Son İletiler

Sayfa: [1] 2 3 ... 10
1
Hac ve Umre / Kutsal Yolculuğun Heyecanı Başlarken
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Bugün, 11:22:37 ÖÖ »


Kutsal Yolculuğun Heyecanı Başlarken

Dinimizin emrettiği bazı ibadetler ferdin ilgi ve sorumluluk alanını aşarak toplumun her kademesindeki insanı kapsamaktadır. Cuma ve Bayram namazlarıyla Hac ibadetini buna örnek gösterebiliriz. Özellikle günümüzde Hac farizası, yerine getiriliş tarzı itibariyle sadece bir ferdi, toplumu veya ülkeyi değil bütün İslâm alemini ilgilendiren bir ibadettir. Bu nedenle her yıl hac mevsiminin başlamasıyla İslâm ülkelerinde bir heyecan ve hareketlilik yaşanmaktadır. İşte 2024 yılı Hac mevsiminin yaklaştığı şu günlerde ülkemizde de sevgi, heyecan, hatıra ve gözyaşı dolu anları bir kez daha yaşamak üzereyiz.

Bu heyecanı bir nebze de olsa anlatmak ve hacı adaylarına bazı hatırlatmalarda bulunmak amacıyla  hac konusu üzerinde durmayı uygun gördük.

Hac, İslâm'ın temel prensiplerinden biridir. Sözlükte gitmek, yönelmek  ve ziyaret etmek anlamına gelir. Fıkıh terimi olarak; imkanı olan her müslümanın belirlenmiş zaman dilimleri içinde Kâbe, Arafat, Müzdelife ve Mina gibi yerleri ziyaret ederek bazı dini görevleri yerine getirmektir. Hac ibadeti, Allah'ın Kur'an'da adına yemin ettiği "Emin Belde" olan Mekke'de yapılmaktadır.

Yeryüzünde Allah'a ibadet için yapılan ilk mabed ve daha sonra müslümanların kıblesi olan Kâbe buradadır. Cenab-ı Hak bu önemli olayı Kur'an'da şöyle açıklamıştır. "Orada apaçık nişâneler, (ayrıca) İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.Ó (Âl-i İmrân, 97)

Şu günlerde Hacca gitmek üzere bekleyen bir çok insanımız, büyük bir sevinç ve heyecan yaşamaktadır. Çoğu hasretini çektiği o mukaddes topraklara ilk defa gideceğinden hareket anını merakla bekliyor. Daha önceki yıllarda olduğu gibi 2024  yılı hac mevsimi için Diyanet İşleri Başkanlığınca gerekli çalışmalar başlatılmıştır. Bu maksatla 84 bin civarındaki hacı adayımızın pasaport, vize uçakla gidiş dönüş programı, eğitim seminerleri, rehberlik hizmetini yürütecek kafile Başkanı, din  görevlileri seçimi, sağlık hizmeti veren personelin tesbiti, Mekke ve Medine'deki ikametler ile intikaller için ev ve vasıta kiralamaları gibi hizmetler yoğun bir plan ve program dahilinde yürütülmektedir.

Çünkü hac çok boyutlu bir ibadettir. Ülkeler arası ilişkiler başta olmak üzere beraberinde bir çok hukuki sorumlulukları getirmektedir.  Bu nedenle hac hizmetleri devletimiz adına konuyla direkt ilgili olan Diyanet İşleri Başkanlığı'nca organize ve disipline  edilmektedir. Buna rağmen Hac ibadeti yerine getirilirken her an meşakkat, sıkıntı ve sürprizlerle karşılaşmak mümkündür. Bu yüzden Peygamberimiz (s.a.s.) hacca niyet ederken diğer ibadetlerden farklı olarak onun kolaylaştırılması Allah'tan istemiştir.

"Allah'ım, senin rızanı kazanmak için haccetmek istiyorum. O'nun ifasını bana kolay kıl ve benden kabul eyle"  Bunun için hacı adayı, karşısına çıkabilecek her problemi çözmeye, bu mümkün değilse ona katlanmaya hazırlıklı olmalıdır. Hac mevsiminin yaklaştığı  şu günlerde hacca hazırlanan vatandaşlarımıza aşağıdaki hususları hatırlatmakta yarar vardır.

1- Hacılar, İl Müftülüklerince düzenlenen eğitim seminerlerine katılmalıdırlar. Ayrıca yazılı basın, radyo ve televizyonlarda hac ile ilgili yayınlanan programlar izlenmeli özellikle önceden verilen hac rehberi, dua ve ziyaret yerlerini gösteren kitapların okunması da ihmal edilmemelidir.

2- Hacı adayı yolculuğa çıkmadan önce maddî  ve manevî hayatını muhasebeye tabi tutup en yakınından başlamak üzere bütün çevresiyle helallık dileyerek vedalaşmalıdır.

Çünkü o hem kendi nefsi hem de bulunduğu çevreyi temsilen kutsal yolcululğa gitmektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.)  hac ve umreye giden insanları bölgeleri için bir elçi ve temsilci olarak kabul etmiştir. "Hac ve umre amacıyla Beytullah'a  gidenler, müslümanların Allah'a gönderilmiş temsilcileridir. Kendisine dua ederlerse dualarını kabul eder, mağfiret dilerlerse, onları bağışlar" (Sünen-i İbn Mâce, 2/966).

3- Hacı, seyahatini tamamlayıp evine dönünceye kadar, hava alanlarında, intikallerde, evlere yerleşmelerde ve yol arkadaşlarıyla beşeri ilişkilerde görülebilecek  muhtemel olumsuzluklara karşı çok sabırlı olmalıdır. Çünkü hac yolculuğunda benzer olaylarla karşılaşmak kaçınılmazdır. Bu hallerde sabrının taşmaması için Hz. Peygamber (s.a.s.) 'ın şu hadisini asla unutmamalıdır. "Kim Allah için hacceder, bu esna'da kötü işlerden ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsa- Kul hakları müstesna- annesinin onu doğurduğu günkü gibi (günahlardan arınmış olarak hacdan döner" (et-Tac, 2/106)

4- Kâbe ve etrafı; en ince mânaları ifade eden mekanlardır. Birlik ve beraberliğin sembolize edildiği yegane merkezdir. Kâbe'yi ziyaret eden, Hacerü'l-Esved'i selamlayan her müslüman o estetik ve sembolik ifadelerle bütün insanları kuşatan kardeşlik esaslarını insanlığı bir noktada toplayan evrensel birliğin halkasına dahil olur. Üzerindeki ihram, hevâ ve hevesten sıyrılmayı, getirdiği telbiye ile tevhid inancında istikrarlı olmayı hatırlatır. Tavaf  da,  bütün getirdiği nefsi arzulardan sıyrıldıktan sonra, Allah'ın kudsiyeti etrafında kalbin devamlı bir sevgi ile dönüp dolaşmasını telkin eder. Sa'y ise, iki rahmet işareti arasında Allah'ın rızasını arayarak gidip  gelme halidir. Arafat'taki vakfeÕye gelince burada kalbler korku, heyecan ve ümitle dolup taşmaktadır. Eller semaya açılmış, diller dua ile Allah'a yalvarmanın en uygun mekan ve anını yakalamıştır. Müzdelife'deki vakfe ile Mina'daki kurban kesme olayı ise, günahlardan temizlenme mevkiine yükselen amel merdiveninin en son basamağıdır.

5- Hac günleri, sayılı günlerdir. Bu nedenle hacılar yol boyları ile Mekke ve Medine'deki ikamet günlerini çok iyi değerlendirmelidir. Yeryüzünde uğruna yolculuk yapılması tavsiye edilen üç mescidden ikisini ziyaret etme fırsatını yakalamıştır. Bunlardan biri Mekke'deki Mescidü'l-Haram diğeri de Medine'deki Mescid-i Nebevî'dir. Mekke ve Medine'de kalınan sürede zorunlu beşeri ihtiyaçlar dışında zamanını  ibadetle geçirmelidir. Nafile tavafı, kaza namazı, Kur'an okuma, dua, tövbe, istiğfar ve tefekkür gibi ruh dünyamızı tazeleyecek davranışlar üzerinde durmalıyız. Bu yerlerin faziletini sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle müjdeliyor. "Mescidimde (Medine'deki mescidde) kılınan bir namaz, Mescid'i Haram hariç, başka mescitlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir. Mescid-i Haram'da kılınan bir namaz ise; diğer mescidlerde kılınan yüzbin namazdan daha faziletlidir." (İbn Mâce, c.1, s. 451.) Diğer bir hadiste ise şöyle buyurur: "Allah Beytullah'a her gün yüz yirmi rahmet gönderir. Bunun altmışı tavaf edenlere, kırkı orada namaz kılanlara, yirmisi de Kâbe'ye bakanlara  verilir.Ó  (Et-Tergîb ve't-Terhîb), c. 2, s. 192.)

6- Hac; makam, mevki, meslek, renk, ırk ve taassuba dayalı bütün yanlışlıkları ayıklayarak insanları gerçek kardeşlik duygulariyle kucaklaştıran bir ibadettir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bu hususu da Veda HutbesiÕnde açıklamıştır: "Ey insanlar, sizin Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Hz. Adem'densiniz. O da topraktandır. Şunu iyi biliniz ki Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap olana üstünlüğü yoktur.

Üstünlük ancak takvadadır." (S. Buharî, Muhtasar T. Sarih Terc., c. 10, s. 397.) Hz. Ömer Hac anında meydana gelen bu samimi barış ve güven ortamını şöyle dile getirmiştir.

"Orada babamın katilini görsem dahi  el sürmem." Gerçekten burası eşsiz bir güvenlik merkezidir. Av hayvanları avlanmaz, kuşlar ürkütülmez, canlılar öldürülmez, ağaçlar ve otlar koparılmaz. İnsanlar birbirleriyle cedelleşip tartışmaz.

7- Hac seyahati mü'minin kültür ufkunu genişleten sosyal ve ilmi bir seyahattir. Eskiler "seyahat ilmin yarısıdır" demişlerdir. Bu nedenle hacı bu seyahatte etrafındaki insanlarla tanışmalıdır. Renkleri, dilleri ve bölgeleri farklı olsa bile, ortak payda olan tevhid inancında birleştiklerini unutmamaladır.

8- Bir çok zahmet, güçlük ve hikmetlerle dolu bu mukaddes görevi huzur içinde tamamlayan her insan Allah'a hamd ve şükretmelidir. Bu sorumluluğunu, hayatı boyunca şahsı, çevresi ve milleti uğruna hayırlı olan hizmetlerde değerlendirmelidir. Yoksa bazılarının yanlış anladıkları gibi hacı olmak dünya ile ilgisini kesmek değildir. Tam tersine o, herşeyin iyisini doğrusunu ve daha güzelini yapmak için teşvik ve sebep olmalıdır.

Haccını tamamlayan, vatandaşlarımızın yapacakları önemli bir ziyaret de haccın aslî prensiplerinden olmadığı halde Medine'ye gidip Hz. Muhammed (s.a.s.)'in kabrini ziyaret etmeleridir. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Kim beni vefatımdan sonra ziyaret ederse o beni hayatımda ziyaret etmiş olur" (Fethu'l- Kadir, 2/336.) Şair Nâbi bu ziyareti şöyle ifade eder:

"Sakın terk-i edepten, Kûy-i Mahbûb-i Hudâdır bu,

  Nazargâh-ı ilâhîdir, makam-ı Mustafa'dır bu."

Hacı adaylarımıza hayırlı ve sağlıklı yolculuklar dilerken şairin şu beytindeki temennisini de hatırlatarak bütün milletimizin selâm, saygı ve arzularını oraya ulaştırmalarını bekliyoruz.

"Ey bâd-ı sabâ, uğrarsa yolun Semt-i Harameyn'e , Selâmımı arz eyle Resûlü's-Sakaleyn'e."

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
2
Hac ve Umre / Hac
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Bugün, 11:14:26 ÖÖ »


Hac

Bugünkü konuşmamızda İslâm’ın beş esasından biri olan hac’tan söz edeceğiz.

Hac, sözlükte saygıdeğer makamlara isteyerek ziyarette bulunmak demektir.

Dindeki anlamı ise ihrama girerek belli günde Arafat’ta bulunmak ve Kâbe’yi usûlüne uygun olarak  ziyaret  etmektir.

Zamanında ve usûlüne uygun olarak Kâbe’yi ziyaret eden kimseye “Hacı” denir. Çoğulu Hüccac’tır.

Hac yapmak, namaz kılmak ve oruç tutmak gibi farzdır, yani Allah’ın emridir. Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyurulmuştur:

“Yoluna güç yetirenlerin o evi (Kâbe’yi) ziyaret etmeleri Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkar ederse bilmelidir ki Allah bütün insanlardan müstağnidir.” (1)

Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

“İslâm beş temel üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka tanrı olmadığına, Muhammed (s.a.s.)’in Allah’ın Peygamberi olduğuna şahitlik etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, haccetmek  ve Ramazan orucunu tutmaktır.”(2)

Hac, Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicret etmesinden 9 yıl sonra farz kılınmıştır. Bu yıl Peygamberimiz Hz. Ebu Bekir’i “Hac Emiri” tayin  etmiş, kendileri de bir yıl sonra yani hicretin onuncu yılı da  haccetmişlerdir. Bu, Peygamberimizin ilk haccı olduğu gibi buna “Veda Haccı” denir. Çünkü Peygamberimiz bundan sonra -vefat ettikleri  için- haccetmemiştir.

Haccın diğer  ibadetlerden farklı yönleri vardır. Haccın dışındaki ibadetler, namaz ve oruç gibi ya yalnız bedenî yahut zekât gibi yalnız malîdir. Hac ise hem malî ve hem de  bedenî bir ibadettir.

Diğer ibadetler her yerde yapılabilirken hac, ancak belli yerde Mekke-i Mükerreme’de yapılabilmektedir. Bunun için dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan ve hali vakti yerinde olan müslümanlar bu ibadeti yapmak için Mekke-i Mükerreme’ye gelmek zorundadırlar.

Ayrıca, haccın diğer ibadetlere göre bazı zorlukları vardır. Çünkü bu ibadet, pek çok insanın alışkın olmadığı, iklim şartlarını yaşamadığı bir yerde yapılmaktadır. Bunun içindir ki Peygamberimiz, hiçbir ibadeti yapmak için Allah’tan yardım dilemediği halde hacca niyet ederken “Allah’ım, hac yapmak istiyorum, bunu bana kolay kıl ve kabul eyle.” diye dua etmiştir.

Hac her şeyden önce Allah’ın emri olduğu için yapılır. Bununla beraber bütün ibadetlerde olduğu gibi hac ibadetinde de insanlar için pek çok yararlar  vardır. Esasen Allah Teâla faydası olmayan hiçbir şeyi insanlara emretmez. O’nun  emri olan her şeyde mutlaka insanlar için  dünya ve ahiretle ilgili yararlar vardır. Çünkü O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Muhtaç olan bizleriz.

Haccın bu yararlarına işaret etmek üzere; Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:

“Bir zamanlar İbrahim’e Kâbe’nin yerini hazırlamış ve (ona şöyle demiştik:) Bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rukû ve secde edenler için evimi temiz tut. İnsanlar arasında haccı ilân et ki gerek yaya olarak gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde kendilerine ait birtakım yararlar görmeleri, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık koyunlar üzerine belli günlerde Allah’ın adını anlamaları için Kâbe’ye gelsinler. Artık ondan hem kendiniz hem de yoksulu yedirin.” (3)

Âyet-i kerîme’de ifade buyurulan bu yararların bazılarına işaret etmek yerinde olacaktır:

İnsanlar çoğunlukla mala karşı gönül doygunluğuna erememiş aşırı bir istek içinde bulunur. Peygamberimiz insanın bu aşırı isteğinin kazandıkça arttığını bildirir. Şöyle buyurur:

“İnsanoğlunun iki dere dolu malı olsa bir üçüncüsünü ister. İnsanoğlunun ihtiras  dolu gönlünü topraktan başka bir şey doyurmaz.  Şu kadar ki tevbe eden kişinin tevbesini Allah kabul eder.” (5)

Burada bir noktaya işaret etmekte yarar vardır. İslâm dini mal kazanmaktan ve ihtiyaç zamanı için mal biriktirmekten insanları men etmiş değil, bilâkis teşvik etmiştir. Hâdis-i şerifte bildirilen, ihtiras derecesinde insanlık faziletine engel olan çeşididir. İnsan elbette çalışıp kazanacak, kendisinin ve çoluk çocuğunun geçimini sağlayacak. Kazancının bir bölümünü de Allah yolunda harcayacaktır. Böyle yaptığı takdirde mala karşı olan tutkusunda bir azalma olacaktır. Böylece yoksullara ve hayır kurumlarına daha çok yardım etme duygusu gelişecektir.

İşte hacda da harcanan para Allah yolunda harcanmış olacak ve insan için bir eksiklik sayılan ihtirastan onu kurtarmış olacaktır.

Dînî ibadetler özellikle hac, dînî duyguları kuvvetlendirir. Yeryüzünde Allah’a ibadet için inşa edilmiş olan mabedi (Kâbe’yi) ziyaret etmek, alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimizin doğup büyüdüğü, Peygamber olarak görevlendirildiği ve son semavî kitap Kur’an-ı Kerim’in kendisine indiği bu kutsal yerleri görmek insana heyecan verir ve onu asırlar öncesine, Peygamberimizin yaşadığı mutluluk asrına götürür. Bu ise hiç şüphesiz onun manevî duygularını kuvvetlendirir.

Hac, insana zorluklara karşı dayanma gücü kazandırır. Hac turistik gezi değildir, oldukça yorucudur. Esasen her yolculukta birtakım zorluklar vardır. Yolculuk yapanlara ibadetlerde bazı kolaylıkların sağlanmış olması bundandır. Hac ise yolculukların en zor olanlarından biridir. Bunun için hacca niyet etmiş olan kimsenin her zamandan daha çok hoşgörülü olması, arkadaşlarını incitici ve kırıcı söz ve davranışlardan sakınması tavsiye edilmiştir.

Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyurulmuştur:

“Hac bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur.” (5)

Böylece insan her zamankinden daha çok iradesine hakim olacak, öfkelenmemeye, çevresine rahatsızlık vermemeye özen gösterecektir. Karşılaştığı zorluklara katlanacak, erdem sahibi kişi olmaya yönelecektir.

Hac insana mahşer gününü hatırlatır. İnsanlar ölecek, sonra da dirilip hesap vermek üzere mahşer yerinde toplanacaklardır. Bilindiği üzere hacca niyet edilirken normal elbiseler çıkarılır ve iki bez parçasından ibaret olan ihrama  bürünülür. Sosyal durumları ne olursa olsun her seviyedeki erkek hacı adayı aynı kıyafete girmek zorundadır.  Bu ise ona doğuştan herkesin Allah katında eşit olduğunu, öldükten sonra tekrar dirilip Allah’ın huzurunda dünyada  yaptıklarının hesabını vereceğini hatırlatır ve ona o hesap günü anını yaşatır. Düşünmesi bile insana dehşet veren o anı hatırlaması ise, o güne kadar yaptığı pek çok şeye karşı pişmanlık duymasını ve tevbe etmesini sağlar.

Hac, İslâm kardeşliğini pekiştirir. Toplu halde yapılan ibadetler insanların birbirleriyle tanışıp kaynaşmalarını sağlar.

Hac, dünya üzerinde yaşayan dilleri ve renkleri ayrı olan müslümanları, ibadetlerinde yöneldikleri Kâbe’de bir araya toplar, böylece tanışır ve kaynaşırlar. Ülkeleri hakkında bilgi alışverişinde bulunurlar. Birbirlerinin dertleriyle ilgilenir, ortak problemlerine çare ararlar.

Bütün bunlar, İslâm kardeşliğinin güçlenmesini sağlar.

Hac, günahlara da kefferat olur. Önce konu ile ilgili hadis-i şerifleri nakledelim, sonra da İslâm alimlerinin bu husustaki değerlendirmelerine işaret edelim.

Peygamberimiz buyuruyor:

“Kim Allah için hacceder de hac esnasında kötü sözlerden ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsa annesinin onu doğurduğu günkü gibi (günahlarından arınmış olarak) hacdan  döner.”(6)

Ahmed b. Hanbel (164-241)’in sahih isnad ile Abbas (r.a.) dan rivayet ettiği bir hadis-i şerif şöyledir:

Arefe günü falanca (Fazl İbn Abbas r.a.) Peygamberimizin redifi (Peygamberimizin devesinin arkasına binen ) idi. Bu genç kadınlara bakıyordu.  Peygamberimiz ise arkasından eliyle birkaç defa gencin yüzünü kadınlardan çevirdi. Genç yine kadınlara bakmaya başladı. Ravi diyor ki, Peygamberimiz gence döndü ve:

“Kardeşimin oğlu! Bugün öyle bir gündür ki, bugünde her kim kulağına, gözüne ve diline sahip olursa günahları bağışlanır.” buyurdu. (7)

Müslim’in merfû olarak rivayet ettiği bir hadis-i şerif şöyledir: Amr b. el-As (r.a.)

Peygamberimize gelerek, bağışlanmak şartıyla kendisine biat etmek ve müslüman olmak istediğini söylediğinde Peygamberimiz:

“Bilemedin mi ki İslâm, kendisinden önceki günahları yok eder. Hicret, kendisinden önceki günahları yok eder. Hac, kendisinden önceki günahları yok eder.” (8)

İmam Malik (93-179 ) H. Talha Ubeydullah b. Kürebz (r.a.)’ den tahriç ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

“Şeytan Arefe gününden daha çok küçülmüş, daha fazla iyilikten uzaklaşmış, daha ziyade hakir, zelil ve daha çok kinli ve öfkeli olarak başka hiçbir günde görülmemiştir.

Bunun sebebi Allah’ın bugünde rahmetinin inmesi ve büyük günahlardan vazgeçtiğini görmesinden ve bilmesinden başka bir şey değildir.” (9)

Bu hadis-i şerifler, haccın günahlardan arınmaya vesile olduğunu ifade etmektedir. Her ne kadar hadis-i şeriflerde işlenen hangi günahların affedileceği açıklanmıyorsa da, hadis alimleri bu günahların Allah’a karşı işlenmiş günahlar olup kul hakkıyle ilgili olmayan günahlar olduğunu söylemişlerdir. Nitekim büyük hadis alimi İmam Tirmizî (200-279) bunu söyleyenlerdendir. (10)

Çünkü işlenen günah kul hakkı ile ilgili ise, bu  haktan arınmadıkça yani hak sahibinden helallik alınmadıkça yapılacak tevbe bile sahih ve makbul değildir. (11)

Hatta Kadı Iyad (476-544), İslâm alimlerinin büyük günahların ancak tevbe ile ortadan kalkacağında ittifak halinde olduklarını söylüyor.(12)

Allame İbn Nüceym ”Bahr-i Raik” adlı eserinde, haccın -kul hakları şöyle dursun- Allah’a karşı işlenen günahların bir kısmını bile yok etmesi kesin değildir. Hac, Allah’a karşı işlenen günahları yok eder dediğimiz zaman, malının zekâtını ödemeyen kimsenin bu zekat borcu düşer manasına değildir. Belki borcun zamanında ödenmeyip geciktirilmesi ile ilgili günahı yok eder demektir. Yoksa  borç zimmetinden düşmez. (13)

Hülasâ  hac, dünya ve âhiretle ilgili, kişisel ve sosyal pek çok faydaları olan bir ibadettir. Kendisine farz olan  bu ibadeti usûlüne uygun olarak, her çeşit kötü söz  ve davranışlardan sakınarak  yapmayı başaran kimsenin -kul borcu  ve zimmetindeki vacipler hariç- diğer günahları bağışlanır ve hadis-i şerifte müjdelendiği üzere annesinden doğduğu gibi tertemiz olur. Her ne kadar bu konuda İslâm alimlerinin  farklı yorumları olsa da Allah Teâla dilerse bu kulunun şirkten başka bütün günahlarını da bağışlar. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de:

“Şüphesiz ki Allah, kendisine eş tanınmasını bağışlamaz. Ondan başkasını dileyeceği kimseler için mağfiret eder” buyurulmuştur. (14)

 Haccın bir özelliği de diğer ibadetlerden farklı olarak ömürde yalnız bir defa farz olmasıdır. Birden fazla yapılan hac nafiledir.

Ebû Hureyre (r.a.)’den rivayete göre, Peygamberimiz bir konuşmasında:
“Ey insanlar! Allah size haccı farz kılmıştır, haccedin, buyurdu. Dinleyenlerden Akra b. Habis:

Her yıl mı, ey Allah’ın Rasûlü? diye sordu. Peygamberimiz bu zatın sorusuna cevap vermemiş, sükut buyurmuştur. Akra sözünü üç defa tekrarlayınca, Peygamberimiz:

“Evet desem her yıl farz olur, siz de buna güç yetiremezsiniz. Ben sizi bıraktığım sürece siz de beni bırakın. (Yani ben sorunuza cevap verme gereği duymayınca siz de sorunuzu tekrar edip durmayın.) Sizden öncekiler çok soru sormaları ve peygamberleri hakkında ayrılığa düşmeleri sebebiyle helâk olmuşlardır. Ben size bir şeyi emredince ondan gücünüzün yettiği kadar yapın. Bir şeyden sizi men edince onu hemen bırakın” buyurdu. (15)

Bu hadis-i şeriften de anlaşılıyor ki, hac ömürde bir defa farzdır.  Birden fazla yapılan hac nafiledir.

Zaman zaman sorulur: Nafile hac mı daha çok sevaptır, yoksa nafile hac için harcanacak paranın kalacak yeri ve yiyeceği olmayan veya kalabalık nüfusu sebebiyle geçim darlığı çeken ve bunların durumunda olan kimselere vermek mi daha sevap?

Önce bir noktaya dikkatinizi çekmekte yarar vardır. Bir şeyin sevap olabilmesi için o şeyin Allah rızası için yapılmış olması şarttır. Allah rızası için yapılmamış olan bir şey sevap olmaz. Çünkü Peygamberimiz amellerin Allah katında niyete göre değerlendirileceğini bildirmiştir. Bir işi hangi amaçla yapıyorsanız, o iş, ona göre değerlendirilir. Hatta bir kimse gösteriş için ibadet yapsa veya hayır ve hasenatta bulunsa, Allah bu kimsenin ne yaptığı ibadete ve ne de hayrına değer vermez. Zira o bunları Allah rızası için yapmamıştır.

Şimdi bu söylediklerimizin ışığı altında az önceki soruya cevap teşkil edeceğini sandığım bir olayı anlatmak istiyorum. Hüccetü’l-İslâm İmam Gazalî’nin meşhur “İhyau Ulûmi’d Din” adlı eserinde naklettiği olay şöyle:

“Adamın biri nafile olarak hacca gitmek üzere hazırlanır. Zamanın alim ve sofilerinden olan Bişr b. Hâris ( 769)’e gelir ve :

-Ben hacca gidiyorum, bir emriniz olur mu? diye sorar, Bişr:

-Ne kadar paran var? der. Adam:

-İki bin dirhem param var, diye cevap verir. Bişr:

-Hacca gitmekle zühd mü, yoksa Kâbe’ye olan aşkını mı, yoksa Allah rızasını mı kastediyorsun? diye sorar. Adam:

-Allah rızasını kastediyorum, diye cevap verir. Bunun üzerine Bişr:

-O halde evinde otururken Allah rızasını kazandıracak bir şeyi tavsiye edersem yapar mısın? diye sorar. Adam: Evet yaparım, deyince, Bişr şöyle der:

-Şimdi sen bu iki bin dirhem, borcunu ödeyemeyen bir fakire, yiyeceği olmayan bir yoksula, nüfusu kalabalık geçimi dar olan bir aileye, bir yetim bakıcısına ve bunlar gibi on kişiye ikiyüzer dirhem ve hatta istersen bunların hepsini bu sayılanlardan birine ver. Zira müslümanı sevindirmek, düşkünlere el uzatmak, darda olanların sıkıntılarını gidermek ve zayıflara yardım etmek nafile olarak yapılan yüz hacdan daha sevaptır. Şimdi kalk, dediğim gibi yap. Şayet  böyle yapmak istemiyorsan asıl kalbinde olanı bana söyle, dedi.

Adam:

-Doğrusu kalbimde hacca gitme tarafı ağır basıyor, dedi. Bu cevap üzerine Bişr; gülümseyerek:

-Evet, servet şüpheli şeylerden kazanıldığı takdirde  nefis kendi arzularının yerine getirilmesini ve iyi ameller yaptığını göstermek ister. Halbuki yüce Allah yalnız muttakilerin amelini kabul eder, dedi. (16)

İlk devir tasavvufçularından olan ve uzun yıllar da hadis ilmiyle meşgul bulunmuş bu zatın tavsiyesine ilâve edecek bir şey olmadığını sanıyorum.

Hac günleri değişir mi?

Son günlerde  bazı kimseler, haccın, Peygamberimizden itibaren bugüne kadar yapılagelmiş olan belli günler dışında da yapılabileciğini, bu suretle belli günlerde yapılmasından kaynaklanan izdihamın da önlenmiş olacağını söylüyorlar. Buna da Bakara sûresindeki “Hac bilinen aylardadır.” (17)

Âyet-i kerîmesini delil gösteriyorlar.

Bu iddia yanlıştır. Çünkü Kur’an-ı Kerîm ayrıntılara inmez. Ayrıntıları Peygamberimiz uygulama ve ifade olarak açıklıyor. Kur’an-ı Kerîm Peygamberimize indirilmiş ve onu açıklaması için de görevlendirilmiştir. Nitekim:

“Kendilerine  indirileni insanlara açıklaman için sana Kur’an’ı indirdik. Umulur ki düşünürler” (18) buyurulmuştur.

Ayrıca Kur’an-ı Kerim Peygamberimiz’e itaatın Allah’a itaat olduğu (19), emrettiği her şeyin yapılması ve yasakladığı her şeyden de sakınılması gerektiği (20) bildirilmiştir.

Namaz, oruç ve zekâtın farz olduğu Kur’an-ı Kerim’de bildirildiği halde ayrıntılarına yer verilmemiş, ayrıntılar Peygamberimiz tarafından bildirilmiştir.

Haccın sınırlı günler dışında da yapılabileceğini söyleyenlerin delil olarak gösterdikleri Bakara sûresinin: “Hac bilinen aylardadır” âyetinde, bu bilinen ayların hangi aylar olduğu belirtilmemiştir. Bu ayların da hangi aylar olduğu yine Peygamberimiz tarafından açıklanmıştır.

Diğer taraftan Mekke-i Mükerreme hicretin 8’nci yılında 20

Ramazan’da fethedildiği halde, o yıl Peygamberimiz sadece umre yapmış ve Zilkâde ayında Medine’ye dönmüştür.

Ayrıca Peygamberimiz: “Hac ibadetinizi öğreniniz, benim yaptığım gibi yapınız” (21)  buyurmuştur.

Bu itibarla hac ibadetinin, Peygamberimizden itibaren günümüze kadar uygulanagelmiş olan şekli ve zamanı hakkında son zamanlarda ortaya çıkan farklı yorumların hiçbir değer taşımayacağı açıktır.

Hac Kimlere Farzdır?

Haccın farz olmasının şartları şunlardır:

1- Müslüman olmak,

2- Akıllı olmak,

3- Erginlik çağına gelmiş olmak,

4- Hür olmak,

5- Hacca gidip gelmeye malî  imkanı müsait olmak. Bu şart  şöyledir:

Temel ihtiyaçlarından başka, hacca gidip gelinceye kadar kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu aile fertlerinin sosyal durumlarına uygun normal geçimlerini sağlayacak servete sahip olmasıdır.

6- Vakit, yani haccın eda edildiği vakte erişmiş bulunmak.

7- Haccın farz olduğunu bilmek. Bu şart gayr-i müslim bir ülkede İslâmiyeti kabul eden kimseler için söz konusudur.

İşte bu şartları taşıyanlara hac farz olur. Bu şartlardan birisi eksik olursa hac farz olmaz.

Evet değerli mü’minler, bu şartlar kendisinde bulunan kimseye hac farz olmakla beraber, haccı eda edebilmesi için gerekli olan başka şartlar da vardır. Bunlara “Haccın vucûb-ı edasının şartları” denir. Bu şartlar da şunlardır:

a) Sağlıklı olmak. Kör, felçli, kötürüm ve hac yolculuğuna dayanamayacak derecede yaşlı ve hasta olmamak.

b) Tutuklu bulunmamak.

c) Yol  güvenliği olmak,

d) Kadınların yanlarında eşleri veya mahremleri bulunmak. Mahrem demek evlenmeleri caiz olmayan yakınlar demektir. Baba, oğul, kardeş, amca, dayı ve damat gibi yakınlar, kadının mahremleridir.

Bu şart, Hanefi mezhebine göredir. Onlar, yani Hanefiler hacca gidecek kadının bulunduğu yer ile Mekke-i Mükerreme arasında bir sefer mesafesi olduğu takdirde, kadının hacca gidebilmesi için beraberinde eşinin veya bir mahreminin bulunmasını şart koşmuşlardır. Bu konudaki dayanakları, Peygamberimizin hadis-i şerifleridir. Bazı farklı ifadelerle rivayet edilen bu hadis-i şeriflerden birisi meâlen şöyledir:

“Allah’a ve ahiret gününe  iman eden bir kadının beraberinde babası veya oğlu veyahut eşi veya kardeşi yahutta evlenmesi caiz olmayan bir yakını olmaksızın üç gün veya daha fazla bir süre yolculuğa çıkması helâl değildir.” (22)

İşte Hanefiler bu ve benzeri hadis-i şeriflere dayanarak kadının beraberinde eşi veya mahremi olmaksızın hacca gitmesini caiz görmemişlerdir.

Kadının mahremsiz sefere çıkmaması ile ilgili hadislerde hac’tan söz edilmediği için, Şafiîler ve Malikîler, yasakla ilgili seferlerde haccın dahil olmadığını söylemişlerdir. Bu yasak farz olmayan seferlerle ilgilidir, hac ise farzdır ve bu yasağa dahil değildir, demişlerdir.

Şafiîlere göre güvenilir üç kadın bir araya gelerek yalnız farz  olan hac yolculuğu yapabilirler.

e) Eşi ölmüş veya boşanmış kadınların iddet süreleri bitmiş olmalıdır. İddet süreleri içinde hacca gitmeleri uygun değildir.

Konuşmamı, Peygamberimizin bir hadis-i şerifinin meâli ile tamamlamak istiyorum. Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

“Mebrur yani makbul olan haccın sevabı ancak cennettir.” (23)

-------------------------------------------------------------

1- Âli İmrân, 97.

2- Buharî, İman, 2; Müslim, İman, 5.

3- Hac, 26-28.

4- Buharî, Rikak, 10.

5- Bakara, 197.

6- Buharî, Hac, 4.

7- Ahmed b. Hanbel, c. 1, s. 329.

8- Müslim, İman, 54.

9-Muvatta, Mısır, 1348, c. 1, s. 292.

10-İrşadü’s-Sârî li şerh-i Sahih-i-Buharî, Mısır, 1304, c. 3, s. 97.

11- Riyazü’s-Salihîn, tevbe bahsi.

12- İbn Nüceym, el-BahruÕr-Raik, Mısır, c. 2, s. 363-364.

13- Aynı eser.

14- Nisa, 48.

15- Müslim, Hac, 74.

16- İhyau Ulûmi’d-Dîn, İstanbul, 1321,  c. 3, s. 363.

17- Bakara, 197.

18- Nahl, 44.

19- Nisa, 80.

20- Haşr, 7.

21- Müslim, Hac, 310.

22- Müslim, Hac, 74. Ayrıca bak: Buharî, Taksır-i salât, 4.

23- Buharî, Umre, 2.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
3


Yetim ve Kimsesiz Çocuklara Sahip Çıkalım

AYET : MAÛN SURESİ – 1/3. AYETLER

أَرَأَيْتَ الَّذِي يُكَذِّبُ بِالدِّينِ:فَذَلِكَ الَّذِي يَدُعُّ الْيَتِيمَ:وَلَا يَحُضُّ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ:

         MEALİ :

     “Gördün mü, o hesap ve ceza gününü yalanlayanı! İşte o,yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir.” (MÂUN SURESİ – 1/3. AYET)

     Yüce Allah’ın bütün fiilleri bir hikmete, bir sebebe bağlı olarak tecelli etmektedir. O, hikmeti gereği insanları farklı imkân ve özellikte yaratmıştır. Bu sebeple toplumda zengin-fakir; kadın-erkek; hasta-sağlıklı; yetim-yetim olmayan; güçlü-zayıf... İnsanlar her zaman olagelmiştir. Ancak Yüce Allah, anne-baba şefkatinden mahrum ettiği yetimleri; maddî ve fizikî yönden eksik bıraktığı kimseleri dünyada yalnız bırakmamış, emirleriyle koruması altına almış ve onlar için özel hükümler va’z etmiştir.

     Kur’an-ı Kerim’in 21 yerinde doğrudan veya dolaylı olarak, yetimlerin gözetilmesi emredilmektedir. Bu konuda, sadece Duha ve Maun surelerine bakmak bile, yeterli bir fikir verebilir. Kur’an-ı Kerim, Mekke’de nazil olmaya başladığı ilk yıllardan itibaren yetim meselesini ele almıştır. İlk vahiylerde -Hz. Peygamber (SAV)’e kendisinin de yetim olduğu hatırlatılarak- yetimlere iyi muamele yapması emredilir:

أَلَمْ يَجِدْكَ يَتِيماً فَآوَى:وَوَجَدَكَ ضَالّاًفَهَدَى:وَوَجَدَكَ عَائِلاً فَأَغْنَى:فَأَمَّا الْيَتِيمَ فَلَا تَقْهَرْ:

     “Seni yetim bulup da barındırmadı mı? Seni yolunu kaybetmiş olarak bulup da yola iletmedi mi? Seni ihtiyaç hâlinde bulup da zengin etmedi mi? Öyleyse sakın yetimi ezme! Sakın isteyeni azarlama! Rabbinin nimetine gelince; işte onu anlat.” (DUHÂ SURESİ – 6/9. AYETLER)

     Yine, Mekkî olan Fecr suresinde:

كَلَّا بَل لَّا تُكْرِمُونَ الْيَتِيمَ:

     “Siz yetime iyilik etmezsiniz.”  (FECR SURESİ – 17. AYET)
     Diye bu davranış kötülenirken, Mâun sûresinde yetime yapılan kötü muâmele, bir nevî “dini yalanlama” olarak tavsif edilir:

أَرَأَيْتَ الَّذِي يُكَذِّبُ بِالدِّينِ:فَذَلِكَ الَّذِي يَدُعُّ الْيَتِيمَ:وَلَا يَحُضُّ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ:

     “Gördün mü, o hesap ve ceza gününü yalanlayanı! İşte o,yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir.” (MÂUN SURESİ – 1/3. AYET)

     Yetime iyilik konusundaki Mekkî ayetlerden bir diğerinde yetime yardım, “zor geçidi aşmak” gibi güzel bir davranış olarak değerlendirilir:

فَلَا اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَ:وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْعَقَبَةُ:فَكُّ رَقَبَةٍ:أَوْ إِطْعَامٌ فِي يَوْمٍ ذِي مَسْغَبَةٍ:يَتِيماً ذَا مَقْرَبَةٍ:أَوْ مِسْكِيناً ذَا مَتْرَبَةٍ:

     “Fakat o,sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle azat etmek Veya açlık gününde yemek yedirmektir, Yakınlığı olan bir yetime. Veya hiçbir şeyi olmayan yoksula.”   (BELED SURESİ – 11/16. AYET)

     Mekke’de nazil olan ayetlerde, daha ziyade yetime iyi muameleyi teşvik eden ve kötü muameleden de sakındıran hususlar yer alırken, Medine’de, yetimlerin himayesi, mallarına tecavüz edilmemesi ve istikbale hazırlanmaları konularında daha kesin emirler, daha somut tedbirler ihtiva eden ayetler gelmiştir. Bu ayetlerin bazılarında, savaş gelirlerinden yetim, kimsesiz ve muhtaçlara pay ayrılması emredilmiştir:

لِلْفُقَرَاء الْمُهَاجِرِينَ الَّذِينَ أُخْرِجُوا مِن دِيارِهِمْ وَأَمْوَالِهِمْ يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَاناً وَيَنصُرُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ:

     “(Allah'ın verdiği bu ganimet malları,) yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan, Allah’tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah’ın dinine ve Peygamberine yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır.”   (HAŞR SURESİ – 8. AYET)

Ayrıca; Nisa suresinin 8. ayetinde, yetimler için, arkası kesilmeyen bir başka fon gösterilmektedir: Miras taksimleri. 

وَإِذَا حَضَرَ الْقِسْمَةَ أُوْلُواْ الْقُرْبَى وَالْيَتَامَىوَالْمَسَاكِينُ فَارْزُقُوهُم مِّنْهُ وَقُولُواْ لَهُمْ قَوْلاً مَّعْرُوفاً:

     “Miras taksiminde yakınlar, yetimler ve düşkünler bulunursa, ondan, onlara da verin, güzel sözler söyleyin.” (NİSA SURESİ – 8. AYET)

     Bu ayetin emrini, bir kısım âlimler nedbe hamlederken, diğer bir kısmı da bunun mutlaka yapılması gereken bir vacip olduğuna hükmetmişlerdir.

     Yetimlerin ve kimsesiz çocukların himayesi, bakımı çok önemlidir. Sevgiden, sıcak aile ortamından uzak olarak, sokakta kendi kendine veya çok zayıf bir ilgi ile yetişecek insanlar, mutsuz bir hayat yaşayacakları gibi, cemiyetin başına da pek çok problem çıkararak, sosyal huzuru da bozacaklardır. Bu sebeple dinimiz, onların mümkün olduğu kadar aile içerisinde barındırılmalarını ve diğer çocuklara gösterilen şefkatin, onlara da gösterilmesini emreder. Bununla birlikte, hukukî bazı sonuçlar doğuran evlâtlık müessesesini, yapay, suiistimale açık olduğu için, kabul etmez. İslâm’ın evlâtlık kurumunu kaldırması, yetim ve kimsesiz çocuklarla ilgilenilmeyeceği anlamına gelmez. Mahremiyet ile ilgili dinî prensiplere riayet etmek ve aşağıda belirteceğimiz hususlara bağlı kalmak şartıyla, çocuğu olmayan ailelerin, kimsesiz çocukları himayelerine alarak büyütmelerinde ve evlât edinmelerinde bir sakınca yoktur.

     Evlâtlık kurumuna, İslâmiyet öncesi Arap toplumunda da rastlanmaktadır. Hz. Peygamber (SAV), nübüvvetten önce eşi Hz. Hatice (RA)’nın kendisine hediye ettiği Zeyd b. Harise (RA) adlı köleyi, ailesinin satın almak istemesi üzerine azat etmiş, fakat Zeyd (RA), Peygamberimiz (SAV)’in yanında kalmayı tercih etmiş, bunun üzerine Resülüllah (SAV) onu evlât edinmiştir. İslâm’ın ilk yıllarında eski geleneğin devamı olarak bir süre muhafaza edilen evlâtlık kurumu, Medine döneminde nazil olan Ahzab suresinin 4. ayetiyle kaldırılmış, ardından gelen ayette de evlâtlıkların evlât edinenlere değil, asıl babalarına nispet edilmesi emredilmiştir. Evlâtlık kurumunu yaşatan etkenlerden biri de, kimsesiz çocuklara bakım ve gözetim ihtiyacıdır. Bunlara nesebi belli olmayan çocuklar da eklenebilir. Müslümanlığın evlenmeyi kolaylaştırıp özendirmesi, boşanmaya cevaz vermesi, gayr-i meşru birleşmelere ağır cezalar getirmesi, İslâm toplumunda evlilik dışı çocukların sayısını çok azaltmıştır. Öte yandan çocukların bakımı, İslâmiyet’in özen gösterdiği konuların başında gelmektedir. Terkedilmiş çocuklarla ilgili olarak getirilen esaslar veya çocukların bakımı ve gözetimi konusunda akrabaya, belirli kurum ve kuruluşlara yüklenilen ödevler, evlâtlık edinme kurumunun karşılaşmış olduğu ihtiyaçlara cevap verecek nitelik taşımaktadır.

     Evlâtlığın nesebi evlât edinene bağlanamaz, aralarında mahremiyet meydana gelmez ve mirasçılık ilişkisi doğmaz. Ancak böyle bir uygulamada kanunî mirasçılık söz konusu olmayıp, sadece vasiyet imkânı vardır. Evlât edinen kişi, başka mirasçısı yoksa mallarının tamamını, varsa üçte birini evlâtlığına vasiyet edebilir. Üçte biri aşan kısım için mirasçıların rızası şarttır.

     Yetime iyi muamele edilmesi dinimiz, yetimlere iyi davranılmasını emreder. Şu hadisler bu hususu açıkça ifade etmektedir: “Bir kimse, Müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak, yedirip içirmek üzere (evine) götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Yüce Allah onu mutlaka cennete koyar.”

     Hz Peygamber (SAV): “Ben ve yetimi himaye eden kimse, cennette şöylece beraber bulunacağız.” buyurdu ve işaret parmağıyla orta parmağını, aralarını biraz aralayarak, gösterdi. “Kocasız kadınlarla, yoksulların işlerine yardım eden kimse, Allah yolunda cihat etmiş gibi sevap kazanır.” Râvi diyor ki: “Hz. Peygamber (SAV)’in: “O kimse, tıpkı geceleri durmadan namaz kılan, gündüzleri hiç ara vermeden oruç tutan kimse gibidir.”
buyurduğunu da sanıyorum.”

“Allah’ım! İki zayıf kimsenin, yetimle kadının hakkını yemekten herkesi şiddetle sakındırıyorum.”

     Peygamberimiz (SAV)’in kendi evinden de yetim eksik olmazdı. Hz. Hatice (RA) ile evlendiğinde, Hatice (RA) validemizin ölen kocasından, Hind isminde bir erkek çocuğu vardı. Peygamberimiz (SAV) o yetime kendi öz çocuğu gibi bakmış, yetiştirmişti. Yine Peygamberimiz (SAV) Hz. Ümmü Seleme (RA) ile evlendiğinde, beraberinde beş yetimi vardı. Peygamberimiz (SAV) ona, beraberinde yetim çocukların bulunmasının evlenmesine bir engel olmayacağını söyledi ve öylece kabul etti. Bu çocukların babası Ebû Seleme (RA) seçkin sahabelerdendi. Bir savaşta şehit olmuştu. Bu çocuklar Peygamberimiz (SAV)’den, öz babalarını aratmayacak, hatta daha sıcak bir şefkat görmüşlerdi. Yapılan savaşlar sonunda şehit düşen sahabelerin çocukları yetim kalıyordu. Peygamberimiz (SAV) bu çocuklara ayrı bir ilgi gösterir, onları yalnız bırakmaz, ihtiyaçlarını karşılardı.

     Bazılarını da bizzat kendi himayesine alırdı. Ebu’d-Derdâ (RA rivayet ediyor:   
     “Peygamber Efendimiz (SAV)’e bir adam geldi, kalbinin katılığından dert yandı.

Resülüllah (SAV) ona şu tavsiyede bulundular: “Kalbinin yumuşak olmasını, ihtiyacın olan şeylere kavuşmayı ister misin? Öyle ise yetime şefkat göster, başını okşa, yediğinden ona yedir ki, kalbin yumuşasın ve muhtaç olduğun şeylere kavuşasın.”

     Hz. Enes (RA) rivayet ediyor: “Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurdu: “Namaz hususunda Allah’a karşı gelmekten sakının! Namaz hususunda Allah’a karşı gelmekten sakının! Namaz hususunda Allah’a karşı gelmekten sakının! Eliniz altında bulunanlar hususunda Allah’a karşı gelmekten sakının! Eliniz altında bulunanlar hususunda Allah’a karşı gelmekten sakının! İki zayıf hususunda Allah’a karşı gelmekten sakının: Dul kadınlar ve yetim çocuklar.”

YETİMİN İSTİKBALE HAZIRLANMASI

     Yetimin istikbale hazırlanması konusu Kur’an’da açık şekilde yer alır. Bu husus yetimin malının korunmasıyla ilgili olarak yer verilen tedbir ve emirlerde zımnen yer ettiği gibi, bunlar dışındaki bir kısım ayetlerde de açıkça ele alınmaktadır.

وَابْتَلُواْالْيَتَامَى حَتَّىَ إِذَا بَلَغُواْ النِّكَاحَ فَإِنْ آنَسْتُم مِّنْهُمْ رُشْداً فَادْفَعُواْإِلَيْهِمْ أَمْوَالَهُمْ:

     “Yetimleri evlenme çağına gelene kadar deneyin, onlarda rüşt (olgunlaşma) görürseniz, mallarını kendilerine verin.” (NİSA SURESİ – 6. AYET)

     Yetimler hakkında uzunca bir pasajdan bir parça olan yukarıdaki ayet, çocukların istikbale hazırlanması konusunda önemli açıklık ihtiva eder. Zîra “deneyin” diye tercüme edilen ayette zikredilen “ibtilâ” dan maksat, çocuğun ticaret işlerini yürütüp yürütemeyeceğini kontrol etmekten ibaret değildir. Onun hayata hazırlanması, kendi kendini idare edecek hâle gelmesini sağlamaktır. Bu sebeple dinî, dünyevî ve her çeşit eğitim ve öğretim “ibtilâ” kavramına dâhildir. Elmalılı merhum ayeti şöyle açıklar:

     “Yetimleri de deneyiniz, tecrübe ile talim ve terbiye ediniz, iyi ve güzel yönetmeye alıştırınız. Nihayet nikâh çağına geldikleri yani baliğ oldukları vakit, kendilerinde rüşt hisseder, akıllarının ve terbiye-i diniyyelerinin tamam olduğunu ve kendilerini hüsn-i suretle idare edeceklerini yakından anlarsanız, derhal mallarını kendilerine teslim ediniz.”
 
YETİMİN ISLAHI

     Yetimin terbiye, bakım, himaye gibi, her çeşit meselesine temas eden ayetlerden biri şudur:

فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْيَتَامَى قُلْ إِصْلاَحٌ لَّهُمْ خَيْرٌ وَإِنْ تُخَالِطُوهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ الْمُفْسِدَ مِنَ الْمُصْلِحِ وَلَوْ شَاء اللّهُ لأعْنَتَكُمْ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ:

     “Sana yetimleri sorarlar, de ki: Onların işlerini düzeltmek hayırlıdır. Eğer onlarla bir arada yaşarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah düzeltenden bozanı ayırt etmesini bilir. Allah dileseydi, sizi zarara sokardı...”   (BAKARA SURESİ – 220. AYET)

     Bu ayetin daha iyi anlaşılması için iniş sebebini bilmemiz gerekmektedir. Kaynakların ittifakla belirttiklerine göre: “Yetimlerin zulmen mallarını yiyenler, muhakkak karınlarında sırf bir ateş yerler ve yarın çılgın ateşe yaslanırlar.” mealindeki ayet nazil olduğu zaman, Müslümanlar yetimleri ailelerine dâhil etmekten korktular, mallarına bakmaktan sakındılar.

Ortaya çıkan problem üzerine, Hz. Peygamber (SAV)’e durumu sordular ve bunun üzerine ayet-i kerime nazil oldu. Burada “ıslâh” ve “muhâlata (beraberlik)”dan maksat nedir? Islah, dilimize de girmiş olan bu kelime, “faydalı kılmak, düzeltmek” şeklinde anlaşılmaktadır. Bu durumda ayet, “yetimlerle ilgili işlerin düzeltilmesi, faydalı hâle getirilmesi sizin için de, onlar için de hayırlıdır.” manasını içine alır.”

     “Eğer onlarla bir arada yaşarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir.” emri, maddî ve manevî yönden zararına olmamak kaydıyla, çocukların aile içerisinde yetiştirilmesine dikkatimizi çekmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, çocukların terbiye ve bakımlarıyla ilgili olarak, anne sütüyle beslenmeleri, süt devrelerinin miktarı gibi bir kısım teferruata yer verilmiştir.

Ancak; onların ailevî atmosfer içerisinde yetiştirilmesi gereğini ifade eden çok sarih emre rastlanmaz.

     Yukarıdaki ayet, bu emri bir vecibe olarak değil, tavsiye olarak yapmaktadır. Yani çocukların, iyilik ve yararlarına uygun olmak şartıyla, ailevî bir atmosfer içerisinde yetiştirilmesi daha hayırlıdır. Şayet ailede, istenen uygun atmosfer olmayacaksa, bunda ısrar “çocuğun salâhına” olmayacaktır. Nitekim Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur:

“Müslümanların en hayırlı evi, içinde yetime iyi muamele edilenidir. Müslümanların en kötü evi ise, içerisinde yetim bulunan, fakat ona fena muamele yapılan evdir.”

YETİMİN MALININ KORUNMASI

     Çocuğun hayata hazırlanması konusunda, Kur’an-ı Kerim’de üzerinde önemle durulan konulardan biri de, çocuğun malının korunmasıyla ilgilidir. Kur’an bu konuyu, yetimle ilgili bahiste ele almıştır. İslâm’dan önce Arap toplumunda, yetimlerin mallarından velileri istediği gibi tasarruf etmekte, gasp edercesine serbestçe harcamaktaydılar. Kur’an-ı Kerim yetimle ilgili diğer birçok uyarılardan başka, onların mallarının korunması hususunu da mükerrer ayetlerde özel olarak ele almış, korunması, artırılması ve belli bir disipline göre harcanması için direktifler vermiş, bunlara uymayanlar için ağır tehditlerde bulunmuştur:

وَآتُواْ الْيَتَامَى أَمْوَالَهُمْ وَلاَ تَتَبَدَّلُواْ الْخَبِيثَ بِالطَّيِّبِ وَلاَ تَأْكُلُواْ أَمْوَالَهُمْ إِلَى أَمْوَالِكُمْ إِنَّهُ كَانَ حُوباً كَبِيراً:

     “Yetimlere mallarını verin. Temizi pis olanla (helali haramla) değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katıp yemeyin. Çünkü bu, büyük bir günahtır.” (NİSA SURESİ – 2. AYET)

إِنَّ الَّذِينَ يَأْكُلُونَ أَمْوَالَ الْيَتَامَى ظُلْماً إِنَّمَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ نَاراً وَسَيَصْلَوْنَ سَعِيراً:

     “Yetimlerin zulmen mallarını yiyenler, muhakkak karınlarında sırf bir ateş yerler ve yarın çılgın ateşe yaslanırlar.” (NİSA SURESİ – 10. AYET)

     Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuşlardır:

اِجْتَنِبُوا السَّبْعَ  الْمُوبِقَاتِ قَالُوا يَا رَسُولَ للهِ وَمَا هُنَّ قَالَ: اَلشِّرْكُ بِاللَّهِ وَالسِّحْرُ وَ قَتْلُ النَّفْسِ الَّتِي حَرَّمَ اللَّهُ إلاَّ بِالْحَقِّ وَأكْلُ الرِّبَا وَأكْلُ مَالِ اْليَتِيمِ وَالتَّوَلِّي يَوْمَ الزَّحْفِ وَقَذْفُ الْمُحْصَنَاتِ الْغَافِلاَتِ الْمُؤْمِنَاتِ

     “Siz (fertlerin ve milletlerin mahvolmasına sebep olan) helâk edici yedi günahtan sakınınız!” Ashab-ı Kirâm: “Yâ Rasülallah! Bunlar hangileridir?” diye sorunca, Peygamberimiz (SAV),şöyle buyurdular:“Allah’a şirk (ortak koşmak),büyü yapmak, Allah Teâlâ’nın öldürülmesini haram kıldığı kimseyi öldürmek -haklı olarak öldürülen müstesna-; tefecilik; yetim malı yemek; düşman ile savaşırken kaçmak; evli ve hiç bir şeyden haberi olmayan namuslu bir kadına zina isnat ve iftira etmektir.”
 
YETİMİN EVLENDİRİLMESİ

     Yetimle ister veli bizzat evlensin, isterse yakınıyla evlendirsin, her durumda bu muamele, yetimin haksızlığa uğratılmaması şartına bağlanmıştır. Nisa suresi’nde özellikle velinin yetimle şahsen evlenmesi durumunda, bu hususa dikkat çekilir:

وَإِنْ خِفْتُمْ أَلاَّ تُقْسِطُواْ فِي الْيَتَامَى فَانكِحُواْمَا طَابَ لَكُم مِّنَ النِّسَاء مَثْنَى وَثُلاَثَ وَرُبَاعَ فَإِنْ خِفْتُمْ أَلاَّ تَعْدِلُواْفَوَاحِدَةً أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ ذَلِكَ أَدْنَى أَلاَّ تَعُولُواْ:

     “Eğer velisi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekle, onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız onlarla değil, hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz. Eğer o kadınlar arasında da adaletli davranmayacağınızdan korkarsanız, o takdirde bir tane alın veya sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için daha hayırlıdır.” (NİSA SURESİ – 3. AYET)

     Kimsesizlerin kimsesi olmak, sevgi ve şefkate muhtaç yetim ve kimsesiz çocuklara merhametle davranmak, insanlık ve Müslümanlık görevimizdir. Cennette, Kâinatın Efendisi (SAV)’le beraber olmanın yolu da, onlara iyi muamele etmekten geçmektedir.

Yetimlerine ve kimsesizlerine sahip çıkmayan toplumlar, hem yaratıcıya karşı görevlerini ihmal etmiş, hem de toplumsal huzuru baltalamışlardır.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
4


Yalşayan Hurafeler Karşışında Müslümanların Tavırları

AYET : ALİ-İMRAN SURESİ – 19. AYET

إِنَّ الدِّينَ عِندَاللّهِ الإِسْلاَمُ:

              MEALİ :   

      “Allah katında gerçek din İslam’dır.”   (ALİ-İMRAN SURESİ – 19. AYET)

     Yapılması gerekenlerin belki de en önemlisi ülkemizin, toplumda yaygın olan hurafeler açısından bir inanç haritasının çıkarılarak, o yönde ciddi ilmî araştırmalar yapılması ve araştırma sonuçlarının topluma çeşitli vasıtalarla intikal ettirilerek, toplumun bir tür eğitime tabi tutulmasıdır. Bunlar, çeşitli platformlarda, ilmi toplantılarda, konferanslarda gündeme getirilmek suretiyle konunun ciddiyeti topluma ihsas ettirilmelidir. Kur’an-ı Kerim, şu gerçekleri ifade eder:

إِنَّ الدِّينَ عِندَاللّهِ الإِسْلاَمُ:

      “Allah katında gerçek din İslam’dır.”   (ALİ-İMRAN SURESİ – 19. AYET)

هُوَ سَمَّاكُمُ الْمُسْلِمينَ مِن قَبْلُ وَفِي هَذَا لِيَكُونَ الرَّسُولُ شَهِيداً عَلَيْكُمْ وَتَكُونُوا شُهَدَاء عَلَى النَّاسِ:

     “Ona mensup olan insanların ise Müslüman olarak isimlendirildiğidir.” (HACC SURESİ – 78. AYET)

     İslâm’a inanıp teslim olan, emirlerini hakkıyla yerine getirmeye gücü yettiğince gayret eden Müslüman’ın da, aynı derecede mükemmel olduğu gerek Kur’an ayetlerinin delaletinden, gerekse Hz. Peygamber (SAV)’in hadislerinden çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Onun içindir ki, İslâm kültüründeki “insan-ı kâmil” kavramı, kemal ve üstünlük namına aklımıza ne geliyorsa hepsini üzerinde barındıran insan olarak, Müslüman’ı tarif etmektedir. Terminolojik tahlillere girmeden kısaca ifade edersek, Müslüman, Allah ve Resulü (SAV)’ne inanmış, dünyada yaptıklarının âhirette tek tek hesabını vereceğini idrak etmiş, bu inanç içinde tutum ve davranışlarını bir disiplin içinde tutmasını başarabilme azmi içinde inanç ve ameli dünyası bütünlük arz eden kimsedir.
     Müslüman:
 
إِلَّا الَّذِينَ آمَنُواوَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ:

     “İman eden ve sâlih amel işleyen Hakkı ve sabrı tavsiye eden kimsedir.”   (ASR SURESİ – 3. AYET)

“Allah için seven Allah için buğz eden kimsedir.”

“Bencil değil diğer insanları düşünen (diğergâm olan) insandır.”

“Herkese güven telkin eden kimsedir.” “İkiyüzlü, çifte standardın değil, “Rabbim Allah’tır deyip dosdoğru olan” kimsedir.”

“Kimseye zulmetmeyen ve zulme de rıza göstermeyen insandır.”
“İlmi, hikmeti nerede bulursa alan insandır.”

     Kısaca Müslüman, daima iyiyi doğruyu, güzeli öğrenen; iyiyi, güzeli ve doğruyu söyleyen, her zaman istikamet üzere olmaya çalışan insandır. 0, iyilik, doğruluk ve güzellikler için yaşar ve onları yaşatmaya çalışır. “Bir müminin diğer mümin kardeşini incitmesi caiz değildir.” diyen bir Peygamberin ümmeti olabilme becerisine ulaşabilme gayreti içindedir. Yani içi temiz, dışı temiz; inancı, ameli, hurafelerden uzak, dinine bid’at ve hurafe karıştırmamış insan = Müslüman.

     Ancak ne var ki, Kur’an ve Sünnet’in önerdiği mümin olmak için gerekli olan bu vasıflar, her zaman asr-ı saadet tazeliğinde olamamış, zaman içinde İslâm coğrafyasının genişlemesi sonucu, Müslümanların sahip oldukları saf, tertemiz inanç ve amel dünyaları, çeşitli inanç ve uygulama ögeleriyle farklı şekillerde tezahür etmeye başlamıştır. İslâm kültürünün kapsamı genişlemiş, Kur’an ve Sünnet esaslarının yanında, değişik kültür unsurları da İslâm kültürü içinde dinin bir emriymiş gibi algılanmaya başlanmıştır. Bunun tabii sonucu olarak, Müslümanların birbirlerine bakışları bile değişmiş, kavramlar birbirine karışmıştır. Pek çok bid’at ve hurafe, dinin yüce ilkelerini örtmüş, perdelemiştir. Öyle inanç ögeleri ortaya çıkmıştır ki, İslâm’ın temeli olan tevhid inancı zedelenmiş, şirke ve küfre düşme riski son derece artmıştır. En acı olanı ise, bütün bunların çoğu kez samimi duygularla ibadet aşkı ve heyecanı içinde yapılıyor olmasıdır.

     Tabii ki bu tarihi süreçtir ve kaçınılmaz bir sonuçtur. Burada mesele; bir suçlu aramak veya bu tür yanlışlıklar içinde olan Müslümanları itham etmek değil, konunun özünü kavramaya çalışmak ve ona göre çözüm aramak olmalıdır. Bu tarihi gerçekler ve İslâm tarihinde zaman zaman ortaya çıkan “ihya hareketleri” beraberce düşünüldüğü zaman bizi şu sonuca götürmektedir:

     Allah katında en hakiki ve mükemmel din olan İslamiyet’i ve onun kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’i, Allah Resulü (SAV), yirmi üç yıllık peygamberlik hayatı süresince tebliğ etmiş, açıklayıp yorumlamış; Kur’an emirlerini bizzat uygulamak suretiyle kendileri kâmil bir mümin olmanın örneğini vermişlerdir. Bu hususu, Kur’an şöyle ifade eder:

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌحَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً:

     “Ey insanlar! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar için ve Allah’ı çok anan kimseler için Rasûlüllah en güzel örnektir.”   (AHZAB SURESİ – 21. AYET)

     Gerek Kur’an-ı Kerim gerekse Hz. Peygamber (SAV)’in bu açıklama ve uygulamaları yani “sünnet” dinin aslını teşkil etmektedir. Müslümanların, her dönemde dinleri hakkında başvurdukları temel ölçü, bu iki asıl kaynak olmuştur, kıyamete kadar da böyle olacaktır.

Yapılan her türlü değerlendirme ve yorumda bu iki kaynağa uygunluk aranmaktadır. Bir inanç ögesinin ve işlenen bir amelin bid’at ya da hurafe olup olmayışını tespitte de bu ölçü yani Kur’an ve Sünnet’e uygunluk ölçüsü aranır.

     Buradan anlıyoruz ki, dini inanç ve uygulamalarımızda bizim için birinci derecede önemli olan, o konuda dayandığımız ölçüdür. Ölçümüz Kur’an ve Sünnet mi, yoksa toplumsal alışkanlıklarımız ya da geleneklerimiz mi? Şüphesiz birincisi yani Kur’an ve Sünnet’tir. Hatta yapa geldiğimiz bir takım alışkanlıklarımızı, adet ve geleneklerimizi de bu iki kaynağa göre değerlendiririz. Eğer aykırılık söz konusu ise onu terk ederiz. Çünkü bu ölçü, bizim dini bütünlüğümüzü ve istikametimizi sağlayan bir ölçüdür. Bu yüzden iyi bilinmesi gerekir.

     Bir başka ifade ile İslâm toplumunda, gerek bireysel gerekse toplumsal anlamda ciddi bir şekilde Kur’an ve Sünnet eğitimine ihtiyaç vardır. Eğer bu konuda bilgi eksikliği olursa, dinden olmayan pek çok şey dindenmiş gibi kabul edilir ki bid’at ve hurafe diye ifade edilen dindışı inanç ve uygulamalar toplumda yaygınlaşmaya başlar. Bu da, zaman içinde, sosyolojik bir gerçek olarak toplumsal kutuplaşmalara kadar varan bir problemler yığınının ortaya çıkmasına sebep olur. Sulh, sükûn, huzur ve barış anlamlarına gelen “İslâm”, bu durumda âdeta problem üreten, topluma huzursuzluk veren bir müessese haline gelmiş olur; hâlbuki gerçek, hiç de öyle değildir. Bilakis İslâm’ın insanlığa getirmiş olduğu ilahi mesaj, her iki dünyada da huzur ve saadeti önermekte, müntesiplerinin de her zaman bunu istedikleri, Kur’an’da bizzat ifade edilmektedir:

رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَاحَسَنَةً وَفِي الآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ:
     
     “Rabbimiz bize dünyada iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem ateşinden koru.”  (BAKARA SURESİ – 201. AYET)

     Öyleyse toplumda, dini olmadığı halde dindenmiş gibi zannedilerek uygulanan bir takım davranış biçimlerinin görülmesi, toplum fertlerinin bu konuda yeterli bilgiye sahip olmamaları sebebiyle böyle bir yanlış anlayışa sahip olduklarını göstermektedir. Zira cehalet, kişinin her türlü yanlışa düşmesinde en büyük etkendir. Bunu birkaç örnekle daha somut hale getirmeye çalışalım.

     Toplumumuzda sıkça görülen hurafelerin başında muska ve tılsımlar gelmektedir. (Bunlar, daha çok psikolojik temeli olan ruhî (manevi) hastalıklardan korunma amacıyla yapıldığı ifade edilen ve muhtelif şekilleri olan maskotlardır. Halk arasında gözlemlendiği şekliyle bunlar boyunlara takılmak, evin, arabanın belli yerlerine asılmak, hayvanların kafasına bağlanmak gibi farklı şekillerde kullanılmaktadır. Hz. Peygamber (SAV)’in sünnetinde muska ve temaim yasaklanmış; Allah’tan değil de bu çeşit eşyadan yardım dilemenin şirk koşmak demek olacağı ifade edilmiştir. Çünkü böyle bir inanç, Tevhid düşüncesini zedelemektedir. Zira fiillerin isnadının Allah’tan başkasına izafe edilmesi, yani muskalardan veya bir takım tılsımlardan medet umulması Allah inancını gölgede bırakmaktadır ki, böyle bir inanç içinde şirk unsurunu taşıyan bir inançtır. Her ne kadar bu yola tevessül eden insanların böyle bir niyeti olmasa da, konunun şirke düşme riski büyük olan bir uygulama olduğunu özellikle belirtmek isteriz. Muska uygulaması, Hz. Peygamber (SAV)’in hadislerinde belirtildiği şekliyle şartlı olarak izin verilen Rukye ile hiçbir zaman karıştırılmamalıdır.

     Yine böyle yaygın bir inanç da, eşyada uğur ve uğursuzluk bekleme düşüncesidir.

Hemen her konuda uğursuzluk düşüncesine konu olmuş pek çok inanç ögesi bulunmaktadır. Söz gelimi, baykuş ve karganın ötmesinde, köpek ulumasında, kara kedide, siyah köpekte, farede, yılanda, tenha ve ıssız yerlerde bulunduklarına inanılan, değişik suret ve şekillerde görünerek insanları yoldan saptırıp helak olmalarına sebep olan gul ve gulyabani de uğursuzluk vardır. Pazartesi çamaşır yıkamak iyi değildir. Salı uğursuz bir gündür. Gece aynaya bakmak uğursuzluk getirir, cin çarpar. Gece dışarı çöp atılması, çocuk beşiğinin boş sallanması iyi değildir. Elbiseyi çıkarmadan insanın üzerinde bir yerini dikmek uğursuzluk getirir gibi.

     Her ne kadar bu tür inanç ve uygulamaların bazılarının pratik açıklamaları olsa dahi, prensip olarak Hz. Peygamber (SAV)’in hadislerinde “Eşyada uğursuzluk görmek diye bir şeyin olmadığı.” bizzat ifade edilmiştir. Ama bugün şöyle bir etrafımıza baktığımızda, hemen her seviyede, ister eğitim görmemiş olsun, isterse eğitim görerek belli bir kültür birikimine sahip olmuş entellektüel pek çok insanın uğur ya da uğursuzluk inancına sahip oldukları görülmektedir.

     İslâm toplumunda, gerek bireysel gerekse toplumsal anlamda ciddi bir şekilde Kur’an ve Sünnet eğitimine ihtiyaç vardır. Eğer bu konuda bilgi eksikliği olursa, dinden olmayan pek çok şey dindenmiş gibi kabul edilir ki, bid’at ve hurafe diye ifade edilen din dışı inanç ve uygulamalar toplumda yaygınlaşmaya başlar.

     Bu tür inançların birer folklorik değer olarak benimsenmesi normal kabul edilip bir kültür unsuru sayılsa bile, konuya inanç açısından bakıldığı zaman, farklı zeminlere kaydığı görülmektedir. Mesela, bir yerde baykuş öttüğü zaman o evden ya bir cenaze çıkacak veya o ev sakinlerinin başına bir felaket gelecek diye inanmak, baykuş denilen o kuşun ötmesini felaket habercisi kabul etmek; o kuş ötmeseydi böyle bir felaket olmayacaktı, şeklinde inanmak, bir anlamda “fiillerin yaratıcısının Allah olduğu” inancını unutarak, meydana gelen fiilin yaratıcısını, Allah’tan başka varlıklarda aramak demek olacaktır ki, bu İslâm Dininin en temel prensibi olan Tevhid inancına aykırı düşmektedir.

Uğur veya uğursuzluk düşünceleri, beşeri değerlendirmeler olup, hadiselerin meydana gelmesinin, varlıkların yaratılış özelliklerine veya belli davranış şekillerine bağlamak Tevhid’e zıttır. Çünkü baykuş sesinin felaket haberi olduğu inancın menşeine bakıldığı zaman, bunun anlamı Cahiliyye Araplarında görüldüğü şekliyle, baykuşun, kısas olunmayan bir maktulün ruhunun tecessüm etmiş şekli olarak kabul edilmesi, umumi manası itibariyle “ruhun bir vücuttan diğerine intikali” demek olan “TENASÜH=RUH GÖÇÜ=REENKARNASYON” inancı ile yakından ilgili olduğu görülmektedir. Bu da İslam Dini’nin reddettiği bir inançtır. Halkımız arasında gerek inanç yönünden gerekse, geleneksel olarak yaşatılmaya çalışılan, onlarda bir takım kutsallık aranan pek çok hurafe -boş inanç- çeşitleri bulunmaktadır. Üzücü olan ise, bu tür hurafelerin birer folklorik değer olarak halka mal edilmesi yönünde gayretler sarf edilirken, tarihi kökenlerinin ne olduğu ve İslâm Dini’nin bunları nasıl değerlendirdiği konusunda yeterli bilginin verilmeyişidir.

Durum böyle olunca, bu hurafeler, zamanla insanımızın hayatında, terk edilemez bir unsur olarak yer alacaktır ki, bu da insanımızı din ile geleneğin çatıştığı bir ikilem içine itecektir.

     Aslolan; dine ait olan bir değer ile, geleneğe ait olan bir değerin birbirinden ayrılması, dinle çatışan, ona ters düşen geleneklerin ise, toplumda din-gelenek çatışması sonucu ortaya çıkabilecek bir takım psikolojik ve rûhi rahatsızlıklara sebep olacağı düşüncesiyle, zaman içinde onların terk edilmesidir. Öyleyse, Müslüman’ın sahip olması gerektiği Tevhid inancını zedeleyen bu ve benzeri hurafelerden arınması için yapılması gereken şey nedir?

     Hz. Peygamber (SAV)’in sünnetinde muska ve temaim yasaklanmış; Allah’tan değil de bu çeşit eşyadan yardım dilemenin şirk koşmak demek olacağı ifade edilmiştir. Çünkü böyle bir inanç, Tevhid düşüncesini zedelemektedir.

     Bu konuda yapılacak en önemli şey, toplumun aydınlatılması, doğru bilgilerin onlara birinci el kaynaklardan ulaştırılmasıdır. Bu yapılırken sadece, o inanç öğesinin bir hurafeden ibaret olduğunu belirtmekle yetinilmeyip, bizzat gerek menşeinden, gerekse topluma intikal eden şeklinin tarihi gelişiminden de bahsetmek suretiyle, niçin yanlış olduğu düşüncesi verilmeli, toplum, mantıken o konuda ikna edilmelidir. Sadece “bu şudur, şu değildir!” şeklindeki açıklama ve yorumlar, hurafelerle mücadele konusunda yeterli sonuçların elde edilmesine kâfi gelmemektedir. Ayrıca, toplumun hassas olduğu noktalarda, yapılacak eleştirilerde, bu hassas noktaların dikkate alınması; keskin tavırlarla değil, öğretici, eğitici ve inandırıcı üslup içinde yapılması, alınacak sonucu müspet yönde etkileyecektir.

     Bunun için yapılması gereken bir başka husus, -belki de en önemlisi- ülkemizin, toplumda yaygın olan hurafeler açısından bir inanç haritasının çıkarılarak, o yönde ciddi ilmî araştırmalar yapılması ve araştırma sonuçlarının topluma çeşitli vasıtalarla intikal ettirilerek, toplumun bir tür eğitime tabi tutulmasıdır. Bunlar, çeşitli platformlarda, ilmi toplantılarda, konferanslarda gündeme getirilmek suretiyle konunun ciddiyeti topluma ihsas ettirilmelidir. Konu ciddidir, zira doğru zannedilerek işlenen veya kabul edilen yanlışlıklar üzerine bina edilen farklı davranışlar daha kötü sonuçların doğmasına zemin hazırlamaktadır. Burada özellikle din görevlilerimize büyük görevler düşmektedir. Her hafta okunan hutbe ve yapılan va’z-u nasihatlerde, uygun bir üslup güzelliği içinde halka verilmeye çalışılan dini bilgilerde, bir Sünnet’in ihya edilmesi sağlanmaya çalışılırken, bir bid’atın ve hurafenin de kaldırılması konusuna daha fazla ağırlık verilebilir. Halk, her gün işlemekte olduğu veya işlendiğine şahit olduğu hurafelerin menşei ve dinle olan münasebetinin ne olduğu konusunda ciddi ve ilmi bilgilere sahip olduğu zaman, kısa vadede olmasa da zaman içinde bu tür boş inançlardan arınmış olacaktır.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
5
İlmihal Bilgiler + islam Ansiklopedisi / Yalanın Zararları
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Bugün, 10:02:40 ÖÖ »


Yalanın Zararları

AYET : AHZAB SURESİ – 70. AYET

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَقُولُوا قَوْلاً سَدِيداً:

          MEALİ :

     “Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin.” (AHZAB SURESİ – 70. AYET)

     Doğruluk iman sahibinin şiarıdır. Yalan ise nifak alametlerindendir. İnsan her hareketinde doğru olacak, asla yalana tenezzül etmeyecektir. Pusulanın ibresi, belirli bir istikameti gösterir. İman nuru da daima doğruluğa ışık tutar. Bu itibarla müminin özü ve sözü, içi ve dışı, işi ve gücü hep doğru olacaktır.

     Yalancılık, iki cihanda yüz karasıdır. Yalancı, foyası meydana çıkasıya kadar, birkaç kişiyi kandırabilir. Fakat ikbalin mumu yatsıya varmadan söner. Hz Peygamber (SAV)’in en çok buğz ettiği huy yalancılıktı.

     Yalancı, maşeri vicdanda öyle bir mahkûmiyete uğrar ki, onun doğru sözüne de kimse inanmaz. Yalancı, iki yüzlülük ve yalan sözlülükle hem Hakk’ın hem de halkın nazarında itibar ve itibarını kaybetmiş olur. Söz, özün tercümanıdır. Kişi, yalan söylemekle kalbinin murdarlığını açığa koyar. Yalancılıktan sakınmak isteyen bir insan, konuşulan her sözün doğruluğuna hüküm vermemelidir. Sonra bilmeyerek yalan haberi yaymış olur.

Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:

     “Kişiye işittiği her şeyi haber vermek, yalan olarak yeter.”

     İman, yalanı reddeder. Kamil imanla yalan bir arada devam edemez. Bu gerçeği şu hadis-i şerif şöyle ifade ediyor:
 
عن صفوان بن سلَيْمٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال:قُلْنَا يَا رَسُولَ اللّهِ: أيَكُونُ الْمُؤْمِنُ جَباناً. قَالَ: نَعَمْ. قُلْنَا: أفَيَكُونُ بَخِيً؟ قَالَ: نَعَمْ. قُلْنَا: أفَيَكُونُ كَذّاباً؟ قَال:لا:

     Ashap’tan Safvan b. Süleym naklediyor: “Ey Allah’ın Resulü! Mümin korkak olabilir mi?” diye sorduk. Hz Peygamber (SAV) cevap verdi: “Evet, olabilir.” Tekrar sorduk:

“Mümin cimri olabilir mi?” Hz Peygamber (SAV) cevap verdi: “Evet.” Tekrar sorduk:

“Mümin yalancı olabilir mi?” Hz Peygamber (SAV) cevap verdi: “Hayır, olamaz.”
     Sözün mefhum-u muhalifi düşünüldüğü zaman yalancılık yapanın kâmil bir Müslüman olamayacağı açığa çıkmış olur. Yalancılık, kişinin dünyada özünü ve yalancı foyaların meydana çıkacağı ahirette yüzünü karartır. Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:

     “Yalandan sizi sakındırırım. Çünkü yalan, iman-ı kâmilden uzaklaştırıcıdır.”

وعن عبداللّهِ بن عامر قال:دَعَتْنِي أُمِّي يَوْماً وَرَسُولُ اللّهِ قَاعِدٌ في بَيْتِنَا. فَقَالَتْ: هَا تَعَالَ أُعْطِيكَ. فقَالَ لَهَا: مَا أرَدْتِ أنْ تُعْطِيهِ. قَالَتْ: أرَدْتُ أنْ أُعْطِيَهُ تَمْراً. فقَالَ لَهَا: أمَا إنَّكِ لَوْ لَمْ تُعْطِيهِ شَيْئاً كُتِبَتْ عَلَيْكِ كَذْبَة:

     Ashap’tan Abdullah b. Âmir (RA) rivayet ediyor:

     “Hz Peygamber (SAV)’in evimizde bulunduğu bir günde annem: “Gel sana vereceğim.” diyerek beni yanına çağırmıştı. Hz Peygamber (SAV): “Ona ne vermeyi diledin?” diye sordu. Annem: “Hurma verecektim.” dedi. Hz Peygamber (SAV): “Şayet ona bir şey vermeyecek olsaydın, senin üzerine yalan söyleme günahı yazılırdı.” buyurdu.

     Kadın sahabelerden Esma binti Yezid (RA), Hz Peygamber (SAV)’e sordu: “Ey Allah’ın Resulü! Bizlerden biri canının çektiği yiyeceğe davet olunduğu zaman, iştahım yok dese bu yalan sayılır mı?” Hz Peygamber (SAV( cevap verdi: “Hiç şüphe yok ki yalan, yalan olarak, yalancık ta küçük yalan olarak yazılır.”

     İnsan konuşacağı bir sözün doğru olup olmadığında şüphe ederse onu söylememelidir. Zira insanın sadrında manevi alarm cihazı bulunmaktadır. Kişi yapacağı hayırlı bir iş veya konuşacağı iyi bir söz sırasında kalbinde bir rahatlık hisseder. Yalan yanlış bir söz konuşmak istediğinde kalbinde bir tereddüt, vicdanında bir tedirginlik duyar.

Kul böyle bir hal karşısında şaşırmasın ve yanlış bir tercih yapmasın diye, Hz Peygamber (SAV) şöyle ikaz ediyor:

وَعَنْ أَبِي الجوزاء قَالَ:قُلْتُ لِلْحَسَنِ بْنِ عَلِيُّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُمَا: مَا حَفِظْتَ مِنْ رَسُولِ للّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ؟ قَالَ: حَفِظْتُ مِنْهُ: دَعْ مَا يَرِيبُكَ إِلَى مَاَ يُرِيبُكَ، فَإِنَّ الصَّدْقِ طُمَأْنِيَنةٌ، وَالْكَذِبَ رِيبَةٌ:

     “Ebi'l-Cevzâi (RA) anlatıyor: “Hasan İbni Ali (RA)’a: “Resülüllah (SAV)’den ne ezberledin?” diye sordum. Şu cevabı verdi: “Hz Peygamber (SAV)’den: “Sana şüphe veren şeyi terk et, emin olduğun şeye ulaşıncaya kadar git. Zira sıdk (doğruluk) kalbin itminanıdır, yalan şüphedir.”

     Yine Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:

     “Altı şeyi koruyacağınıza candan teminat sözü verin, ben de sizin cennete girmeniz için kefil olayım: Haber verdiğiniz zaman doğru sözlü olun. Sözleşme yaptığınız zaman vefalı olun. Emanet bir mal size tevdi olunduğunda sahibine verin. Irzınızı koruyun.

Harama karşı gözlerinizi kapatın. Ellerinizi eza vermekten men edin.”

     Başka bir hadislerinde Hz Peygamber (SAV) şöyle buyurur:
     “Ben şaka yoluyla olsa bile, yalanı terk eden kimsenin cennetin ortasında bir ev sahibi olması için kefilim.”

     Abdullah b. Mes’ud (RA)’ın rivayet ettiği hadis-i şerif şudur: Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:

عن اِبْنِ مسعةد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَالَ:قَالَ رَسُولُ للّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِنَّ الصِّدْقَ يَهْدِي إِلَى الْبِرِّ، وَإِنَّ الْبِرَّ يَهْدِي إِلَى الْجَنَّةِ، وَإِنَّ الرَّجُلُ لَيَصْدُقُ، وَيَتَحَرَّى الصِّدْقَ حَتَّى  يِكْتَبَ عِنْدَ اللّهِ صِدِّيقَا، وَإِنَّ الْكَذِبَ يَهْدِي إِلَى الْفُجُورِ، وَإِنَّ الْفُجُورِ يَهْدِي إِلَى النَّارِ، وَإِنَّ الرَّجُلُ لَيَكْذِبَ وَيَتَحَرَّى الْكَذِبَ حَتَّى يُكْتَبَ عِنْدَ اللّهِ كَذَّابَا:

     “İbni Mes’ud (RA) anlatıyor: “Resülüllah (SAV) buyurdular ki: “Sıdk insanı birr’e (Allah’ı razı edecek iyiliğe) götürür, birr de cennete götürür. Kişi, doğru söyler ve doğruyu arar da sonunda Allah’ın indinde sıddîk (doğru sözlü) diye kaydedilir. Yalan da kişiyi haddi aşmaya götürür. Haddi aşmak da ateşe götürür. Kişi yalan söyler ve yalanı araştırır da sonunda Allah’ın indinde yalancı diye kaydedilir.”

     Akl-ı selim sahibi bir insan, ne bir menfaat temini için, ne de halkın yanında itibar sahibi olmak için ne de halkı neşelendirip güldürmek için yalandan faydalanmaya tevessül etmemelidir. Hz Peygamber (SAV),ümmetini şöyle uyarıyor:

وعن بهْز بن حكيم عن أبيه عن جدّهِ قال:قَالَ رَسُولُ اللّهِ: وَيْلٌ لِلّذِي يُحَدِّثُ بِالْحَدِىثِ لِيَضْحَكَ مِنْهُ الْقَوْمُ، فَيَكْذِبُ. وَيْلٌ لَهُ، وَيْلٌ لَهُ:

     Behz İbnu Hâkim an ebihi an ceddihi anlatıyor:  “Bir topluluğu güldürmek için yalan bir haber çıkarana yazıklar olsun. Veyl olsun ona, yazıklar olsun ona.”

     İrtikâp edilen yalanın ne derece çirkin ve nefreti mucip olduğunu, şu hadis ifade eder:
     “Bir kul yalan söylediği zaman dikle getirdiği sözün çirkin kokusundan dolayı yanındaki melek bir mil mesafede uzaklaşır.”

     Ashap’tan Huzeyfe (RA), yalanın zararını şöyle açıklamıştır: “Bir adam Hz Peygamber (SAV)’in asrında bir yalan kelime söylerdi de bu kelime sebebiyle münafık olurdu. Ben şimdi aynı kelimeyi sizin birinizden günde on defa işitmekteyim.”

     Hz Huzeyfe (RA)’ın bu iddiası, kendi kanaat ve görüşü değil, Hz Peygamber (SAV)’in beyanlarına dayanmakta ve aklı zorlayacak tereddütleri bertaraf etmekteydi. Hz Peygamber (SAV) münafıkların sıfatlarını umumî olarak açıklamış ve onların isimlerini Hz Huzeyfe (RA)’a vermişti. Münafık kalbinde küfür gizleyen ve Müslüman görünmeye çalışan ikiyüzlü, iki sözlü kimselerdir. Onların tavırlarını tescil ve tafsil eden hadisinde Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:

عن ابن عمرو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنهما قال:قَالَ رَسُولُ اللّهِ : أرْبَعٌ  مَنْ كُنَّ فيهِ كَانَ مُنَافِقاً خَالِصاً. وَمَنْ كَانَتْ فِيهِ خَصْلَةٌ مِنْهُنَّ كَانَتْ فِيهِ خَصْلَةٌ مِنَ النِّفَاقِ حَتّى يَدَعَهَا: إذَا أُؤْتِمِنَ خَانَ، وَإذَا حَدّثَ كَذَبَ، وإذَا عَاهَدَ غَدَرَ، وَإذَا خَاصَمَ فَجَرَ:

     “Dört kötü davranış vardır. Kimde bu şeyler bulunacak olursa, halis münafık olur. Kimde de bunlardan bir haslet, huy bulunursa, terk edesiye kadar, nifaktan bir şey onda bulunmuş olur: Bir şey emanet bırakılsa hıyanet eder, haber verdiğinde yalan söyler, sözleşme yaptığında mağdur eder ve murafaa olduğunda haktan ayrılır.”

     Başka bir hadis-i şerif te şöyledir:

     “Üç şey kimde bulunursa o kimse oruç tutsa da, namaz kılsa da, hac ve umre yapsa da ve: “Ben Müslüman’ım.” dese de münafıktır: Bir haber verdiğinde yalan söyler, vaat ettiğinde sözünden döner, bir şey emanet olunsa hıyanet eder.”

     Yalandan söz açılınca, akla hemen yalan şahitliği gelir. Bir mahkemede, haklıyı haksız; hak sahibi olmayanı haklı çıkarmak için verdiği ifadeye yalan karıştırmak, en çirkin bir hareket olur. Şahitlik, cemiyet hayatının kaçınılmaz icaplarındandır. Medeni ve tarihi bir takım muamelelerin yapılışında bazen anlaşmazlıklar çıkar ve işin halledilmesi mahkemeye intikal eder. Davanın bir sonuca bağlanabilmesi için şahide ihtiyaç duyulur.

Şahitlik yapılmayacak olursa iş münakaşaya dökülür, kavga ve gürültünün önü alınamaz ve toplumda huzur kalmaz. Bu gibi hallerin önlenebilmesi için Kur’an şöyle buyurur:

وَلاَ تَكْتُمُواْ الشَّهَادَةَ وَمَن يَكْتُمْهَا فَإِنَّهُ آثِمٌ قَلْبُهُ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ:

     “Şahitliği bildiklerinizi gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi günahkârdır. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.”  (BAKARA SURESİ – 283. AYET)

     Hz Peygamber (SAV),bir gün sabah namazını eda edip cemaate döndüğü vakit ayağa kalktı da üç defa şöyle söyledi:

     “Yalan yere şahitlik etmenin günahı, Allah’a şirk koşmaya denk kılınmıştır.”

     Daha sonra şu ayeti okudu:

ذَلِكَ وَمَن يُعَظِّمْ حُرُمَاتِ اللَّهِ فَهُوَ خَيْرٌ لَّهُ عِندَ رَبِّهِ وَأُحِلَّتْ لَكُمُ الْأَنْعَامُ إِلَّا مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ فَاجْتَنِبُواالرِّجْسَ مِنَ الْأَوْثَانِ وَاجْتَنِبُوا قَوْلَ الزُّورِ:حُنَفَاء لِلَّهِ غَيْرَ مُشْرِكِينَ بِهِ وَمَن يُشْرِكْ بِاللَّهِ فَكَأَنَّمَا خَرَّ مِنَ السَّمَاء فَتَخْطَفُهُ الطَّيْرُ أَوْ تَهْوِي بِهِ الرِّيحُ فِي مَكَانٍ سَحِيقٍ:

     “Durum böyle. Her kim, Allah’ın emir ve yasaklarına saygı gösterirse, bu, Rabbinin katında kendisi için daha hayırlıdır. (Haram olduğu) size okunanların dışında kalan hayvanlar size helâl kılındı. O halde, pislikten, putlardan sakının; yalan sözden sakının.

Kendisine ortak koşmaksızın Allah’ın hanifleri (O’nun birliğini tanıyan müminler olun). Kim Allah’a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibidir.”  (HACC SURESİ – 30/31. AYETLER)

Yalan söz, insanların huzurunu ihlal ettiği ve ahlakını bozduğu için haram kılınmıştır.

İnsanların arasını ıslah etmek, baba ile evladın, koca ile karının arasını düzeltmek için, başka çare yoksa yalan söylemek caiz görülmüştür. Bu konuda Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:

     “Her yalan Âdemoğlunun aleyhine yazılır. Ancak üç yalan müstesna: Bir adam harpte düşmana yalan söyleyebilir. Zira harp hiledir. Bir adam karısına yalan söyleyip te onu razı edebilir. Bir adam, iki adamın arasını düzeltmek için yalan söyleyebilir.”

     Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:

     “İnsanların arasını düzeltmeye çalışan yalancı değildir. Bu kimse ya hayır söyler veya hayır türetir.”

     Hayır söyleyen dini hükümleri açıklar, ayet ve hadislerden misaller getirir. Hayır türetmeye gelince: “Filan kimse sana selam söyledi ve senin hakkında iyi dileklerini dile getirdi. O seni çok seviyor.” demek gibi laflar söyler. Hâlbuki o kimse böyle laflar söylememiştir. Aralarını ıslaha çalışan kimse bu sözleri kendi zihninde mayalamış ve geliştirmiştir.

     Allah, sözün yalanından, paranın haramından ve alkolün dumanından nefsimizi ve neslimizi korusun.

KÜRSÜDEN MÜMİNLERE VAAZ VE İRŞAT

MEHMET EMRE
6


Ahiretin kapısı ölümü Hatırlamak ve Ona Hazırlanmak

Dünyada hepimize er veya geç gelecek olan ölüm kadar kati bir hakikat yoktur. Hatta ölüm, her bugünün yarını, her gecenin bir gündüzü ve her yazın bir kışı olmasından daha kesin bir gerçektir. Nitekim her gün aramızdan ayrılanlar ile de bu durumu müşahede ediyoruz.

Eğer ölüm sırf yokluk, yok olup gitmek olsaydı o zaman yapılacak pek bir şey kalmazdı. İnsanlar aslandan kaçar gibi ölümden korkar ve kaçarlar ama ne kadar kaçsalar da yine bir gün ölüm onları yakalar, korktukları başlarına gelir. İnsan yok olmaktan korktuğuna, yok olmayı istemediğine ve ölüp gitmekle yok olmayacağına, sadece bir dünyadan diğerine göçeceğine göre...

İşte bu noktada ölüme ve ölüm sonrasına hazırlık ihtiyacı gündeme gelmektedir. Çünkü insanoğlu fıtraten yarınına hazırlık yapma duygusuyla yaratılmıştır. Ölümden sonraki hayatı hatırlatan en müşahhas gerçeklik ölüm olduğu için Peygamber Efendimiz bizleri ölümü çok hatırlamaya teşvik etmiş, ölümü çok anmayı hayra alamet saymış ve “Lezzetleri yok edici olanı, yani ölümü çok hatırlayın (hatırınızdan hiç çıkarmayın).” buyurmuştur. (Tirmizi, Zühd, 31; İbn Mace, Zühd, 31.) Kendilerine ensardan bir sahabi: “Müminlerin en akıllısı hangisidir ey Allah’ın Resulü?” diye sorunca: “Ölümü çok anan ve ölümden sonrası için güzel hazırlık yapanlar var ya, işte onlar en akıllı olanlardır.” (İbn Mace, Zühd, 31.) cevabını veren Hz. Peygamber (s.a.s.), insanların en zahidinin kim olduğunu sorana da şöyle söylemiştir: “İnsanların en zahidi, kabri ve (orada) çürümeyi unutmayan, dünya ziynetinin fazlasını terk eden, bakiyi (ahireti) fâniye (dünyaya) tercih eden ve yarınki günlerini saymayıp (dünyada uzun emeller peşinde koşmayıp) kendisini ölülerden sayan kimsedir.” (Azizi, Ali b. Ahmed, Siracu’l-Münir, c. I, s. 186.) Bu son hadiste tavsiye edilen, dünya nimetlerinden tamamen el etek çekmek değildir. Nitekim hadisin şerhinde, dünya nimetlerinden ihtiyacı kadar faydalanmanın insanı zühdden çıkarmayacağı misallerle açıklanmıştır.

Akıllı insanın başta gelen özelliklerinden biri de yarınını garanti altına almak için gayret sarf etmek ve başına geleceği muhakkak olan hadiseler için önceden tedbir almaktır. Dünya hayatında bile insanların bugünden yarın için, yazdan kış için çalışıp hazırlanmaları, o günlerin geleceğini düşünmeleri ve o günkü hâlleri bugünden görür gibi olmaları sebebiyledir. Hâlbuki hiç kimsenin ne yarının geleceğine garantisi vardır ne de kendisinin yarına ulaşacağına dair kesin bilgisi. Her ikisi de muhtemeldir. Gelmesi muhtemel olan ilerideki günleri için bugünden hazırlık yapan insanoğlunun, gelmesi muhakkak olan ölümden sonraki hayatı hatırlayıp da ona hazırlık yapmaması hiç düşünülebilir mi?

Bu sebeple Sevgili Peygamberimiz ölümü çok anmamızı ve ondan sonrası için hazırlık yapmamızı emretmiş, nefsin arzularına değer vermemeyi ve ölümden sonrası için çalışmayı akıllılık alameti saymıştır. Ashaptan Bera b. Azib, Resulüllah’ın yanındayken gördükleri topluluğun kabir kazdıklarını öğrenince Resulüllah’ın hemen gidip mezarın yanında ağladığını ve yanındakilere şöyle öğüt verdiğini anlatıyor:

“Ey kardeşlerim, bu gün için (başka bir rivayette şurası için) hazırlanınız.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. IV, s. 294, Meymeniyye, 1313h.)

Ölüm gelmeden önce ölüme hazırlanmayı hidayet alameti sayan Resulüllah (s.a.s.), bir gün Abdullah b. Ömer’in omzuna elini koyarak onun şahsında bütün ümmetine şöyle nasihat etmiştir: “Dünyada sanki gurbette imiş gibi yahut yolculukta bulunuyormuş gibi ol. Kendini mezarlıktakilerden say. Sabahladığın zaman kendine akşamdan söz etme, akşamlayınca da sabahtan bahsetme. Hastalanmadan önce sıhhatinden, ölümünden evvel de hayatından faydalan. Çünkü sen yarın isminin ne olacağını bilemezsin ey Abdullah!” (Tirmizi, Zühd, 17.)

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de, dünya zevklerine dalıp da kabre varıncaya dek ölümü hatırlamayanların kabirde gerçeği göreceğini ve dünyada iken kendilerine verilmiş olan tüm nimetlerden sorguya çekileceklerini haber vermektedir. (Tekasür, 102/1-8.) Dünya hayatının rengârenk güzelliklerinin hep geçici olduğunu göremeyen ve bu dünyaya imtihan için geldiklerini unutanların ölüm anındaki acıklı durumlarını ve dünyaya dönüşü arzulamalarını da şöyle anlatıyor Kur’an: “Nihayet onlardan birine ölüm gelince ‘Rabbim! Beni dünyaya geri gönderi ki terk ettiğim dünyada salih bir amel yapayım.’ der. Hayır! Bu sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine engel) bir perde (berzah) vardır.” (Müminun, 23/99-100.) Şüphesiz onların burada anlatılan dünyaya dönüş arzuları, o ana kadar geçirdikleri hayatlarını devam ettirmek ve yine mallarıyla, mülkleriyle oyalanmak için değildir. Artık gerçeği gördükleri için Allah’a itaat gayesiyle dünyaya dönüşü arzu etmektedirler ki kâfir ve münafıkların ölüm anındaki bu isteklerinden başka, biri kıyamet günündeki azabı görünce biri de cehenneme ebedî kalmak üzere girince olmak üzere iki kere daha dünyaya dönüşü arzulayacakları Kur’an-ı Kerim’de haber verilmiştir. (Şura, 42/44; Fatır, 35/37.)

Burada şunu da belirtmek isteriz ki İslam’da ölümü hatırlamak ve ölümden sonrasını düşünmek, mümine dünya hayatını zindan etmek için tavsiye edilmemiştir.

Aksine bu tavsiye, müminin dünyada mutlu olması ve ahiretine de hazırlık yaparak her iki dünyası için müspet faaliyetlerinden ötürü saadet ümidiyle yaşaması ve ümitsizliğe düşmemesi içindir. Zira nasıl ki kışlık hazırlığı tam olanı kışın gelişi korkutmaz ise ahiret hazırlığı tam olanı da ölümün gelişi korkutmaz.

Mümin, dünyadan ayrılırken kıyametinin kopacağını ve o ölünce meleklerin önden ne gönderdiğini, insanların ise cenazenin ardından giderken geriye ne bıraktığını soracaklarını bilir. Kabrin karanlık ve yılan, çıyanla dolu dar bir yer olduğunu, orada sorguya çekileceğini ve kabri cennet bahçelerinden biri hâline getirmenin kendi elinde olduğunu da bilir. İşte bütün bunları bildiği için de ölümü çok anar hatta hiç hatırından çıkarmaz ve ona hazırlık yapar.

Öte yandan mümin, ölümden sonrasını hatırdan çıkarmayıp oraya hazır olduğu için ölümden de korkmaz. Çünkü insanların ölümden korkmalarının sebebi, ölümden sonraki hayata hazır olmayışlarındandır. İnsanın ahiret hazırlığı ve takvası arttığı nispette ölüm korkusu azalır. Ölümü çok hatırlayan müminin ise ona hazır olacağı için böyle bir korkusu olmaz.

Ölümü anmanın insana sağladığı başka faydalar da vardır. Büyüklerden biri bunları şöyle sıralar: Günahlardan hemen tövbe etmek, rızkında kanaat etmek ve Allah’a kulluk ederken içten gelen bir istek ve aşkla bunu yapmak. Aynı zat, ölümü unutan kimseye de Allah’ın üç musibet vereceğini ifade ederek bunları şöyle sıralamaktadır:

1-   Daha vakit var, gençliğim var diyerek tövbeyi sonraya bırakması,

2- Dünyadaki mal, mülk ve evladın bir imtihan için verildiğini unutarak dünyaya karşı hırs ve tamahının artması,

3- İbadetlerini yapmada üşenmesi. (Şarani, Abdulvahhab b. Ahmed, Muhtasaru Tezkireti’l İmam Ebi Abdillah el-Kurtubi, s. 4.)

Hâlbuki ölüm, kardeşi kardeşten, evladı anneden, karıyı kocadan ayırır. Yine insanı, uğruna ahiretini yıktığı ve canından çok sevdiği mallarından ayırır. Çoğu zaman insanın sevdiği mallarını, sevmediği kimselere bıraktırır. Kendisi orada kazanıp biriktirdiği malın mülkün hesabını vermeye çalışırken hatta bazen cezasını çekerken başkaları da sefasını sürer.

Niceleri vardır ki ruhları bedenlerinden ayrıldığı ve gerçeği gördükleri zaman geride bıraktıkları akraba ve yakınlarına şöyle seslenmek isterler:

“Ey ailem ve çocuklarım! Dünya benimle oynadığı, beni oyaladığı gibi sizinle de oynayıp oyalamasın. Helal haram mal topladım; faydası size, zararı bana oldu. Benim gibi olmaktan sakının.” Ama ne yazık ki dünyaya dalmış olanlar bu sese kulak vermez ve ölümden sonrasını düşünmezler. Onlar ölümden ve ölülerden de ibret almazlar. Ama ne kadar ölümden kaçsalar da bir gün mutlaka ölüm onlara gelecek, ölüm ağına onlar da düşeceklerdir.

Ölümü hatırlamak, aynı zamanda katı kalplerin yumuşatıcı ilacıdır. Bolluk ve nimet içinde olanları gafletten, darlıkta olanları da şiddetli elemden kurtarır.

Ölümü ve ahiret hayatını hatırından hiç çıkarmayan mümin dünyayı aşırı sevmez, dünya nimetlerinden istifade ederken de her zaman sabırlı ve kanaatkâr olur.

O, başına gelebilecek bela ve musibetlere sabretmesini bilir, bunlar karşısında sabırsızlık etmez ve isyana düşmez. Çünkü o her şeyin Allah’tan geldiğine ve karşılıksız kalmayacağına inanır, daima rıza ve teslimiyet makamında oturur. Mümin, eliyle daima hayır yapar, diliyle hayır söyler, hiç kimseyi incitmez, her an ölümün gelebileceğini düşünerek gaflete düşmez, her zaman uyanık olur. O, dünyaya geldiğinde herkes gülüyor, kendisi ağlıyordu; dünyadan gidişinde ise herkes ağlarken kendisi gülmek için gayret eder.

Diğer taraftan ölümü hatırlamak, emeli kısaltacağı için dünya acı ve sıkıntılarını da azaltır. Zira dünyada geleceğe dair istek ve arzular, ileriye yönelik uzun emeller ne kadar çok olursa bunlar gerçekleşmeyince elem, ızdırap ve acı da o nispette artar. Bu durum insanı Allah’tan uzaklaştırıp dünyaya daldırır. Hâlbuki Allah Teâlâ Kur’an’da müminlere mal ve evlatlarla oyalanmamalarını, ölüm gelmeden önce Allah’ın kendilerine vermiş olduğu dünyalıktan kendi rızası için infak etmelerini emretmekte, aksi hâlde böyle yapmayanlara son pişmanlıklarının fayda etmeyeceğini ve akıbetlerinin hüsran olacağını bildirmektedir. (Münafikun, 63/9-10.)

Hayret edilecek bir gerçek de şudur: Pek çoğumuz hastalandığımız ve ölümün yaklaştığını anladığımız zaman, Allah’ın huzuruna temiz çıkmak için dua ve niyaza, tövbe ve istiğfara başlarız. Hâlbuki gerçekte biz her gün, her saat, her dakika ve her an azar azar ölüme yaklaşmakta ve ölmekteyiz. Çünkü ahiret hazırlığı için verilmiş olan ömürlerimiz her nefeste tükenmektedir.

Binaenaleyh mümin hastalanıp da ölüm döşeğine düşünceye kadar geciktirmeden her zaman ölümü hatırında tutmalı ve her an ölüme hazır olmalıdır.

Ölüme hazır olmak ise kısaca iyi yaşamak demektir. Bundan dolayı, bir müminin daima güzel işler yapması için ölümü hatıra getirmesi ve ölüm arifesinde yaşadığını bilmesi gerekir. Ama bu onu, ölmeyi isteme, ölümü temenni etme derecesine de getirmemelidir.

Prof. Dr. Süleyman Toprak.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
7
Kur'an-ı Kerim Tefsiri / Hicr Süresi
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:32:26 ÖÖ »


Hicr Süresi

Hicr suresi, Kur’an-ı Kerim’deki sıralamada on beşinci, iniş sırasına göre ise elli dördüncü sure olup 99 ayetten oluşmaktadır. Sure, Mekke döneminde, Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara yapılan baskı ve işkencelerin arttığı yıllarda Yusuf suresinden sonra nazil olmuştur. (Suyuti, İtkan fi Ulumi’l-Kur’an, Mısır 1974, 41-45.) Müfessirlerin büyük çoğunluğuna göre ayetlerinin tamamı Mekki’dir. (İbn Aşur, Tefsiru’t-Tahrir ve’t-Tenvir, Tunus, 1984, 14/5.) Sure, adını sekseninci ayette zikredilen “Ashabü’l-Hicr” terkibinden alır. Hicr, Medine’nin kuzeyinde, vaktiyle Hz. Salih’in peygamber olarak gönderildiği Semud kavminin yaşadığı bölgenin merkezi olan yerin adıdır. Şehir, Medine-Şam yolu üzerinde bulunan Vadilkura’da sarp kayalıklardan oluşan bir vadide kurulmuştur. (Ömer Faruk Harman, “Hicr”, TDV İslam Ansiklopedisi, 17/454.) Dağ yamaçlarına oydukları sağlam meskenlerde yaşayan bu kavim, (Taberi, Camiu’l-Beyan, Kahire: Daru Hicr 2001, 14/104.) gösterdiği mucizelere rağmen Salih peygambere inanmadıkları, uyarılarına aldırmayıp inkârcılıkta direndikleri için helak edilmiştir. Düşman saldırılarından ve çeşitli afetlerden korunmak düşüncesiyle kayalıkları oyarak yaptıkları güvenli ve sağlam meskenler, Semud kavmini helak olmaktan kurtaramamıştır.

Hicr suresinde, Mekki surelerin genel özelliklerinden olan Allah’ın varlığının ve birliğinin delilleri, peygamberlik, öldükten sonra dirilme ve hesap konuları; peygamberlerin, çeşitli zamanlarda inkârcılara karşı verdikleri tevhid mücadeleleri ele alınır. Ayrıca insanın yaratılış süreci ile İblis’in Allah’tan gelen secde buyruğuna uymaması da anlatılır. İyilerin ahiretteki mükâfatları, Allah’ın rahmetinin genişliği; Hz. İbrahim (a.s.) ve misafirleri, Hz. Lut (a.s.) ve kavmi, Şuayb (a.s.) ve Eyke halkı ile Salih (a.s.) ve Ashabü’l-Hicr hakkında kısa bilgiler, Hz. Peygamber’e ve müminlere verilen müjdeler, inkârcılara yapılan uyarılar ve karşılaşacakları azap, surenin diğer belli başlı konularıdır. Bu surede aynı zamanda Kur’an’ın Allah Teâlâ’nın koruması altında olduğu, onu tahrif etmeye veya ortadan kaldırmaya hiç kimsenin gücünün yetmeyeceği ve buna yönelik her türlü teşebbüsün sonuçsuz kalacağı belirtilir.

Hicr suresi, başlangıç, muhteva ve içerik itibarıyla bir önceki sure olan İbrahim suresiyle benzerlik göstermektedir. Bir bütün olarak bakıldığında surenin, İbrahim suresinin devamı ve açıklaması mahiyetinde olduğunu söylemek mümkündür. Zira İbrahim suresinde; zalimlerin aşırılıklarının ve peygamberlere karşı yaptıkları baskıların cezasız kalmadığı, Allah’ın peygamberlerine verdiği sözü unutmadığı, onların intikamının alınacağı, herkesin yaptığının karşılığını göreceğini bildiren ayetlerin ardından (İbrahim, 14/45-51.) bütün bu açıklamaların insanlara, akıllarını başlarına alıp Allah’ın birliğini tanımaları hususunda birer uyarı olduğunu belirten ayetle son bulur. (İbrahim, 14/52.) Daha sonra gelen Hicr suresinin ilk bölümündeki ayetlerde de aynı konu üzerinde durulur. Ayrıca İbrahim suresi, Allah’ın bir tek olduğunun bilinmesi gerektiğini vurgulayan bir ayetle tamamlanırken; bu sure de yalnızca O’na ibadet edilmesini emreden ayetle sona erer. (Hicr, 15/99.)

Hicr suresi, kendinden önceki Yunus, Hud, Yusuf ve İbrahim sureleri gibi Elif-lam-ra harfleriyle başlamaktadır. Huruf-ı mukattaa olan bu harflerin ardından ilahi vahyin önemine dikkat çekilmekte, Kur’an’ı iyice dinleyip içeriğinden yararlanarak doğru yolu bulmanın gerekliliğine işaret edilmektedir.

Ardından inkârcıların ileride yanlış yolda olduklarının farkına vardıklarında ve kötü akıbetle karşılaştıklarında hissedecekleri pişmanlıkları dile getirilmekte, ancak bunun boşuna bir hayıflanma olacağı vurgulanmaktadır.

(Hicr, 15/1-3.) Daha sonra gelen ayetlerde ise Hz. Peygamber’e “mecnun” (cin musallat olmuş) diyerek iftira atan ve onunla alay eden inkârcıların bütün çabalarının boşa çıkacağı, daha önceki peygamberlere de benzer iftiraların yapıldığı, ancak gerçeği inkâr eden o zalimlerin çok kötü akıbetlere maruz kaldıkları bildirilmektedir. (Hicr, 15/6-13.) Akabinde inkâr edenlerin gökten bir kapı açılsa ve oradan yukarı çıkıp hakikatleri gözleriyle görseler bu durumu bir büyü sanıp yine de inanmaya yanaşmayacakları haber verilir. (Hicr, 15/14-15.) Surenin 9. ayetinde “Kesin olarak bilesiniz ki bu kitabı kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz.” buyrularak Kur’an-ı Kerim’in kıyamete dek her türlü tebdil ve tahriften korunacağı garantisi verilmektedir. Söz konusu surede cinlerin ve şeytanların göklerin ötesinden vahiy getirmeye güç yetiremeyecekleri, bu bölgelerin Allah’ın koruması altında bulunduğunu bildiren ayetlerin (Hicr, 15/16-17.) ardından Allah Teâlâ’nın tabiat olayları üzerindeki kudret ve hâkimiyetine dikkat çeken ayetler gelir. Daha sonra hayat verenin de öldürenin de ölümden sonra mahşerde bir araya toplayacak olanın da Allah Teâlâ olduğu vurgulanır. (Hicr, 15/23-25.)

Surenin ikinci bölümünde insanın (Hz. Âdem) ilk yaratılışından söz edilerek bütün meleklerin Allah’ın emrine itaat edip secde emrine uydukları hâlde İblis’in bu emre karşı gelip isyan ettiği ve bu yüzden Cenab-ı Hakk’ın lanetine uğradığı bildirilir. (Hicr, 15/28-35.) Daha sonra gelen ayetlerde ise İblis’in, Allah’ın emrini yerine getirmediği gibi yeniden dirilme gününe kadar yaşaması için dilekte bulunarak bu süre içinde insanları yoldan çıkarmaya ahdetmesinden söz edilir. Ancak İblis’in sadece günahkârlardan kendisine uyanları baştan çıkarabileceği, Allah’ın samimi ve has kulları üzerinde onun hiçbir etkisinin olamayacağı, onları azdırmaya gücünün yetmeyeceği vurgulanır. (Hicr, 15/36-42.) Akabindeki ayetlerde İblis’in ardından giden ve ona uyan günahkâr kimselerin buluşma yerinin cehennem olduğu ve onun yedi kapısının bulunduğu belirtildikten sonra (Hicr, 15/42-44.), Allah’a karşı gelmekten sakınıp günah işlemeyen ve iyi işler yapan kimselerin mutlaka pınarlarla bahçelerin yer aldığı cennetlere güvenle girecekleri belirtilir. Ayrıca cennet ehlinin gönüllerinden her türlü kin ve nefretin alınıp tertemiz hâle getirilecekleri ve birbirleriyle kardeş olarak mutlu yaşayacakları ve orada ebedî kalacakları bildirilir. (Hicr, 15/45-48.) Bu bölüm, Cenab-ı Hakk’ın Hz. Peygamber’e hitaben Allah’ın çok bağışlayıcı (gafur) ve çok esirgeyici (rahim) olduğunu, ancak azabının da çok çetin olacağını kullarına bildirmesini vurgulayan ayetlerle sona erer. (Hicr, 15/49, 50.)

Surenin üçüncü bölümünde yer alan ayetlerde ise önceki peygamberlerin kıssalarına değinilir. Bu bağlamda tevhid mücadelesi veren tüm peygamberlerin kavimleri tarafından dışlandıkları, iftiraya uğradıkları ve alaya alındıkları belirtilir. Böylece Hz. Peygamber ve ona inanan müminler teselli edilerek yaşadıkları zorluklara karşı sabır ve metanet göstermeleri tavsiye edilir. Surede, kıssasına işaret edilen ilk peygamber Hz. İbrahim’dir. Kıssa, Hz. İbrahim’e ilerleyen yaşına rağmen bir erkek çocuk sahibi olacağını müjdeleyen meleklerin gelişini haber veren ve onun bu müjdeyi hayretle karşıladığını bildiren ayetlerle başlar. Daha sonra bu meleklerin Lut (a.s.) ile ona inananlar dışında Lut kavminin tamamının helak olacağını bildirdikleri ifade edilir. Kur’an’ın diğer surelerinde de zikredilen bu sapkın kavmin helak edilme olayı, 51-57. ayetlerde ayrıntılı bir biçimde anlatılır ve Hz. Peygamber’in hayatına yemin edilerek azgınlık ve sapıklık içinde şaşkına dönmüş olan bu kavmin helaki hak ettikleri vurgulanır. (Hicr, 15/72.) Cenab-ı Hak, bu surede Lut kavmi hakkındaki açıklamalarıyla sadece geçmişteki bir toplum hakkında bilgi vermeyi değil, insanoğlunun Allah’tan ve peygamberden gelen her türlü ikaza kayıtsız kalarak beşerî tabiatına, arzu ve ihtiraslarına esir olması hâlinde sağlıklı düşünme yeteneklerinin nasıl işlemez hâle geleceğini, en doğru ve yararlı öğütleri bile duyup anlayamayacak kadar insanlığını kaybedeceğini anlatmaktadır. (Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, 3/361.) Surenin bu kısmında ayrıca Hz. Şuayb’ın kavmi olan Eyke halkının zalim bir kavim olması hasebiyle helak edildikleri bildirilir. Akabinde peygamberlerinin tebliğ ettiği hakikatleri ve ilahi emirleri dinlemeyen, bununla da kalmayıp onlara her türlü eza ve cefayı reva gören Eyke halkıyla Lut kavminin hak ettikleri şekilde cezalandırıldıkları, bu iki olayın kalıntılarının o dönemde işlek ticaret yolları üzerinde bulunduğu anlatılır. Böylece müşriklere peygamberlerini inkâr eden kavimlerin başına gelenler hatırlatılarak gözdağı verilir. (Hicr, 15/73-80.)

Surenin son bölümündeki ayetlerde ise Hz. Salih’in kavmi olan Hicr halkından bahsedilir. Bu çerçevede söz konusu kavmin peygamberlerini inkâr etmeleri nedeniyle helak edildikleri, dağ yamaçlarında kayaları oymak suretiyle yaptıkları son derece sağlam ve dayanıklı olan evlerinin kendilerini kurtarmaya yetmediği gerçeğine dikkat çekilir. Sonunda korkunç bir sesin gelerek onları helak ettiği anlatılır. (Hicr, 15/80-84.) Geçmiş toplumların inkârcı ve isyancı tutumları sebebiyle başlarına gelen ibret verici hadiselerin anlatıldığı bu ayetlerin ardından, gökleri ve yeri yaratan Allah’ın her şeyi hakkıyla bildiği, kıyametin ve beklenen sonucun mutlaka geleceği haber verilir. Ayrıca Hz. Peygamber’e muhataplarına karşı yumuşak davranarak müsamaha yolunu tutması öğütlenir. (Hicr, 15/85-86.) Ardından gelen ayette; Allah Teâlâ’nın, putperestlerin Hz. Peygamber’i üzen ve inciten inatçı, alaycı tutumlarına karşı teselli etmek için tekrar tekrar okunan yedi ayet (Fatiha suresi) ve yüce Kur’an’ı vermekle onurlandırdığı ifade edilir. (Hicr, 15/87.) Sonraki ayetlerde Hz. Peygamber’e hitap edilerek müşriklerin gerek vahiy gerekse kendisi hakkında konuşup alay etmelerine aldırış etmeden ilahi hakikatleri açıkça insanlara tebliğ etmesi, bu sırada karşılaşacağı zorluklar karşısında Allah’ın yardımına güvenmesi ve moralini bozmaması telkin edilir. (Hicr, 15/87-97.) Sure, “Sen Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden ol; kesin olan şey (ölüm) gelinceye kadar rabbine kulluk et.” (Hicr, 15/98-99.) emriyle sona erer.

Dr. Faruk Görgülü.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
8
İlmihal Bilgiler + islam Ansiklopedisi / Güven Duygusunu Nasıl Elde Ederiz
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:22:28 ÖÖ »


Güven Duygusunu Nasıl Elde Ederiz

Güvenilir insan, özü sözü bir, sözünün eri ve dengeli bir varlık olarak tanımlanır. Bir kişinin diğer bir kişinin karakterine tam olarak inanmasıyla da açıklanabilir.

Güven, birbirimizi ve başkalarını anlamamızı kolaylaştıran bir duygudur. İnsanları güven merkezli tanımlarız. Başkalarına karşı olumlu tavırlar geliştirmemiz ve başkalarının bize zarar veremeyeceğinin umulması güven duygusuna bağlıdır.

Günlük hayatta, bireysel ve sosyal ilişkilerde çok önemli bir etken olan güven duygusunun insanlık tarihi kadar eski olduğu bir gerçektir. İkili ilişkilerin başladığı anda güven duygusu da başlar. Ancak güven, günümüzde çok tartışılan bir konu hâline gelmiştir. Belirsizliklerin ve güvensizliklerin hızla yayıldığı bir dünyada güvenin eksikliği yakından hissedilir. Çok çeşitli kaynaklardan beslenen sıkıntıların, endişelerin ve kuşkuların neticesinde güven duygusu zedelenmiş; bireyler arası ilişkilerde, iş dünyasında, ekonomide, ticarette, sosyal ve toplumsal yapıda ve toplumların ahlaki yapısında bozulmalar görülmüştür. Bunların içerisinde bizi en çok rahatsız eden problem ise kuşkusuz güvensizliğin çok geniş alanlara yayılmasıdır. Güvensizliğin bu kadar yaygınlaşması, güvenin daha da önemli hâle gelmesine neden olmaktadır. Yani güvensizlik, güvenin ne kadar önemli olduğunu ve güvenin üzerinde durulması gereken bir konu olduğunu ortaya koymuştur.

Aile ortamında güven duygusunu oluşturmak çok önemlidir. Hiç kimse yaşamını tek başına sürdüremez.

Birilerine güven duymak ister. İnsan sevgi, saygı, güven, ait olmak, barınmak vb. diğer birçok ihtiyacını diğer insanlarla bağ kurarak giderebilir.

Güven bebeklikte başlar, ileri yaşlarda devam eder. Bebeklik döneminde temel güveni sağlanmamış olanlar ileride güven açısından problem yaşayabilirler. Gelişim Psikoloğu Erik Erikson, 0-18 yaş arasını, güven ve güvensizlik çağı olarak adlandırmıştır. Bebek, doğduğu anda yardıma muhtaç bir varlıktır. Kendi başına hayatta kalması mümkün değildir. Onu besleyecek, onu teskin edecek bir varlık arar. Ve gözleri annenin gözlerini bulur. Anne onu besler ve o muhtaçlığını giderir. Eğer çocuk karnı acıktığında, teskin edilmeye ihtiyaç duyduğunda anneyi yanı başında bulabiliyorsa, anne onun ihtiyaçlarına cevap verebiliyorsa çocuk dünyanın güvenli bir yer olduğu ve karşısındaki varlığın güvenli bir varlık olduğu bilgisiyle büyür. Anne tutarsız bir kişiyse, bazen onun hayatında oluyorsa, bazen besliyor bazen beslemiyorsa, bazen teskin ediyor bazen etmiyorsa çocuk annenin ve dünyanın, tekinsiz ve güvensiz bir yer olduğunu hissetmeye başlar. Çocuk kaygılı bir şekilde büyür. Erik Erikson, hayatın ilk on sekiz ayında çocuğa bakım veren kişinin şefkatiyle, merhametiyle, çocuğu sarıp sarmalamasıyla güven duygusunun alakalı olduğunu açıklamıştır. Güvensizliği de o çağlarda ihtiyaçların ebeveynler tarafından karşılanmamasıyla açıklar. Güven kelimesinin birçok boyutu vardır. İnsana güven, mesleğe güven vb. fakat güven tek başına her zaman iyi bir şeydir diyemeyiz. Güven, güvenilecek muhatabı varsa iyi bir şeydir. Muhatabınız size güvenli eylemler sunduğunda güvenirsiniz.

Güven çok yönlüdür. Kendine güvenen insanlar olmazsak başkalarına güvenemeyiz. Başkaları da bize güvenmedikçe bizim kendimize olan güvenimiz hükümsüzdür. İnanan bir toplum olmamız, güven duygumuza etki etmelidir. Güvenilir bir insan gibi davranmazsak inancımız da şüpheler içerir. Müslüman, Müslüman kardeşinden şüphe etmeden yaşayabilmelidir. Güvenilir insan olmak güven oluşturmak için ilk adımdır. Biz öyle davranacağız ki bizim dilimizden kimse incinmeyecek, öyle davranacağız ki eylemlerimizden kimse kırılmayacak, rencide olmayacak.

Günümüzde güvensizliğin yaygın olduğu alanlardan biri de sosyal medyadır. İnsanlar sanal kimlikleriyle göstermek istediği taraflarını gösteriyorlar. Saklamak istediklerini sosyal medyada saklayıp yeni ama sahte bir imaj oluşturuyorlar. Aynı zamanda bu ortamlarda çok kolay kimlik hırsızlığı yapılıyor. İnsanlar kolay müşteri hâline getiriliyor. Her hâlükârda teknoloji, mahremiyeti etkilediği gibi güvenlik duygusunu da yok ediyor.

İnsanlık tarihi boyunca var olan güven riskleri modernleşme sonucunda artmıştır. Bu riskler daha büyük zararlara sebebiyet vermektedir. Dolayısıyla her alanda ciddi anlamda güvensizlik hâkim olmuştur.

Teknolojide meydana gelen gelişmeler olumlu sonuçlar oluşturduğu gibi felaketleri de beraberinde getirmiştir.

En önemlisi savaşların şeklini değiştirmiştir. Daha önce cephelerde olan savaşlar artık merkezlere inerek daha fazla katliamlara yol açmıştır.

Atılan kimyasal bir bomba sonucunda binlerce masum insan hayatını kaybetmektedir. Kent merkezlerinde bir dakika öncesinde normal olan bir durum bir dakika sonra meydana gelen kötü bir olay sonucunda (patlayan bir canlı bomba, trafik kazası) felaket alanı hâline gelebilmektedir. Bütün bu durumlardan kaynaklanan toplumsal travmalar güvenin önemini bir kez daha ortaya koymuştur.

Modern toplum risklerle dolu bir toplumdur. Teknolojik gelişmeler, yaşam tarzlarının farklılaşması ve değişmesi, üretim biçiminin değişmesi, bilimde, sanatta yaşanan gelişmeler, iki kişi arasındaki ilişkiden tutun da kurumlar arasındaki ilişkilere kadar birçok şeyin değişmesine sebep olmuştur. Bu değişmeler her zaman olumlu anlamda meydana gelen değişme ve gelişmeler değildir. Evet, bilim alanında önemli gelişmeler olmuştur ancak topluma yansımaları sadece olumlu anlamda olmamıştır. Olumsuz birçok unsuru da beraberinde getirmiştir. Neredeyse her alanda güvensizlik yaygınlaşmıştır. Bu güvensizliğin getirdiği kaos ve kargaşa, bize “güven” kavramının ne denli önemli olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

Güven inşa etmek için öncelikle birey kendini tanımalıdır. Kendi sınırlarını ve değerlerini bilmelidir.

Karşı tarafa güvenebilmek için ise empati kurmak önemlidir. Araştırmalar, güvenin ilişkilerde emniyet hissini artırırken savunmacı ihtiyaçları azalttığını gösteriyor. Ayrıca güven hissi, insanların duygularını ve isteklerini muhataplarıyla daha rahat paylaşmalarını da teşvik ediyor.

Esra Obuz.

Klinik Psikolog

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
9
Vehbi Tülek / Korku ve Ümit Ahiret İnancından Doğar
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:09:23 ÖÖ »


Korku ve Ümit Ahiret İnancından Doğar

 “Âhırette en çok mes’ûd olanlar, Allahı en çok sevenlerdir. Çünkü âhıret demek, O’na kavuşmak saâdetine ermek demektir."

Seyyid Mehmed Hamîdî hazretleri Anadolu âlim ve velîlerindendir. Isparta vilâyetinin Eğirdir kasabasından olup Pîrî Halîfe diye meşhûr oldu.

Seyyid Emîr Buhârî hazretlerinin sohbetlerine devâm ederek yüksek derecelere kavuştu. Hocasından icâzet aldıktan sonra talebe yetiştirdi. 1555 (H.962) senesinde Isparta'da vefât etti.
 
Bu mübarek zat buyurdu ki: “Tasavvuf; hiçbir şeye sahip olmaman ve hiçbir şeyin de sana sahip olmamasıdır.”
 
“Allahü teâlâyı sevenler, dünyâ ve âhıret şerefine kavuşarak gittiler. Çünkü Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), (Kişi sevdiği ile beraberdir) buyurdu.”
 
“Muhabbet, sevenle sevileni birbirine celb ettiği zaman kemâle erer.”
 
“Âhırette en çok mes’ûd olanlar, Allahı en çok sevenlerdir. Çünkü âhıret demek, O’na yönelmek ve O’na kavuşmak saâdetine ermek demektir. Tövbe, sabır, zühd, korku gibi makamlar, muhabbetin kollarından birini elde edebilmek için birtakım yollardır.

Esas olan ise, Allahtan başkasına kalbde yer vermemek, temizlemektir. Bunun da başlangıcı; Allaha, âhırete, Cennet ve Cehenneme inanmaktır. Bu îmândan korku ve ümid doğar.”
 
“Hayatta olduğumu hatırlatıp, sevgiliden ayrı olduğumun alâmeti olduğu için, âlemde gördüğüm her şeyden nefret etmeyince, muhabbetimin saflığına inanmam.”
 
“Kulun Hakka ulaşmasının başlangıcı, vücûdunun ihtiyâçlarını gidermekle uğraşmaktan vazgeçmesidir. Haktan uzaklaşmasının başlangıcı da, nefsine uyup onunla haşır neşir olmasıdır.”
 
“Bir şey, kendinden daha ince bir şeyle ifâde edilebilir. Muhabbet, o kadar incedir ki, onu açıklamak için ondan ince bir şey bulmak mümkün olmadığına göre; muhabbet, dil ile ifâde edilip anlatılamaz.”
 
“Dünyada lezzeti üç şeyde aramalıdır. Aradığını bulursan, sevinip keyfine bak! Şayet bulamazsan, bu kapının sana kapalı olduğunu bil! Bunlar

1- Namaz kılmak,

2- Kur’ân-ı kerîm okumak,

3- Allahü teâlâyı çok zikretmek, hatırlamaktır.”
 
“Allahü teâlânın sana istediğin şekilde lütuf ve ihsânda bulunmasını istiyorsan, kullarına O’nun istediği gibi davranman lâzımdır.”
 
“Dünyadan sonraki yolculuk çok uzundur. O uzun sefer için, yol azığı hazırlayınız ve biliniz ki, azıkların en hayırlısı, takvâdır.”
 
“İnsanlara şaşıyorum! Onlar ki, azık tedarik etmek ve âhıret yolculuğuna hazırlanmakla emrolunmalarına rağmen, birbirlerini engelleyip oyalanmaktan başka bir şey yapmıyorlar.”

Vehbi Tülek.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
10
Ahmet Demirbaş / Süleyman Aleyhisselam
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:00:28 ÖÖ »


Süleyman Aleyhisselam

Hazreti Süleyman, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Davud aleyhisselamın oğludur. Yakub aleyhisselamın neslindendir.

Süleyman aleyhisselam, Kudüs yakınlarındaki Gazze şehrinde doğdu. On iki yaşındayken babasının yerine geçip, sultan oldu. Daha sonra kendisine Allahü teâlâ tarafından peygamberlik verildi...

Süleyman aleyhisselam; “Yâ Rab! Bana hiçbir kimsede bulunmayan bir kudret ve devlet ihsân eyle” diye dua etti. Duâsı kabul edilip, cinlerin, rüzgârın ve hayvanların da insanlar gibi Süleyman aleyhisselama itâat etmeleri emredildi. Kendisine "İsm-i âzam" duası, bütün mahlûkâtın dili ve ilimlerin sırları öğretildi. Peygamberlikle birlikte ihsân edilen ilim, hikmet ve sultanlık kudretini, insanları doğru yola kavuşturmakta ve daha iyi bir hayat yaşamaları için kullandı... Şehirlerin kurulması, yeryüzünün îmârı, yeşillendirilmesi, fen ve sanatta ilerlemesi için emrindekilerin her birine iş taksimi yaptı. Yolların yapılması, taşların yontulup kazılması, demircilik ve derin sulara dalgıçlık gibi zor işleri cinlere verdi. Çiftçilik, çobanlık, ticâret, sanat gibi işleri de insanlara verdi. Hayvanları da nöbet tutma, yük taşıyıp çekme gibi işlerle görevlendirdi...

Süleyman aleyhisselamın zamânında barış, îmâr, sanat ve ilim iyice ilerlemişti. Mescid-i Aksa inşâ edilip, çeşmeler, su kanalları yapıldı. Köprüler, barajlar ve evler inşâ edildi...

Onun zamânında muhteşem bir saltanata sâhip olan Yemen’de, Sebe şehrinde hüküm süren Belkıs’a mektup yazıp, Filistin’e çağırdı. O da gelip, Süleyman aleyhisselamla görüşerek îmân etti...
 
Süleyman aleyhisselam, herkes tarafından sevilmiş olup, hiç kimse onun söylediklerine îtirâz etmiyor ve onun emri dışına çıkmıyordu... Bir gün yapılmakta olan büyük bir sarayın inşâsını kontrol etmeye gitmişti. Bu binâ bir su kıyısında çok heybetli bir saraydı. Ustalar işçiler, cinler, sarayın tamamlanmasıyla meşguldüler.

Sarayın balkonuna çıkıp, kendisini yalnız bırakmalarını, hiç kimsenin yanına yaklaşmamasını emretti. Sonra da balkonun kenarında bastonuna dayanıp durdu ve etrâfı seyrederek tefekküre başladı. Bu sırada ömrü bitip, eceli gelmişti. Azrâil aleyhisselam gelip; “Şu an dünyâdaki hayâtının son ânıdır” dedi.
 
Süleyman aleyhisselam “Allahü teâlânın takdiri her ne ise o haktır. Rabbime hamdolsun ki, aslâ kimseye zulmetmedim. Rabbimin emrine itaat etmekte gecikmedim. Herkesin dönüşü Allahü teâlâyadır. Görevlendirildiğin emri yerine getir” dedi.

Süleyman aleyhisselam asâsına dayandığı hâlde ayakta vefat edip, uzun bir müddet öylece kaldı... Saray inşâsında çalışanlar ise her gün işlerine muntazaman devâm ediyor, halk da oraya gelip gidiyordu. Süleyman aleyhisselamı uzakta, ayakta durur vaziyette görüyorlardı. Fakat vermiş olduğu emir üzerine hiç kimse yanına yaklaşmıyordu. Nihâyet bastonunun yere temas eden kısmını güve kurdu yiyip kırılınca, cesedi yere yıkıldı. O zaman bu hâlini görenler vefat ettiğini anladılar. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde Sebe’ sûresi 14. âyette bildirilmektedir...

Ahmet Demirbaş.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
Sayfa: [1] 2 3 ... 10