Son İletiler

Sayfa: [1] 2 3 ... 10
1


Yetim ve Kimsesiz Çocuklara Sahip Çıkalım

AYET : MAÛN SURESİ – 1/3. AYETLER

أَرَأَيْتَ الَّذِي يُكَذِّبُ بِالدِّينِ:فَذَلِكَ الَّذِي يَدُعُّ الْيَتِيمَ:وَلَا يَحُضُّ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ:

         MEALİ :

     “Gördün mü, o hesap ve ceza gününü yalanlayanı! İşte o,yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir.” (MÂUN SURESİ – 1/3. AYET)

     Yüce Allah’ın bütün fiilleri bir hikmete, bir sebebe bağlı olarak tecelli etmektedir. O, hikmeti gereği insanları farklı imkân ve özellikte yaratmıştır. Bu sebeple toplumda zengin-fakir; kadın-erkek; hasta-sağlıklı; yetim-yetim olmayan; güçlü-zayıf... İnsanlar her zaman olagelmiştir. Ancak Yüce Allah, anne-baba şefkatinden mahrum ettiği yetimleri; maddî ve fizikî yönden eksik bıraktığı kimseleri dünyada yalnız bırakmamış, emirleriyle koruması altına almış ve onlar için özel hükümler va’z etmiştir.

     Kur’an-ı Kerim’in 21 yerinde doğrudan veya dolaylı olarak, yetimlerin gözetilmesi emredilmektedir. Bu konuda, sadece Duha ve Maun surelerine bakmak bile, yeterli bir fikir verebilir. Kur’an-ı Kerim, Mekke’de nazil olmaya başladığı ilk yıllardan itibaren yetim meselesini ele almıştır. İlk vahiylerde -Hz. Peygamber (SAV)’e kendisinin de yetim olduğu hatırlatılarak- yetimlere iyi muamele yapması emredilir:

أَلَمْ يَجِدْكَ يَتِيماً فَآوَى:وَوَجَدَكَ ضَالّاًفَهَدَى:وَوَجَدَكَ عَائِلاً فَأَغْنَى:فَأَمَّا الْيَتِيمَ فَلَا تَقْهَرْ:

     “Seni yetim bulup da barındırmadı mı? Seni yolunu kaybetmiş olarak bulup da yola iletmedi mi? Seni ihtiyaç hâlinde bulup da zengin etmedi mi? Öyleyse sakın yetimi ezme! Sakın isteyeni azarlama! Rabbinin nimetine gelince; işte onu anlat.” (DUHÂ SURESİ – 6/9. AYETLER)

     Yine, Mekkî olan Fecr suresinde:

كَلَّا بَل لَّا تُكْرِمُونَ الْيَتِيمَ:

     “Siz yetime iyilik etmezsiniz.”  (FECR SURESİ – 17. AYET)
     Diye bu davranış kötülenirken, Mâun sûresinde yetime yapılan kötü muâmele, bir nevî “dini yalanlama” olarak tavsif edilir:

أَرَأَيْتَ الَّذِي يُكَذِّبُ بِالدِّينِ:فَذَلِكَ الَّذِي يَدُعُّ الْيَتِيمَ:وَلَا يَحُضُّ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ:

     “Gördün mü, o hesap ve ceza gününü yalanlayanı! İşte o,yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir.” (MÂUN SURESİ – 1/3. AYET)

     Yetime iyilik konusundaki Mekkî ayetlerden bir diğerinde yetime yardım, “zor geçidi aşmak” gibi güzel bir davranış olarak değerlendirilir:

فَلَا اقْتَحَمَ الْعَقَبَةَ:وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْعَقَبَةُ:فَكُّ رَقَبَةٍ:أَوْ إِطْعَامٌ فِي يَوْمٍ ذِي مَسْغَبَةٍ:يَتِيماً ذَا مَقْرَبَةٍ:أَوْ مِسْكِيناً ذَا مَتْرَبَةٍ:

     “Fakat o,sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle azat etmek Veya açlık gününde yemek yedirmektir, Yakınlığı olan bir yetime. Veya hiçbir şeyi olmayan yoksula.”   (BELED SURESİ – 11/16. AYET)

     Mekke’de nazil olan ayetlerde, daha ziyade yetime iyi muameleyi teşvik eden ve kötü muameleden de sakındıran hususlar yer alırken, Medine’de, yetimlerin himayesi, mallarına tecavüz edilmemesi ve istikbale hazırlanmaları konularında daha kesin emirler, daha somut tedbirler ihtiva eden ayetler gelmiştir. Bu ayetlerin bazılarında, savaş gelirlerinden yetim, kimsesiz ve muhtaçlara pay ayrılması emredilmiştir:

لِلْفُقَرَاء الْمُهَاجِرِينَ الَّذِينَ أُخْرِجُوا مِن دِيارِهِمْ وَأَمْوَالِهِمْ يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَاناً وَيَنصُرُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ:

     “(Allah'ın verdiği bu ganimet malları,) yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan, Allah’tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah’ın dinine ve Peygamberine yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır.”   (HAŞR SURESİ – 8. AYET)

Ayrıca; Nisa suresinin 8. ayetinde, yetimler için, arkası kesilmeyen bir başka fon gösterilmektedir: Miras taksimleri. 

وَإِذَا حَضَرَ الْقِسْمَةَ أُوْلُواْ الْقُرْبَى وَالْيَتَامَىوَالْمَسَاكِينُ فَارْزُقُوهُم مِّنْهُ وَقُولُواْ لَهُمْ قَوْلاً مَّعْرُوفاً:

     “Miras taksiminde yakınlar, yetimler ve düşkünler bulunursa, ondan, onlara da verin, güzel sözler söyleyin.” (NİSA SURESİ – 8. AYET)

     Bu ayetin emrini, bir kısım âlimler nedbe hamlederken, diğer bir kısmı da bunun mutlaka yapılması gereken bir vacip olduğuna hükmetmişlerdir.

     Yetimlerin ve kimsesiz çocukların himayesi, bakımı çok önemlidir. Sevgiden, sıcak aile ortamından uzak olarak, sokakta kendi kendine veya çok zayıf bir ilgi ile yetişecek insanlar, mutsuz bir hayat yaşayacakları gibi, cemiyetin başına da pek çok problem çıkararak, sosyal huzuru da bozacaklardır. Bu sebeple dinimiz, onların mümkün olduğu kadar aile içerisinde barındırılmalarını ve diğer çocuklara gösterilen şefkatin, onlara da gösterilmesini emreder. Bununla birlikte, hukukî bazı sonuçlar doğuran evlâtlık müessesesini, yapay, suiistimale açık olduğu için, kabul etmez. İslâm’ın evlâtlık kurumunu kaldırması, yetim ve kimsesiz çocuklarla ilgilenilmeyeceği anlamına gelmez. Mahremiyet ile ilgili dinî prensiplere riayet etmek ve aşağıda belirteceğimiz hususlara bağlı kalmak şartıyla, çocuğu olmayan ailelerin, kimsesiz çocukları himayelerine alarak büyütmelerinde ve evlât edinmelerinde bir sakınca yoktur.

     Evlâtlık kurumuna, İslâmiyet öncesi Arap toplumunda da rastlanmaktadır. Hz. Peygamber (SAV), nübüvvetten önce eşi Hz. Hatice (RA)’nın kendisine hediye ettiği Zeyd b. Harise (RA) adlı köleyi, ailesinin satın almak istemesi üzerine azat etmiş, fakat Zeyd (RA), Peygamberimiz (SAV)’in yanında kalmayı tercih etmiş, bunun üzerine Resülüllah (SAV) onu evlât edinmiştir. İslâm’ın ilk yıllarında eski geleneğin devamı olarak bir süre muhafaza edilen evlâtlık kurumu, Medine döneminde nazil olan Ahzab suresinin 4. ayetiyle kaldırılmış, ardından gelen ayette de evlâtlıkların evlât edinenlere değil, asıl babalarına nispet edilmesi emredilmiştir. Evlâtlık kurumunu yaşatan etkenlerden biri de, kimsesiz çocuklara bakım ve gözetim ihtiyacıdır. Bunlara nesebi belli olmayan çocuklar da eklenebilir. Müslümanlığın evlenmeyi kolaylaştırıp özendirmesi, boşanmaya cevaz vermesi, gayr-i meşru birleşmelere ağır cezalar getirmesi, İslâm toplumunda evlilik dışı çocukların sayısını çok azaltmıştır. Öte yandan çocukların bakımı, İslâmiyet’in özen gösterdiği konuların başında gelmektedir. Terkedilmiş çocuklarla ilgili olarak getirilen esaslar veya çocukların bakımı ve gözetimi konusunda akrabaya, belirli kurum ve kuruluşlara yüklenilen ödevler, evlâtlık edinme kurumunun karşılaşmış olduğu ihtiyaçlara cevap verecek nitelik taşımaktadır.

     Evlâtlığın nesebi evlât edinene bağlanamaz, aralarında mahremiyet meydana gelmez ve mirasçılık ilişkisi doğmaz. Ancak böyle bir uygulamada kanunî mirasçılık söz konusu olmayıp, sadece vasiyet imkânı vardır. Evlât edinen kişi, başka mirasçısı yoksa mallarının tamamını, varsa üçte birini evlâtlığına vasiyet edebilir. Üçte biri aşan kısım için mirasçıların rızası şarttır.

     Yetime iyi muamele edilmesi dinimiz, yetimlere iyi davranılmasını emreder. Şu hadisler bu hususu açıkça ifade etmektedir: “Bir kimse, Müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak, yedirip içirmek üzere (evine) götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Yüce Allah onu mutlaka cennete koyar.”

     Hz Peygamber (SAV): “Ben ve yetimi himaye eden kimse, cennette şöylece beraber bulunacağız.” buyurdu ve işaret parmağıyla orta parmağını, aralarını biraz aralayarak, gösterdi. “Kocasız kadınlarla, yoksulların işlerine yardım eden kimse, Allah yolunda cihat etmiş gibi sevap kazanır.” Râvi diyor ki: “Hz. Peygamber (SAV)’in: “O kimse, tıpkı geceleri durmadan namaz kılan, gündüzleri hiç ara vermeden oruç tutan kimse gibidir.”
buyurduğunu da sanıyorum.”

“Allah’ım! İki zayıf kimsenin, yetimle kadının hakkını yemekten herkesi şiddetle sakındırıyorum.”

     Peygamberimiz (SAV)’in kendi evinden de yetim eksik olmazdı. Hz. Hatice (RA) ile evlendiğinde, Hatice (RA) validemizin ölen kocasından, Hind isminde bir erkek çocuğu vardı. Peygamberimiz (SAV) o yetime kendi öz çocuğu gibi bakmış, yetiştirmişti. Yine Peygamberimiz (SAV) Hz. Ümmü Seleme (RA) ile evlendiğinde, beraberinde beş yetimi vardı. Peygamberimiz (SAV) ona, beraberinde yetim çocukların bulunmasının evlenmesine bir engel olmayacağını söyledi ve öylece kabul etti. Bu çocukların babası Ebû Seleme (RA) seçkin sahabelerdendi. Bir savaşta şehit olmuştu. Bu çocuklar Peygamberimiz (SAV)’den, öz babalarını aratmayacak, hatta daha sıcak bir şefkat görmüşlerdi. Yapılan savaşlar sonunda şehit düşen sahabelerin çocukları yetim kalıyordu. Peygamberimiz (SAV) bu çocuklara ayrı bir ilgi gösterir, onları yalnız bırakmaz, ihtiyaçlarını karşılardı.

     Bazılarını da bizzat kendi himayesine alırdı. Ebu’d-Derdâ (RA rivayet ediyor:   
     “Peygamber Efendimiz (SAV)’e bir adam geldi, kalbinin katılığından dert yandı.

Resülüllah (SAV) ona şu tavsiyede bulundular: “Kalbinin yumuşak olmasını, ihtiyacın olan şeylere kavuşmayı ister misin? Öyle ise yetime şefkat göster, başını okşa, yediğinden ona yedir ki, kalbin yumuşasın ve muhtaç olduğun şeylere kavuşasın.”

     Hz. Enes (RA) rivayet ediyor: “Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurdu: “Namaz hususunda Allah’a karşı gelmekten sakının! Namaz hususunda Allah’a karşı gelmekten sakının! Namaz hususunda Allah’a karşı gelmekten sakının! Eliniz altında bulunanlar hususunda Allah’a karşı gelmekten sakının! Eliniz altında bulunanlar hususunda Allah’a karşı gelmekten sakının! İki zayıf hususunda Allah’a karşı gelmekten sakının: Dul kadınlar ve yetim çocuklar.”

YETİMİN İSTİKBALE HAZIRLANMASI

     Yetimin istikbale hazırlanması konusu Kur’an’da açık şekilde yer alır. Bu husus yetimin malının korunmasıyla ilgili olarak yer verilen tedbir ve emirlerde zımnen yer ettiği gibi, bunlar dışındaki bir kısım ayetlerde de açıkça ele alınmaktadır.

وَابْتَلُواْالْيَتَامَى حَتَّىَ إِذَا بَلَغُواْ النِّكَاحَ فَإِنْ آنَسْتُم مِّنْهُمْ رُشْداً فَادْفَعُواْإِلَيْهِمْ أَمْوَالَهُمْ:

     “Yetimleri evlenme çağına gelene kadar deneyin, onlarda rüşt (olgunlaşma) görürseniz, mallarını kendilerine verin.” (NİSA SURESİ – 6. AYET)

     Yetimler hakkında uzunca bir pasajdan bir parça olan yukarıdaki ayet, çocukların istikbale hazırlanması konusunda önemli açıklık ihtiva eder. Zîra “deneyin” diye tercüme edilen ayette zikredilen “ibtilâ” dan maksat, çocuğun ticaret işlerini yürütüp yürütemeyeceğini kontrol etmekten ibaret değildir. Onun hayata hazırlanması, kendi kendini idare edecek hâle gelmesini sağlamaktır. Bu sebeple dinî, dünyevî ve her çeşit eğitim ve öğretim “ibtilâ” kavramına dâhildir. Elmalılı merhum ayeti şöyle açıklar:

     “Yetimleri de deneyiniz, tecrübe ile talim ve terbiye ediniz, iyi ve güzel yönetmeye alıştırınız. Nihayet nikâh çağına geldikleri yani baliğ oldukları vakit, kendilerinde rüşt hisseder, akıllarının ve terbiye-i diniyyelerinin tamam olduğunu ve kendilerini hüsn-i suretle idare edeceklerini yakından anlarsanız, derhal mallarını kendilerine teslim ediniz.”
 
YETİMİN ISLAHI

     Yetimin terbiye, bakım, himaye gibi, her çeşit meselesine temas eden ayetlerden biri şudur:

فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْيَتَامَى قُلْ إِصْلاَحٌ لَّهُمْ خَيْرٌ وَإِنْ تُخَالِطُوهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ الْمُفْسِدَ مِنَ الْمُصْلِحِ وَلَوْ شَاء اللّهُ لأعْنَتَكُمْ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ:

     “Sana yetimleri sorarlar, de ki: Onların işlerini düzeltmek hayırlıdır. Eğer onlarla bir arada yaşarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah düzeltenden bozanı ayırt etmesini bilir. Allah dileseydi, sizi zarara sokardı...”   (BAKARA SURESİ – 220. AYET)

     Bu ayetin daha iyi anlaşılması için iniş sebebini bilmemiz gerekmektedir. Kaynakların ittifakla belirttiklerine göre: “Yetimlerin zulmen mallarını yiyenler, muhakkak karınlarında sırf bir ateş yerler ve yarın çılgın ateşe yaslanırlar.” mealindeki ayet nazil olduğu zaman, Müslümanlar yetimleri ailelerine dâhil etmekten korktular, mallarına bakmaktan sakındılar.

Ortaya çıkan problem üzerine, Hz. Peygamber (SAV)’e durumu sordular ve bunun üzerine ayet-i kerime nazil oldu. Burada “ıslâh” ve “muhâlata (beraberlik)”dan maksat nedir? Islah, dilimize de girmiş olan bu kelime, “faydalı kılmak, düzeltmek” şeklinde anlaşılmaktadır. Bu durumda ayet, “yetimlerle ilgili işlerin düzeltilmesi, faydalı hâle getirilmesi sizin için de, onlar için de hayırlıdır.” manasını içine alır.”

     “Eğer onlarla bir arada yaşarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir.” emri, maddî ve manevî yönden zararına olmamak kaydıyla, çocukların aile içerisinde yetiştirilmesine dikkatimizi çekmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, çocukların terbiye ve bakımlarıyla ilgili olarak, anne sütüyle beslenmeleri, süt devrelerinin miktarı gibi bir kısım teferruata yer verilmiştir.

Ancak; onların ailevî atmosfer içerisinde yetiştirilmesi gereğini ifade eden çok sarih emre rastlanmaz.

     Yukarıdaki ayet, bu emri bir vecibe olarak değil, tavsiye olarak yapmaktadır. Yani çocukların, iyilik ve yararlarına uygun olmak şartıyla, ailevî bir atmosfer içerisinde yetiştirilmesi daha hayırlıdır. Şayet ailede, istenen uygun atmosfer olmayacaksa, bunda ısrar “çocuğun salâhına” olmayacaktır. Nitekim Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur:

“Müslümanların en hayırlı evi, içinde yetime iyi muamele edilenidir. Müslümanların en kötü evi ise, içerisinde yetim bulunan, fakat ona fena muamele yapılan evdir.”

YETİMİN MALININ KORUNMASI

     Çocuğun hayata hazırlanması konusunda, Kur’an-ı Kerim’de üzerinde önemle durulan konulardan biri de, çocuğun malının korunmasıyla ilgilidir. Kur’an bu konuyu, yetimle ilgili bahiste ele almıştır. İslâm’dan önce Arap toplumunda, yetimlerin mallarından velileri istediği gibi tasarruf etmekte, gasp edercesine serbestçe harcamaktaydılar. Kur’an-ı Kerim yetimle ilgili diğer birçok uyarılardan başka, onların mallarının korunması hususunu da mükerrer ayetlerde özel olarak ele almış, korunması, artırılması ve belli bir disipline göre harcanması için direktifler vermiş, bunlara uymayanlar için ağır tehditlerde bulunmuştur:

وَآتُواْ الْيَتَامَى أَمْوَالَهُمْ وَلاَ تَتَبَدَّلُواْ الْخَبِيثَ بِالطَّيِّبِ وَلاَ تَأْكُلُواْ أَمْوَالَهُمْ إِلَى أَمْوَالِكُمْ إِنَّهُ كَانَ حُوباً كَبِيراً:

     “Yetimlere mallarını verin. Temizi pis olanla (helali haramla) değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katıp yemeyin. Çünkü bu, büyük bir günahtır.” (NİSA SURESİ – 2. AYET)

إِنَّ الَّذِينَ يَأْكُلُونَ أَمْوَالَ الْيَتَامَى ظُلْماً إِنَّمَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ نَاراً وَسَيَصْلَوْنَ سَعِيراً:

     “Yetimlerin zulmen mallarını yiyenler, muhakkak karınlarında sırf bir ateş yerler ve yarın çılgın ateşe yaslanırlar.” (NİSA SURESİ – 10. AYET)

     Hz. Peygamber (SAV) şöyle buyurmuşlardır:

اِجْتَنِبُوا السَّبْعَ  الْمُوبِقَاتِ قَالُوا يَا رَسُولَ للهِ وَمَا هُنَّ قَالَ: اَلشِّرْكُ بِاللَّهِ وَالسِّحْرُ وَ قَتْلُ النَّفْسِ الَّتِي حَرَّمَ اللَّهُ إلاَّ بِالْحَقِّ وَأكْلُ الرِّبَا وَأكْلُ مَالِ اْليَتِيمِ وَالتَّوَلِّي يَوْمَ الزَّحْفِ وَقَذْفُ الْمُحْصَنَاتِ الْغَافِلاَتِ الْمُؤْمِنَاتِ

     “Siz (fertlerin ve milletlerin mahvolmasına sebep olan) helâk edici yedi günahtan sakınınız!” Ashab-ı Kirâm: “Yâ Rasülallah! Bunlar hangileridir?” diye sorunca, Peygamberimiz (SAV),şöyle buyurdular:“Allah’a şirk (ortak koşmak),büyü yapmak, Allah Teâlâ’nın öldürülmesini haram kıldığı kimseyi öldürmek -haklı olarak öldürülen müstesna-; tefecilik; yetim malı yemek; düşman ile savaşırken kaçmak; evli ve hiç bir şeyden haberi olmayan namuslu bir kadına zina isnat ve iftira etmektir.”
 
YETİMİN EVLENDİRİLMESİ

     Yetimle ister veli bizzat evlensin, isterse yakınıyla evlendirsin, her durumda bu muamele, yetimin haksızlığa uğratılmaması şartına bağlanmıştır. Nisa suresi’nde özellikle velinin yetimle şahsen evlenmesi durumunda, bu hususa dikkat çekilir:

وَإِنْ خِفْتُمْ أَلاَّ تُقْسِطُواْ فِي الْيَتَامَى فَانكِحُواْمَا طَابَ لَكُم مِّنَ النِّسَاء مَثْنَى وَثُلاَثَ وَرُبَاعَ فَإِنْ خِفْتُمْ أَلاَّ تَعْدِلُواْفَوَاحِدَةً أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ ذَلِكَ أَدْنَى أَلاَّ تَعُولُواْ:

     “Eğer velisi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekle, onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız onlarla değil, hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz. Eğer o kadınlar arasında da adaletli davranmayacağınızdan korkarsanız, o takdirde bir tane alın veya sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için daha hayırlıdır.” (NİSA SURESİ – 3. AYET)

     Kimsesizlerin kimsesi olmak, sevgi ve şefkate muhtaç yetim ve kimsesiz çocuklara merhametle davranmak, insanlık ve Müslümanlık görevimizdir. Cennette, Kâinatın Efendisi (SAV)’le beraber olmanın yolu da, onlara iyi muamele etmekten geçmektedir.

Yetimlerine ve kimsesizlerine sahip çıkmayan toplumlar, hem yaratıcıya karşı görevlerini ihmal etmiş, hem de toplumsal huzuru baltalamışlardır.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
2


Yalşayan Hurafeler Karşışında Müslümanların Tavırları

AYET : ALİ-İMRAN SURESİ – 19. AYET

إِنَّ الدِّينَ عِندَاللّهِ الإِسْلاَمُ:

              MEALİ :   

      “Allah katında gerçek din İslam’dır.”   (ALİ-İMRAN SURESİ – 19. AYET)

     Yapılması gerekenlerin belki de en önemlisi ülkemizin, toplumda yaygın olan hurafeler açısından bir inanç haritasının çıkarılarak, o yönde ciddi ilmî araştırmalar yapılması ve araştırma sonuçlarının topluma çeşitli vasıtalarla intikal ettirilerek, toplumun bir tür eğitime tabi tutulmasıdır. Bunlar, çeşitli platformlarda, ilmi toplantılarda, konferanslarda gündeme getirilmek suretiyle konunun ciddiyeti topluma ihsas ettirilmelidir. Kur’an-ı Kerim, şu gerçekleri ifade eder:

إِنَّ الدِّينَ عِندَاللّهِ الإِسْلاَمُ:

      “Allah katında gerçek din İslam’dır.”   (ALİ-İMRAN SURESİ – 19. AYET)

هُوَ سَمَّاكُمُ الْمُسْلِمينَ مِن قَبْلُ وَفِي هَذَا لِيَكُونَ الرَّسُولُ شَهِيداً عَلَيْكُمْ وَتَكُونُوا شُهَدَاء عَلَى النَّاسِ:

     “Ona mensup olan insanların ise Müslüman olarak isimlendirildiğidir.” (HACC SURESİ – 78. AYET)

     İslâm’a inanıp teslim olan, emirlerini hakkıyla yerine getirmeye gücü yettiğince gayret eden Müslüman’ın da, aynı derecede mükemmel olduğu gerek Kur’an ayetlerinin delaletinden, gerekse Hz. Peygamber (SAV)’in hadislerinden çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Onun içindir ki, İslâm kültüründeki “insan-ı kâmil” kavramı, kemal ve üstünlük namına aklımıza ne geliyorsa hepsini üzerinde barındıran insan olarak, Müslüman’ı tarif etmektedir. Terminolojik tahlillere girmeden kısaca ifade edersek, Müslüman, Allah ve Resulü (SAV)’ne inanmış, dünyada yaptıklarının âhirette tek tek hesabını vereceğini idrak etmiş, bu inanç içinde tutum ve davranışlarını bir disiplin içinde tutmasını başarabilme azmi içinde inanç ve ameli dünyası bütünlük arz eden kimsedir.
     Müslüman:
 
إِلَّا الَّذِينَ آمَنُواوَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ:

     “İman eden ve sâlih amel işleyen Hakkı ve sabrı tavsiye eden kimsedir.”   (ASR SURESİ – 3. AYET)

“Allah için seven Allah için buğz eden kimsedir.”

“Bencil değil diğer insanları düşünen (diğergâm olan) insandır.”

“Herkese güven telkin eden kimsedir.” “İkiyüzlü, çifte standardın değil, “Rabbim Allah’tır deyip dosdoğru olan” kimsedir.”

“Kimseye zulmetmeyen ve zulme de rıza göstermeyen insandır.”
“İlmi, hikmeti nerede bulursa alan insandır.”

     Kısaca Müslüman, daima iyiyi doğruyu, güzeli öğrenen; iyiyi, güzeli ve doğruyu söyleyen, her zaman istikamet üzere olmaya çalışan insandır. 0, iyilik, doğruluk ve güzellikler için yaşar ve onları yaşatmaya çalışır. “Bir müminin diğer mümin kardeşini incitmesi caiz değildir.” diyen bir Peygamberin ümmeti olabilme becerisine ulaşabilme gayreti içindedir. Yani içi temiz, dışı temiz; inancı, ameli, hurafelerden uzak, dinine bid’at ve hurafe karıştırmamış insan = Müslüman.

     Ancak ne var ki, Kur’an ve Sünnet’in önerdiği mümin olmak için gerekli olan bu vasıflar, her zaman asr-ı saadet tazeliğinde olamamış, zaman içinde İslâm coğrafyasının genişlemesi sonucu, Müslümanların sahip oldukları saf, tertemiz inanç ve amel dünyaları, çeşitli inanç ve uygulama ögeleriyle farklı şekillerde tezahür etmeye başlamıştır. İslâm kültürünün kapsamı genişlemiş, Kur’an ve Sünnet esaslarının yanında, değişik kültür unsurları da İslâm kültürü içinde dinin bir emriymiş gibi algılanmaya başlanmıştır. Bunun tabii sonucu olarak, Müslümanların birbirlerine bakışları bile değişmiş, kavramlar birbirine karışmıştır. Pek çok bid’at ve hurafe, dinin yüce ilkelerini örtmüş, perdelemiştir. Öyle inanç ögeleri ortaya çıkmıştır ki, İslâm’ın temeli olan tevhid inancı zedelenmiş, şirke ve küfre düşme riski son derece artmıştır. En acı olanı ise, bütün bunların çoğu kez samimi duygularla ibadet aşkı ve heyecanı içinde yapılıyor olmasıdır.

     Tabii ki bu tarihi süreçtir ve kaçınılmaz bir sonuçtur. Burada mesele; bir suçlu aramak veya bu tür yanlışlıklar içinde olan Müslümanları itham etmek değil, konunun özünü kavramaya çalışmak ve ona göre çözüm aramak olmalıdır. Bu tarihi gerçekler ve İslâm tarihinde zaman zaman ortaya çıkan “ihya hareketleri” beraberce düşünüldüğü zaman bizi şu sonuca götürmektedir:

     Allah katında en hakiki ve mükemmel din olan İslamiyet’i ve onun kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’i, Allah Resulü (SAV), yirmi üç yıllık peygamberlik hayatı süresince tebliğ etmiş, açıklayıp yorumlamış; Kur’an emirlerini bizzat uygulamak suretiyle kendileri kâmil bir mümin olmanın örneğini vermişlerdir. Bu hususu, Kur’an şöyle ifade eder:

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌحَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً:

     “Ey insanlar! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar için ve Allah’ı çok anan kimseler için Rasûlüllah en güzel örnektir.”   (AHZAB SURESİ – 21. AYET)

     Gerek Kur’an-ı Kerim gerekse Hz. Peygamber (SAV)’in bu açıklama ve uygulamaları yani “sünnet” dinin aslını teşkil etmektedir. Müslümanların, her dönemde dinleri hakkında başvurdukları temel ölçü, bu iki asıl kaynak olmuştur, kıyamete kadar da böyle olacaktır.

Yapılan her türlü değerlendirme ve yorumda bu iki kaynağa uygunluk aranmaktadır. Bir inanç ögesinin ve işlenen bir amelin bid’at ya da hurafe olup olmayışını tespitte de bu ölçü yani Kur’an ve Sünnet’e uygunluk ölçüsü aranır.

     Buradan anlıyoruz ki, dini inanç ve uygulamalarımızda bizim için birinci derecede önemli olan, o konuda dayandığımız ölçüdür. Ölçümüz Kur’an ve Sünnet mi, yoksa toplumsal alışkanlıklarımız ya da geleneklerimiz mi? Şüphesiz birincisi yani Kur’an ve Sünnet’tir. Hatta yapa geldiğimiz bir takım alışkanlıklarımızı, adet ve geleneklerimizi de bu iki kaynağa göre değerlendiririz. Eğer aykırılık söz konusu ise onu terk ederiz. Çünkü bu ölçü, bizim dini bütünlüğümüzü ve istikametimizi sağlayan bir ölçüdür. Bu yüzden iyi bilinmesi gerekir.

     Bir başka ifade ile İslâm toplumunda, gerek bireysel gerekse toplumsal anlamda ciddi bir şekilde Kur’an ve Sünnet eğitimine ihtiyaç vardır. Eğer bu konuda bilgi eksikliği olursa, dinden olmayan pek çok şey dindenmiş gibi kabul edilir ki bid’at ve hurafe diye ifade edilen dindışı inanç ve uygulamalar toplumda yaygınlaşmaya başlar. Bu da, zaman içinde, sosyolojik bir gerçek olarak toplumsal kutuplaşmalara kadar varan bir problemler yığınının ortaya çıkmasına sebep olur. Sulh, sükûn, huzur ve barış anlamlarına gelen “İslâm”, bu durumda âdeta problem üreten, topluma huzursuzluk veren bir müessese haline gelmiş olur; hâlbuki gerçek, hiç de öyle değildir. Bilakis İslâm’ın insanlığa getirmiş olduğu ilahi mesaj, her iki dünyada da huzur ve saadeti önermekte, müntesiplerinin de her zaman bunu istedikleri, Kur’an’da bizzat ifade edilmektedir:

رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَاحَسَنَةً وَفِي الآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ:
     
     “Rabbimiz bize dünyada iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem ateşinden koru.”  (BAKARA SURESİ – 201. AYET)

     Öyleyse toplumda, dini olmadığı halde dindenmiş gibi zannedilerek uygulanan bir takım davranış biçimlerinin görülmesi, toplum fertlerinin bu konuda yeterli bilgiye sahip olmamaları sebebiyle böyle bir yanlış anlayışa sahip olduklarını göstermektedir. Zira cehalet, kişinin her türlü yanlışa düşmesinde en büyük etkendir. Bunu birkaç örnekle daha somut hale getirmeye çalışalım.

     Toplumumuzda sıkça görülen hurafelerin başında muska ve tılsımlar gelmektedir. (Bunlar, daha çok psikolojik temeli olan ruhî (manevi) hastalıklardan korunma amacıyla yapıldığı ifade edilen ve muhtelif şekilleri olan maskotlardır. Halk arasında gözlemlendiği şekliyle bunlar boyunlara takılmak, evin, arabanın belli yerlerine asılmak, hayvanların kafasına bağlanmak gibi farklı şekillerde kullanılmaktadır. Hz. Peygamber (SAV)’in sünnetinde muska ve temaim yasaklanmış; Allah’tan değil de bu çeşit eşyadan yardım dilemenin şirk koşmak demek olacağı ifade edilmiştir. Çünkü böyle bir inanç, Tevhid düşüncesini zedelemektedir. Zira fiillerin isnadının Allah’tan başkasına izafe edilmesi, yani muskalardan veya bir takım tılsımlardan medet umulması Allah inancını gölgede bırakmaktadır ki, böyle bir inanç içinde şirk unsurunu taşıyan bir inançtır. Her ne kadar bu yola tevessül eden insanların böyle bir niyeti olmasa da, konunun şirke düşme riski büyük olan bir uygulama olduğunu özellikle belirtmek isteriz. Muska uygulaması, Hz. Peygamber (SAV)’in hadislerinde belirtildiği şekliyle şartlı olarak izin verilen Rukye ile hiçbir zaman karıştırılmamalıdır.

     Yine böyle yaygın bir inanç da, eşyada uğur ve uğursuzluk bekleme düşüncesidir.

Hemen her konuda uğursuzluk düşüncesine konu olmuş pek çok inanç ögesi bulunmaktadır. Söz gelimi, baykuş ve karganın ötmesinde, köpek ulumasında, kara kedide, siyah köpekte, farede, yılanda, tenha ve ıssız yerlerde bulunduklarına inanılan, değişik suret ve şekillerde görünerek insanları yoldan saptırıp helak olmalarına sebep olan gul ve gulyabani de uğursuzluk vardır. Pazartesi çamaşır yıkamak iyi değildir. Salı uğursuz bir gündür. Gece aynaya bakmak uğursuzluk getirir, cin çarpar. Gece dışarı çöp atılması, çocuk beşiğinin boş sallanması iyi değildir. Elbiseyi çıkarmadan insanın üzerinde bir yerini dikmek uğursuzluk getirir gibi.

     Her ne kadar bu tür inanç ve uygulamaların bazılarının pratik açıklamaları olsa dahi, prensip olarak Hz. Peygamber (SAV)’in hadislerinde “Eşyada uğursuzluk görmek diye bir şeyin olmadığı.” bizzat ifade edilmiştir. Ama bugün şöyle bir etrafımıza baktığımızda, hemen her seviyede, ister eğitim görmemiş olsun, isterse eğitim görerek belli bir kültür birikimine sahip olmuş entellektüel pek çok insanın uğur ya da uğursuzluk inancına sahip oldukları görülmektedir.

     İslâm toplumunda, gerek bireysel gerekse toplumsal anlamda ciddi bir şekilde Kur’an ve Sünnet eğitimine ihtiyaç vardır. Eğer bu konuda bilgi eksikliği olursa, dinden olmayan pek çok şey dindenmiş gibi kabul edilir ki, bid’at ve hurafe diye ifade edilen din dışı inanç ve uygulamalar toplumda yaygınlaşmaya başlar.

     Bu tür inançların birer folklorik değer olarak benimsenmesi normal kabul edilip bir kültür unsuru sayılsa bile, konuya inanç açısından bakıldığı zaman, farklı zeminlere kaydığı görülmektedir. Mesela, bir yerde baykuş öttüğü zaman o evden ya bir cenaze çıkacak veya o ev sakinlerinin başına bir felaket gelecek diye inanmak, baykuş denilen o kuşun ötmesini felaket habercisi kabul etmek; o kuş ötmeseydi böyle bir felaket olmayacaktı, şeklinde inanmak, bir anlamda “fiillerin yaratıcısının Allah olduğu” inancını unutarak, meydana gelen fiilin yaratıcısını, Allah’tan başka varlıklarda aramak demek olacaktır ki, bu İslâm Dininin en temel prensibi olan Tevhid inancına aykırı düşmektedir.

Uğur veya uğursuzluk düşünceleri, beşeri değerlendirmeler olup, hadiselerin meydana gelmesinin, varlıkların yaratılış özelliklerine veya belli davranış şekillerine bağlamak Tevhid’e zıttır. Çünkü baykuş sesinin felaket haberi olduğu inancın menşeine bakıldığı zaman, bunun anlamı Cahiliyye Araplarında görüldüğü şekliyle, baykuşun, kısas olunmayan bir maktulün ruhunun tecessüm etmiş şekli olarak kabul edilmesi, umumi manası itibariyle “ruhun bir vücuttan diğerine intikali” demek olan “TENASÜH=RUH GÖÇÜ=REENKARNASYON” inancı ile yakından ilgili olduğu görülmektedir. Bu da İslam Dini’nin reddettiği bir inançtır. Halkımız arasında gerek inanç yönünden gerekse, geleneksel olarak yaşatılmaya çalışılan, onlarda bir takım kutsallık aranan pek çok hurafe -boş inanç- çeşitleri bulunmaktadır. Üzücü olan ise, bu tür hurafelerin birer folklorik değer olarak halka mal edilmesi yönünde gayretler sarf edilirken, tarihi kökenlerinin ne olduğu ve İslâm Dini’nin bunları nasıl değerlendirdiği konusunda yeterli bilginin verilmeyişidir.

Durum böyle olunca, bu hurafeler, zamanla insanımızın hayatında, terk edilemez bir unsur olarak yer alacaktır ki, bu da insanımızı din ile geleneğin çatıştığı bir ikilem içine itecektir.

     Aslolan; dine ait olan bir değer ile, geleneğe ait olan bir değerin birbirinden ayrılması, dinle çatışan, ona ters düşen geleneklerin ise, toplumda din-gelenek çatışması sonucu ortaya çıkabilecek bir takım psikolojik ve rûhi rahatsızlıklara sebep olacağı düşüncesiyle, zaman içinde onların terk edilmesidir. Öyleyse, Müslüman’ın sahip olması gerektiği Tevhid inancını zedeleyen bu ve benzeri hurafelerden arınması için yapılması gereken şey nedir?

     Hz. Peygamber (SAV)’in sünnetinde muska ve temaim yasaklanmış; Allah’tan değil de bu çeşit eşyadan yardım dilemenin şirk koşmak demek olacağı ifade edilmiştir. Çünkü böyle bir inanç, Tevhid düşüncesini zedelemektedir.

     Bu konuda yapılacak en önemli şey, toplumun aydınlatılması, doğru bilgilerin onlara birinci el kaynaklardan ulaştırılmasıdır. Bu yapılırken sadece, o inanç öğesinin bir hurafeden ibaret olduğunu belirtmekle yetinilmeyip, bizzat gerek menşeinden, gerekse topluma intikal eden şeklinin tarihi gelişiminden de bahsetmek suretiyle, niçin yanlış olduğu düşüncesi verilmeli, toplum, mantıken o konuda ikna edilmelidir. Sadece “bu şudur, şu değildir!” şeklindeki açıklama ve yorumlar, hurafelerle mücadele konusunda yeterli sonuçların elde edilmesine kâfi gelmemektedir. Ayrıca, toplumun hassas olduğu noktalarda, yapılacak eleştirilerde, bu hassas noktaların dikkate alınması; keskin tavırlarla değil, öğretici, eğitici ve inandırıcı üslup içinde yapılması, alınacak sonucu müspet yönde etkileyecektir.

     Bunun için yapılması gereken bir başka husus, -belki de en önemlisi- ülkemizin, toplumda yaygın olan hurafeler açısından bir inanç haritasının çıkarılarak, o yönde ciddi ilmî araştırmalar yapılması ve araştırma sonuçlarının topluma çeşitli vasıtalarla intikal ettirilerek, toplumun bir tür eğitime tabi tutulmasıdır. Bunlar, çeşitli platformlarda, ilmi toplantılarda, konferanslarda gündeme getirilmek suretiyle konunun ciddiyeti topluma ihsas ettirilmelidir. Konu ciddidir, zira doğru zannedilerek işlenen veya kabul edilen yanlışlıklar üzerine bina edilen farklı davranışlar daha kötü sonuçların doğmasına zemin hazırlamaktadır. Burada özellikle din görevlilerimize büyük görevler düşmektedir. Her hafta okunan hutbe ve yapılan va’z-u nasihatlerde, uygun bir üslup güzelliği içinde halka verilmeye çalışılan dini bilgilerde, bir Sünnet’in ihya edilmesi sağlanmaya çalışılırken, bir bid’atın ve hurafenin de kaldırılması konusuna daha fazla ağırlık verilebilir. Halk, her gün işlemekte olduğu veya işlendiğine şahit olduğu hurafelerin menşei ve dinle olan münasebetinin ne olduğu konusunda ciddi ve ilmi bilgilere sahip olduğu zaman, kısa vadede olmasa da zaman içinde bu tür boş inançlardan arınmış olacaktır.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
3
İlmihal Bilgiler + islam Ansiklopedisi / Yalanın Zararları
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Bugün, 10:02:40 ÖÖ »


Yalanın Zararları

AYET : AHZAB SURESİ – 70. AYET

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَقُولُوا قَوْلاً سَدِيداً:

          MEALİ :

     “Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin.” (AHZAB SURESİ – 70. AYET)

     Doğruluk iman sahibinin şiarıdır. Yalan ise nifak alametlerindendir. İnsan her hareketinde doğru olacak, asla yalana tenezzül etmeyecektir. Pusulanın ibresi, belirli bir istikameti gösterir. İman nuru da daima doğruluğa ışık tutar. Bu itibarla müminin özü ve sözü, içi ve dışı, işi ve gücü hep doğru olacaktır.

     Yalancılık, iki cihanda yüz karasıdır. Yalancı, foyası meydana çıkasıya kadar, birkaç kişiyi kandırabilir. Fakat ikbalin mumu yatsıya varmadan söner. Hz Peygamber (SAV)’in en çok buğz ettiği huy yalancılıktı.

     Yalancı, maşeri vicdanda öyle bir mahkûmiyete uğrar ki, onun doğru sözüne de kimse inanmaz. Yalancı, iki yüzlülük ve yalan sözlülükle hem Hakk’ın hem de halkın nazarında itibar ve itibarını kaybetmiş olur. Söz, özün tercümanıdır. Kişi, yalan söylemekle kalbinin murdarlığını açığa koyar. Yalancılıktan sakınmak isteyen bir insan, konuşulan her sözün doğruluğuna hüküm vermemelidir. Sonra bilmeyerek yalan haberi yaymış olur.

Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:

     “Kişiye işittiği her şeyi haber vermek, yalan olarak yeter.”

     İman, yalanı reddeder. Kamil imanla yalan bir arada devam edemez. Bu gerçeği şu hadis-i şerif şöyle ifade ediyor:
 
عن صفوان بن سلَيْمٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال:قُلْنَا يَا رَسُولَ اللّهِ: أيَكُونُ الْمُؤْمِنُ جَباناً. قَالَ: نَعَمْ. قُلْنَا: أفَيَكُونُ بَخِيً؟ قَالَ: نَعَمْ. قُلْنَا: أفَيَكُونُ كَذّاباً؟ قَال:لا:

     Ashap’tan Safvan b. Süleym naklediyor: “Ey Allah’ın Resulü! Mümin korkak olabilir mi?” diye sorduk. Hz Peygamber (SAV) cevap verdi: “Evet, olabilir.” Tekrar sorduk:

“Mümin cimri olabilir mi?” Hz Peygamber (SAV) cevap verdi: “Evet.” Tekrar sorduk:

“Mümin yalancı olabilir mi?” Hz Peygamber (SAV) cevap verdi: “Hayır, olamaz.”
     Sözün mefhum-u muhalifi düşünüldüğü zaman yalancılık yapanın kâmil bir Müslüman olamayacağı açığa çıkmış olur. Yalancılık, kişinin dünyada özünü ve yalancı foyaların meydana çıkacağı ahirette yüzünü karartır. Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:

     “Yalandan sizi sakındırırım. Çünkü yalan, iman-ı kâmilden uzaklaştırıcıdır.”

وعن عبداللّهِ بن عامر قال:دَعَتْنِي أُمِّي يَوْماً وَرَسُولُ اللّهِ قَاعِدٌ في بَيْتِنَا. فَقَالَتْ: هَا تَعَالَ أُعْطِيكَ. فقَالَ لَهَا: مَا أرَدْتِ أنْ تُعْطِيهِ. قَالَتْ: أرَدْتُ أنْ أُعْطِيَهُ تَمْراً. فقَالَ لَهَا: أمَا إنَّكِ لَوْ لَمْ تُعْطِيهِ شَيْئاً كُتِبَتْ عَلَيْكِ كَذْبَة:

     Ashap’tan Abdullah b. Âmir (RA) rivayet ediyor:

     “Hz Peygamber (SAV)’in evimizde bulunduğu bir günde annem: “Gel sana vereceğim.” diyerek beni yanına çağırmıştı. Hz Peygamber (SAV): “Ona ne vermeyi diledin?” diye sordu. Annem: “Hurma verecektim.” dedi. Hz Peygamber (SAV): “Şayet ona bir şey vermeyecek olsaydın, senin üzerine yalan söyleme günahı yazılırdı.” buyurdu.

     Kadın sahabelerden Esma binti Yezid (RA), Hz Peygamber (SAV)’e sordu: “Ey Allah’ın Resulü! Bizlerden biri canının çektiği yiyeceğe davet olunduğu zaman, iştahım yok dese bu yalan sayılır mı?” Hz Peygamber (SAV( cevap verdi: “Hiç şüphe yok ki yalan, yalan olarak, yalancık ta küçük yalan olarak yazılır.”

     İnsan konuşacağı bir sözün doğru olup olmadığında şüphe ederse onu söylememelidir. Zira insanın sadrında manevi alarm cihazı bulunmaktadır. Kişi yapacağı hayırlı bir iş veya konuşacağı iyi bir söz sırasında kalbinde bir rahatlık hisseder. Yalan yanlış bir söz konuşmak istediğinde kalbinde bir tereddüt, vicdanında bir tedirginlik duyar.

Kul böyle bir hal karşısında şaşırmasın ve yanlış bir tercih yapmasın diye, Hz Peygamber (SAV) şöyle ikaz ediyor:

وَعَنْ أَبِي الجوزاء قَالَ:قُلْتُ لِلْحَسَنِ بْنِ عَلِيُّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُمَا: مَا حَفِظْتَ مِنْ رَسُولِ للّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ؟ قَالَ: حَفِظْتُ مِنْهُ: دَعْ مَا يَرِيبُكَ إِلَى مَاَ يُرِيبُكَ، فَإِنَّ الصَّدْقِ طُمَأْنِيَنةٌ، وَالْكَذِبَ رِيبَةٌ:

     “Ebi'l-Cevzâi (RA) anlatıyor: “Hasan İbni Ali (RA)’a: “Resülüllah (SAV)’den ne ezberledin?” diye sordum. Şu cevabı verdi: “Hz Peygamber (SAV)’den: “Sana şüphe veren şeyi terk et, emin olduğun şeye ulaşıncaya kadar git. Zira sıdk (doğruluk) kalbin itminanıdır, yalan şüphedir.”

     Yine Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:

     “Altı şeyi koruyacağınıza candan teminat sözü verin, ben de sizin cennete girmeniz için kefil olayım: Haber verdiğiniz zaman doğru sözlü olun. Sözleşme yaptığınız zaman vefalı olun. Emanet bir mal size tevdi olunduğunda sahibine verin. Irzınızı koruyun.

Harama karşı gözlerinizi kapatın. Ellerinizi eza vermekten men edin.”

     Başka bir hadislerinde Hz Peygamber (SAV) şöyle buyurur:
     “Ben şaka yoluyla olsa bile, yalanı terk eden kimsenin cennetin ortasında bir ev sahibi olması için kefilim.”

     Abdullah b. Mes’ud (RA)’ın rivayet ettiği hadis-i şerif şudur: Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:

عن اِبْنِ مسعةد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَالَ:قَالَ رَسُولُ للّهِ صَلَّي اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ إِنَّ الصِّدْقَ يَهْدِي إِلَى الْبِرِّ، وَإِنَّ الْبِرَّ يَهْدِي إِلَى الْجَنَّةِ، وَإِنَّ الرَّجُلُ لَيَصْدُقُ، وَيَتَحَرَّى الصِّدْقَ حَتَّى  يِكْتَبَ عِنْدَ اللّهِ صِدِّيقَا، وَإِنَّ الْكَذِبَ يَهْدِي إِلَى الْفُجُورِ، وَإِنَّ الْفُجُورِ يَهْدِي إِلَى النَّارِ، وَإِنَّ الرَّجُلُ لَيَكْذِبَ وَيَتَحَرَّى الْكَذِبَ حَتَّى يُكْتَبَ عِنْدَ اللّهِ كَذَّابَا:

     “İbni Mes’ud (RA) anlatıyor: “Resülüllah (SAV) buyurdular ki: “Sıdk insanı birr’e (Allah’ı razı edecek iyiliğe) götürür, birr de cennete götürür. Kişi, doğru söyler ve doğruyu arar da sonunda Allah’ın indinde sıddîk (doğru sözlü) diye kaydedilir. Yalan da kişiyi haddi aşmaya götürür. Haddi aşmak da ateşe götürür. Kişi yalan söyler ve yalanı araştırır da sonunda Allah’ın indinde yalancı diye kaydedilir.”

     Akl-ı selim sahibi bir insan, ne bir menfaat temini için, ne de halkın yanında itibar sahibi olmak için ne de halkı neşelendirip güldürmek için yalandan faydalanmaya tevessül etmemelidir. Hz Peygamber (SAV),ümmetini şöyle uyarıyor:

وعن بهْز بن حكيم عن أبيه عن جدّهِ قال:قَالَ رَسُولُ اللّهِ: وَيْلٌ لِلّذِي يُحَدِّثُ بِالْحَدِىثِ لِيَضْحَكَ مِنْهُ الْقَوْمُ، فَيَكْذِبُ. وَيْلٌ لَهُ، وَيْلٌ لَهُ:

     Behz İbnu Hâkim an ebihi an ceddihi anlatıyor:  “Bir topluluğu güldürmek için yalan bir haber çıkarana yazıklar olsun. Veyl olsun ona, yazıklar olsun ona.”

     İrtikâp edilen yalanın ne derece çirkin ve nefreti mucip olduğunu, şu hadis ifade eder:
     “Bir kul yalan söylediği zaman dikle getirdiği sözün çirkin kokusundan dolayı yanındaki melek bir mil mesafede uzaklaşır.”

     Ashap’tan Huzeyfe (RA), yalanın zararını şöyle açıklamıştır: “Bir adam Hz Peygamber (SAV)’in asrında bir yalan kelime söylerdi de bu kelime sebebiyle münafık olurdu. Ben şimdi aynı kelimeyi sizin birinizden günde on defa işitmekteyim.”

     Hz Huzeyfe (RA)’ın bu iddiası, kendi kanaat ve görüşü değil, Hz Peygamber (SAV)’in beyanlarına dayanmakta ve aklı zorlayacak tereddütleri bertaraf etmekteydi. Hz Peygamber (SAV) münafıkların sıfatlarını umumî olarak açıklamış ve onların isimlerini Hz Huzeyfe (RA)’a vermişti. Münafık kalbinde küfür gizleyen ve Müslüman görünmeye çalışan ikiyüzlü, iki sözlü kimselerdir. Onların tavırlarını tescil ve tafsil eden hadisinde Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:

عن ابن عمرو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنهما قال:قَالَ رَسُولُ اللّهِ : أرْبَعٌ  مَنْ كُنَّ فيهِ كَانَ مُنَافِقاً خَالِصاً. وَمَنْ كَانَتْ فِيهِ خَصْلَةٌ مِنْهُنَّ كَانَتْ فِيهِ خَصْلَةٌ مِنَ النِّفَاقِ حَتّى يَدَعَهَا: إذَا أُؤْتِمِنَ خَانَ، وَإذَا حَدّثَ كَذَبَ، وإذَا عَاهَدَ غَدَرَ، وَإذَا خَاصَمَ فَجَرَ:

     “Dört kötü davranış vardır. Kimde bu şeyler bulunacak olursa, halis münafık olur. Kimde de bunlardan bir haslet, huy bulunursa, terk edesiye kadar, nifaktan bir şey onda bulunmuş olur: Bir şey emanet bırakılsa hıyanet eder, haber verdiğinde yalan söyler, sözleşme yaptığında mağdur eder ve murafaa olduğunda haktan ayrılır.”

     Başka bir hadis-i şerif te şöyledir:

     “Üç şey kimde bulunursa o kimse oruç tutsa da, namaz kılsa da, hac ve umre yapsa da ve: “Ben Müslüman’ım.” dese de münafıktır: Bir haber verdiğinde yalan söyler, vaat ettiğinde sözünden döner, bir şey emanet olunsa hıyanet eder.”

     Yalandan söz açılınca, akla hemen yalan şahitliği gelir. Bir mahkemede, haklıyı haksız; hak sahibi olmayanı haklı çıkarmak için verdiği ifadeye yalan karıştırmak, en çirkin bir hareket olur. Şahitlik, cemiyet hayatının kaçınılmaz icaplarındandır. Medeni ve tarihi bir takım muamelelerin yapılışında bazen anlaşmazlıklar çıkar ve işin halledilmesi mahkemeye intikal eder. Davanın bir sonuca bağlanabilmesi için şahide ihtiyaç duyulur.

Şahitlik yapılmayacak olursa iş münakaşaya dökülür, kavga ve gürültünün önü alınamaz ve toplumda huzur kalmaz. Bu gibi hallerin önlenebilmesi için Kur’an şöyle buyurur:

وَلاَ تَكْتُمُواْ الشَّهَادَةَ وَمَن يَكْتُمْهَا فَإِنَّهُ آثِمٌ قَلْبُهُ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ:

     “Şahitliği bildiklerinizi gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi günahkârdır. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.”  (BAKARA SURESİ – 283. AYET)

     Hz Peygamber (SAV),bir gün sabah namazını eda edip cemaate döndüğü vakit ayağa kalktı da üç defa şöyle söyledi:

     “Yalan yere şahitlik etmenin günahı, Allah’a şirk koşmaya denk kılınmıştır.”

     Daha sonra şu ayeti okudu:

ذَلِكَ وَمَن يُعَظِّمْ حُرُمَاتِ اللَّهِ فَهُوَ خَيْرٌ لَّهُ عِندَ رَبِّهِ وَأُحِلَّتْ لَكُمُ الْأَنْعَامُ إِلَّا مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ فَاجْتَنِبُواالرِّجْسَ مِنَ الْأَوْثَانِ وَاجْتَنِبُوا قَوْلَ الزُّورِ:حُنَفَاء لِلَّهِ غَيْرَ مُشْرِكِينَ بِهِ وَمَن يُشْرِكْ بِاللَّهِ فَكَأَنَّمَا خَرَّ مِنَ السَّمَاء فَتَخْطَفُهُ الطَّيْرُ أَوْ تَهْوِي بِهِ الرِّيحُ فِي مَكَانٍ سَحِيقٍ:

     “Durum böyle. Her kim, Allah’ın emir ve yasaklarına saygı gösterirse, bu, Rabbinin katında kendisi için daha hayırlıdır. (Haram olduğu) size okunanların dışında kalan hayvanlar size helâl kılındı. O halde, pislikten, putlardan sakının; yalan sözden sakının.

Kendisine ortak koşmaksızın Allah’ın hanifleri (O’nun birliğini tanıyan müminler olun). Kim Allah’a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibidir.”  (HACC SURESİ – 30/31. AYETLER)

Yalan söz, insanların huzurunu ihlal ettiği ve ahlakını bozduğu için haram kılınmıştır.

İnsanların arasını ıslah etmek, baba ile evladın, koca ile karının arasını düzeltmek için, başka çare yoksa yalan söylemek caiz görülmüştür. Bu konuda Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:

     “Her yalan Âdemoğlunun aleyhine yazılır. Ancak üç yalan müstesna: Bir adam harpte düşmana yalan söyleyebilir. Zira harp hiledir. Bir adam karısına yalan söyleyip te onu razı edebilir. Bir adam, iki adamın arasını düzeltmek için yalan söyleyebilir.”

     Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:

     “İnsanların arasını düzeltmeye çalışan yalancı değildir. Bu kimse ya hayır söyler veya hayır türetir.”

     Hayır söyleyen dini hükümleri açıklar, ayet ve hadislerden misaller getirir. Hayır türetmeye gelince: “Filan kimse sana selam söyledi ve senin hakkında iyi dileklerini dile getirdi. O seni çok seviyor.” demek gibi laflar söyler. Hâlbuki o kimse böyle laflar söylememiştir. Aralarını ıslaha çalışan kimse bu sözleri kendi zihninde mayalamış ve geliştirmiştir.

     Allah, sözün yalanından, paranın haramından ve alkolün dumanından nefsimizi ve neslimizi korusun.

KÜRSÜDEN MÜMİNLERE VAAZ VE İRŞAT

MEHMET EMRE
4


Ahiretin kapısı ölümü Hatırlamak ve Ona Hazırlanmak

Dünyada hepimize er veya geç gelecek olan ölüm kadar kati bir hakikat yoktur. Hatta ölüm, her bugünün yarını, her gecenin bir gündüzü ve her yazın bir kışı olmasından daha kesin bir gerçektir. Nitekim her gün aramızdan ayrılanlar ile de bu durumu müşahede ediyoruz.

Eğer ölüm sırf yokluk, yok olup gitmek olsaydı o zaman yapılacak pek bir şey kalmazdı. İnsanlar aslandan kaçar gibi ölümden korkar ve kaçarlar ama ne kadar kaçsalar da yine bir gün ölüm onları yakalar, korktukları başlarına gelir. İnsan yok olmaktan korktuğuna, yok olmayı istemediğine ve ölüp gitmekle yok olmayacağına, sadece bir dünyadan diğerine göçeceğine göre...

İşte bu noktada ölüme ve ölüm sonrasına hazırlık ihtiyacı gündeme gelmektedir. Çünkü insanoğlu fıtraten yarınına hazırlık yapma duygusuyla yaratılmıştır. Ölümden sonraki hayatı hatırlatan en müşahhas gerçeklik ölüm olduğu için Peygamber Efendimiz bizleri ölümü çok hatırlamaya teşvik etmiş, ölümü çok anmayı hayra alamet saymış ve “Lezzetleri yok edici olanı, yani ölümü çok hatırlayın (hatırınızdan hiç çıkarmayın).” buyurmuştur. (Tirmizi, Zühd, 31; İbn Mace, Zühd, 31.) Kendilerine ensardan bir sahabi: “Müminlerin en akıllısı hangisidir ey Allah’ın Resulü?” diye sorunca: “Ölümü çok anan ve ölümden sonrası için güzel hazırlık yapanlar var ya, işte onlar en akıllı olanlardır.” (İbn Mace, Zühd, 31.) cevabını veren Hz. Peygamber (s.a.s.), insanların en zahidinin kim olduğunu sorana da şöyle söylemiştir: “İnsanların en zahidi, kabri ve (orada) çürümeyi unutmayan, dünya ziynetinin fazlasını terk eden, bakiyi (ahireti) fâniye (dünyaya) tercih eden ve yarınki günlerini saymayıp (dünyada uzun emeller peşinde koşmayıp) kendisini ölülerden sayan kimsedir.” (Azizi, Ali b. Ahmed, Siracu’l-Münir, c. I, s. 186.) Bu son hadiste tavsiye edilen, dünya nimetlerinden tamamen el etek çekmek değildir. Nitekim hadisin şerhinde, dünya nimetlerinden ihtiyacı kadar faydalanmanın insanı zühdden çıkarmayacağı misallerle açıklanmıştır.

Akıllı insanın başta gelen özelliklerinden biri de yarınını garanti altına almak için gayret sarf etmek ve başına geleceği muhakkak olan hadiseler için önceden tedbir almaktır. Dünya hayatında bile insanların bugünden yarın için, yazdan kış için çalışıp hazırlanmaları, o günlerin geleceğini düşünmeleri ve o günkü hâlleri bugünden görür gibi olmaları sebebiyledir. Hâlbuki hiç kimsenin ne yarının geleceğine garantisi vardır ne de kendisinin yarına ulaşacağına dair kesin bilgisi. Her ikisi de muhtemeldir. Gelmesi muhtemel olan ilerideki günleri için bugünden hazırlık yapan insanoğlunun, gelmesi muhakkak olan ölümden sonraki hayatı hatırlayıp da ona hazırlık yapmaması hiç düşünülebilir mi?

Bu sebeple Sevgili Peygamberimiz ölümü çok anmamızı ve ondan sonrası için hazırlık yapmamızı emretmiş, nefsin arzularına değer vermemeyi ve ölümden sonrası için çalışmayı akıllılık alameti saymıştır. Ashaptan Bera b. Azib, Resulüllah’ın yanındayken gördükleri topluluğun kabir kazdıklarını öğrenince Resulüllah’ın hemen gidip mezarın yanında ağladığını ve yanındakilere şöyle öğüt verdiğini anlatıyor:

“Ey kardeşlerim, bu gün için (başka bir rivayette şurası için) hazırlanınız.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. IV, s. 294, Meymeniyye, 1313h.)

Ölüm gelmeden önce ölüme hazırlanmayı hidayet alameti sayan Resulüllah (s.a.s.), bir gün Abdullah b. Ömer’in omzuna elini koyarak onun şahsında bütün ümmetine şöyle nasihat etmiştir: “Dünyada sanki gurbette imiş gibi yahut yolculukta bulunuyormuş gibi ol. Kendini mezarlıktakilerden say. Sabahladığın zaman kendine akşamdan söz etme, akşamlayınca da sabahtan bahsetme. Hastalanmadan önce sıhhatinden, ölümünden evvel de hayatından faydalan. Çünkü sen yarın isminin ne olacağını bilemezsin ey Abdullah!” (Tirmizi, Zühd, 17.)

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de, dünya zevklerine dalıp da kabre varıncaya dek ölümü hatırlamayanların kabirde gerçeği göreceğini ve dünyada iken kendilerine verilmiş olan tüm nimetlerden sorguya çekileceklerini haber vermektedir. (Tekasür, 102/1-8.) Dünya hayatının rengârenk güzelliklerinin hep geçici olduğunu göremeyen ve bu dünyaya imtihan için geldiklerini unutanların ölüm anındaki acıklı durumlarını ve dünyaya dönüşü arzulamalarını da şöyle anlatıyor Kur’an: “Nihayet onlardan birine ölüm gelince ‘Rabbim! Beni dünyaya geri gönderi ki terk ettiğim dünyada salih bir amel yapayım.’ der. Hayır! Bu sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine engel) bir perde (berzah) vardır.” (Müminun, 23/99-100.) Şüphesiz onların burada anlatılan dünyaya dönüş arzuları, o ana kadar geçirdikleri hayatlarını devam ettirmek ve yine mallarıyla, mülkleriyle oyalanmak için değildir. Artık gerçeği gördükleri için Allah’a itaat gayesiyle dünyaya dönüşü arzu etmektedirler ki kâfir ve münafıkların ölüm anındaki bu isteklerinden başka, biri kıyamet günündeki azabı görünce biri de cehenneme ebedî kalmak üzere girince olmak üzere iki kere daha dünyaya dönüşü arzulayacakları Kur’an-ı Kerim’de haber verilmiştir. (Şura, 42/44; Fatır, 35/37.)

Burada şunu da belirtmek isteriz ki İslam’da ölümü hatırlamak ve ölümden sonrasını düşünmek, mümine dünya hayatını zindan etmek için tavsiye edilmemiştir.

Aksine bu tavsiye, müminin dünyada mutlu olması ve ahiretine de hazırlık yaparak her iki dünyası için müspet faaliyetlerinden ötürü saadet ümidiyle yaşaması ve ümitsizliğe düşmemesi içindir. Zira nasıl ki kışlık hazırlığı tam olanı kışın gelişi korkutmaz ise ahiret hazırlığı tam olanı da ölümün gelişi korkutmaz.

Mümin, dünyadan ayrılırken kıyametinin kopacağını ve o ölünce meleklerin önden ne gönderdiğini, insanların ise cenazenin ardından giderken geriye ne bıraktığını soracaklarını bilir. Kabrin karanlık ve yılan, çıyanla dolu dar bir yer olduğunu, orada sorguya çekileceğini ve kabri cennet bahçelerinden biri hâline getirmenin kendi elinde olduğunu da bilir. İşte bütün bunları bildiği için de ölümü çok anar hatta hiç hatırından çıkarmaz ve ona hazırlık yapar.

Öte yandan mümin, ölümden sonrasını hatırdan çıkarmayıp oraya hazır olduğu için ölümden de korkmaz. Çünkü insanların ölümden korkmalarının sebebi, ölümden sonraki hayata hazır olmayışlarındandır. İnsanın ahiret hazırlığı ve takvası arttığı nispette ölüm korkusu azalır. Ölümü çok hatırlayan müminin ise ona hazır olacağı için böyle bir korkusu olmaz.

Ölümü anmanın insana sağladığı başka faydalar da vardır. Büyüklerden biri bunları şöyle sıralar: Günahlardan hemen tövbe etmek, rızkında kanaat etmek ve Allah’a kulluk ederken içten gelen bir istek ve aşkla bunu yapmak. Aynı zat, ölümü unutan kimseye de Allah’ın üç musibet vereceğini ifade ederek bunları şöyle sıralamaktadır:

1-   Daha vakit var, gençliğim var diyerek tövbeyi sonraya bırakması,

2- Dünyadaki mal, mülk ve evladın bir imtihan için verildiğini unutarak dünyaya karşı hırs ve tamahının artması,

3- İbadetlerini yapmada üşenmesi. (Şarani, Abdulvahhab b. Ahmed, Muhtasaru Tezkireti’l İmam Ebi Abdillah el-Kurtubi, s. 4.)

Hâlbuki ölüm, kardeşi kardeşten, evladı anneden, karıyı kocadan ayırır. Yine insanı, uğruna ahiretini yıktığı ve canından çok sevdiği mallarından ayırır. Çoğu zaman insanın sevdiği mallarını, sevmediği kimselere bıraktırır. Kendisi orada kazanıp biriktirdiği malın mülkün hesabını vermeye çalışırken hatta bazen cezasını çekerken başkaları da sefasını sürer.

Niceleri vardır ki ruhları bedenlerinden ayrıldığı ve gerçeği gördükleri zaman geride bıraktıkları akraba ve yakınlarına şöyle seslenmek isterler:

“Ey ailem ve çocuklarım! Dünya benimle oynadığı, beni oyaladığı gibi sizinle de oynayıp oyalamasın. Helal haram mal topladım; faydası size, zararı bana oldu. Benim gibi olmaktan sakının.” Ama ne yazık ki dünyaya dalmış olanlar bu sese kulak vermez ve ölümden sonrasını düşünmezler. Onlar ölümden ve ölülerden de ibret almazlar. Ama ne kadar ölümden kaçsalar da bir gün mutlaka ölüm onlara gelecek, ölüm ağına onlar da düşeceklerdir.

Ölümü hatırlamak, aynı zamanda katı kalplerin yumuşatıcı ilacıdır. Bolluk ve nimet içinde olanları gafletten, darlıkta olanları da şiddetli elemden kurtarır.

Ölümü ve ahiret hayatını hatırından hiç çıkarmayan mümin dünyayı aşırı sevmez, dünya nimetlerinden istifade ederken de her zaman sabırlı ve kanaatkâr olur.

O, başına gelebilecek bela ve musibetlere sabretmesini bilir, bunlar karşısında sabırsızlık etmez ve isyana düşmez. Çünkü o her şeyin Allah’tan geldiğine ve karşılıksız kalmayacağına inanır, daima rıza ve teslimiyet makamında oturur. Mümin, eliyle daima hayır yapar, diliyle hayır söyler, hiç kimseyi incitmez, her an ölümün gelebileceğini düşünerek gaflete düşmez, her zaman uyanık olur. O, dünyaya geldiğinde herkes gülüyor, kendisi ağlıyordu; dünyadan gidişinde ise herkes ağlarken kendisi gülmek için gayret eder.

Diğer taraftan ölümü hatırlamak, emeli kısaltacağı için dünya acı ve sıkıntılarını da azaltır. Zira dünyada geleceğe dair istek ve arzular, ileriye yönelik uzun emeller ne kadar çok olursa bunlar gerçekleşmeyince elem, ızdırap ve acı da o nispette artar. Bu durum insanı Allah’tan uzaklaştırıp dünyaya daldırır. Hâlbuki Allah Teâlâ Kur’an’da müminlere mal ve evlatlarla oyalanmamalarını, ölüm gelmeden önce Allah’ın kendilerine vermiş olduğu dünyalıktan kendi rızası için infak etmelerini emretmekte, aksi hâlde böyle yapmayanlara son pişmanlıklarının fayda etmeyeceğini ve akıbetlerinin hüsran olacağını bildirmektedir. (Münafikun, 63/9-10.)

Hayret edilecek bir gerçek de şudur: Pek çoğumuz hastalandığımız ve ölümün yaklaştığını anladığımız zaman, Allah’ın huzuruna temiz çıkmak için dua ve niyaza, tövbe ve istiğfara başlarız. Hâlbuki gerçekte biz her gün, her saat, her dakika ve her an azar azar ölüme yaklaşmakta ve ölmekteyiz. Çünkü ahiret hazırlığı için verilmiş olan ömürlerimiz her nefeste tükenmektedir.

Binaenaleyh mümin hastalanıp da ölüm döşeğine düşünceye kadar geciktirmeden her zaman ölümü hatırında tutmalı ve her an ölüme hazır olmalıdır.

Ölüme hazır olmak ise kısaca iyi yaşamak demektir. Bundan dolayı, bir müminin daima güzel işler yapması için ölümü hatıra getirmesi ve ölüm arifesinde yaşadığını bilmesi gerekir. Ama bu onu, ölmeyi isteme, ölümü temenni etme derecesine de getirmemelidir.

Prof. Dr. Süleyman Toprak.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
5
Kur'an-ı Kerim Tefsiri / Hicr Süresi
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:32:26 ÖÖ »


Hicr Süresi

Hicr suresi, Kur’an-ı Kerim’deki sıralamada on beşinci, iniş sırasına göre ise elli dördüncü sure olup 99 ayetten oluşmaktadır. Sure, Mekke döneminde, Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara yapılan baskı ve işkencelerin arttığı yıllarda Yusuf suresinden sonra nazil olmuştur. (Suyuti, İtkan fi Ulumi’l-Kur’an, Mısır 1974, 41-45.) Müfessirlerin büyük çoğunluğuna göre ayetlerinin tamamı Mekki’dir. (İbn Aşur, Tefsiru’t-Tahrir ve’t-Tenvir, Tunus, 1984, 14/5.) Sure, adını sekseninci ayette zikredilen “Ashabü’l-Hicr” terkibinden alır. Hicr, Medine’nin kuzeyinde, vaktiyle Hz. Salih’in peygamber olarak gönderildiği Semud kavminin yaşadığı bölgenin merkezi olan yerin adıdır. Şehir, Medine-Şam yolu üzerinde bulunan Vadilkura’da sarp kayalıklardan oluşan bir vadide kurulmuştur. (Ömer Faruk Harman, “Hicr”, TDV İslam Ansiklopedisi, 17/454.) Dağ yamaçlarına oydukları sağlam meskenlerde yaşayan bu kavim, (Taberi, Camiu’l-Beyan, Kahire: Daru Hicr 2001, 14/104.) gösterdiği mucizelere rağmen Salih peygambere inanmadıkları, uyarılarına aldırmayıp inkârcılıkta direndikleri için helak edilmiştir. Düşman saldırılarından ve çeşitli afetlerden korunmak düşüncesiyle kayalıkları oyarak yaptıkları güvenli ve sağlam meskenler, Semud kavmini helak olmaktan kurtaramamıştır.

Hicr suresinde, Mekki surelerin genel özelliklerinden olan Allah’ın varlığının ve birliğinin delilleri, peygamberlik, öldükten sonra dirilme ve hesap konuları; peygamberlerin, çeşitli zamanlarda inkârcılara karşı verdikleri tevhid mücadeleleri ele alınır. Ayrıca insanın yaratılış süreci ile İblis’in Allah’tan gelen secde buyruğuna uymaması da anlatılır. İyilerin ahiretteki mükâfatları, Allah’ın rahmetinin genişliği; Hz. İbrahim (a.s.) ve misafirleri, Hz. Lut (a.s.) ve kavmi, Şuayb (a.s.) ve Eyke halkı ile Salih (a.s.) ve Ashabü’l-Hicr hakkında kısa bilgiler, Hz. Peygamber’e ve müminlere verilen müjdeler, inkârcılara yapılan uyarılar ve karşılaşacakları azap, surenin diğer belli başlı konularıdır. Bu surede aynı zamanda Kur’an’ın Allah Teâlâ’nın koruması altında olduğu, onu tahrif etmeye veya ortadan kaldırmaya hiç kimsenin gücünün yetmeyeceği ve buna yönelik her türlü teşebbüsün sonuçsuz kalacağı belirtilir.

Hicr suresi, başlangıç, muhteva ve içerik itibarıyla bir önceki sure olan İbrahim suresiyle benzerlik göstermektedir. Bir bütün olarak bakıldığında surenin, İbrahim suresinin devamı ve açıklaması mahiyetinde olduğunu söylemek mümkündür. Zira İbrahim suresinde; zalimlerin aşırılıklarının ve peygamberlere karşı yaptıkları baskıların cezasız kalmadığı, Allah’ın peygamberlerine verdiği sözü unutmadığı, onların intikamının alınacağı, herkesin yaptığının karşılığını göreceğini bildiren ayetlerin ardından (İbrahim, 14/45-51.) bütün bu açıklamaların insanlara, akıllarını başlarına alıp Allah’ın birliğini tanımaları hususunda birer uyarı olduğunu belirten ayetle son bulur. (İbrahim, 14/52.) Daha sonra gelen Hicr suresinin ilk bölümündeki ayetlerde de aynı konu üzerinde durulur. Ayrıca İbrahim suresi, Allah’ın bir tek olduğunun bilinmesi gerektiğini vurgulayan bir ayetle tamamlanırken; bu sure de yalnızca O’na ibadet edilmesini emreden ayetle sona erer. (Hicr, 15/99.)

Hicr suresi, kendinden önceki Yunus, Hud, Yusuf ve İbrahim sureleri gibi Elif-lam-ra harfleriyle başlamaktadır. Huruf-ı mukattaa olan bu harflerin ardından ilahi vahyin önemine dikkat çekilmekte, Kur’an’ı iyice dinleyip içeriğinden yararlanarak doğru yolu bulmanın gerekliliğine işaret edilmektedir.

Ardından inkârcıların ileride yanlış yolda olduklarının farkına vardıklarında ve kötü akıbetle karşılaştıklarında hissedecekleri pişmanlıkları dile getirilmekte, ancak bunun boşuna bir hayıflanma olacağı vurgulanmaktadır.

(Hicr, 15/1-3.) Daha sonra gelen ayetlerde ise Hz. Peygamber’e “mecnun” (cin musallat olmuş) diyerek iftira atan ve onunla alay eden inkârcıların bütün çabalarının boşa çıkacağı, daha önceki peygamberlere de benzer iftiraların yapıldığı, ancak gerçeği inkâr eden o zalimlerin çok kötü akıbetlere maruz kaldıkları bildirilmektedir. (Hicr, 15/6-13.) Akabinde inkâr edenlerin gökten bir kapı açılsa ve oradan yukarı çıkıp hakikatleri gözleriyle görseler bu durumu bir büyü sanıp yine de inanmaya yanaşmayacakları haber verilir. (Hicr, 15/14-15.) Surenin 9. ayetinde “Kesin olarak bilesiniz ki bu kitabı kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz.” buyrularak Kur’an-ı Kerim’in kıyamete dek her türlü tebdil ve tahriften korunacağı garantisi verilmektedir. Söz konusu surede cinlerin ve şeytanların göklerin ötesinden vahiy getirmeye güç yetiremeyecekleri, bu bölgelerin Allah’ın koruması altında bulunduğunu bildiren ayetlerin (Hicr, 15/16-17.) ardından Allah Teâlâ’nın tabiat olayları üzerindeki kudret ve hâkimiyetine dikkat çeken ayetler gelir. Daha sonra hayat verenin de öldürenin de ölümden sonra mahşerde bir araya toplayacak olanın da Allah Teâlâ olduğu vurgulanır. (Hicr, 15/23-25.)

Surenin ikinci bölümünde insanın (Hz. Âdem) ilk yaratılışından söz edilerek bütün meleklerin Allah’ın emrine itaat edip secde emrine uydukları hâlde İblis’in bu emre karşı gelip isyan ettiği ve bu yüzden Cenab-ı Hakk’ın lanetine uğradığı bildirilir. (Hicr, 15/28-35.) Daha sonra gelen ayetlerde ise İblis’in, Allah’ın emrini yerine getirmediği gibi yeniden dirilme gününe kadar yaşaması için dilekte bulunarak bu süre içinde insanları yoldan çıkarmaya ahdetmesinden söz edilir. Ancak İblis’in sadece günahkârlardan kendisine uyanları baştan çıkarabileceği, Allah’ın samimi ve has kulları üzerinde onun hiçbir etkisinin olamayacağı, onları azdırmaya gücünün yetmeyeceği vurgulanır. (Hicr, 15/36-42.) Akabindeki ayetlerde İblis’in ardından giden ve ona uyan günahkâr kimselerin buluşma yerinin cehennem olduğu ve onun yedi kapısının bulunduğu belirtildikten sonra (Hicr, 15/42-44.), Allah’a karşı gelmekten sakınıp günah işlemeyen ve iyi işler yapan kimselerin mutlaka pınarlarla bahçelerin yer aldığı cennetlere güvenle girecekleri belirtilir. Ayrıca cennet ehlinin gönüllerinden her türlü kin ve nefretin alınıp tertemiz hâle getirilecekleri ve birbirleriyle kardeş olarak mutlu yaşayacakları ve orada ebedî kalacakları bildirilir. (Hicr, 15/45-48.) Bu bölüm, Cenab-ı Hakk’ın Hz. Peygamber’e hitaben Allah’ın çok bağışlayıcı (gafur) ve çok esirgeyici (rahim) olduğunu, ancak azabının da çok çetin olacağını kullarına bildirmesini vurgulayan ayetlerle sona erer. (Hicr, 15/49, 50.)

Surenin üçüncü bölümünde yer alan ayetlerde ise önceki peygamberlerin kıssalarına değinilir. Bu bağlamda tevhid mücadelesi veren tüm peygamberlerin kavimleri tarafından dışlandıkları, iftiraya uğradıkları ve alaya alındıkları belirtilir. Böylece Hz. Peygamber ve ona inanan müminler teselli edilerek yaşadıkları zorluklara karşı sabır ve metanet göstermeleri tavsiye edilir. Surede, kıssasına işaret edilen ilk peygamber Hz. İbrahim’dir. Kıssa, Hz. İbrahim’e ilerleyen yaşına rağmen bir erkek çocuk sahibi olacağını müjdeleyen meleklerin gelişini haber veren ve onun bu müjdeyi hayretle karşıladığını bildiren ayetlerle başlar. Daha sonra bu meleklerin Lut (a.s.) ile ona inananlar dışında Lut kavminin tamamının helak olacağını bildirdikleri ifade edilir. Kur’an’ın diğer surelerinde de zikredilen bu sapkın kavmin helak edilme olayı, 51-57. ayetlerde ayrıntılı bir biçimde anlatılır ve Hz. Peygamber’in hayatına yemin edilerek azgınlık ve sapıklık içinde şaşkına dönmüş olan bu kavmin helaki hak ettikleri vurgulanır. (Hicr, 15/72.) Cenab-ı Hak, bu surede Lut kavmi hakkındaki açıklamalarıyla sadece geçmişteki bir toplum hakkında bilgi vermeyi değil, insanoğlunun Allah’tan ve peygamberden gelen her türlü ikaza kayıtsız kalarak beşerî tabiatına, arzu ve ihtiraslarına esir olması hâlinde sağlıklı düşünme yeteneklerinin nasıl işlemez hâle geleceğini, en doğru ve yararlı öğütleri bile duyup anlayamayacak kadar insanlığını kaybedeceğini anlatmaktadır. (Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, 3/361.) Surenin bu kısmında ayrıca Hz. Şuayb’ın kavmi olan Eyke halkının zalim bir kavim olması hasebiyle helak edildikleri bildirilir. Akabinde peygamberlerinin tebliğ ettiği hakikatleri ve ilahi emirleri dinlemeyen, bununla da kalmayıp onlara her türlü eza ve cefayı reva gören Eyke halkıyla Lut kavminin hak ettikleri şekilde cezalandırıldıkları, bu iki olayın kalıntılarının o dönemde işlek ticaret yolları üzerinde bulunduğu anlatılır. Böylece müşriklere peygamberlerini inkâr eden kavimlerin başına gelenler hatırlatılarak gözdağı verilir. (Hicr, 15/73-80.)

Surenin son bölümündeki ayetlerde ise Hz. Salih’in kavmi olan Hicr halkından bahsedilir. Bu çerçevede söz konusu kavmin peygamberlerini inkâr etmeleri nedeniyle helak edildikleri, dağ yamaçlarında kayaları oymak suretiyle yaptıkları son derece sağlam ve dayanıklı olan evlerinin kendilerini kurtarmaya yetmediği gerçeğine dikkat çekilir. Sonunda korkunç bir sesin gelerek onları helak ettiği anlatılır. (Hicr, 15/80-84.) Geçmiş toplumların inkârcı ve isyancı tutumları sebebiyle başlarına gelen ibret verici hadiselerin anlatıldığı bu ayetlerin ardından, gökleri ve yeri yaratan Allah’ın her şeyi hakkıyla bildiği, kıyametin ve beklenen sonucun mutlaka geleceği haber verilir. Ayrıca Hz. Peygamber’e muhataplarına karşı yumuşak davranarak müsamaha yolunu tutması öğütlenir. (Hicr, 15/85-86.) Ardından gelen ayette; Allah Teâlâ’nın, putperestlerin Hz. Peygamber’i üzen ve inciten inatçı, alaycı tutumlarına karşı teselli etmek için tekrar tekrar okunan yedi ayet (Fatiha suresi) ve yüce Kur’an’ı vermekle onurlandırdığı ifade edilir. (Hicr, 15/87.) Sonraki ayetlerde Hz. Peygamber’e hitap edilerek müşriklerin gerek vahiy gerekse kendisi hakkında konuşup alay etmelerine aldırış etmeden ilahi hakikatleri açıkça insanlara tebliğ etmesi, bu sırada karşılaşacağı zorluklar karşısında Allah’ın yardımına güvenmesi ve moralini bozmaması telkin edilir. (Hicr, 15/87-97.) Sure, “Sen Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden ol; kesin olan şey (ölüm) gelinceye kadar rabbine kulluk et.” (Hicr, 15/98-99.) emriyle sona erer.

Dr. Faruk Görgülü.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
6
İlmihal Bilgiler + islam Ansiklopedisi / Güven Duygusunu Nasıl Elde Ederiz
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:22:28 ÖÖ »


Güven Duygusunu Nasıl Elde Ederiz

Güvenilir insan, özü sözü bir, sözünün eri ve dengeli bir varlık olarak tanımlanır. Bir kişinin diğer bir kişinin karakterine tam olarak inanmasıyla da açıklanabilir.

Güven, birbirimizi ve başkalarını anlamamızı kolaylaştıran bir duygudur. İnsanları güven merkezli tanımlarız. Başkalarına karşı olumlu tavırlar geliştirmemiz ve başkalarının bize zarar veremeyeceğinin umulması güven duygusuna bağlıdır.

Günlük hayatta, bireysel ve sosyal ilişkilerde çok önemli bir etken olan güven duygusunun insanlık tarihi kadar eski olduğu bir gerçektir. İkili ilişkilerin başladığı anda güven duygusu da başlar. Ancak güven, günümüzde çok tartışılan bir konu hâline gelmiştir. Belirsizliklerin ve güvensizliklerin hızla yayıldığı bir dünyada güvenin eksikliği yakından hissedilir. Çok çeşitli kaynaklardan beslenen sıkıntıların, endişelerin ve kuşkuların neticesinde güven duygusu zedelenmiş; bireyler arası ilişkilerde, iş dünyasında, ekonomide, ticarette, sosyal ve toplumsal yapıda ve toplumların ahlaki yapısında bozulmalar görülmüştür. Bunların içerisinde bizi en çok rahatsız eden problem ise kuşkusuz güvensizliğin çok geniş alanlara yayılmasıdır. Güvensizliğin bu kadar yaygınlaşması, güvenin daha da önemli hâle gelmesine neden olmaktadır. Yani güvensizlik, güvenin ne kadar önemli olduğunu ve güvenin üzerinde durulması gereken bir konu olduğunu ortaya koymuştur.

Aile ortamında güven duygusunu oluşturmak çok önemlidir. Hiç kimse yaşamını tek başına sürdüremez.

Birilerine güven duymak ister. İnsan sevgi, saygı, güven, ait olmak, barınmak vb. diğer birçok ihtiyacını diğer insanlarla bağ kurarak giderebilir.

Güven bebeklikte başlar, ileri yaşlarda devam eder. Bebeklik döneminde temel güveni sağlanmamış olanlar ileride güven açısından problem yaşayabilirler. Gelişim Psikoloğu Erik Erikson, 0-18 yaş arasını, güven ve güvensizlik çağı olarak adlandırmıştır. Bebek, doğduğu anda yardıma muhtaç bir varlıktır. Kendi başına hayatta kalması mümkün değildir. Onu besleyecek, onu teskin edecek bir varlık arar. Ve gözleri annenin gözlerini bulur. Anne onu besler ve o muhtaçlığını giderir. Eğer çocuk karnı acıktığında, teskin edilmeye ihtiyaç duyduğunda anneyi yanı başında bulabiliyorsa, anne onun ihtiyaçlarına cevap verebiliyorsa çocuk dünyanın güvenli bir yer olduğu ve karşısındaki varlığın güvenli bir varlık olduğu bilgisiyle büyür. Anne tutarsız bir kişiyse, bazen onun hayatında oluyorsa, bazen besliyor bazen beslemiyorsa, bazen teskin ediyor bazen etmiyorsa çocuk annenin ve dünyanın, tekinsiz ve güvensiz bir yer olduğunu hissetmeye başlar. Çocuk kaygılı bir şekilde büyür. Erik Erikson, hayatın ilk on sekiz ayında çocuğa bakım veren kişinin şefkatiyle, merhametiyle, çocuğu sarıp sarmalamasıyla güven duygusunun alakalı olduğunu açıklamıştır. Güvensizliği de o çağlarda ihtiyaçların ebeveynler tarafından karşılanmamasıyla açıklar. Güven kelimesinin birçok boyutu vardır. İnsana güven, mesleğe güven vb. fakat güven tek başına her zaman iyi bir şeydir diyemeyiz. Güven, güvenilecek muhatabı varsa iyi bir şeydir. Muhatabınız size güvenli eylemler sunduğunda güvenirsiniz.

Güven çok yönlüdür. Kendine güvenen insanlar olmazsak başkalarına güvenemeyiz. Başkaları da bize güvenmedikçe bizim kendimize olan güvenimiz hükümsüzdür. İnanan bir toplum olmamız, güven duygumuza etki etmelidir. Güvenilir bir insan gibi davranmazsak inancımız da şüpheler içerir. Müslüman, Müslüman kardeşinden şüphe etmeden yaşayabilmelidir. Güvenilir insan olmak güven oluşturmak için ilk adımdır. Biz öyle davranacağız ki bizim dilimizden kimse incinmeyecek, öyle davranacağız ki eylemlerimizden kimse kırılmayacak, rencide olmayacak.

Günümüzde güvensizliğin yaygın olduğu alanlardan biri de sosyal medyadır. İnsanlar sanal kimlikleriyle göstermek istediği taraflarını gösteriyorlar. Saklamak istediklerini sosyal medyada saklayıp yeni ama sahte bir imaj oluşturuyorlar. Aynı zamanda bu ortamlarda çok kolay kimlik hırsızlığı yapılıyor. İnsanlar kolay müşteri hâline getiriliyor. Her hâlükârda teknoloji, mahremiyeti etkilediği gibi güvenlik duygusunu da yok ediyor.

İnsanlık tarihi boyunca var olan güven riskleri modernleşme sonucunda artmıştır. Bu riskler daha büyük zararlara sebebiyet vermektedir. Dolayısıyla her alanda ciddi anlamda güvensizlik hâkim olmuştur.

Teknolojide meydana gelen gelişmeler olumlu sonuçlar oluşturduğu gibi felaketleri de beraberinde getirmiştir.

En önemlisi savaşların şeklini değiştirmiştir. Daha önce cephelerde olan savaşlar artık merkezlere inerek daha fazla katliamlara yol açmıştır.

Atılan kimyasal bir bomba sonucunda binlerce masum insan hayatını kaybetmektedir. Kent merkezlerinde bir dakika öncesinde normal olan bir durum bir dakika sonra meydana gelen kötü bir olay sonucunda (patlayan bir canlı bomba, trafik kazası) felaket alanı hâline gelebilmektedir. Bütün bu durumlardan kaynaklanan toplumsal travmalar güvenin önemini bir kez daha ortaya koymuştur.

Modern toplum risklerle dolu bir toplumdur. Teknolojik gelişmeler, yaşam tarzlarının farklılaşması ve değişmesi, üretim biçiminin değişmesi, bilimde, sanatta yaşanan gelişmeler, iki kişi arasındaki ilişkiden tutun da kurumlar arasındaki ilişkilere kadar birçok şeyin değişmesine sebep olmuştur. Bu değişmeler her zaman olumlu anlamda meydana gelen değişme ve gelişmeler değildir. Evet, bilim alanında önemli gelişmeler olmuştur ancak topluma yansımaları sadece olumlu anlamda olmamıştır. Olumsuz birçok unsuru da beraberinde getirmiştir. Neredeyse her alanda güvensizlik yaygınlaşmıştır. Bu güvensizliğin getirdiği kaos ve kargaşa, bize “güven” kavramının ne denli önemli olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

Güven inşa etmek için öncelikle birey kendini tanımalıdır. Kendi sınırlarını ve değerlerini bilmelidir.

Karşı tarafa güvenebilmek için ise empati kurmak önemlidir. Araştırmalar, güvenin ilişkilerde emniyet hissini artırırken savunmacı ihtiyaçları azalttığını gösteriyor. Ayrıca güven hissi, insanların duygularını ve isteklerini muhataplarıyla daha rahat paylaşmalarını da teşvik ediyor.

Esra Obuz.

Klinik Psikolog

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
7
Vehbi Tülek / Korku ve Ümit Ahiret İnancından Doğar
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:09:23 ÖÖ »


Korku ve Ümit Ahiret İnancından Doğar

 “Âhırette en çok mes’ûd olanlar, Allahı en çok sevenlerdir. Çünkü âhıret demek, O’na kavuşmak saâdetine ermek demektir."

Seyyid Mehmed Hamîdî hazretleri Anadolu âlim ve velîlerindendir. Isparta vilâyetinin Eğirdir kasabasından olup Pîrî Halîfe diye meşhûr oldu.

Seyyid Emîr Buhârî hazretlerinin sohbetlerine devâm ederek yüksek derecelere kavuştu. Hocasından icâzet aldıktan sonra talebe yetiştirdi. 1555 (H.962) senesinde Isparta'da vefât etti.
 
Bu mübarek zat buyurdu ki: “Tasavvuf; hiçbir şeye sahip olmaman ve hiçbir şeyin de sana sahip olmamasıdır.”
 
“Allahü teâlâyı sevenler, dünyâ ve âhıret şerefine kavuşarak gittiler. Çünkü Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), (Kişi sevdiği ile beraberdir) buyurdu.”
 
“Muhabbet, sevenle sevileni birbirine celb ettiği zaman kemâle erer.”
 
“Âhırette en çok mes’ûd olanlar, Allahı en çok sevenlerdir. Çünkü âhıret demek, O’na yönelmek ve O’na kavuşmak saâdetine ermek demektir. Tövbe, sabır, zühd, korku gibi makamlar, muhabbetin kollarından birini elde edebilmek için birtakım yollardır.

Esas olan ise, Allahtan başkasına kalbde yer vermemek, temizlemektir. Bunun da başlangıcı; Allaha, âhırete, Cennet ve Cehenneme inanmaktır. Bu îmândan korku ve ümid doğar.”
 
“Hayatta olduğumu hatırlatıp, sevgiliden ayrı olduğumun alâmeti olduğu için, âlemde gördüğüm her şeyden nefret etmeyince, muhabbetimin saflığına inanmam.”
 
“Kulun Hakka ulaşmasının başlangıcı, vücûdunun ihtiyâçlarını gidermekle uğraşmaktan vazgeçmesidir. Haktan uzaklaşmasının başlangıcı da, nefsine uyup onunla haşır neşir olmasıdır.”
 
“Bir şey, kendinden daha ince bir şeyle ifâde edilebilir. Muhabbet, o kadar incedir ki, onu açıklamak için ondan ince bir şey bulmak mümkün olmadığına göre; muhabbet, dil ile ifâde edilip anlatılamaz.”
 
“Dünyada lezzeti üç şeyde aramalıdır. Aradığını bulursan, sevinip keyfine bak! Şayet bulamazsan, bu kapının sana kapalı olduğunu bil! Bunlar

1- Namaz kılmak,

2- Kur’ân-ı kerîm okumak,

3- Allahü teâlâyı çok zikretmek, hatırlamaktır.”
 
“Allahü teâlânın sana istediğin şekilde lütuf ve ihsânda bulunmasını istiyorsan, kullarına O’nun istediği gibi davranman lâzımdır.”
 
“Dünyadan sonraki yolculuk çok uzundur. O uzun sefer için, yol azığı hazırlayınız ve biliniz ki, azıkların en hayırlısı, takvâdır.”
 
“İnsanlara şaşıyorum! Onlar ki, azık tedarik etmek ve âhıret yolculuğuna hazırlanmakla emrolunmalarına rağmen, birbirlerini engelleyip oyalanmaktan başka bir şey yapmıyorlar.”

Vehbi Tülek.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
8
Ahmet Demirbaş / Süleyman Aleyhisselam
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:00:28 ÖÖ »


Süleyman Aleyhisselam

Hazreti Süleyman, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Davud aleyhisselamın oğludur. Yakub aleyhisselamın neslindendir.

Süleyman aleyhisselam, Kudüs yakınlarındaki Gazze şehrinde doğdu. On iki yaşındayken babasının yerine geçip, sultan oldu. Daha sonra kendisine Allahü teâlâ tarafından peygamberlik verildi...

Süleyman aleyhisselam; “Yâ Rab! Bana hiçbir kimsede bulunmayan bir kudret ve devlet ihsân eyle” diye dua etti. Duâsı kabul edilip, cinlerin, rüzgârın ve hayvanların da insanlar gibi Süleyman aleyhisselama itâat etmeleri emredildi. Kendisine "İsm-i âzam" duası, bütün mahlûkâtın dili ve ilimlerin sırları öğretildi. Peygamberlikle birlikte ihsân edilen ilim, hikmet ve sultanlık kudretini, insanları doğru yola kavuşturmakta ve daha iyi bir hayat yaşamaları için kullandı... Şehirlerin kurulması, yeryüzünün îmârı, yeşillendirilmesi, fen ve sanatta ilerlemesi için emrindekilerin her birine iş taksimi yaptı. Yolların yapılması, taşların yontulup kazılması, demircilik ve derin sulara dalgıçlık gibi zor işleri cinlere verdi. Çiftçilik, çobanlık, ticâret, sanat gibi işleri de insanlara verdi. Hayvanları da nöbet tutma, yük taşıyıp çekme gibi işlerle görevlendirdi...

Süleyman aleyhisselamın zamânında barış, îmâr, sanat ve ilim iyice ilerlemişti. Mescid-i Aksa inşâ edilip, çeşmeler, su kanalları yapıldı. Köprüler, barajlar ve evler inşâ edildi...

Onun zamânında muhteşem bir saltanata sâhip olan Yemen’de, Sebe şehrinde hüküm süren Belkıs’a mektup yazıp, Filistin’e çağırdı. O da gelip, Süleyman aleyhisselamla görüşerek îmân etti...
 
Süleyman aleyhisselam, herkes tarafından sevilmiş olup, hiç kimse onun söylediklerine îtirâz etmiyor ve onun emri dışına çıkmıyordu... Bir gün yapılmakta olan büyük bir sarayın inşâsını kontrol etmeye gitmişti. Bu binâ bir su kıyısında çok heybetli bir saraydı. Ustalar işçiler, cinler, sarayın tamamlanmasıyla meşguldüler.

Sarayın balkonuna çıkıp, kendisini yalnız bırakmalarını, hiç kimsenin yanına yaklaşmamasını emretti. Sonra da balkonun kenarında bastonuna dayanıp durdu ve etrâfı seyrederek tefekküre başladı. Bu sırada ömrü bitip, eceli gelmişti. Azrâil aleyhisselam gelip; “Şu an dünyâdaki hayâtının son ânıdır” dedi.
 
Süleyman aleyhisselam “Allahü teâlânın takdiri her ne ise o haktır. Rabbime hamdolsun ki, aslâ kimseye zulmetmedim. Rabbimin emrine itaat etmekte gecikmedim. Herkesin dönüşü Allahü teâlâyadır. Görevlendirildiğin emri yerine getir” dedi.

Süleyman aleyhisselam asâsına dayandığı hâlde ayakta vefat edip, uzun bir müddet öylece kaldı... Saray inşâsında çalışanlar ise her gün işlerine muntazaman devâm ediyor, halk da oraya gelip gidiyordu. Süleyman aleyhisselamı uzakta, ayakta durur vaziyette görüyorlardı. Fakat vermiş olduğu emir üzerine hiç kimse yanına yaklaşmıyordu. Nihâyet bastonunun yere temas eden kısmını güve kurdu yiyip kırılınca, cesedi yere yıkıldı. O zaman bu hâlini görenler vefat ettiğini anladılar. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde Sebe’ sûresi 14. âyette bildirilmektedir...

Ahmet Demirbaş.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
9
ZİKİRLER / Zikir İbâdeti Kalbin Cilâsıdır
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Dün, 09:45:16 ÖS »


Zikir İbâdeti Kalbin Cilâsıdır

Arapça bir kelime olan zikir “hatırlamak, anmak, düşünmek ve hatırlayıp gereğini yapmak” gibi manâlara gelir; unutmanın ve gafletin zıddı olarak kullanılır. Asıl manâsı budur. Allahu Teâla nın (cc) kitabına ve Rasûl-i Ekrem’in (sav) sünnetine uygun bir hayat yaşayabilmek için, insanın kalbini gafletten kurtarması zaruridir. Gafletin zıddı olan zikir, bunu gerçekleştirebilmek için bir vesileden ibarettir. Allahu Teâlâ kalbi; aklın, ilmin ve ruhun mahalli kılmıştır. İnsan kalbindeki istitaat ile ihtiyaçlarını karşılayabilir ve bütün ilimleri öğrenebilir. Kur’ân-ı Kerîm’de zikir ehli, şeriatını bilen ve ahkâmına uygun amelleri ihlâsla edâ eden kimseleri ifade için de kullanılmıştır. “Bilmiyorsanız zikir ehlinden sorunuz.” (Nahl sûresi: 43) âyet-i kerimesi’ndeki incelik budur. Zikir ibâdeti, ihlâsın hâsıl olması ve ihsân hâlinin gündeme girmesine vesile olabilir. Aynı zamanda kalbin muhafazası açısından da elzemdir.

KALB, bir vücut için ne kadar gerekli ise; Müslüman hayatımız için ondan daha çok gereklidir. Mühürlü kalbler, hastalıklı kalbler, paslı kalbler ve taşlaşmış kalbler. Yiğit düştüğü yerden kalkar örneğinde olduğu gibi, imanla küfürden, nifaktan, tevbe ve istiğfar ile günahtan temizlenir salih amellerle saflaşır ve merhametleşir; selim kalb haline dönüşür.

İman ve salih amellerin en önemli vasıtalarından biri olan, kalbin cîlâsı durumunda bulunan ilâhî sevginin işareti görülen zikri anlatmaya çalışacağız:

Zikir, Kur’an-ı Kerimde 22 anlamlı olarak yer alır.

Zikir, türevleri ile birlikte 268 defa Kur’an-ı Kerimde geçer. 47 ayette Allah’ın zikredilmesini bildirir.(1)

Zikir: Anmak, anılmak, hatırlamak, hatırlatmak, dinde ihtiyaç bulunan şeyleri anlatmak(2)

Zikir: Kur’an okumak, dinlemek

Zikir: Subhanallah, , Elhamdü lillah, Allahu Ekber, lâ ilâhe illallah gibi sözlerle Allah’ı anmak.

Allah’ı anmak, genellikle insanın gönlüne sevinç ve huzur verir.(3)

Allah anıldığı zaman müminlerin yürekleri ürperir, Kur’an okunduğu zaman imanları artar. (Bkz:Enfal, 8/2)

Allah’ı zikirle kalpler ülperir ve yumuşar. (Bkz:Zümer:39/23)

Allah’ı zikirle kalpler saygı ile ülperir. (Hadid. 57/16)

Zikredenler-Zikretmeyenler

 Peygamberimiz (sav) zikrin önemini şöyle belirtir: “Rabbini zikredenle etmeyenin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir.”(4)

Hadis-i şerifin açıklamasında şunlar yazılır: “Rasulullah efendimiz, Cenab-ı Hakkın ism-i şerifi ve zikr-i cemiliyye parıldayan mü’minlerin gönülleri, damarlarında kan dolaşan diri vücutlara benzetmiştir. Allah’ı zikretmediği için paslanan ve manevî kirlerle örtülen gafil kalbleri de ölülerin hareketsiz bedenlerine benzetmiştir. Demekki zikir kalblerin canı, ruhu ve hayatıdır.

Kâinat devamlı surette hareket halindedir. İnsanın da tıpkı bir parçası olduğu bu kâinat gibi canlı ve diri olması gerekir. Günün muhtelif saatlerinde ibadet mecburiyetinin getirilmesi yani sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarının kılınması kalbleri diri tutmak içindir. Bu zorunlu ibadetler kalbin can suyudur.(5)

 Allah zikir hakkında şöyle buyurur: “Öyle ise siz beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin.” (Bakara: 2/152)

 Elmalılı merhum ayetin açıklamasında şunları yazar: “Size iki vazife vardır: Birincisi:Beni zikrediniz, layıkı ile anınız ki, ben de sizi bana layık bir anışla anayım, imdad ve yardımımı devam ettireyim.  İkincisi: Bana şükrediniz, nimetlerime karşı kalble veya dille, yahut bedenle, ya da hepsiyle birden bana saygı gösterin, benim emirlerime itaat edip, nimetlerimi yerine harcamak suretiyle onlardan yararlanın. İnkâr ve isyanla bana küfür ve nimetlerime karşı nankörlük etmeyiniz hasılı unutkan ve nankör olmayınız.

Zikir de şükür gibi ya dille, ya kalble veya bedenle olur.

Dil ile zikir, Allah Teâlâ’yı en güzel isimleri ile anmak, hamd etmek, tesbih ve tenzih etmek, kitabını okumak veya dua etmek.

Kalb ile zikir, gönülden anmaktır ki, başlıca üç çeşittir:

1-Allah’ın varlığını gösteren delilleri düşünmek, şüpheleri atarak Allah’ın isim ve sıfatlarını tefekkür etmektir.

2-Allah’ın koyduğu hükümleri, kulluk vazifelerimizi, yani Allah’ın vaadini, tehdidini ve bunların delillerini düşünmektir.

3-Maddi ve manevi varlıkları, bunlardaki yaratılış sırlarını seyredip düşünmekle zerrenin kutsal âleme bir ayna olduğunu görmektir. Bu aynaya, gereği gibi bakanların gözüne, o güzellik ve büyüklük âleminin nurları yansır. Bir anlık hisle bundan alınacak olan müşahede zevkinin bir göz kırpacak kadar süren paraltısı bile dünyalara değer. Bu zikir makamının hiç sonu yoktur. Bu noktada insan kendinden ve dünyadan geçer, bütün hisleri hakka bağlanır. Hatta zikirden ve zikir edenden bir isim ve eser kalmaz da, hissedilen yalnız zikredilenden ibaret olur. Gerçi bu makamın sözünü edenler çoktur, fakat buna erenlerin sözle alakası yoktur.

Bedenle zikir:Bedenin organlarından her birinin görevli bulundukları vazife ile meşgul ve dopdolu olması, kendilerine yasaklanan şeylerden uzak bulunmalarıdır.

Merhum M. Hamdi Yazır zikir konusunda şunları da yazar: “Allah Teâlâ, bu zikir çeşitlerinden hangisi ile zikredilirse, O da ona layık bir şekilde kendisini zikreden kimseyi, zikredip anacaktır. Bu noktayı anlatmak için, bu ayet çeşitli tabirlerle açıklanmıştır. Bu cümleden olarak:

Beni bana itaatle zikrediniz, ben de sizi rahmetimle zikredeyim.

Beni dua ile zikrediniz, ben de sizi duanızı kabul ve ihsanla zikredeyim.

Beni övgü ve itaatla zikrediniz, ben de sizi övgü ve nimetle zikredeyim.

Beni dünyada zikrediniz, ben de sizi âhirette zikredeyim.

Beni gizli yerlerde zikrediniz, ben de sizi sahralarda zikredeyim.

Beni refahınız, rahatınız zamanında zikrediniz, ben de sizi bela ve musibete uğradığınız zaman zikredeyim.

Beni ibadetle zikrediniz, ben de sizi yardımla zikredeyim.

Beni benim yolumda cihadla zikrediniz, ben de sizi hidayetimle zikredeyim.

Beni doğruluk ve samimiyetle zikrediniz, ben de sizi kurtuluş ve size tahsis ettiğim şeyleri artırmakla zikredeyim.

Beni önceden ilahlığımı kabul ile zikrediniz, ben de sizi sonunda rahmet ve kulluğa kabul ile zikredeyim.

Kısaca kulluğun başı zikir, sonu ise şükürdür.” (7)

Merhum şehid Seyyid Kutubdan zikir konusunda cümleler alıyoruz: “Allah’ı zikir, sadece dille değildir. Zikir kalbin de birliikte harekete geçtiği bir infialdir. Zikir, kalbin tek başına veya dille cûş-u hurûşa gelmesidir. (cûş-u huruş=çoşkunluk demektir. )

Bu cûş-u huruş neticesinde insan Allah’ı ve Allah’ın varlığını kavrayıp, böyle bir şuurun tesiri altında Allah’a itaat ederek rü’yetullaha vasıl olur. Hak Taâlâ’nın vuslat bahş edip, mülakat zevkini tattırdığı kimse için O’ndan başka bir şey yoktur artık.

Allah’ı unutan kimse, kendisini kaybetmiş gereksiz bir yaratıktan başka bir şey değildir. Kim Allah’ı zikrederse, Allah da onu zikreder ve zikrini kâinatın da üstüne çıkarır.

İlk müslümanlar gerçekten Allah’ı zikretmişlerdi de, Allah da onları zikretmişti. Onların zikrini yücelterek kendilerini ideal kumanda mevkiine yerleştirmişti.

Sonra müslümanlar, bu gerçek zikri unuttular. Ve birden zelil, boş, ihmale şayeste, hakir varlıklar haline geldiler.” (8)

Mahmut Toptaş hoca da zikir konusunda şunları yazar: “Âlimlerimiz zikir için demişler ki, dille yapılan zikir vardır. Elinize aldınız tesbihiniz yolda giderken boş gideceğinize, türkü söyliyeceğinize, Lâ İlâhe illallah, Lâ ilâhe illallah diyerek gidiyorsunuz. Bu bir zikirdir. Dille yapılan bir zikirdir.

Kalble yapılan zikir, kişinin yüreğinden Allah sevgisini ve korkusunu hiç çıkarmaması da zikirdir.

Bedenle yapılan zikir ise, Allah’ın vermiş olduğu bedenle Allah’ın vermiş olduğu emirleri yerine getirmek, O’na bedenle yapılan bir zikirdir. Namaz hem dille yapılan bir zikirdir. (Fatiha suresini ve diğer zammi sureleri okuyoruz. ) hem de bedenle yapılan bir zikirdir. Bütün azamız bu zikre katılmış oluyor. Aynı zamanda kalble de yapılan bir zikirdir. Allahü Ekber deyip elinizi bağladıktan sonra, mümkün mertebe dışarıyla ilişkiyi kestiğiniz takdirde hem dilimiz, hem kalbimiz, hem de bedenimiz Allah’ın zikri ile meşgul olmuş oluyor.”(9)

Allah’ı Anmak Kalblere Huzur Verir

Allah buyurur:  “Onlar, inananlar ve kalbleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalbler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur. İnanan ve salih amel işleyenler için, mutluluk ve güzel bir dönüş yeri vardır.” (Rad, 13/28, 29)

Merhum Ebu’l-Leys Semerkandi, ayetlerin açıklamasında şöyle der: “İman edenler ancak hidayete ererler. İman etmeyenler ise asla hidayete eremezler. Çünkü hidayetin kapısı imandan geçer.

İman insanı Allah’a götürür, kalbi huzura kavuşturur.

Kalbler ancak Allah’ı anmakla ve zikirle huzura kavuşur.

Allah’ı anmayan kalb ölüdür, huzur bulamaz ve ondan hayır-hasenat beklenmez.

Kalbi huzura kavuşmayanlar dünyada da, ahirette de ebedî huzur ve saadete eremezler.

İman edip salih amel işleyenler dünyada da, âhirette de huzur ve saadete kavuşurlar. Onlar iki cihanda da mesut ve bahtiyar olacaklardır.

Çünkü Allah’ı zikir bütün ibadetlerin, iyiliklerin, hayırların, manevî güzelliklerin başıdır. Bu zikir insanı huzura, saadete, rahmete, iyiğliğe, hayra götürür. Şerden, kötülüklerden, masiyetten, küfürden, haramdan ve Allah’ın yasaklamış olduğu şeylerden uzaklaştırır. Ruhu olgunlaştırır, nefsi terbiye eder, ahlakı güzelleştirir. İşte onlar için hoş bir hayat ve güzel bir istikbal vardır. Cennet onlarındır, orada Tuba ağacının gölgesinde gölgeleneceklerdir.”(10)

Mahmut Toptaş hoca ayetin açıklamasında şunları yazar: “Gözünüzü açın, dikkat edin Allah’ın zikri ile kalbler huzura kavuşur. Başka yolu yoktur. Kalblerin mutmain olması için, ”Subhanellah, ”Hasbunallahü ve nimel vekil” gibi zikirleri bol bol söylemek lazım.

Bu zikirler yanan yüreğin üzerine dökülen bir soğuk su gibidir. Onun galeyanını durdurur. Ruh ve sinir hastalıkları mutehassıslarının bir çoğu hastalarına namaz kılmayı, ibadet yapmayı, boş zamanlarında Allah’ı zikretmeyi tavsiye ediyor.

Başka bir doktorda hastasına şiyan şiyan kelimesini günde 500 tane söylemesini emretmiş. Ben de dedimki “bu kelimenin herhangi bir anlamı var mı?” Hayır dedi. Niye bu kelimeyi tevsiye ediyorsun dedim. Dediki öneml oan hastayı meşgul etmek. Ben de “Allah demesini söyleseniz” dediğimde, “bize onu öğretmediler bunu öğrettiler” dedi.

İman edip salih amel işleyenlere ne mutlu veya müjdeler olsun demektir. Birde “Tuba cennetteki bir ağacın adıdır.

Yunus Emre’nin;

Salınır Tuba dalları,

Kur’an okur hem dilleri,

Cennet bağının bülbülleri,

Öter Allah deyu deyu.

Bu şiirinde ki “Tuba” bir isim olarak alınmıştır. Hadisde de “Tuba, cennette bir ağacın adıdır” diye zikredilmiştir.

Ayette “iman edip salih amel işleyenlere Tuba ağacının altında gölgelenmek vardır. ”Bir kısım hocalarımız “onlar için varacakları güzel bir makam ve mevki vardır” diye tefsir etmişlerdir.

Önemli olan bir hususta iman ile salih ame ard arda gelmesidir. Dikkate şayandır, iman gönülde olandır, amel gönülde olanın fiiliyata dökülmesidir. Fiiliyata dökülmeyen iman sahibine pek faydalı olmaz. Kişinin evinde oturup “yarabbi bana para ver” demesi nasıl olmuyorsa kalbdeki imanda amele dönüşmedikçe faydası az olur.”(11)

Merhum Muhammed Hamdi Yazır “zikir” konusunda şunları yazar: “Allah’ı anmak ve hatırlamakla kalbler huzura erer, içsel acılar, sancılar şifa bulur, sükuna kavuşur, yatışır. Çünkü her şeyin başlangıcı ve sonu Allah’a bağlıdır. Bütünüyle sebebler zinciri Allah’dan başlar ve yine dönüp dolaşır O’nda son bulur. Mümkün ve mühtemel olan her şeyin akışı Allah’da kesilir.

Allah, daha üstü ve daha ötesi olmayan, sınırdan ve miktardan münezzeh olan yüceler yücesi bir olduğundan, gerek dış dünyadaki varlıklarda, gerek vicdanda O’ndan ilerisi yoktur ki, fazla bir kalb hareketine imkan ve ihtimal bulunsun.

Allah deyince, düşünceler hareket hedefinin son noktasına erişmiş, mantıklar durmuş, bütün duygular, bütün korkular ve ümitler son durağına dayanmış bulunur.

Gönüller O’nun dışında hangi dünya nimetine meylederse etsin, hangi isteğe ulaşırsa ulaşsın, onların hepsinin daha iyisi ve daha üstünü, daha ötesi bulunduğundan, hiçbirinde karar kılamaz. Hiçbiri ruhun özlemini gideremez, heyecanını doyum noktasına ulaştıramaz. Haz ve lezzette daha yükseğine ulaşmak ister.

Fakat kalb ilâhî marifetten, Allah’ı zikirden zevk almaya başlayınca, bütün maksatların ve bütün işlerin Allah’a yönelmiş olduğunu anlar ve artık O’ndan yüksek bir makam ve merciye, O’nun dışında bir maksuda geçmek mümkün olmaz.

Bundan dolayıdır ki, marifetullah’a yükselemeyen ve Allah’ı zikretmeyen kâfir ve gafil kalbler, hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, kalb huzuru, gönül huzuru ve “cemiyyet-i dil” denilen mutluluğu tadamaz. Huzur bulamaz, çırpınırda çırpınır durur.

Üstelik bu çırpınış bir aşk neşvesinin uyandırdığı vüslat heyecanı da değildir, geçici sebeplerin, boş emellerin sarsılıp yıkılışından kaynaklanan bir hicran acısıdır ki, “Allah” demedikçe sürekli olarak devam eder gider.”(12)

Merhum şehid Seyyid Kutub ayetlerin açıklamasında şunları yazar: “Allah’a bağlılıklarını ve O’na yaklştıklarını hissetmekle huzura kavuşurlar. Hakkın yanında bulunmanın verdiği bir emniyet içindedirler. Yalnızlığın vereceği huzursuzluk ve krizden kurtulurlar. İki yolun ortasında kalmış olmanın verdiği sıkıntıdan uzak olurlar.

 Yaratılışın hikmetini kavrarlar, başlangıçtaki duyumlarını anlayıp nereye geleceklerinden haberdar olurlar. Her türlü tecavüzden korunmuş olduklarını bilirler.

Allah dilemedikçe onlara hiçbir şeyin fayda ve zarar veremeyeceğini kabul ederler ve bu yüzden huzurlu olurlar.

Allah’ın verdiği musibetlerle denendiklerini kabul ederek belalara sabrederler. Allah’ın rahmeti, yardımı, dünya ve ahîrette rızıklarla kendilerini donatmasını bilerek rahmetine güvenirler.

 Allah’ı anmakla mü’minlerin kalblerinin huzura kavuşması gerçeğinin çok derin anlamı vardır ve bunu ancak iman aydınlığından nasibini almış ve Allah’a mülaki olmuş kalbler anlarlar. Ne var ki, onu bilmeyen ve anlamayanlara kelimelerle aktarmak güç hem de çok güçtür. Kelimeler o anlamları iletemez.

Allah’a yaklaşmanın verdiği ünsiyeti ve huzuru yitirmek kadar dünya yüzünde acı ve felakat yoktur. Çevresindeki kâinatla ilgisini kesmiş olarak yer yüzünde gezinen kimseden daha betbaht birisi olamaz.

Çünkü Allah’a bağlılığını kaybeden kişi bu kopmaz ve sarsılmaz bağı kaybetmekle bütün kâinatla olan bağlantısını kesmektedir.

Bu dünyaya niçin geldiğini ve nereye gittiğini bilmeden nebati bir hayat yaşayan insandan bahtsız ve daha zavallı kim olabilir? Hayatta değer verilmesi gereken şeylere değer vermesini bilmeyen insandan daha acınacak birisi olur mu? “Dikkatli olun, kalbler ancak Allah’ı anmakla huzurlu olur. ”

Allah’ın zikriyle huzura erenlere, Allah onlara varacağı yeri de güzelleştirmektedir. Çünkü onlar bu dünyada güzel ameller işlemişler ve hayat için faydalı hareketlerde bulunmuşlardır.

“İnanmış olup salih ameller işleyenler için hoş bir hayat ve güzel bir istikbal vardır.”(13)

Allah buyurur: “Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vernmekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalblerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar” (24/37)

Ayetin açıklamasında şöyle denilir: “İnsanların çoğu, fani olan imtihan dünyasında ticarete, zanaate, zevk ve safaya dalarak Allah’ı unuturlar, namazları vaktında kılmazlar, mala düşkünlükleri sebebiyle zekatı ya hiç vermezler yahut da eksik verirler.

Bunlar imtihan için verilmiş, adeta imtihan sorusuna benzeyen dünya malına ve menfaatine aldanarak servet ve nimet imtihanını kaybeden gafillerdir.

Allah’ın örnek gösterdiği, övdüğü, yaptıklarının karşılığını fazlasıyla vereceği, ayrıca karşılığı olmayan hesapsız lutuflarda bulunacağı kulları ise, dünya-âhiret dengesini iyi kuranlar, ebedîyi faniye, devamlıyı geçiciye, değerliyi değersize değişmeyenlerdir.(14)

Mahmut Toptaş hocamız d ayetin açıklamasında şunları yazar: “Mecnun Leylasına aşık olunca, bütün güzellikleri onda görünce; bağlar, bahçeler, sazlar, kızlar, saraylar, köşkler hiçbiri onun gönlünü eğleyemez olur.

 Allah’ın da kadın ve erkeklerden öyle er kişileri vardır ki almak, satmak, ticaret yapmak onları Allah’ın zikrinden, Kur’andan, namazdan, zekat vermekten alıkoyamaz.

Onlar Allah’ın rızasını kazanıp cennetine girmeyi hedef kabul etmişler. Kırk bin metre koşucusunun koşarken hep ödülü düşündüğü, ayağına değen taşlara takılıp kalmadığı gibi, o er kişiler de Allah’ın rızasına doğru yürürken gözlerine takılap haram yüzlere ve gözlere, eline bulaşan haram olan, baş dödüren, köşe döndüren paralara takılıp kalmazlar.”(15)

“Allah’ı çok zikredin ki, kurtuluşa eresiniz.” (Cuma, 62/10)

Bütün kötülüklerin başı Allah’ı unutmaktır. Allah’ı hatırlamayan, O’nun kulları için hazırladığına değer vermeyen kimseler, kendi basit zevk ve çkarları içinde boğulmaları sebebiyle kendilerinden başkalarını düşünmezler.

Halbuki insan Yaratıcısını ne kadar çok hatırlayıp anarsa, davranışlarına o nisbette çeki düzen verir ve O’nun rızasını kazanmaya bakar. İyi bir insan olmanın, dolayısıyla hem dünyada hem âhirette mutlu olmanın yolu her fırsatta Allah’ı anmaktır.

Sabah, akşam, gece, gündüz, karada, denizde, hazarda, seferde, otururken, yatarken, işine giderken gelirken, sağlamken, hastayken, kısaca her zaman her yerde ve fırsatta Rabbini anmalıdır. İnsanın iki cihanda başarısı ve kurtuluşu buna bağlıdır. Zikir Allah’ı sadece dil ile ibaret değildir. Allah’ın yapılmasını emrettiği ve Rasulullah’ın ümmetine emrettiği her ibadet her hayır ve güzel iş birer zikirdir.”(16)

Allah Dostlarına Göre Zikir

Tasavvufun temel eserlerinden biri olan “ Kuşeyri Risalesi” nin zikir bölümünden paragraflar alıyoruz.

Konu bir âyet ve bir hadisle başlar:  “Allah Teâlâ buyurmuştur ki: “Ey iman edenler; Allah’ı çokça zikredin. ”(Ahzab:33/41)

Peygamber (sav) ashaba;   “Size amellerinizin en hayırlısını, rabbınız katında en temiz olanını, derecenizi en çok yükseltenini, altın ve gümüş infak etmekten, düşmanla karşılaşıp onları öldürmenizin veya onlarla savaşırken şehid düşmenizden daha hayırlı olanını vereyim mi?” diye sordu. Ashap, “Ey Allah’ın Resûlü, o nedir?” diye sordular.

“Allah Teâlâ’yı zikretmektir” buyurdu. (Tirmizi, Daavât, 6)

Peygamber (sav) şöyle buyurur: “Yetyüzünde Allah Allah diye zikreden kimseler bulunduğu sürece kıyamet kopmaz.” (Müslim, iman, 148)

Zikir temelde iki iki kısımdır: Dille zikir, kalble zikir.

 Kul diliyle zikre devam ederek sürekli kalb zikrine ulaşır. Tesir, kalb zikrine aittir. Kul kalbi ve diliyle zikretmeye başlayınca, onun manevî terbiyesinde en kâmil hali budur.

Zikrin belirlenmiş bir vakti yoktur. Zikir her vakitte yapılabilir. Kul, her vakit zikirle görevlidir. Bu, ya farz ya fazilet olarak sürekli devam eden görevdir

Namaz ibadetlerin en şereflisi olduğu halde, bazı vakitlerde kılınması caiz değildir. Kalb ile zikir ise bütün vakit ve hallerde yapılabilir. Allah Teâlâ, gerçek akıl sahiplerini tanıtırken şöyle buyurmuştur: “Onlar ayakta, oturdukları halde ve yanları üzerinde yatarken sürekli Allah’ı zikrederler.” (Al-i İmran: 3/191)

Hasan Basrî demiştir ki, manevi tadı şu üç şeyde arayın: Namazda, zikirde ve Kur’an okumada. Eğer bunlarda bulursanız çok güzel. Yoksa bilin ki (kalbinizin katılığı yüzünden, size şevk ile amel etme) kapısı kapanmış.”(17)

Dil ile Zikirde Kullanılan Sözler

1- Allah: Yüce yaratan’ın has ismidir. Konuşurken, sohbet ederken, çalışırken, yürürken, otururken her halde gönülden gelerek aşk ile sık sık söylenmelidir. Müslüman, Allah deyince, Allah’ı anar yani zikreder.

Süleyman çelebi Mevlid de şöyle der:

Bir kez Allah dese aşk ile lisân,

Dökülür cümle günah misli hazan.

Bir kere dil aşk ile Allah dese, gunahlar sonbahar yaprakları gibi dökülür.

Eûzü-Besmele:

Eûzü billâhi mineşşeytanirracîm. Bismillahirrahma-nirrahîm.

Türkçesi; İlâhî rahmetten kovulmuş şeytanın şerrineden Allah’a sığınırım. Rahman ve rahîm Allah’ın (cc) adı ile başlarım.

Müslüman yerken, içerken bir işe başlarken, Eûzü, besmele çeker. Şeytanın şerrinden Allah’a sığınır, Allah adı ile başlar. Allahı zikreder, O’ndan yardım ister.

3-Lâ ilâhe illallah: Allah’tan başka ilah yoktur. Lâ ilâhe illallah cennetin anahtarıdır. Çok söylenmelidir.

4-Sübhanallah: Allah ‘ta noksan sıfatlar yoktur.

5-Elhamdü lillah: Allah’a hamdolsun, demektir. Yedikten, içtikten, bir işi tamamladıktan sonra, birisi nasılsın? deyince Allah’a hamdolsın deriz, memnuniyetimizi belirtiriz. Allah’a şükrederiz.

6-Allahu Ekber:Allah en büyüktür. Büyüklükte eşi, dengi ve benzeri yoktur. Namaz Allahu Ekber diye diye kılınır. Sevinçli anlarımızda tekbir alırız, Allahu Ekber, deriz.

7- Hasbunallahü ve ni’mel vekîl.

Allah bize yeter, O ne güzel vekildir. (Sıkıntılı ve zorluk anlarında)

8- Lâ havle velâ kuvvete illâ billah

Güç ve kuvvet sahibi ancak Allah’tır.

Peygamberimiz(sav) şöyle buyurur:

9- Dile hafif, mizana konduğunda ağır gelen ve Rahman olan Allah’ı hoşnut eden iki cümle vardır: “Sübhanallahi ve bihamdi, sübhanallahil’azîm.”

AYET DUALARLARI İLE ZİKİR

1-Rabbenâ âtinâ fiddünya haseneten ve fil’âhireti haseneten ve kınâ azâbennâr.

“Rabbimiz bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru.” (Bakara: 2/201)

2-Rabbi zidnî ilmen

Rabbim ilmimi artır. (Taha:20/114)

3-Teveffenî müslimen ve el’hıknî bissâlihîn (Yusuf:12/101)

Rabbim, beni Müslüman olarak öldür ve beni salihler arasına kat.

4-Rabbic’alnî mukîymessalâti ve min zürriyyetî Rabbenâ ve tekabbelduâ’

Rabbenağfirlî velivalideyye ve lilmü’minîyne yevme yekûmülhisâb(İbrahim:14/40, 41)

Rabbim, beni ve neslimden olanları, namazı dosdoğru kılanlardan eyle. Rabbimiz duamı kabul eyle. Rabbimiz, hesabın görüleceği günde beni, ana ve babamı ve bütün mü’minleri affeyle

HADİS DUALARI İLE ZİKİR

1- Sebbit kalbî a’lâ dinike=

Rabbim! Kalbimi dinin üzere sabit kıl.

2- Allahümme e’innî alâ zikrike ve şükrike ve hüsni ibâdetik.

Allahım! Seni anıp zikretmek, nimetine şükretmek, sana layık ibadet etmek için bana yardım eyle.”

3- Allahümme inneke afüvvün tühibbül afve fa’fü annî

Allahım! Sen çok affedicsin. , affetmeyi seversin. Beni affet.

4- Allahümmec’alni minettevvabîn vec’ alni minel mütetahhirîn Allahım! Beni tevbe edenlerden ve beni temizlenenlerden eyle.

Cüveyriye Tesbihi

Peygamberimiz (sav) bir gün sabah namazını kıldıktan sonra, Cüveyriye validemiz namaz kılmakta iken erkenden evden çıktı. Kuşluk vakti tekrar eve döndü. Cüveyriye validemizin hala yerinde oturduğu görünce: “Yanından ayrıldığımdan beri hep burada oturup zikirle mi meşgul oldun?” diye sordu. O da: Evet, diye cevap verdi. Bunun üzerine peygamberimiz (sav): “Senin yanından ayrıldıktan sonra üç defa söylediğim şu dört cümle, senin sabahtan beri söylediğin zikirlerle tartılacak olsa, sevap bakımından onlara eişt olur: (Sübhanallahi ve bi-hamdihî adede halkıhî ve rıza nefsihî ve zinete arşıhî ve midâde kelimatihî) Yarattıkları sayısınca, kendisinin hoşnut olduğunca, arşının ağırlığınca ve bitip tükenmeyen kelimeleri adedince; ben, Allah’ı uluhiyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder ve O’na hamdederim”

İslâmî tarikatlar, mensuplarını terbiye ederken, öğütler verirken günlük zikirleri de kullanılar. Günlük zikirler de verirler. Biz de tarikatların zikirlerine benzer günlük bir zikir cetveli snuyoruz.

Günde yüzbir defa Allah

Günde yüzbir defa Lâ ilâhe illallah

Günde yüzbir defa. Sübhanallahi ve bi hamdih

Günde yüzbir defa Allahümme salli a’lâ Muhammed’in ve a’lâ âli Muhammed.

Günde yüzbir defa Esteğ’firullah.

Günde on defa Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şeriyke leh. Lehülmülkü velehülhamdü ve hüve a’lâ külli şey’in kadîyr.

Konuyu âyet mealleri ile tamamlıyalım: “Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin.  Onu sabah akşam tesbih edin.  O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet eden; melekleri de sizin için bağışlanma dileyenlerdir.  Allah mü’minlere çok merhamet edendir.” (Ahzab, 33/41-43)

----------------------------------------------------------------------------------------------

1 -   Doçent Dr. İsmail Karagöz, Kur’an’da Zikir Kavramı ve Allah’ı Zikir, sh:15-25, Diyanet yayını, 2007, Ank.

2 -   M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 6/460, Zaman yayını, İst.

3 -   Süleyman Ateş. Kur’n-ı Kerimin tefsiri, 3/1377, Milliyet yayını, 1995, İst.

4 -   Riyazussalihîn, 6/266, Hadis NO:1437, Erkam yayını, İst.)

5 -   Adı geçen eser, 6/266-267

6 -   Hak Dini Kur’an Dili, 1/445, Bkz. Riyazussalihîn, 6/188

7 -   Adı geçen eser, . 1/446

8 -   Seyyid, Kutub, Fi zılalilkur’an, 1/291, Hikmet yayını, İst.

9 -   M. Toptaş, 1/294

10 -   Ebul-Leys Semerkandi, Tefsirulkur’an, 3/328, Özgü yayını, İst.

11 -   Mustafa Toptaş, Şifa Tefsiri, 4/228, Gerçek hayat yayını, İst.

12 -   Hak Dini Kur’an Dili, 5/145

13 -   Fi zılalilkur’an, . 8/547-549

14 -   Kur’an Yolu, 4/84, Diyanet yayını, Ank.

15 -   Şifa tefsiri, 5/384.

16 -   Riyazussalihîn, 6/220

17 -   Küşeyri risalesi, 254-258, Semerkand yayını, 2009, İst.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
10
Bizden Sizlere / Müslüman’ın Müslüman’a Muamelesi
« Son İleti Gönderen: KOYLU Dün, 08:47:12 ÖS »


Müslüman’ın Müslüman’a Muamelesi

Müslüman’ın, Müslüman kardeşine zulmetmemesi bir temenni değil, muhkem bir emirdir. Çünkü zulüm haramdır. Her haksızlık bir çeşit zulümdür. Müslümanlar arasında tekfir felâketinin yaygınlaşmasının sebeplerinden birisi de, yargısız infaz cürmünün yayılmasıdır. Müslüman’ın Müslüman’a kâfirce muamele etmesi, Müslüman’ı Müslümanlığından eder. Dini kendisi gibi anlayıp yorumlamadığı için başkasına hayat hakkı tanımamak ve kendisini hakem koltuğuna oturtarak başkalarının mü’min olup olmadığına karar verme hakkını kendinde bulmak, en hafif ifadesiyle haddini bilmemektir, câhil cesaretidir. Tekfirciliğin sermayesi, cahilin cesaretidir.
 
ALLAH’ın indirdiği dini yaşamak ve Allah yolunda Allah için yarışmak, Müslümanların daimi vasıflarıdır. Müslümanlar Allah yolunda meşru hizmetlerde birbirlerinin yar ve yardımcılarıdır. Şartlar ne olursa olsun, Müslüman’ın Müslüman’a muamelesi sadece Müslümanca’dır.

Kâfire yapılması gereken muameleyi kendi din kardeşlerine yapmaya kalkışanlar, kendi Müslümanlıklarına suikast düzenleyenlerdir. İslâm, kâfirlere inmesine rağmen bazı nasları Müslümanlara karşı uygulamadan da beridir.

Müslüman’ın Müslüman’a muamelesi Müslüman’ca değilse, gayr-i meşrû davranışlara ve tecavüzlere yeni kapılar açılmış demektir. Kendi hevâlarını ilâh edinenler, iman esaslarını merkezden çıkartıp kendi egolarını merkeze koyanlardır. Kendini merkeze alan insan, çoğu zaman hevâsını ilâh edinir, adetâ putperest gibi davrenmeye başlar. Kendi hevâ ve hevesinden menkul değer ölçüleri, görüşleri ve yorumları kendisine göre hakikatin ta kendisidir. Aksini iddia edenler büyük bir yanlışın ve sapkınlığın içindedirler. Bu durum tam da Âdem -aleyhisselâm-’a secde etmeme gerekçesini, “Ben ondan daha üstünüm” şeklinde ortaya koyan şeytânî mantıkla aynı paralelde işleyen bir düşünce sapmasıdır.

“Allah: ‘Ey iblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni men eden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin?’ dedi. İblis: ‘Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurda yarattın’ dedi.” (1)

Dikkat edilirse, Allahû Teâla, ilm-i ezelisinde şeytanın durumunu bilmesine rağmen Şeytan’dan isyanının, istikbarının gerekçesini, sebebini sual ediyor. Allahû Teâla bunu sual etmesiyle bizleri edeplendiriyor. Yargısız infazın dinde yeri olmadığını bize hatırlatıyor. Konuşmadan, dinlemeden Müslümanları tekfir etmekten bizi sakındırıyor. Bu âyet-i kerimelerden anlıyoruz ki; muhatabımız şeytan dahi olsa ifadesini alacağız, gerekçelerini dinleyeceğiz. Sözün en güzeline tabi olabilmek için, söylenen sözü sonuna kadar dinlemek gerekir. Kur’ân-ı Kerim’de; ”Müslümanlar, sözü dinleyip en güzeline tabi olanlar” olarak tanıtılmışlardır. Rabbimiz buyuruyor:

“Tağuta ibadet etmekten sakınıp Allah’a dönenlere; işte onlara müjde vardır. O halde kullarıma müjde ver. O kullarım ki, onlar sözü dinlerler, sonra da en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”(2)

Müslümanlar arasında tekfir hastalığının yaygınlaşmasının ana sebeplerinden birisi de, yargısız infazın ahlâk haline getirilmesidir. Yargısız infazı ahlâk edinerek birbirlerini kâfir ilan eden, birbirlerinin katlini meşru gören Müslümanlardan İslâm beridir. Bunların yaptıklarının dinde yeri yoktur.

Müslüman’ın Müslüman’a kâfirce muamele etmesi, Müslüman’ı Müslümanlığından eder. Tarihte ve bugün, İslâm ümmeti içerisinde en büyük fitnelerden birisi, hiç şüphesiz Müslüman’ı dışlayıcı, ötekileştirici, hatta İslâm dairesinin dışına iterek tekfir edici bakış açılarıdır. Bu nevi sapık cereyanların ortaya çıkışının birçok gerekçesi gösterilebilirse de en önemli sebeplerinden birisi, sahih bir ilim anlayışının ve metodolojisinin içinde yetişmiş, yeterli sayıda âlim ve ârifimizin olmayışıdır. Ya da böyle âlimlerimizin halkı yeterince bilgilendirmemesi, irşad ve terbiyeden geri durmalarıdır. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:

“Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler var. Kişi o fitnelerde mü’min olarak sabaha erer, akşama kâfir olur; mü’min olarak akşama erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır. Yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine girerlerse Hz. Adem’in iki oğlundan hayırlısı olsun (ölen olsun, öldüren değil).”(3)

“Şiddetli bir şekilde yaklaşan fitne sebebiyle vay insanların haline. İnsanlar mü’min olarak sabahlar da akşam kâfir oluverirler. İnsanlar dinlerini küçük dünya menfaati karşılığı değiştiriverirler. İşte öyle zamanda dinlerinde sabit kalabilenler ellerinde kor ateşi tutanlar gibidir.”(4)

“İlerde bir fitne olacak. O fitne içinde kişi mümin olarak sabahlayacak, kâfir olarak akşamlayabilecek. Ancak Allah’ın ilimle kalbini dirilttiği kimseler hariç.” (5)

Müşrik asrın ve İslâm’sız kalmış günlerin beraberinde getirdikleri tereddütlerden, şek ve şüphelerinden Müslüman ancak iman ve ilim ile kurtulabilir. Tabii ki ilim de ancak amel ile fayda sağlar. Bu nedenle diyoruz ki; Müslüman’ın Müslüman’a muamelesi hissi değil ilmidir. Müslümanlar dinde hissilikten ilmiliğe geçmedikleri müddetçe birbirlerini tekfir etmekten, birbirlerini kâfirlerin kucağına itmekten geri durmazlar.

Duat olması gerekirken Kudat olanlar, Tebliğci olması gerekirken ümmet Kadılığına kalkışanlar, Müslüman olmanın hududunu aşanlardır. Dini kendisi gibi anlayıp yorumlamadığı için başkasına hayat hakkı tanımamak ve kendisini hakem koltuğuna oturtarak başkalarının mü’min olup olmadığına karar verme hakkını kendinde bulmak, en hafif ifadesiyle haddini bilmemektir, câhil cesaretidir. Tekfirciliğin sermayesi, cahilin cesaretidir.

Cehaletin saadet kabul edildiği bir yerde Müslümanları tekfir etmek cinayettir. Rabbimiz, kulları üzerinde bu nevi tasarrufta bulunma girişimlerini doğru bulmamış ve Müslümanların bu konuda hassas davranmalarını istemiştir. Bu nevi yanlışların, çoğu zaman dünyevî menfaatler uğruna yapıldığına da dikkat çekmiştir:

“Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu (müslüman oldunuz). Onun için iyice araştırın. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”(6)

Bu âyet-i kerime, Müslüman’a Müslüman’ın kıymetini hatırlatıyor. Dünyayı dine tercih edenler, hem kendilerini ve hem başka Müslümanları dinden ederler. Müslüman’ı fasıklıkla, münafık olmakla ve daha ötede kâfirlikle suçlamak ve bunu kesin bir bilgiye değil de zannına ve vehmine dayanarak yapmak -Rabbimiz muhafaza buyursun- insanın kendisini ateşe atmasıdır.

Her Müslüman kendi başına bir kıymettir. Müslüman’ın kıymetini bilmeyen Müslüman’ın kıymeti olmaz. Raûlüllah (sav) buyuruyor: “Allah katında dünyanın yok olması, bir mü’minin haksız yere öldürülmesinden daha hafiftir.” (7)

Bir Müslüman bir cihana bedeldir hatta ve hatta bir cihan bir Müslüman’dan ehvendir. Münkir ve müşrik bir asra düşmüşüz. Bu asırda dünyada, günde yaklaşık olarak bin Müslüman katlediliyor. Bunların % 90’nın failleri Müslümanlar... Yani her 900 Müslüman’ı Müslümanlar öldürüyor. Haydi biz alıştık, bu durumu çocuklarımıza bu hadis-i şerifin ışığında nasıl anlatacağız? Çocuklarımızın gözlerinin içine nasıl bakabileceğiz? Galiba asıl mesele bu... Gelecek nesillerimizi kanlı katillere emanet ediyoruz.

Müslümanlar birbirlerini ümmet zemininde tamamlayan kimselerdir. Onların hayatlarında ayrılığın ve gayriliğin yeri olmaz. Mü’minler kardeşlikte ve dostlukta tıpkı aksamı birbirine geçmiş mükemmel ve sapasağlam bir bina gibidirler veya bütün unsurları ve zerreleriyle birbirine bağlı bir vücud gibidirler. Bir vücudun herhangi bir azası rahatsız olduğunda nasıl ki bütün bir vücut aynı rahatsızlığı, aynı acıyı duyarsa, bir tek mü’minin -dünyanın ta öbür ucunda bile olsa- çektiği acıyı, duyduğu ızdırabı diğer mü’min kardeşleri derinden hisseder. Mü’minlerin bu denli birbirlerine bağlı olduklarını Peygamber (s.a.v) şöyle ifade etmektedir. “Mü’minin mü’mine bağlılığı, parçaları birbirini bütünleyen bir bina gibidir.”

Hadisi rivâyet eden Ebû Musa El-Eş’arî’nin bunu tarif için parmaklarını birbirine geçirdiği zikredilmektedir: ”Mü’minleri kendi aralarındaki merhametleşmelerinde, sevişmelerinde, yardımlaşmalarında bir vücut gibi görürsün. Ki vücudun bir organı ağrırsa, vücudunun kalan kısmı uykusuzluk ve humma ile o organ için birbirini çağırır.”(8)

Bir mü’minin, diğer bir mü’min kardeşine her halükârda yardımcı olması gerekmektedir. Peygamberimiz bir hadisinde, “zalim de olsa, mazlum da olsa mü’min kardeşine yardım et!” diye buyurmaktadır. Zulüm konusunda nasıl yardım edileceğini ise şu çarpıcı sözlerle dile getirmektedir: “Onu zulümden el çektirirsin. Ona yapacağın yardım işte budur.”(9)

Hz. Ali (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Müslüman’ın Müslüman üzerinde altı hakkı vardır. Karşılaştığında selam verir, davetine icabet eder, aksırdığı zaman elhamdülillah derse yerhamükâllah der, hastalandığında ziyaretini yapar,

öldüğünde cenazesinin ardından yürür, kendisi için sevdiğini kardeşi için de sever.”(10)

Müslüman’ın, Müslüman kardeşine zulmetmemesi bir temenni değil bir emirdir. Çünkü zulüm haramdır. Her haksızlık bir çeşit zulümdür. İslâm devletinin teminatı altında yaşayan zimmîler ve çeşitli din mensupları da aynı hükme tabidir. Esasen İslâm dini, her çeşit zulüm ve haksızlığın, herhangi bir insana yapılmasını caiz görmez. Ancak kendilerine ve başkalarına zulmedenlere karşı alınan tedbirler ve verilen ceza, zulüm ya da haksızlık olarak nitelendirilemez. Şirk ve küfür bir zulümdür. İslâm, insanların şirkte ve küfürde kalmalarına, şirki ve küfrü meşru göstermelerine, ya da yaymalarına müsamaha ve müsaade etmez. Böyle davrananlara karşı, Allah’ın emrettiği ve prensiplerini vaz ettiği ölçüler içinde hareket eder. Bunu yaparken adâlet kâideleri dışına çıkmaz. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:

“Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir Müslüman’dan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslüman’ın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.”(11)

İslâm, insanların can ve mal güvenliğini, ırz ve namusunun korunmasını garanti altına alır. Bu garantiler öncelikle Müslümanların kendi aralarında sağlanır. İslâm, bunlara ilâveten insanların inanç hürriyetini ve akıllarını korumayı da esas alır. Bu sebeple, canı, malı, ırzı ve namusu, dini ve aklı korumak ve bunlar uğrunda savaşmak gerekebilir. Bunlar uğrunda ölenler de şehit sayılır. Çünkü ırz, mal ve cana tecavüzün haramlığı Kitap, Sünnet  ve icmâ ile sabittir. Peygamber Efendimiz (sav) dinen geçerli sayılan bir gerekçe bulunmaksızın, üç günden fazla dargın ve küskün durmayı helâl saymamıştır. Müslümanlar hep birlikte sulhu salah için cengü cidale hazırlanan kimselerdir. Onlar muhabbet fedaileridir, onların husumete vakitleri yoktur.

Sulhu salah zemininde kalarak Müslümanların hayrına çalışmak, Müslümanların cehaletini gidermek ve Müslümanların din ve dünya işlerini Allah’ın muradına göre düzene koyma imkânına kavuşmaları için çalışmak, Müslüman’ın Müslüman’a Müslüman’ca muamelesindendir. Müslüman’ın Müslüman’a muamelesinin mihengi, tek ümmet şuurudur. Ümmet şuuru; Müslüman’ı eksikliği, kusuru yüzünden dışlamayı değil, eksiğini, kusurunu tamamlaması için sahiplenmeyi gerektirir. Müslümanları sahiplenmeyen ve savunmayan Müslümanlardan değildir!

--------------------------------------------------------------

1 -   Sad Sûresi/ 75-79

2 -   Zümer Sûresi/17-18

3 -   Sünen-i Ebu Davud, Fiten 2, (4259, 4262); Sünen-i Tirmizî, Fiten 33

4 -   el- Müsned (Ahmed b. Hanbel) 2/ 390; Sahih-i Müslm, İman: 186; Sünen-i Tirmizî, Fiten: 30 (2196)

5 -   Ramûzu’l-Ehadis s. 299, 3722 hadis. (Tabarani Kebirden, İbn-i Mace’den, Deylemi Ebi Umame’den), en-Nevevi, Ebû Zekeriyya Yahya b. Şeref, Riyazüs-Salihin, Terc. Emre, Mehmed, İstanbul 1974, s. 99 87. hadis; Sunenu İbn-i Mace, II, 1305, 1310 (3954, 3961)

6 -   Nisâ Sûresi, 94

7 -   Sünen-i Tirmizî, Diyat: 7; Sünen-i Nesaî, Tahrîm: 2

8 -   bk. Sahih-i Buhârî, salat, 88, Mezalim, 5; Sahih-i Müslim, Birr, 65; Sünen-i Tirmizî, birr, 18; Sünen-i Nesâî, zekat, 67

 9 -   Sahih-i Buhârî, Mezalim, 4; Sahih-i Müslim, birr, 62

10 -   Sünen-i Dârimî, İstizan: 5; Sünen-i İbn Mâce, Cenaiz: 43

11 -    Sahih-i Buhârî, Mezâlim 3; Sahih-i Müslim, Birr 58

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
Sayfa: [1] 2 3 ... 10