeydir. Bilinmelidir ki bu çağın sadece duyulara hitap eden yüzeysel idrak alışkanlıkları karşısında varlığın hakikatine yönelik yeni bir farkındalık oluşturma sorumluluğu, Müslümanların uhdesindedir. Zamanın ve mekânın Rabbine iman edenlerin, varlığın aşkın boyutunu çağın idrakine sunma ve İslam’ın hayata anlam katan değerlerini yeniden insanlıkla buluşturma yükümlülüğü bulunmaktadır. Zira bugün yeryüzü, ufuktan yükselen bir umut ışığı olarak tüm zamanları kuşatan, zihinleri aydınlatan, gönüllere şifa ve ferahlık veren İslam’ın mesajlarına, ilkelerine ve değerlerine susamış vaziyettedir.

Bu noktada Asr suresi, ihtiva ettiği mesaj, ilke ve ölçülerle müminler için öz ve önemli bir referanstır. Bu surede Yüce Allah, “Asra (zamana) yemin olsun ki iman eden, iyi işler yapan, hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç, insan hüsrandadır.” ikazıyla hüsrandan kurtuluşun iman, amel, hak ve sebat bütünlüğü içerisinde ortaya koyulacak bir duruşla mümkün olduğunu vurgulamaktadır. Böyle bir duruşu benimsemek ve temsil etmek, kendisini, insanlık için çıkarılmış en hayırlı ümmetin bir ferdi olarak görenlerin iman ve kulluk sorumluluğudur. Diğer taraftan İslam’ın hakikatlerini hayata hâkim kılmak için zamanın nabzını tutup yeni bir perspektifle numune-i imtisal olacak bir duruş ortaya koymak, bütün zamanı kudret elinde tutan Yüce Allah’a verilen ahdin bir gereğidir. Kaldı ki Müslümanın karakteristik özelliği, yaşadığı zamanın şahidi olmasıdır. Bu gerçek, Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın onu “Müslüman” diye isimlendirmesinin temel gerekçesi olarak ifade edilmektedir. “Allah yolunda, gerektiği gibi cihat edin. Sizi O seçti ve size din konusunda hiçbir güçlük yüklemedi; ceddiniz İbrahim’in dininde olduğu gibi. O size hem daha önce hem de bu Kur’an’da ‘Müslümanlar’ adını verdi ki peygamber size şahitlik etsin, siz de insanlara şahitlik edesiniz.”  (Hac, 22/78.) Şahit olmak, sorumlu olmaktır. Şahit olmak, temsil ettiği kimliğin farkında olarak bizzat hayatın içinde yer almaktır. Olup bitenler karşısında inisiyatif almak, samimi bir iman, şahsiyetli bir duruş ve güçlü bir irade ortaya koymaktır. Ve nihayetinde şahit olmak, zamanın ruhunu kavrayarak Kur’an ve sünnetten alınan ilhamla asrın idrakine rehberlik etmektir.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
8
İnaç Ahlak / Emanet Ahlakı
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Dün, 06:25:04 ÖÖ »


Emanet Ahlakı

Müminlerin kardeşlik hukukuna riayet etmek ve toplumsal sorumluluklarımızı yerine getirmek, emanet ahlakının bir gereğidir.

Büyük bir inanç ve ahlak buhranı yaşadığımız bu çağda, bir güven toplumu tesisi için ihtiyaç duyduğumuz faziletlerin başında hiç şüphesiz emanet gelmektedir. Bir Müslüman çevresine güven telkin etmeli, üstlendiği mesuliyetlerin şuurunda olmalı ve bu yükümlülükleri hakkıyla yerine getirmelidir. Emanet erdemi, güvenilir olmak ve sorumluluk duygusu taşımakla yakından ilgilidir. Bize güven duyularak verilen maddi ve manevi her türlü sorumluluğu hakkıyla yerine getirmek, emanet faziletinin özünü oluşturmaktadır. Nitekim “emanetin, edası ve muhafazası gerekli olan her hak”, şeklindeki özlü tarifi bu kavramı daha iyi anlamamıza yardımcı olmaktadır. (Münavi, Feyzu’l-kadir, 1/223.) Oldukça geniş bir mana dünyasına sahip olan emanet kavramının kapsamına öncelikle Rabbimizin bizim üzerimizdeki hakları, diğer bir ifadeyle Rabbimize karşı sorumluluklarımız girmektedir. Nitekim insanın taşıdığı en büyük emanet işte bu kulluk emanetidir. Aynı şekilde bedenimiz, ailemiz, sahip olduğumuz ilim, bize bırakılan eşya ve paylaşılan sırlar, üstlendiğimiz vazifeler ve toplumsal bağlar hep emanet kapsamındadır. Mesela, sahip olduğumuz ehliyet ve liyakat sebebiyle bize duyulan güvene binaen üstlendiğimiz bir vazifeyi yüksek bir sorumluluk duygusu taşıyarak ve işin hakkını tam olarak vererek yapmak emanet ahlakının bir gereğidir. Bu şekilde hareket eden bireyler sayesinde toplumsal güvene dayanan sosyal sermaye güçlenecek ve iktisadi kalkınmaya da büyük bir katkı sağlanacaktır. Bu bağlamda “Emanet zenginliktir.” (Kudai, Müsnedu’ş-Şihab, 1/44.) hadisi bir yandan dürüst bir insanın iç huzurunu ve kalp zenginliğini yansıtırken diğer yandan dürüstlüğün ve sorumluluğun getirdiği maddi kazanca da işaret etmektedir.

Peygamber kıssalarında emanet

Kur’an-ı Kerim’de anlatılan peygamber kıssalarında, emanet erdemine dikkat çekilmektedir. Hz. Yusuf (a.s.), evinde kalmasına izin veren ve kendisine ikramda bulunan Mısır azizinin hanımının uygunsuz teklifini “Hâşâ, Allah’a sığınırım! Kocan benim velinimetimdir, bana iyilik edip evini açtı. Gerçek şu ki zalimler iflah olmaz!” (Yusuf, 12/23.) diyerek kabul etmemiş ve böylece kendisine duyulan güveni boşa çıkarmamıştır. Hz. Yusuf, seneler sonra masum olduğu anlaşıldığında “Bu, Aziz’in, yokluğunda ona hainlik etmediğimi ve Allah’ın, hainlerin hilesini başarıya ulaştırmayacağını bilmesi içindi.” (Yusuf, 12/52.) sözleriyle emanet konusundaki hassasiyetini dile getirmiştir. Hz. Yusuf kendisine güvenilir olduğunu söyleyen hükümdara “Beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben çok iyi korurum ve bu işi bilirim.” (Yusuf, 12/55.) demiş, böylece talep ettiği hazine bakanlığı vazifesi için bir yandan ehil olduğuna diğer yandan güvenilir olduğuna dikkat çekmiştir. Görüldüğü üzere, Hz. Yusuf gerek misafir kaldığı evin hanımı gerekse yönetimini üstlendiği hazinenin malları konusunda iffetli davranarak bizlere emanet faziletinin müşahhas misallerini göstermiştir.

Hz. Musa’nın (a.s.), Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Hz. Şuayb’ın (a.s.) kızlarına yardım kıssasında da yine emanet faziletinin tezahürünü görmek mümkündür. Hz. Musa, kızlara yardımcı olarak koyunlarını sulamış, kızlar da babalarına onun yardımını haber vermiş ve onu emanet hasletinden dolayı çalıştırmasını teklif etmişlerdir: “Babacığım, onu ücretle tut. Çünkü ücretle istihdam edeceğin en iyi kimse, güçlü ve güvenilir olandır.” (Kasas, 28/26.) Görüldüğü üzere, istihdam edilecek kişide aranan iki özellik emanet erdeminin iki yönü olan güçlü (işinin ehli) ve güvenilir olmadır.

Kur’an-ı Kerim’de diğer peygamberlerin ortak bir özelliği olarak emanet sıfatına dikkat çekilmesi anlamlıdır. Mesela Hz. Hud’un, kavmine, “Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben size öğüt veren güvenilir biriyim.” (Araf, 7/68.) diyerek güvenilirliğini vurgulaması önemlidir. Benzer şekilde Şuara suresinde Hz. Nuh, Hud, Salih, Lut ve Şuayb peygamberlerin, kavimlerine, “Muhakkak ki ben sizin için güvenilir bir elçiyim.” (Şuara, 26/107, 125, 143, 162, 178.) demeleri emanet ahlakının toplum nezdinde önemine açıkça işaret etmektedir.

Emanet ve iman münasebeti

Kur’an-ı Kerim’de yaklaşık kırk ayet-i kerimede emanet ve sıdk erdemlerinin imanla sıkı irtibatına işaret edilmesi büyük önem arz etmektedir. (Kur’an ve Sünnette İman-Ahlak Bütünlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2021, 240-257.) Kur’an’da iki ayrı yerde kâmil müminlerin sıfatları zikredilirken emanet ve ahitlerine riayet etmelerinden bahsedilmesi manidardır. (Müminun, 23/8; Mearic, 70/32.) “Hiç kuşku yok ki Allah, aşırılığa sapmış, yalancı kimseyi doğru yola ulaştırmaz.” (Mümin, 40/28.) ayeti ise emanet ahlakının yitirilmesinin hidayetten mahrumiyetle cezalandırıldığını göstermektedir. Başka ayetlerde de verilen sözlerin tutulmaması neticesinde lanete uğrama ve kalplerin katılaşması gibi durumlardan söz edilmektedir. (Maide, 5/13; Tevbe, 9/77.) Kıyamet günündeki hesaba inanmamanın kişiyi ticarette dürüst davranmamaya sevk ettiğine işaret eden ayet-i kerimeler de (Mutaffifin, 83/1-4.) konumuzla yakından alakalıdır.

Emanet iman münasebeti, hadislerde de son derece kuvvetli bir şekilde ortaya konmuştur. Sevgili Peygamberimizin (s.a.s.), “Emaneti olmayanın imanı, ahde vefası olmayanın dini yoktur.” (İbn Hanbel, III, 134.) sözü, bu yakın irtibatı gayet açık bir biçimde göstermektedir. Hadis şârihlerinden Tîbî’ye göre emanetin manası dikkate alındığında bu hadis-i şerifi şöyle anlamak gerekir: “Yüce Allah’ın ve kulların haklarını eda etmeyen şahsın ne imanı ne de dini vardır.” (Münavi, Feyzu’l-kadir, 6/381.) Elbette burada kâmil manada bir imandan bahsedilmektedir. Yine, “Mümin insanların can ve malları hakkında emin oldukları kişidir.” (Tirmizi, İman, 12.) nebevi beyanı müminin tarifini emanet vasfı üzerinden vererek bu faziletin merkezî konumunu vurgulamaktadır. Öte yandan, verilen sözü tutmama, emanete hıyanet etme, yalan söz söyleme gibi münafığın alametlerinin (Buhari, İman, 24, Şehadat, 28; Müslim, İman, 107, 108.) hepsinin emanetin yokluğuyla alakalı olması da iman emanet ilişkisinin ne kadar güçlü olduğunu ispatlamaktadır. Resulüllah (s.a.s.) üç defa “Vallahi iman etmemiştir.” diyerek ashabının dikkatini çektikten sonra bahsettiği kişinin komşusunun şerrinden emin olmadığı kimse olduğunu beyan etmiştir. Sahih-i Müslim’de İman bölümünde “Bazı kalplerden emanet ve imanın kaldırılması” konulu bir hadisin bulunduğu bâba böyle bir başlığın verilmesi de yine iman emanet bütünlüğünü göstermesi açısından mühimdir. Yine, “Bizi aldatan bizden değildir.” (Müslim, İman, 164.) şeklindeki nebevi düstur hıyanetle imanın asla bağdaşmayacağını çarpıcı bir şekilde ifade etmektedir.

Emanetin zıddı olan hıyanet, bir mümine öylesine yakışmayan bir haslettir ki Sevgili Peygamberimizin verdiği bilgiye göre bu eylemin ticari, idari ve içtimai hayatta çeşitli şekillerde tezahürlerinin akıbeti oldukça ağırdır. Bu akıbet Yüce Allah’ın kıyamette bu haslete sahip insanlarla konuşmaması, onlara hasım olması, rahmet nazarıyla bakmaması, buğzetmesi (sevgisini onlardan esirgemesi), acı bir azap hazırlaması, gazap ve lanet etmesi, onları temizlememesi ve sevmemesidir. (Buhari, Müsakat, 5, 11; Ahkâm, 48; Büyû, 106; İtisâm, 5; Müslim, İman, 106, 107; Nesai, Zekât, 77.) Dürüst olmayan insanların oruç gibi ibadetlerinin kabul edilmemesi de (Buhari, Savm, 8.) yine konunun ciddiyetini açıkça ortaya koymaktadır.

Büyük emanet

“Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi.”  (Ahzab, 33/72.) ayet-i kerimesi, insanın üstlendiği büyük emanete, en büyük ve öncelikli sorumluluğuna, Yüce Yaradan’a karşı yükümlülüğüne işaret etmektedir. “İnsana tevdi edilen yükümlülük kabiliyeti çok değerli bir emanettir, iyi muhafaza edildiği, hakkı verildiği takdirde insan, onun sayesinde eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en değerlisi ve şereflisi) olur; hakkını veremezse, sermayeyi kötüye kullanırsa, şeytana uyarsa aşağıların aşağısına yuvarlanır.” (Kur’an Yolu, 4/406.) İnsanın Rabbine karşı üstlendiği bu büyük emanetin gereği; samimi bir mesuliyet duygusu içerisinde Rabbinin istediği tarzda bir hayat sürdürmek ve Yüce Allah’ın koyduğu sınırlara riayet etmektir.

Birer emanet olarak vazifelerimiz

“Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 4/58.) ayet-i kerimesinde vazifelerin ehil ve layık olan insanlara tevdi edilmesi gereği özellikle vurgulanmıştır. Nitekim Mekke fethedilince Kâbe’nin anahtarının Hz. Abbas’ın talebine rağmen eskiden beri bu görevi yapan Osman b. Talha’ya teslim edilmesi hadisesi bu ayetin nüzulüyle alakalıdır. (Müslim, Hac, 390.) “Kişinin kullanıp sahibine iade etmek üzere aldığı eşya emanet olduğu gibi devletin hizmet makamları da emanettir; ilim, din, antlaşma ve sözleşmeler, komşuluk hakları da birer emanettir. Bütün bunlar korunacak, muhatap ve ilgililerine teslim edilecek, ne maksatla verilmiş ise ona uygun olarak kullanılacaktır.” (Kur’an Yolu, 2/81.) Bu ayet-i kerime, vazifelerin bir emanet olarak görülmesi gerektiğini belirterek bizleri üstlendiğimiz görevlere karşı sorumluluk bilinci sahibi olmaya ve bu görevlerin hakkını layıkıyla vermeye davet etmektedir. Aynı şekilde, Sevgili Peygamberimizin (s.a.s.) kendisinden görev isteyen bir sahabiye “Bu iş bir emanettir; emanet, üstesinden gelemeyen kimse için kıyamet gününde zillet ve perişanlık doğurur.” (Müslim, İmare, 16.) buyurması da vazifelerin birer emanet olduğunu bizlere tembih etmektedir. Ayrıca Peygamber Efendimiz, emanetin zayi olmasını işlerin ehline verilmemesi olarak açıklamış ve bu durumu kıyametin yaklaşmasının önemli bir işareti olarak haber vermiştir. İşlerin ehliyet ve liyakat kıstasına göre verildiği, ehil insanların mesuliyet duygusuyla hareket ederek görevlerini başarıyla eda ettiği bir toplumun gerek maddi gerek manevi olarak kalkınacağı ise izahtan varestedir. Beyhaki, imanın şubelerini geniş bir şekilde incelemek maksadıyla telif ettiği Şuabu’l-İman isimli eserinde, emanet konusunun kapsamına bir işin yapılırken sağlam ve güzel yapılmasına dair hadisleri de dâhil ederek emanetin bu önemli boyutuna dikkatleri çekmiştir. Peygamber Efendimiz, risalet görevini büyük bir emanet olarak görmüş ve bu vazifeyi hakkıyla yerine getirmeye çalışmıştır. Hayatının sonlarında sahabeye “(Size dini tam anlamıyla) Tebliğ ettim mi?” diye tekrar ederek sorması onun bu emanete riayet etmedeki hassasiyetini göstermektedir. Elbette Sevgili Peygamberimizin (s.a.s.) bu duyarlılığı biz Müslümanlar için üstlendiğimiz işleri en iyi şekilde yapmada çok güzel bir örneklik teşkil etmektedir.

Emanet ahlakının diğer boyutları

İnsan, bedeninin de emanet olduğunu bilerek kendisinin maddi ve manevi yönden ihtiyaçlarını karşılamakla sorumludur. Bir sonraki adımda aile emanetinin mesuliyeti söz konusudur. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (Tahrim 66/6.);

“Bakmakla yükümlü olduğu kimseleri ihmal etmesi, kişiye günah olarak yeter.” (Ebu Davud, Zekât, 45.) gibi ayet ve hadisler bu önemli sorumluluk alanına işaret etmektedir. Bir sonraki halka akraba ve komşulardır. Daha sonra kişinin topluma karşı sorumlulukları gelir. Özellikle toplumun zayıf kesimi, muhtaçlar, yetimler, kimsesizlerin bizim üzerimizde büyük hakları olduğu unutulmamalıdır. Müminlerin kardeşlik hukukuna riayet etmek ve toplumsal sorumluluklarımızı yerine getirmek, emanet ahlakının bir gereğidir. Son olarak canlı ve cansız diğer varlıklara da emanet gözüyle bakmak gerekmektedir.

Yüce Rabbimizden bizi emanet ehli olan ve doğrulara doğruluklarının fayda vereceği günde O’nun (cc) rızasını kazanmanın mutluluğunu yaşayan ve kurtuluşa eren kullarından eylemesini dileriz.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
9
Yetenekli Kalemler / Annenin Gözünde Çocuk
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Dün, 06:11:50 ÖÖ »


Annenin Gözünde Çocuk

Anneler bir başkadır gerçekten... Bazen babaların hatalarına kırılan biricik evlatları, yine anneler teselli eder. Babaya karşı menfi duygular beslemesine mâni olucu, yapıcı nasihatlerde bulunur.

Belli yaşlarda babaya açılmayan konular, yine anneye iletilir. Bir gruba katılma, bir istek, karşı cinsle kurulan arkadaşlıklar. Hatta evlilikler önce anneye açılır.

Babanın hoşuna gitmeyen taraflar, anne tarafından yumuşatılarak ikna sebepleri hazırlanır ve babaya götürülür. Evlat haksız da olsa annesi yanındadır. Savunur, ortamı yumuşatır, tarafları ikna eder.
 
Gurbete düşen evlatların ilk aradığı annedir. Çocuklar her yaşta, annenin gözünde çocukturlar. Üstünün örtülmesi, üşütmemesi, ihmal etmemesi gerekenler bir çırpıda anne tarafından sıralanır. Kaç yaşında olması hiç önemli değildir evladın. Hâlâ minicik, narin, bazen yaramaz, ihtimam isteyen korunması gereken bir çocuktur o.
 
Onun için annelerin dudaklarından sessizce süzülen yumuşacık ve tatlı duaların huzuru özlenir. Kendi açtığı üstünün, annesi tarafından ihtimamla, özenle, şefkatle örtülmesini ister. Azıcık üşütmüş olduğu hâlde, durumunu abartarak annenin telaşlanması hâli özlenir.

Gülümsemesi, okşaması, sarılması, ninnileri özlenir.
 
Kötü ve çirkin anne yoktur. Bütün anneler evlatlarının gözünde nadide çiçek, miskler kokan manolya, pırlantaların aciz kaldığı en değerli hazinedirler. Onlar biricik, vazgeçilemez, uzak kalınamaz, müstesna kahramanlar, her sıkıntı ve gamı bir tebessümle bertaraf eden en seçkin psikologlardır.
 
Sevgili, vefakâr, fedakâr, biricik annelerimiz. Sizler ailede barış güvercini, babanın, evlatların işlerinde danışman, çocukların büyütülmesinde öğretmen, komşu akraba kaynaşmasında ara bulucusunuz…

Başların tacı, gönüllerin ilacısınız. Kısacası hayata ve mutluluğa açılan kapının altın anahtarısınız…
 
Her gününüz huzurlu, sağlıklı ve mutlu geçsin… İyi ki varsınız… Bizler ne yapardık sizler olmasaydınız… Sevgiyle kalın…
 
Seyfettin Karamızrak.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
10
Ramazan Ayvallı Prof. Dr. / Ömür Hak Yolunda Tüketilmeli
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Dün, 06:05:21 ÖÖ »


Ömür Hak Yolunda Tüketilmeli

İnsan, yaratılışı îcâbı hayâtı sever, ömrünün uzamasını ister. Ancak, uzun ömür, Hak yolunda tüketilmiş ise hayırlıdır.

 Sevgili Peygamberimiz: “Akıllı kimse [akıllı Müslümân], kendisini hesâba çekip ölümden sonrası için hâzırlık yapan kişidir” buyurmuştur. Bugün ve yarınki makâlelerimizde, inşâallah, bu hadîs-i şerif münâsebetiyle birkaç kelime yazmak istiyoruz...
 
Bilindiği üzere, akıp giden zamân içerisinde, bize emânet edilen ömrümüzü tamâmlamaktayız. Her gün, ömrümüz biraz daha azalıyor; ölüme, kabre, âhırete biraz daha yaklaşıyoruz. Bir senenin değil; yerine, zamanına ve şartlarına göre ayın, haftanın ve günün bile ehemmiyeti çok fazladır; hattâ sâatin, dakîkanın ve sâniyenin bile önemi ne kadar büyüktür. Yukarıdaki hadîs, bizler için önemli bir rehber olmalıdır. Her insân, kendisine takdîr edilen ömrü, İlâhî irâde istikâmetinde geçirmekle mükelleftir.
 
Bilindiği gibi, insan, yaratılışı îcâbı hayâtı sever, ömrünün uzamasını ister. Ancak, uzun ömür, Hak yolunda tüketilmiş ise hayırlıdır. Nitekim bir sahâbî, Sevgili Peygamberimize, “Yâ Resûlallah! İnsanların hayırlısı [en iyisi] kimdir?” diye bir suâl sorduğunda, Peygamber Efendimiz şöyle cevap vermiştir: “İnsanların hayırlısı [en iyisi], ömrü uzun olup ameli güzel olandır.” [O hâlde, her gün, en iyi işleri yapmaya çalışmalıdır.]
 
O sahâbî, “İnsanların hangisi şerlidir [daha kötüdür]?” diye bir suâl daha sordu; o zaman da Resûlullah Efendimiz, “Ömrü uzun olup da, ameli kötü olandır” [Tirmizî] buyurmuştur.
 
Aslında bizler, Allahü teâlânın lutfettiği çok büyük ni’metlere sâhibiz. Bizler, yüz milyonlarca, hattâ milyarlarca kişiden daha şanslıyız. Hadd-i zâtında Allahü teâlâ, insanlara muhtâc oldukları her türlü ni’meti lutfetmiştir. Akıl, vücûd uzuvları, eşler, çocuklar, hava, su ve kâinâttaki her şeyi, insanların hizmetine vermiştir.

Bu ni’metler sayılamayacak kadar çoktur. Bu konuda 2 âyet-i kerîme vardır: “O, size, istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın ni’met[ler]ini sayacak olsanız, sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür!” [İbrâhîm, 34]
 
“Hâlbuki Allah'ın ni’met[ler]ini teker teker saymaya kalkışsanız, onları sayamazsınız. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” [Nahil, 18]
 
Burada mühim olan, Allahü teâlânın bizlere lutfettiği nimetleri, yerli yerinde kullanabilmemizdir. İşte bunun sorgulanması lâzım. Allahü teâlânın bizlere ihsân buyurduğu sonsuz nimetlerine lâyıkı veçhile şükretmeye çalışmalı; O’nun dînine hizmet ve kullarına yardımda kullanmalıyız. İlmi olan ilminden, makâmı olan makâmından, mâlı olan da mâlından diğer insanları faydalandırmalıdır. Peygamber Efendimiz “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşr olunursunuz” buyurmuştur.
 
Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) yine buyurmuştur ki: “İki [büyük] ni’met vardır ki, insanların çoğu bunlarda hep aldanırlar. Bunlar: Sağlık ve boş vakittir.” [Tirmizî]
 
Bizler, kendi adımıza, âilemiz, milletimiz, Müslümânlık ve insanlık uğruna ne gibi güzellikler, hayırlar, faydalı işler, fedakârlıklar yaptığımıza bakmalıyız.

Prof. Dr. Ramazan Ayvallı.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
Sayfa: [1] 2 3 ... 10