Son İletiler

Sayfa: [1] 2 3 ... 10
1
İslamda Aile / Kur’an’ın Örnekliğinde Aile Olmak
« Son İleti Gönderen: KOYLU Bugün, 07:00:16 ÖS »


Kur’an’ın Örnekliğinde Aile Olmak

Kur’ân-ı Kerim’de, hesap gününü düşünen mü’minlerin arzuları izah edilirken: “Onlar ki “Ey Rabbimiz” derler. Bize zevcelerimizden ve nesillerimizden gözlerimizin bebeği olacak (salih insanlar) insan et!.. Bizi takva sahiplerine rehber kıl” (Fûrkan Sûresi:74) hükmü beyan buyurulmuştur. Salih evladın yetirilmesi, anne ve baba için en büyük nimettir. Bu nimeti elde edebilmek için, her türlü külfete ve meşakkete razı olmak gerekir. İslâm fıkhında nikâh; nüfûsun ortmasına vesile olduğu için, hem ibâdet, hem muamelat olarak değerlendirilmiştir. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav): “Nikâh benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimi yerine getirmezse, benden değildir!.. Evleniniz. Zira ben diğer ümmetlere karşı, sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim” hadisi, nikâh ile nüfus arasındaki ilişkiyi gündeme getirmektedir. Müslüman Aile, hakikate teslimiyetin kalesi olmalı, moderniteye, demokrasiye, içi boş çağdaş hurafelere yenik düşmemelidir.

KUR’AN hayat KUR’AN hayat kitabı. En doğru yolu, metodu, eğitimi, öğretimi gösteren tek Kitap. Çünkü O Âlemlerin yaratıcısı  olan ALLAH (c.c.)’ın kelamı.

Müminler için şifa kaynağı olduğunu beyan etmiş yüce Allah (cc). Ailede sorunun mu var?. Evlat eğitiminde çare mi arıyorsun? veya... Dünya hayatının yolunu gösteren sırat el mustakimdir Kur’an. Kur’an’a tabi olan ilk müminler saadet asrını yaşadılar yani Mutluluk asrı!. Depresif hastalıkların olmadığı yokluk içinde ama huzurun yaşandığı bir dönemdi o dönem. Çünkü Kur’an’ın direktifleriyle yaşıyorlardı.

Şimdilerde her geçen gün şikayetlerimiz artıyor. Dünyalık her türlü imkana sahip bir toplum lakin ruhsal tatminsizlik tavan yapmış durumda. Dünyalık her hangi bir eşya için depresyona giren insanların sayısı azımsanmayacak kadar çok. Yıkılan aileler, kendisine iletişim açısından ulaşılamayan evlatlar ve psikologların kapısını aşındıran yığınlar.

Kimlikler neden bu denli bulanık?. Kişilikler neden bu denli silik? Aileler neden gün geçtikçe kan kaybediyor?. sosyal paylaşım ağlarının bir çok aileye kor ateş gibi düşme sebebi nedir?

Kur’an’a inanan insanların çok, Kur’an’ı hayata gerektiği gibi geçirenlerin sayısının az olmasının sebebi nedir?.

Toplumsal hastalıkların sebebi maneviyatsızlıktır ve dolayısıyla ailelerimiz ve evlatlarımızda bu manevi hastalıklardan etkilenmektedir. Tevhid ehli olmak her türlü şarta rağmen bir duruş sahibi olmak demektir.

Tevhid ehli olmak demek tüm engellere direnmek demektir. Ve Ailelerimizde Tevhidin kalesi durumunda olmalı ve asla moderniteye, demokrasiye, içi boş çağdaş söylemlere yenik düşmemelidir. Aile sözlük olarak; aynı işte olan, aynı gaye için çalışanların hepsi (bknz. büyük lugat) diye tarif edilmiştir... Aynı işte olan, aynı gayeye, aynı hedefe birlikte yürüyen insanlar! Demek ki, aynı gaye için çalışan insanlar yoksa, o evde olanlar gerçek bir aile değil, birkaç insanın bir arada olmalarıdır. Bunun içindir ki, “Ümmet” de geniş bir ailedir.

Ümmet olma sorumluluğumuz ki bu; aynı zamanda inandığımız davayı gereği gibi temsil etme sorumluluğunu da beraberinde getirmektedir. Bu noktada aile yapılarımız oldukça önem taşımaktadır.

Kur’an olumlu ve olumsuz aile modellerini örneklendirerek vermiştir. Kur’an’da ailenin temeli yalnızca ALLAH’a kul olma esasına göre kurulmuştur. Yalnızca ALLAH’a kul olma ilkesine göre kurulmamış olan ailelerin ne dünya da, ne de ahirette saadeti yakalamaları mümkün değildir. Yalnız Allah’a kul  olma ilkesinin kavranabilmesi için “Kul olma” kavramının açıklığa kavuşması, bilinmesi, bilincine erişilmesi gerekir...

Kul (abd); İtaat etmek, boyun eğmek, tevâzu göstermek, daha açık bir ifade ile kişinin bir kimseye, ona isyan etmeden ve ondan yüz çevirmeksizin itaat etmesidir. Abd kelimesinin masdarı olan ubudiyyet (kulluk etmek) insanın sıfatıdır. (bknz. İkra İslâm Ansiklopedisi)

Bu tariften yola çıkarak, yalnızca ALLAH’a kulluğun has kılınmış olması için, hiç sağa sola yalpa yapmadan  sadece ALLAH’a itaati baz alan aileler olması gerektiğini anlıyoruz.

Hiç bir şartın, dayatmanın ve zorluğun;   kulluğun önüne geçmemesi gerektiğinin farkında olan bireylerin, bir araya gelerek oluşturdukları toplumun en küçük ama en önemli birimidir İslâm’i Âile!

Kur’an’ı Kerîm kulluğu ALLAH’a has kılmış ve şüphesiz kulluğu ALLAH’a has kılmak isteyen ailelere eğitim amaçlı örnek ve ibret olsun diye örnekler vermiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:

1. İlk Âile Hz.Adem (a.s.) ve Hz.Havva anamızın kurduğu ailedir. Hz. Havva’dan, Hz. Adem’in eşi (zevc) diye bahseder.

“Ey İnsanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren RABB’inize hürmetsizlikten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz ALLAH’ın ve akrabanın haklarına riâyetsizlikten de sakının. ALLAH şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.” (Nisa Sûresi 1. Âyet)

Burada; bu çağda ve çağ öncesi olan kadın ve erkek konusundaki tüm tartışmalara cevap var. Kadın ve erkeğin iki zıt kutup, iki karşı cephe olmadığı bilakis bir birlerini tamamlayan bütünün birer parçaları olduğu gözler önüne serilmektedir. Ne erkek egemen bir yapı, ne de feministçe bir yaklaşım!  Denge üzerine kurulmuş hakları adil paylaştırılmış, biri diğerine ezdirilmemiştir. Biri ötekinin yarısı/yari. Evin reisi erkek lakin erkek kendi ilkleriyle değil Allah’ın koyduğu ilkelerle aileyi yönetmek zorunda..

2.Hz.Nuh (a.s.)’ın âilesinden bahseder Kur’an. Tüm gayretlerinize rağmen, aile efradınızdan bir takım insanlar küfrü tercih edebilir. Bu, sizin sorumluluğunuzda değildir. Siz, eğitiminde, tebliğinizde ihmale meydan vermeyerek, sonuna kadar gayrete devam etmekle sorumlusunuz.

Hz. Nuh (a.s.) suların yeryüzünde yükselmeye başlamasına kadar baba yüreğiyle evladına seslenmiş olması bunun apaçık bir örneğidir. Eğitim asla ihmale gelmez. Ve asla başkalarına havale edilecek kadar önemsiz bir konu değildir Ama yinede küfrü, çağdışı ve çağdaş putçuluğu mu tercih etmiştir? Hayır!. O zaman yine âyet bize ne yapmamız gerektiğini beyan ediyor.

“ALLAH, ‘Ey Nûh! O asla senin âilenden değildir. Onun yaptığı, iyi olmayan bir iştir. O halde hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi benden isteme. Ben sana cahillerden olmamanı öğütlerim’ dedi.”  (Hûd Sûresi, 46. Âyet)

Ailenden değildir O!. Neden ? Çünkü aynı gayeye  çalışmıyorsunuz! Hedefleriniz, dünya görüşünüz inancınız aynı değil!. Şayet Allah2ın istediği şekilde aile ile ilgilenilmiş ve rağmen küfür tercih edilmişse ebeveyn sorumlu değildir.

3. Hz. İbrahim (a.s.)’ın âilesinden bahseder Kur’an...

Önce babasıydı imtihanı, cevabı teslimiyet oldu. Evlatsızlıkla imtihan oldular, cevapları:

yine teslimiyet oldu. ALLAH (c.c.)’ın dini uğruna çileyle, ateşle ve Nemrut’la imtihan oldular cevapları yine HAKK’a Teslimiyet oldu. Sonra evlat ile imtihan oldular, önce terk edilmesi istendi, çölün ortasına.

”Bunu senden kim istiyor?” sorusuna aldığı cevap tek bir kelimeydi “Allah” karşı cevabı şu oldu Hacer’in (as); “O (c.c.) ne güzel bir vekildir, O (c.c.) bize yeter.” Analara örnekti. İslâm’da anayı temsil ediyordu Hacer!.

Böyle giyinmeni kim istedi diye soranlara hiç tereddüt etmeden “Allah” diyen...

Böyle yaşamanı kim istedi diye soranlara hiç tereddüt etmeden “Allah” diyen. Her koşulda teslimiyetini zedelemeden sürdürme cehdinde olanlar da çağın Haceridirler.

Ve sonra evladının derdi için cehdi umutla sürdüren çağına ve çağlara, evlat sorumluluk ister, çocukların (vahye) susamışlığına  umutla cehd etmenin mesajını taşıdı.

İmdi de evlatlarının iyi bir kul olması için koşusunu sürdürenler de çağın Hacer’idirler. Ana olmak.! Ana’ya örnek olmaktı, Hacer olmak.

Ve sonra ilerlemiş yaşlarında sahip oldukları çocuklarını istiyordu ALLAH Âzze ve Celle...

Çok sevdiğinin imtihanıydı bu, en sevdiğini tercih etme konusunda!. Cevapları; TESLİMİYET oldu. Yalnız ALLAH (c.c.)’a hâs kılınmış bir hayatın adıydı kulluk. İmrân Âilesinden bahseder Kur’an ...! Öne çıkan bir anayı, imran’ın karısını çağlara örnek verir Kur’an...!

“Bir zaman İmrân’ın karısı: ‘RABBİM ! kesinlikle ben karnımdakini tam hür olarak senin için adadım. Sen de benden kabul et, şüphesiz SEN en iyi işitensin, en çok bilensin!’ demişti.”  (Âl-i İmrân Sûresi, 35.Âyet)

Hür olarak, hür biri olarak karnımdakini ALLAH (c.c.)’a adadım. Kimsenin iznine ihtiyaç duymadan... Evlat sahibi olmanın, evladın kimin için olması gerektiğinin cevabını verirken, aynı zaman da örnek bir aile modeli içersinde sayarak Kur’an’ın ikliminde aileleri eğitiyor bu kıssa. Adamanın dersini veriyor. neye niçin adanmak gerektiğini öğretiyor. Neyi nasıl adayacağının örneğini veriyor. Bir çocuğum olursa, koçu kurban edeceğim değil, bir çocuğum olursa onu Allah’a adayacağım diyor Hanne!.

O’nun yolunda kul yetiştireceğim, oksun doktor olsun değil niyet “Salihlere öncü olsun” “Onlar: ‘-Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan gözlerimizi aydın kılacak (iyi çocuklar) bağışla! Bizi takva sahiplerine öncü yap!’ derler.”(Furkan:74). Bu eğitimden geçen sahabe benzer örneklerle doldurdu tarih sayfasınıve şimdi sormadan edemiyor insan;

Kendimiz İbrahim olmadan İsmail’e nasıl sahip olacağız?

Kendimiz Hacer olmazsak evladımızın vahiyle buluşmasını nasıl sağlayacağız?.

İmandan önce tv ile tanışan bir çocuğa Allah’ı, İslâm’ı anlatmanın yolunu nasıl bulacağız?. Akıllı beşiklerde büyütülen çocukların davaya sarılmalarını, Kulluk yürüyüşünde yalpa yapmamalarını nasıl bekleyeceğiz? “Yok” nedir bilmeyen bir çocuğa sabrı ne ile öğreteceğiz ? Teslimiyeti olmayan ebeveynlerden; İsmail’i bir evlat bekleme hakkımız var mı ? Yakub gibi bir baba olmadan, gömleğini önden yırttırmayan bir nesil nasıl yetiştireceğiz İbrahim gibi bir baba, Hacer gibi bir ana olmadan, bıçağa boynunu uzatan İsmaillerimiz olabilir mi peki? (İslâmi hükümlere burun kıvırmayan bir nesil) Fedâkarlığın birlikte yapılamadığı bir ailede, neslimiz dayanmayı, direnmeyi nasıl öğrenecek...? İnfak ruhunun ölü olduğu bir ailede neslimiz paylaşımın ne olduğunu nasıl bilebilecek? Oysa Kur’an Âilemizin nasıl olması gerektiğini modellemiştir.

Âile olmak istiyorsak, ailelerimizi ALLAH’a hâs kılmak istiyorsak, ALLAH’ın örnek verip inanlar için seçip tercih ettiği aile modellerinin örnekliğini hayata taşıyıp, yaşanılır kılmamız gerekiyor

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
2


Ticarî Alacakların Tahsili ve Borç Verme Muâmelesi

Hesap gününe hazırlanan her mükellefin; yeryüzünün halifesi olduğunu unutmaması ve kendisine ihsan edilen her malın tasrrufundan hesaba çekileceğini bilmesi zaruridir. Rızkını helâl yoldan elde etmeyen bir mükellefin, imtihanı kazanabilmesi mümkün değildir. Muhakkak ki, cemiyet halinde yaşayan insanların birbirlerinin yardımına ihtiyaçları vardır. Yardımlaşma yollarından birisi de kendi aralarında borç alıp vermeleridir. Karz-ı hasen, deyn ve âriyet gibi terimler ile ifade edilen muâmeleler, hayati öneme hâizdir. Herhangi bir karşılık beklemeden veya dünyevi menfaat ummadan verilen borca “Karz-ı Hasen” denilir. Karz-ı hasen; deyn ve âriyet (ödünç) terimleriyle ifade edilen borçtan farklı olan bir muâmeledir. Muteber kaynaklarda “Karz-ı hasen’ muamelesinin sadaka vermekten daha efdal olduğu” belirtilmiştir. Alış-veriş sebebiyle ortaya çıkan ticarî borca deyn, ödünç olarak verilen mala da âriyet denilir. Zengin olan bir müslümanın, borç olarak verdiği paranın bir kısmını veya tamamını bağışlaması mümkündür.

‘İnsanların dünya malını kazanmaları ve kazandıkları malı doğru olarak kullanmaları gerekir. Bazı kitaplarda Hz. Lokman’ın oğlu Saran’a nasihat ederken ‘Sakın dünya malını elde etmek için çalışmayı ihmal etme! Sonra fakir düşersin ve insanların sırtına yük olursun’ dediği ifade edilmektedir. Bazı İslâmi eserlerde ‘rızkın ve ecelin tegayyür etmeyeceği’ ifade edilmektedir. İmtihan vesilesi olduğu için, malın bir fitne haline gelebileceği izah edilmektedir. Hatta bazı tasavvuf kitaplarında zenginliğin değil, fakirliğin tercih edilmesi gerektiği üzerinde durulmaktadır. Bunun sebebi hikmeti nedir? Dünya malının elde edilmesi ile imtihan hadisesi arasındaki münasebeti nasıl anlamamız gerekir? Zenginlerde görülen cimrilik hastalığı ile şeytanın telkinleri arasında zaruri bir münasebet var mıdır?  Hayatı boyunca ticaretle iştigal eden rahmetli babam cömert bir insandı. Kendisinden borç isteyenleri geri çevirmez, alacakları konusunda da hiç acele etmezdi. Ticari alacakları, bize miras bıraktığı mallarının değerinden daha fazladır. (..) Kardeşlerim vadesi dolan borçların tahsil edilmesi için her yola başvurmamız gerektiğini söylüyorlar. Gerekirse mahkeme yoluyla tahsil edelim diyorlar.  Zengin olan bir müslümanın, borç olarak verdiği paranın bir kısmını veya tamamını bağışlaması caiz midir? Tahsil edilemeyen ticari alacaklar, sadaka ve infak hükmünde midir? Zengin olduğu halde borcunu ödemeyen kimse için zalim denilebilir mi? Borçlunun ve alacaklının nelere dikkat etmesi gerekir mi?“

Zerre miktarı iyiliğin de, zerre miktarı kötülüğün de hesabının sorulacağı güne hazırlanan her mükellefin; yeryüzünün halifesi olduğunu idrak etmesi ve kendisine ihsan edilen her malın bir imtihan vesilesi olduğunu bilmesi gerekir. Bu hakikat, muhkem nassla sabittir:”Sizi yeryüzünün halîfeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi imtihan etmek için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur. Doğrusu Rabb’in, cezası çabuk olandır ve O, bağışlayan, esirgeyendir.” (El En’am Sûresi: 165) Kavmi, rengi, dini ve dili ne olursa olsun her insanın hayatını devam ettirebilmesi için ihtiyaç duyduğu malları temin etmesi gerekir. Hanefi fûkahasından İbn-i Nüceym “Yeryüzünde neler varsa hepsini sizin için yarattı” (El Bakara Sûresi:29) ayetini esas almış ve malı şöyle tarif etmiştir: “Allah (cc) tarafından, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için yaratılan ve istenildiği zaman elde edilip kullanılabilen, insanlardan maâda (gayri) şeylere mal denilir.’’(1)

Bunun dışında, malın başka tarifleri de vardır. Bazı muteber fıkıh kitaplarında “insan tabiatının meylettiği, ihtiyaç için toplanan ve biriktirilen şeylere mal denilir” şeklinde ifade edildiği malûmdur. Rızkını helâl yoldan elde etmeyen bir mükellefin, imtihanı kazanabilmesi mümkün değildir. Rızkı tamamlanıncaya kadar insanın ölmeyeceğini haber veren Hadis-i Şerif, meâlen şöyledir: “Rızkı tamamlanıncaya kadar hiç kimsenin ölmeyeceği bana vahyedildi. O halde Allah’a (cc) karşı gelmekten sakınınız. Rızkınızı elde ederken güzel bir yol tutunuz.’(2)

İslâm âlimleri ‘farz, mübah ve mekruh’ olan kazancın keyfiyetini izah ederken, genel hatlarıyla şu tesbitte bulunmuşlardır: “Bir mükellefin; kendisine, ailesinin nafakasını temine ve borçlarını ödeyebilmesine yetecek kadar kazanması farzdır. Muhtaç olan mü’minlerin ihtiyaçlarını karşılamak ve akrabalarına ikramda bulunmak için, bundan fazlasını kazanmaya gayret etmesi mübahtır. İnsanlara karşı tekebbür etmek niyetiyle ve zenginlik ihtirasına kapılarak mal elde etmesi mekruhtur.”(3)

Dünya malını elde etme gayreti ile dünyevileşme fesadını birbirine karıştırmamak gerekir. Zira bu ikisi arasında zaruri bir münasebet yoktur. Meselâ: Mekke’nin zenginlerinden olan Hz. Ebû Bekir (ra) malını Allah’ın rızasını kazanmak için harcamıştır. Buna mukabil yine Mekke’nin zenginlerinden olan Ubey b. Halef; şirkin, fitne ve fesadın yayılması için malını telef etmiştir. Bu tesbitten sonra ‘zenginlerde görülen cimrilik hastalığı ile şeytanın telkinleri arasında zaruri bir münasebet var mıdır?’ sualinize geçebiliriz. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan, dünya malına ihtirasla bağlanan ve şeytanın telkinlerine kapılan mükellefin, değişik ruhi hastalıklara tutulması mümkündür. Şeytan mâlî ibadetlerini edâ etmeye hazırlanan mükellefe; “Malını fakir olduğunu zannettiğin birisine verebilirsin. Belki de o fakir değildir. Dünyanın birçok hali vardır. Vereceğin mala, ileride senin ihtiyacın olabilir” gibi telkinlerle tuzak kurmaya gayret eder. Mükellef bu telkinlere kulak verdiği zaman, cimrilik hastalığına tutulur. Başkalarına cimriliği tavsiye etmesi de mümkündür. Bu hakikat, muhkem nassla sabittir: “Kendileri cimrilik yapıp, insanlara cimriliği emredenler, bir de Allah’ın hazinesinden kendilerine verdiği nimetleri gizleyenler yok mu? Biz o nankörlere hor ve hakiyr edici bir azab hazırlamışızdır. Allah’a ve ahiret gününe inanmadıklan halde mallarını insanlara gösteriş için sarfedenleri (de Allah sevmez). Şeytan kime arkadaş olursa, o ne kötü bir arkadaştır.”(En Nisa Sûresi: 37-38) İmam-ı Serahsi (rh.a) zengin olan kimselerin imtihanını izah ederken şu tesbitte bulunmuştur:’ Peygaygamberimiz Efendimiz (sav); “Çok malı olanların helâk olması mümkündür. Ancak malıyla infakta bulunanlar (tasadduk edenler) felâha kavuşurlar. Şeytan şöyle der: ’Mal sahibi benim üç tuzağımın birinden kurtulamaz. Ya malı onun gözünde süslü gösteririm ve onu helâl olmayan yollardan toplar, ya malı onun gözünde küçültürüm (hakir gösteririm) ve onu helâl olmayan işler için harcamasını telkin ederim. Ya da malı ona sevdiririm, o da Allah’ın (cc) mal üzerindeki hakkını vermez” buyurmuştur.(4)

Mali ibadet olan zekât, mükellefin cimrilik sıfatından kurtulması için rahmânî bir vesiledir.

Cemiyet halinde yaşayan insanların birbirlerine ihtiyaçları vardır. İnsanların birbirleri ile yardımlaşma yollarından birisi de kendi aralarında borç alıp vermeleridir. Karz-ı hasen, deyn ve âriyet gibi terimler ile ifade edilen muameleler, hayati öneme hâizdir. Herhangi bir karşılık beklemeden veya dünyevî menfâat ummadan verilen borca “Karz-ı Hasen” denilir. Karz-ı hasen; deyn ve ödünçten (âriyet) farklı bir muameledir. Muteber kaynaklarda “Karz-ı hasende bulunmanın, sadaka vermekten daha efdal olduğu” belirtilmiştir.(5)

Bilindiği gibi karz, geri almak üzere verilen malı ifade eden bir terimdir. Fukaha “Misli olan maldan, benzerini (aynısını) geri almak üzere başkasına vermeye karz denilir” tarifini benimsemiştir.(6)

Kur’an-ı Kerim’de karz-ı hasenin, Allah’a (cc) borç vermeye benzetildiği sabittir: “Hakikat sadaka veren erkeklerle, sadaka veren kadınlar ve Allah’a karz-ı hasenle borç verenler (yok mu?) Onların mükâfâtı kat kat artırılır. Onlar için çok şerefli (başka) bir mükâfât da vardır.” (El Hadid Sûresi: 18) Çarşıda misli bulunan her çeşit mal veya para, karz-ı hasen muamelesi için bir vesiledir. Hem karz veren, hem alan kimsenin, herhangi bir zarara uğramaması için bazı tedbirlerin alınması mümkündür.

Allah (cc) rızası için borç veren kimsenin, herhangi dünyevi bir menfaat beklemesi câiz değildir. Hz. Abdullah İbn-i Mes’ûd, Hz. İbn-i Abbas ve Hz. Abdullah İbn-i Selâm’dan (r.anhum) mevkûfen rivayet edilen bir Hadis-i Şerif’te; “Menfâat sağlayan her karz, fâiz çeşitlerinden birisidir” buyurulmuştur. Rasûl-i Ekrem (sav) menfaat sağlayan karz-ı hasen muamelesinden nehyetmiştir. Çünkü burada şart koşulan menfâat karşılıksız bir fazlalıktır ve bu açıdan fâize benzemektedir.(7)

Alış-veriş sebebiyle ortaya çıkan ticarî borca deyn, ödünç olarak verilen mala da âriyet denilir. Zengin olan bir müslümanın, borç olarak verdiği paranın bir kısmını veya tamamını bağışlaması mümkündür. Borçlu olan din kardeşi güç durumda ise ona kolaylık gösterilmesine, hatta mümkün ise alacağını bağışlaması teşvik edilmiştir: “Borçlu darda ise eli genişleyinceye kadar ona mühlet verin. Bilmiş olsanız borcu bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.” (El Bakara Sûresi: 280) Dolayısıyla borçlu olan mükellef zor durumda kalmışsa, borcunu rahatlıkla ödeyebileceği zamana kadar mühlet tanınması gerekir. Hatta borç olarak aldığı miktarın tamamının veya bir kısmının sadaka olarak bağışlanması daha hayırlıdır. Çünkü Ayet-i Kerime’de, “eğer bilirseniz” şartı getirilmiştir. Buna göre takdirî manayı şu şekilde ifade etmek mümkündür: “Şayet sizler bunun Allah (cc) katındaki değerini bilir ve gereğince amel edecek olursanız, ona sadaka olarak bağışlamanız gerekir. Bu sizin için daha hayırlıdır.”

İmam-ı Taberânî’nin, Hz. Ebu Umâme (r.a.)’den rivayet ettiği habere göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmayacağı bir günde Allah’ın (cc) kendisini gölgelendirmesini arzu eden bir kimse, zor durumda kalmış olana kolaylık sağlasın veya onun borcunu indirsin.” Bu manada pek çok Hadis-i Şerif vardır. Sahih-i Buhari’de, alacağı sadaka olarak bağışlamanın tavsiye edilmesiyle ilgili olarak, Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) şöyle buyurduğu belirtilmiştir: “İnsanlara borç veren bir tüccar vardı. Zor durumda kalmış birisini görünce çocuklarına, ‘onun borcunu affedin, belki Allah bizi bağışlar’ derdi. Nihayet Allah da onu bağışladı.”(8)

İmam-ı Taberâni, Hz. Abdullah İbn-i Abbas’dan (ra) rivayet edilen şu Hadis-i Şerif’e yer vermiş ve borçlu olan kimseye kolaylık göstermenin hayırlara vesile olacağını belirtmiştir. Bu Hadis-i Şerif meâlen şöyledir: “Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine kolaylıkla ödeyeceği zamana kadar mühlet veren bir kimseye, Allah da günahı sebebiyle tevbe edinceye kadar mühlet verir.”(9)

Yine Hz. Abdullah İbn-i Abbâs’tan (ra) rivayet edilen bir Hadis-i Şerifte Peygamberimiz Efendimiz’in şöyle buyurduğu belirtilmiştir: “Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine mühlet veren veya borcunun bir kısmını bağışlayan kimseyi Allahü Teâla (cc) Cehennem ateşinden korur.” Sahih Hadis kitaplarında, Hz. Bureyde’den (ra) rivayet edilen şu habere yer verilmiştir: “Borcunu ödemekte zorluk çeken birisine mühlet veren bir kimse, her gün için o miktarda bir sadaka vermiş gibi olur.”(10)

Hesap gününe hazırlanan bir mükellefin borcunu, imkânı varken ödememesi (yani mazereti olmadığı halde ödememesi) veya geciktirmesi câiz değildir. Zira Peygamberimiz Efendimiz (sav); “Zenginin borcunun geciktirilmesi zulümdür. Biriniz (alacağı) bir zengine havale edilirse bunu kabul etsin”(11) Buyurmuştur. İslâm’ın cemiyet fertleri arasında yerleştirmek istediği prensip şudur:

Malın telef olmasını önlemek için muayyen bir zaman için alınan borçların zamanında ödenmesi için adaletle yazılması şarttır. Bu hakikat muhkem nassla sabittir:

“Ey iman edenler, muayyen bir zaman vaadiyle borçlandığınızda onu yazın. Aranızda bir kâtip de doğrulukla yazsın. Yazan Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin.

Yazsın. Hak kendi üzerinde olan da yazdırsın. Şayet, borçlu, sefih, küçük ve kendisi yazdıramıyacak durumda ise, velisi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerden iki de şahit yapın.

Eğer iki erkek bulunmazsa şahitlerden razı olacağınız bir erkek, biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak iki kadın olabilir. Şahitler çağırıldıklarında çekinmesinler. Borç, küçük veya büyük olsun onu müddeti ile beraber yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah yanında adalete daha uygun, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemenize de daha yakındır...“ (El Bakara, Suresi: 282). İmam Süfyan-ı Sevrî, “Ey iman edenler, muayyen bir vade ile borçlandığınız zaman onu yazın“ Ayet-i Kerimesi hakkında, Hz. Abdullah İbn-i Mesûd’un (ra) şöyle dediğini nakletmiştir: “Bu Ayet-i Kerime belli bir vade ile yapılan selef (vâdeli satış) hakkında nazil olmuştur.” İmam-ı Katâde, Hz. Abdullah İbn-i Abbâs’ın (ra) şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Hz. Abdullah İbn-i Abbâs’ın (ra) bir mecliste, ‘Ben şehadet ederim ki belli bir vade taşıyan selefi (vâdeli satışı) Allah Teâlâ helâl kılmış ve buna izin vermiştir’ dedi ve sonra ‘Ey iman edenler, muayyen bir vade ile borçlandığınız zaman, onu yazın’ Ayet-i Kerimesini okudu. Süfyan İbn Uyeyne tarikıyla İbn Abbâs’tan rivâyet edildiğine göre o, şöyle demiştir: Peygamberimiz Efendimiz (sav) Medine’ye geldiğinde Medineliler bir, iki ve üç senenin meyvesinden selef (vâdeli satış) yapıyorlardı. (Parayı peşin alarak bir, iki ve üç senenin mahsulünü satıyorlardı). Rasûlullah (sav) şöyle buyurdular: “Kim selef yaparsa belli bir ölçü, belli bir ağırlık ve belli bir vade ile selef yapsın.”(12)

İmam İbn Cüreyc, iktisadi münasebetlerin sıhhatli olarak devam edebilmesi için şöyle demiştir: “Kim borçlanırsa yazsın, kim alış-veriş yaparsa şahit tutsun.” Eğer bu temel prensibe hakkıyla riayet edilirse, taraflar arasında ihtilâf çıkmaz. Meselenin özü budur. Birbirimize dua edelim.

-------------------------------------------------------------

(1)   İbn-i Nüceym - El Bahru’r Raik -Kahire: 1311 C: 5 Sh: 277.

(2)   İmam Şafii - Er Risale -Kahire: 1979 (2.Bsm) Sh: 94 Madde: 306 Ayrıca El Acûni - Keşfû’l Hefa - Beyrut: 1351 C: l Sh: 231 Hd. No: 707

(3)   El Mavsili - El İhtiyar fi Ta’lili’l Muhtar - İst: 1980 C:4 Sh: 170-171, Ayrıca Şeyh Muhammed İbn-i Süleyman-Mecmuaû’l Enhur (Şerhû Damad)-İst: 1316 Mt. Amire Tabından Ofset- Beyrut: ty D. İhya Neşri- C: 2 Sh: 527 vd.

(4)   İmam-ı Serahsi- El-Mebsût- Kahire: 1324 Bsk. Ofset Beyrut: ty C: 30 Sh: 258.

(5)   Nureddin El Azizi- Siracü’l Münir (Şerhû Camiû’s Sagir) Kahire: 1324 C: 3 Sh: 57, Ayrıca El Heytemi- Mecmuaû’i Zevâid- Beyrut: ty. C: 4 Sh: 126

(6)   İbn-i Abidin- Reddü’l Muhtar Ale’d Dürri’l Muhtar- İst: 1984 C: 11 Sh: 89.

(7)   İmam-ı Kasani- El Bedaiû’s Senai- Beyrut: 1974 C: 7 Sh: 395.

(8)   İbn Kesîr, Tefsiru’1-Kur’ani’l-Azim- İstanbul: 1984, C:l Sh: 491

(9)   İmam Ahmed b. Hanbel-A.g.e. C: 4 Sh: 442 vd.

(10)   Sahih-i Buhârî-İst:1401 K. Havale 1-2; K. İstikraz, 12 Ayrıca Sahih-i Müslim- İst: 1401 K.Müsâkât, 33; İmam-ı Malik- El Muvatta- İst: 1401 K. Büyü’: 84; Sünen-i Dârimî- İst: 1401 K. Buyu’, 48;

(11)   Sahih-i Buhari- İst: 1401 K. Ferâiz 15; Ayrıca Sahih-i Müslim-İst: 1401 K. Ferâiz, 16; Sünen-i Ebû Davûd-İst: 1401 K. Buyu, 9; Sünen-i Tirmizî-İst: 1401 K. Cenâiz, 69; Sünen-i İbn Mâce-İst: 1401 K. Mukaddime, 11; Sadakat 13; Sünen-i Nesâi-İst: 1401 K. Cenâiz, 67

(12)   Sahih-i Buhârî- K. Selem, 7

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
[/font]
[/color][/b]
3
Biz Bize / Yanlış Dostluğun Neticesi
« Son İleti Gönderen: KOYLU Bugün, 06:42:01 ÖS »


Yanlış Dostluğun Neticesi

Müslüman’ın davranışlarına değer kazandıran velâyetin rüknü; Allah’ı, Rasûlü’nü ve Mü’minleri dost edinmekle sınırlıdır. Mükellef yanlış dostluğun neticesinde bu dünyada ve ahirette hüsrana uğrayabilir. Hesap gününde yanlış dost seçiminden dolayı hayıflanan müstekbirlerin/ zalimlerin iniltileri, onların cehenneme girmelerine engel teşkil etmez.

Âhirette nadim olanlardan olmamak için bunu yapmalıyız. İman ettiğimiz Kur’ân bizden bunu istiyor. Kâfirlerin, Müşriklerin, Mürtedlerin, Mulhidlerin, Yahudilerin, Hıristiyanların ve mübtedi olan faasıkların dostuluğundan vazgeçmek/ onlardan ayrılmak başlı başına bir hicrettir. Bize salih amelleri kazandırmayan, bizi imanımız konusunda şek ve şüphelere düşüren meşreblerden, gruplardan ayrılmamız da hicret ibadetinin zaruri unsurlarından birisidir.
 
“O gün zalim kimse, (çaresizlik içinde) ellerini ısırıp şöyle diyecektir: “Ne olurdu ben de peygamberle beraber aynı yolu tutsaydım! Yazıklar olsun bana, keşke falanı dost edinmeseydim!” (1)

İman, Allah’ı, Rasûlü’nü ve Mü’minleri dost edinmeyi gerektir. Allah’ın, Rasûlüllah’ın ve Mü’minlerin dostluğundan uzaklaşanlar, önce imanlarıyla sonra kendileri ve başkalarıyla kavgalı hale gelip zulüm etmeye başlarlar. Yanlış dost seçimi kişiyi kâfir de yapar, zalim de yapar. Bu âyet-i kerimeler, birer haber-i Rabbanîdirler. Rasûlüllah (sav)’in yolundan ayrılan zalimlerin nedameti haber veriliyor. Rasûlüllah (sav)’in yolundan gayrisine uyan pişman olacaktır. Pişmanlığı, parmaklarını ısırmaları kendilerine fayda sağlamayacaktır. (2)

Tabiî ki, âyet-i kerimelerde yanlış dost se-çiminden dolayı zalim olmuş, Peygamber’e dost olamamış zalim kişinin kıyametteki nedameti gündeme gelmiştir. Kıyamet koptuğunda, hesap günü geldiğinde zalim elini ısırır. Pişmanlık içinde zalimler o gün ellerinin üzerini ısıracak. Hınçla ellerini gevme-ye başlarlar o gün. Ve der ki:

Eyvah! Eyvah! Yazıklar olsun bana! Yuh olsun bana! Keşke peygamberle bir yol tutsaydım! Ne olurdu keşke peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Keşke peygamberle birlik olsaydım! Keşke beni peygambere götürecek bir yol izleseydim! Keşke beni peygamber safında kılacak bir yola girseydim! Keşke yanlış yerden bilet almasaydım! Keşke falanların, filânların yoluna değil de peygamber yoluna girmiş olsaydım! Keşke peygamberi tanıyıp onun gibi bir hayat yaşasaydım!.. Keşke Peygamber yolunda Peygamber sünneti üzere cemaat olanlarla beraber cemaat olsaydım!..

Keşke Peygamber yolundan ayrılmasaydım? Keşke Peygamber düşmanlarını dost edinmeseydim! Yazıklar olsun bana. Keşke ben falanı, filânı dost edinmeseydim. Çünkü o dost edindiklerim beni zikirden, beni kitaptan uzaklaştırdı, beni vahiyden saptırdı.

Halbuki o zikir bana gelmişti. Halbuki o kitap bana gelmişti. O filân ve falan kitapla benim arama girerek benim kitabı öğrenmeme, kitabı tanıyıp onunla amel etmeme engel oldu. O kitap bana gelmişken, Rabbim beni o kitapla sorumlu tutmuşken, tam ben o kitapla karşı karşıya gelmişken, tam ben o kitapla tanışmak üzereyken o falan filân beni o kitaptan saptırıverdi. Meselâ adamı meyhaneden çıkarıyorsunuz, Müslüman olması gerektiğini söylüyorsunuz, adam Allah yoluna girmeye karar veriyor. Adam tam zikirle, kitapla tanışmak üzereyken birileri başka bir kitabı veya işte filân ekolü, falan grubu tavsiye ediyor. İşte din budur diyerek kendi kliklerini, kendi gruplarını, kendi kitaplarını sunuveriyorlar ve işini bitiriyorlar adamın. Bu belki bir ekolün, bir liderin kitabıdır, bir partidir, bir tarikat grubudur veya işte bizim ülkedeki düzenin resmi din kitaplarıdır, resmi din anlayışıdır. Kur’an’dan, sünnetten, icma-i ümmetten ve kıyas-ı fukaha’dan gayrisini insanlara dinin referansı diye gösterenler, onlşarı ifsad ederler.

Rasulüllahın Celîslerinden suffeli yakınlarından olan, sürekli onu takib eden, bu sebepten, hicretin 7. yılında Hayber fethi esnasında. Ketibe Kalesi kuşatılırken Haybere gelen devslilerle oraya gelen Ebu Hureyre (R.a.) 5374 hadis rivayet ederek “muksirûn” dan olmuştur. Rasâlüllah’a halil olmanın değerini çok iyi bilen Ebu Hureyre (R.a.)’dan gelen bir hadis-i şerif şöyledir.

“Kişi dostunun, yani sevdiği dostunun dini üzeredir, onun için herbiriniz iyi bakın, kime dostluk ediyor, kiminle sevişiyor?” (3)

Rasûlüllah (sav) ümmetinin en hayırlılarının kendi zamanında geldiğini belirtmesi ile, ümmetin gittikçe bozulacağını ihbarla, ümmetini tabakalara ayırıp en hayırlı tabakanın kendi ve ashabının tabakası oluşunu beyanla, onların, “Halil” bildikleri Rasûlüllah’ın dininde olduklarını, kendisine tesahub ettiklerini de belirtmiş oluyordu.(4)

Halîl; sadık, halis dost, nasihat eden gibi manalara gelir. (5)

Halle fiili zayıf, muhtaç oldu. Deldi, içine girdi, yardı. Manaları yanında, ekşidi bozuldu, gibi manalar da taşır. Bir sıvının bozulması ve ekşimesi içine giren nüfuz eden şeylerle olur. Halale dostluk, Halel, bozulma ve zayıflıktır. Hıllet, dişler arasına girip kalan yemek artığı, deri ile kaplı kılıç kını, kılıcın kının örtüldüğü altın vs. ile nakışlanan astar (bitane) nakışlı deri, özel dost demektir. Hullet, sadakat vefa, muhabbettir, Kişinin hanımına da hullet denir;(6)

Sevginin on derecesi ve mertebesi vardır.(7)

Hıllet, sevginin on mertebesi içinde en yükseğidir. Hıllet (hullet) öyle bir sevgidir ki, bu sevgi insanın içine nüfuz eder, işler, insana tesir eder ve onu değiştirir. Bu yönüyle pek derin ve etkili bir sevgidir. Halil, en yakın dost, en fedakar arkadaş, en samimi yoldaştır.

Birbirinin halili olan iki kişinin, karşılıklı sevgileri birbirlerine nüfuz etmiş, seveni sevdiğinin lehine güçlü şekilde etkilemiştir. Halil olanın sevdiğinin tesirinden çıkması düşünülemez.

Hıllet, bir din atmosferidir. Kimin hılletinin atmosferinde yaşıyorsanız sizin dininiz odur. İşte Sahâbeler Rasulüllah (sav)’in halili idiler. Onu candan seviyorlardı.8

Bu durumlarını belgeleyen Mekke ve Medine devrindeki hadiseleri tarih açıkça ortaya koymaktadır. Hatta Onun sevgisi uğruna yakınlarıyla kardeşleri ve akrabaları, ile hatta babaları ile karşı karşıya gelenler vardır.(9)

Ebu Ubeyde b. Cerrah (sav) Bedir’de babası ile karşı karşıya gelmişti. Meşhur münafık Abdullah b. Übeyy : “Yahu şu Ebû Kebşenin oğlu bizi toz toprak içinde bıraktı (şerefimizi bir paralık etti)” deyince samimi bir Müslüman olan oğlu Peygamber sevgisinden dolayı “Ey Allah Rasûlü istersen onun başını sana getiririm” diye babasını öldürmek istemişti. Çünkü o Rasûlüllahı çok seviyor, onun için söylenen yersiz
bir söz kendisinde çok büyük infiale sebep oluyordu. Beni müstalık gazası sırasında da Abdullah, (R.a.) babası Abdullah b. Übey için aynı arzu ile Rasulüllaha gelmişti.(10)

Sahâbeler, Peygamberi sevmeyi dinden, imandan sayıyorlardı. Sahabenin lügatinde Peygambere karşı sevgisiz ve saygısızlık, imansızlıktır.

Rasûlüllah (sav)’i çok seven Hanzala b. Ebû Amir de Kafir babasını Uhud’da öldürmek için Allah Rasûlünden izin isteyen biri idi. Rasûlüllah (sav) Abdullah gibi ona da izin vermemişti.(11)

Evs Kabilesinden olan Gasiletul-Melaike diye anılan Hanzala yeni evli iken Uhud harbine gelen kimsedir.(12)

Uhud günü Hz. Ebu Bekir de sonradan müslüman olan oğlu Abdurrahmanı öldürmek istemiş, Rasulüllah (SAV) buna müsaade etmemişti.(13)

Ebu Huzeyfe de Bedirde öldürülen müşrik babası Utbenin kuyuya sürüklenmesi karşısında üzülmemişti.(14)

Bu hususla ilgili daha birçok hadise vardır.

Sahâbeler, onlar zaman zaman sözle “anam babam sana feda olsun” diyorlardı. Sevgilerini hayatları ile de gösteriyorlardı. Rasulüllahı analarından babalarından, hatta kendi kendilerinden de çok seviyorlardı (15)

Onun vefatına üzüldükleri kadar kimsenin ölümüne üzülmemişlerdi. Sahabeler Onu çok sevdikleri için çok onun dini üzerinde idiler. “insan halililinin dini üzeredir” hadis-i şerifinin masadakı ve mazharı olmuşlardı. Sahabeleri, onun arkadaşları, candan sevenleri olduğuna göre öyle bir Nebi ve veliye dost olan sahabelerin, ona olan sevgilerine yetişilemediği gibi dindarlıklarına da yetişilemez. Onlar halilleri olan Rasulüllahın dini üzerinde idiler. Sevginin mikyası sevdiğine uyma ve fedakârlık olduğuna göre, sahabelere külli fazilette yetişilemeyeceği açıktır. Eğer, kişi samimi dostunun dini üzere ise, onlar Rasûlüllah (sav)’in dini üzere idiler. Sadık dostlarıydılar.

Müslüman’ın davranışlarına değer kazandıran dini ve imanıdır, dini ve imanına olan uygunluğudur. Hesap gününde yanlış dost seçiminden dolayı hayıflanan zalimlerin iniltileri, cehenneme girmelerine engel teşkil edemez. Parmak ısırmakta somutlaşan pişmanlığının ateşi o kadar yüksektir. “Öfkeden parmak ısırmak” bilinen bir harekettir. Burada psikolojik bir durumu sembolize etmekte, onu somut bir ifadeye kavuştur-maktadır. Devam ediyoruz: “Keşki Peygamber’in yoldaşı olsaydım’ der.”

Keşki Peygamber’in yolunu izleseydim, O’ndan ayrılmasaydım, O’nun peşini bırakmasaydım! Adam bu sözleri kim için söylüyor? Kim için olacak. Peygamberliğini inkar ettiği, Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğini bir türlü içine sindiremediği Peygamber’imiz için söylüyor! Devam edelim: “Eyvah, keşki falancayı dost edinmeseydim.” Adam “falancayı” diyor, belirsizlik yansıtan bir ifade kullanıyor. Amaç, Peygamber’in yolundan alıkoyan, yüce Allah’ı anmaktan uzaklaştıran bütün dostları ve arkadaşları akla getirmemizi sağlamaktır. (Bize ulaşan bazı bilgilere göre bu ayetlerin iniş sebebi şudur: Müşriklerin Ukbe b. Ebu Muıt, Peygamberimiz ile sık sık görüşür, sohbet ederdi. Adam, bir gün Peygamberimizi evine çağırmıştı. Peygamberimiz, ona Kelime-i şahadet getirmedikçe yemeğini yemeyeceğini söyledi. Bunun üzerine adam Kelime-i Şahadet getirdi.

Adamın arkadaşı olan Ubeyy b. Halef onu paylayarak “Sen dininden mi döndün?” dedi. Adam dedi ki; “Vallahi hayır, dinimden dönmedim; Muhammed konuğumdu ve yemeğimi yemek istemiyordu, ondan utandığım için isteği üzerine Kelime-i Şahadet getirdim.” Bunun üzerine Ubeyy, adama “Hayır, Muhammed’in yanına varıp başını çiğnemedikçe ve yüzüne tükürmedikçe seninle aramız düzelmez” dedi. Adam da vardı, orada Peygamberimizi secdeye varmış durumda yakaladı ve Ubeyy’in kendisinden istediklerini yaptı. Bunun üzerine Peygamberimiz, adama “Eğer seninle Mekke dışında karşılaşırsam kesinlikle kafanı kılıcımla uçuracağım” dedi. Bir süre sonra Bedir Savaşı sırasında Peygamberimizin emri üzerine Hz. Ali, adamı öldürdü. (16)

İmam-ı Kurtubî (Rh.a.) de şunu kaydeder: “Aralarında İbn-i Abbas ve Said el- Müseyyeb’in bulunduğu tefsir âlimlerinden nakledilen rivayetlere göre burada sözü edilen “zalim”den kasıt Ukbe b. Ebi Muayt’tır. Onun arkadaşı Umeyye b. Haleftir. Ukbe’yi Hz. Ali b. Ebi Talib (R.a.) öldürmüştür. Bedir günü esirler arasında idi. Rasûlüllah (sav) onun öldürülmesini emrett.

Çünkü Rasûlüllah (sav)’in yüzüne tükürmüş ve mürtedliğini ilan etmişti. ed- Dahhak (Rh.a.) der ki: Ukbe Rasûlüllah (sav)’in yüzüne tükürünce, tükürüğü gerisin geri kendi yüzüne döndü, yüzünü ve dudaklarını yaktı. Yüzünde iz bıraktı ve hatta iki yanağını da yaktı. Öldürülünceye kadar bu iz yüzünde kaldı. “Ellerini ısırması” ise arkadaşına itaati dolayısıyla üzülmüş ve pişman olmuş kişinin davranışını ifade eder. Gerek Ukbe b. Ebi Muayt ve gerekse Übey b. Halef’in isimlerinin açıkça zikredilmeyişinin sebebi, bu tehdidin sadece onlara munhasır olmayıp aksine bu ikisinin fillerinin benzerini yapan herkesi kapsaması içindir.

Mücahid ve Ebu Recâ derler ki: Buradaki “zalim” her zalim hakkında umumidir. “Filan” dan kasıt tâ şeytandır. Allah yolundan alıkoyan, Allah’a isyan hususunda kendisine itaat olunan herkes, insan için bir şeytandır.

Sahih-i Buharî ve Müslim’de yer alan ve Ebu Musa yoluyla gelen hadiste Rasûlüllah (sav)’in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: “Salih meclis arkadaşı ile kötü meclis arkadaşın misali misk taşıyan kimse ile demirci körüğü üfleyen kimse gibidir. Misk taşıyan kimse ya sana (miskinden) bir şey verir, yahut sen ondan bir şey satın alırsın, ya da güzel bir koku alırsın. Körük üfleyen kimse ise ya senin elbiseni yıkar, yahut da sen ondan kötü bir koku alırsın.” Müslimin lafzıyla hadis böyledir. Ebu Davud da bunu Enes yoluyla rivayet etmiştir. (18)

Ebu Bekir el- Bezzar da İbn-i Abbas’tan şöyle dediğini kaydetmektedir: “Ey Allah’ın Rasûlü! Kendileriyle oturup kalktıklarımızın hayırlıları kimlerdir?” diye soruldu. Şöyle buyurdu. “Kendisini gördüğünüz vakit size Allah’ı hatırlatan, konuşması ilminizi artıran, ameli de size âhireti hatırlatan kimsedir. “ (19)

Malik b. Dinar (Rh.a.) dedi ki: “Şüphesiz ki iyi olan kimselerle taş taşıman senin için günahkârlarla birlikte habis (denilen hurma ve tereyağından yapılan bir tatlı) yemenden daha hayırlıdır.” Sonra da şu beyti okumuştur: “Hayırlı insanlarla arkadaşlık et, her türlü kötülükten azade olursun. Bir gün dahi kötülerle arkadaşlık edersen, pişman olursun.” (20)

Zalimler ve zalimlere dost olanlar, nedametten kurtulamazlar. Âyet-i kerime’de eğer zalim kelimesiyle cins kastedilmişse, o zaman o zalimler, her saptırıcıyı dost edinenlerdir. Onun dostunun muayyen bir ismi vardır. (21)

İtibar lafzın umumi olmasınadır, hususi olmasına itibar olunmaz. Âyet her zalime ve günah üzerine birbirini idlal eden (dalalete sürükleyen, hak yoldan çıkartan) kimselerin cümlesine şamil olup her zalim ve zalime ittiba edenler âhrette nedametlerini izhar edeceklerdir. (22)

Münkir ve müşriklerle, zalim ve zorbalarla, cahil ve cühelayla dostluk yapmanın neticesi tam nedamettir. Sohbet-i Cânan’ın olmadığı yerde sohbet-i nâdan vardır. Bir mecliste Hakk’ın hoşnut olacağı şeyler konuşulmuyorsa, yani orası bir irfan meclisi değilse, bahse mevzû edilen hususlar, üzerinde kelâm etmeye değmeyecek hatta israf sayılabilecek câhilâne, âmiyâne şeylerdir; bir başka ifade ile o sohbet bir sohbet-i nâdandır, demek olur. Nâdan bilindiği üzere câhil, bilmez, haddini bilmez, nezaketten mahrum kaba insan gibi manalara gelir. Okçuzâde Muhammed Şâhî Bey’in, cahilin sinesinde marifet nuru ne arasın, onun kalbi de kendi gibi cahildir, manasında îrad ettiği, “Dîl-i câhilde olmaz nûr-i irfan/ Ki nâdanın olur kalbi de nâdan.” beytinde ve Ziya Paşa’nın, “Korkma nâdandan ki ateş olsa yandırmaz seni/ Müstakim ol Hazret-i Allah utandırmaz seni.” mısralarında bu manaları görmek mümkündür.

Müslüman insan asırların medeni insanıdır. Onun medeniyet düşmanı, cehaletin bağrında buyumuş mürtecilerle, mürtedlerle dostluğu olmaz.

Netice olarak dinde herkesin halini, muvazenede oturup kalkıp ülfet ettiği kimselere bakarak onların halleriyle muvazene edilir. Biz Müslümanlar hicret ehliyiz. Bizi dinimizden, imanımızdan edecek olanları dost edinmemeliyiz. Âhirette nadim olanlardan olmamak için bunu bunu yapmalıyız. İman ettiğimiz Kur’ân bizden bunu istiyor. Kâfirlerin, Müşriklerin, Mürtedlerin, Mulhidlerin, Yahdilerin, Hıristiyanların ve bid’atçıların dostuluğundan vazgeçmek, onların dostluğundan ayrılmak başlı başına bir hicrettir. Bize salih amelleri kazandırmayan, bizi imanımız konusunda şek ve şüphelere düşüren meşreblerden, gruplardan ayrılmamız da bizim için hicret ibadetinden sayılır.

---------------------------------------------------------------

(1)   Furkan Sûresi/ 27-28

(2)   İbn-i Kesir, Tefsîrul-Kurânil-Azîm, C:3, Sh: 317, Beyrut/ 1967

(3)   Sünen-i Tirmizî, Zühd 45; Sünen-i Ebû Dâvud, Edeb 16 (Hadis No: 4833

(4)   Bk. Sünen-i İbn-i Mace II, 1340-1341, 1344, 1348, Riyâzus-Salihin Sh: 369, Cevâhirul-Buharî, Sh: 231; Şerhul-Akidetit Tahâviye II, 693; el-Câmili Ahkâmil-Kurân IV, 170; Tefsîrul-Kurânil-Azîm II, 305, IV, 205, 305 Hak Dini IV, 2985; Sahihul-Buhari, VIII, 93, 96

(5)   el-Kâmûsul-Muhît, III, 380; el-Mucemul-Vasît, Sh: 253, 254

(6)   el-Kâmûsul-Muhît III, 380; el-Mucemul-Vasît s. 252; el-Müfredât, Sh: 153

(7)   bk. Şerhul-Akîdetit-Tahâviye, Sh: 165

8   Riyâzus-Salihîn s. 157, 205, 282, 369, Tefsîrul-Kurânil-Azîm, II, 330, 423, III, 467

(9)   Hayâtus-Sahabe II, 467 vd.

(10)   Hayâtus-Sahâbe II, 469

(11)   Hayâtus-Sahâbe, II, 469; Usdul-Ğâbe, II, 59

(12)   İbn-i Sa’d, et-Tabakât, V; 66

(13)   Hayâtus-Sahâbe II, 469-470

(14)   Hayâtus-Sahâbe II, 470

(15)   Tefsîrul-Kurânil-Azîm III, 467

(16)   Fizilali’l Kur’ân (Seyyid Kutub) C:5, Sh: 2560-2561, İst/ 1982

(17)   el- Cami-u Li Ahkâmi’l Kur’ân (İmam-ı Kurtubî) C: 13, Sh: 25, Beyrut/ 1965

(18)   Sahih-i Buharî, 2/ 741; Sahih-i Müslim, 4/ 2026

(19)   el- Hyesemî, Mecmau’z Zevaid ve Menbau’l Fevaid, C: 10, Sh: 226

(20)   el- Cami-u Li Ahkâmi’l Kur’ân (İmam-ı Kurtubî) C: 13, Sh: 26, Beyrut/ 1965

(21)   el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvil fi Vücûhi’t-Te’vil (Zemahşeri) C: 3, Sh: 286-287, Beyrut/ 1947; Tefsiru’n Nesefi (Nesefî) C: 3, Sh: 164, İst/ 1984

(22)   Hulâsatu’l Beyân Fi Tefsiri’l Kur’ân (Mehmed Vehbi Efendi) C: 10, Sh: 3825, İst/ 1960

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
4
Allah c.c / Allah’ın Her Emrini Emrettiği Şekilde Yerine Getirmek
« Son İleti Gönderen: KOYLU Bugün, 06:33:07 ÖS »


Allah’ın Her Emrini Emrettiği Şekilde Yerine Getirmek

 Kur’ân-ı Kerim’de, kıssaları haber verilen ve “helâk edildiği sabit olan kavimler”, Allah’a ibadet etmek yerine Tağutlara ibadet eden kavimlerdir. Allah’a ibadet; Allah’ın her emrini, emrettiği gibi yerine getirmektir. Zira ibadette keyfilik olmaz. Dersimizin konusu olan Ayet-i Kerime meâlen şöyledir: “And olsun biz her ümmete şöyle tebliğ yapan bir rasûl görevlendirdik: ‘Allah’a ibadet edin, tağuttan kaçının’. Sonra bunlardan kimini Allah doğru yola iletti, kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde gezip dolaşın da yalanlayanların sonu nasıl olmuş görün” (En Nahl Sûresi: 36) Allahû Teâla emreden (hakim) bizler ise O’nun verdiği emirleri yerine getirmekle görevlendirilmiş memurlarız. Tevhid akidesi, Hakkullah ile birlikte Hakku’l İbad’ın da garantisidir. Tevhid merkezli olmayan herhangi hak bir din yoktur.
 
“And olsun biz her ümmete şöyle tebliğ yapan bir rasûl görevlendirdik: ‘Allah’a ibadet edin, tağuttan kaçının’. Sonra bunlardan kimini Allah doğru yola iletti, kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde gezip dolaşın da yalanlayanların sonu nasıl olmuş görün.”(1)

Allahû Teâla emreden (hakim) bizler ise O’nun verdiği emirleri yerine getirmekle görevlendirilmiş memurlarız. Hz. Adem (as)’den Hz. Muhammed (sav)’e kadar gelmiş ve geçmiş Peygamberlerin ortak mesajı, tevhid’dir. Âyet-i kerime’de Tevhid’in özü ve özeti ; “Tağut’tan ictinap edip Allah’a ibadet etmek” şeklinde mutlak bir hakikat olarak ortaya konulmuştur. Tağut’u reddedip Allah’a ibadet etmek, Allah’ın üzerimizdeki hakkıdır. Muaz İbni Cebel radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“- Ey Muaz! Allah’ın kullar üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?”

- Allah ve Rasûlü iyi bilir.

“- Hiç bir şeyi ortak tutmaksızın Allah’a kulluk etmeleridir... Kulların Allah üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?”

- Allah ve Rasûlü iyi bilir.

“- Onlara azab etmemesidir.” (2)

Temel İlke...

Allah’ın, kulları üzerinde ki hakkı, sadece O’ na kulluk etmeleridir. Kulların Allah üzerindeki hakkı ise onlara azab etmemesidir.”(3)

Dikkat edilirse, bu hadis-i şerifte tevhid hukuku gündeme getirilmiştir. Allah’a ubudiyet, tevhid akidesini şirk akidesine bulaştırmadan ve karıştırmadan kabul etmekle takati nisbetinde gereğini yerine getirmekle mümkündür. Tevhid akidesi, Hakkullah ile birlikte Hakku’l İbad’ın de garantisidir.. Tevhid merkezli olmayan hak din yoktur. Ancak zamanla tevhid merkezinden ve ilkesinden uzaklaşan, yanlış yönlere ve yollara sapan ya da saptırılan dinlerin tümü batıl dinlerdir.

Yeryüzünde Hak dine tâbi olanlar olduğu gibi, bâtıla tapanlar da vardır. Mü’minlerin vasfı Hakk’a tabi olmak, kâfirlerin vasfı ise batıla tabi olmaktır. Rabbimiz haber veriyor:

“Bu, kâfirlerin/inkâr edenlerin batıla uymaları ve iman edenlerin/inananların Rablerinden gelen gerçeğe uymalarından dolayıdır. İşte Allah, onların örnek teşkil edecek durumlarını insanlara böyle anlatır.”(4)

İslâm dini ibadetle yaşanan bir dindir. İbadet, Allah’ın her emrettiğini emrettiği şekilde yerine getirmektir. Dini Allah’tan gayrisine has kılanlar, Allah’ın her emrettiğini emrettiği şekilde yerine getiremezler.

Bu âyet-i kerime’den anlıyoruz ki her kavmin Peygamberi olmuştur. Bütün Peygamberler de evleviyat olarak; “Tağut’tan ictinap edip Allah’a ibadet etmek” ilkesinde birleşmişlerdir. Bunun bir manası da bütün ümmetlerin kurtuluşlarının ilk maddesi de budur. Âyet-i kerime ibadet noktasında insanların iki sınıf olduğunu ortaya koymaktadır. Birincisi Allah’a ibadet edenler. İkincisi Tağut’â ibadet edenlerdir. İnsanoğlu için en mühim mesele, kime ve niçin ibadet ettiğini bilmesidir. Bu konudaki yanılgı, dünya ve âhiret hayatının yanmasına sebeptir. Kul kararını verecek Allah’a mı ibadet yoksa tağuta mı ibadet?

Allah’a ibadet edenler hayat kanunlarını Allah’tan alırlar. Tağuta, ibadet edenler ise hayat kanunlarını Allah’tan değil, Allah’a karşı Rablik iddiasında bulunan tağutlardan alırlar.

Kul ibadet kavramını Allah’ın muradına göre anlamazsa kendisi gibi kullara kulluk etmekten kurtulamaz. İbadet, Kur’ân-ı Kerim’in eksen kavramlarındandır. “İbadet” kelimesi “Abede” fiilinin mastarı olup, “itaat ve kulluk etmek, boyun eğmek, tevazu göstermek, bağlanmak ve hizmet etmek” manalarına gelir.(5)

Efendisine boyun eğip itaat ettiği için köleye de “Abd” ismi verilir.(6)

Görüldüğü gibi ibadet kelimesi, “kişinin yüce ve üstün tanıdığı varlığa karşı boyun eğip itaat etmesini, onun karşısında her türlü isyanı terk edip tam bir bağlılıkla ona bağlanmasını” ifade etmektedir.

Dini bir mefhum olarak ibadet, “yapılması sevap olan, Allah’a yakınlık ifade eden, yalnız O’nun emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmış olmak ve rızasını kazanmak niyetiyle her emrettiğini emrettiği şekilde son Peygamberi Hz. Muhammed (sav)’in örnek ve önderliğini esas alarak yapılan her iyi hareket ve iştir” diye tarif edilmiştir. Bu tariften de anlaşılacağı gibi ibadet mefhumunda üç önemli özellik dikkatimizi çekmektedir. Bunlar, “yapılması sevap olan fiili yapmak” anlamına gelen “taat”, “yapılması sevap olan işi kime yaptığını bilerek ona yaklaşmak” demek olan “kurbet” ve “yapılan işteki irade ve maksat” diyebileceğimiz “niyet”tir. Bu özellikleri taşımayan bir iş veya davranış, dini manadaki ibadet mefhumunun muhtevasına girmez.(7)

Demek ki ibadet, ”insanın ruhen ve bedenen, gizli ve açık bütün mevcudiyetiyle yalnızca Allah’a yapmış olduğu şuurlu bir taat” olmaktadır. İbadet, imanın uygulaması hak ve doğru kabul edilen esasların günlük hayatta yaşanması olduğundan, Allah katında taat sayılan her iş, açıkça yapılmış olmalıdır. Yoksa sadece istek halinde kalıp davranış sahasına çıkmayan duygu ve düşünceler, taat olsalar bile ibadet değillerdir. Bunun içindir ki ibadetlerin başı olan imanda bile sadece kalbin tasdiki yeterli olamayacağından, hiç olmazsa dil ile ikrar edilerek açıklanması gerekli görülmüştür. Bunun yanında sadece görünürde yapılan niyetsiz işler de ne olursa olsun ibadet sayılmazlar. Mesela niyetsiz yatıp kalkmak namaz olmadığı gibi, niyetsiz aç durmak da oruç değildir.

Kur’an’da ibadet kelimesi daha çok, nefislerin sadece Allah için başka kayıtlardan kurtarılıp yalnız O’nun ibadetine tahsis edilmesine işaret etmektedir. 8

Bunun içindir ki ibadet, “Allah’ın razı olduğu şeyi yapmak, ubudiyyet (kulluk) ise Allah’ın yaptığına razı olmaktır” diye de tanımlanmıştır.

İslâm’ın maksadı; ferd, aile, cemiyet ve devleti bir bütün halinde ıslah etmek, Allah’ın hükmüne ve hâkimiyetine bağlı kılmaktır. İslâm, mensuplarına bir davranış gücü vermeyen inançları pek muteber saymamış, onları uygulama alanına çıkmayan teoriler olarak kabul etmiştir. Oysa İslâm getirdiği iman esasları ve ibadet kurallarıyla fertleri cemiyetleri düzeltmeyi gaye edinmiştir. İslâmda iman, ibadet ve ahlakın bir bütünlük taşıması ibadetlerin gayesinin “insanı mü’min bir kul ve ahlaklı bir varlık haline getirmek” olduğuna işaret eder. İman ile ahlak arasındaki köprünün ibadet olduğu hatırlanırsa, ibadetin olmaması veya noksan yapılması halinde insanın belirtilen gayeye ulaşamayacağı kolayca anlaşılır. Bilgi ve düşünce iman ile sevgiye dönüştüğü gibi insan da ibadet ile Allah’a bağlı bir kul haline gelir. Allah’a bağlanan kişi de O’nun istediği gibi yaşar.

Din ancak ibadet ile tamamlanır. İbadet; kökü imana dayanan İslâm ağacının meyvesidir. İbadet insanın ruh ve bedenini Allah’ın buyruklarında birleştirir, irademizi kuvvetlendirir ve hayatımızın her anında davranışlarımıza yön ve şekil verir. Dinin ikmal ve ıslahında Hz. Muhammed (sav)’in en çok özen gösterdiği mevzunun, “insanlık hayatından bütün sahte mabutları çıkarıp atmak olması,” İslâm’ın insanların sadece Allah’a ibadet etmelerini istemesinden kaynaklanır. Çünkü insanın yaratılışındaki maksat Allah’a ibadet etmesidir. Bu tesbitlerden de anlıyoruz ki, İslâm’da ibadet mefhumu dar bir çerçeve ile sınırlı değildir. Belki bütün iyi amelleri ve doğru işleri ihata edecek kadar geniştir. İnsanın Allah’ın izzet ve celali karşısında kulluğunu izhar etmek için tazarru ve niyazda bulunup kulluk vazifesini hakkıyla eda etmesi, aczini bilerek Allah’ın hükümlerine bağlanması, Hakkın rızası ve sevgisi için işler yapması ibadet mefhumunun kapsamına girer. Yine bu cümleden olmak üzere, temiz rızıklardan nimetlenip bunlara karşılık Allah’a şükretmek, Allah’a tevekkül etmek, zorluk ve müşkilata sabretmek de ibadettir. Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere İslâmda ibadetin temiz bir kalb, saf bir ruh ve halis bir niyetle yapılan işlere mevzu olduğunu görmekteyiz. Şu halde din noktayı nazarından; “takvanın elde edilmesi için yapılmış olan bütün meşru fiil ve ameller ibadettir, diyebiliriz. İbadet sadece ismiyle değil ruh ve manasıyla kavranıp İslâm’ın istediği gibi eda edilirse, insanlık hayatına bereketler yağdırır. Çünkü bu özellikteki ibadet iman-ı kamilin salih amel şeklindeki uygulanışıdır. Din, iman ve ibadetlerle ruhlara ve bedenlere kuvvet verdiğine göre İslâm hayatta ibadetle uygulanabilen bir nizam haline gelir.

Âyet-i kerime’de kendisine ibadet etmekten ictinap etmekle emrolunduğumuz “ Tağut” Arapça bir kelime olup “T-ğ-y” kök harflerinden türemiş olup, tekil ve çoğul, dişil ve eril olarak kullanılan bir cins isimdir. Bu kelimede aslolan onun müzekker olmasıdır. Ancak hem müzekker/eril hem de müennes/dişil için kullanılır.  Tâğut kelimesinin masdarı olan “tuğyân”: “İsyan etmek, haddi aşmak, azgınlık ve sapkınlık” gibi anlamlara gelmektedir.(9)

İlk müfessirlerden Mukâtil bin Süleymân rahimehullâh tâğutu: “Şeytân, putlar ve Yahûdî Ka’b bin Eşref” olarak üç farklı mânâda tefsîr etmiştir.(10)

İmâm Taberî rahimehullâh’a göre tâğut: “ “Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad eden her varlık tâgûttur. Bunun insan olması, put, şeytan veya bunların dışında herhangi bir şey olması mahiyetini değiştirmez.” (11)

Yani tağut; Allah’a karşı isyânkâr olup, zorla, zorlamayla veya gönül rızâsıyla kendisine tapınılıp ma’bûd tutulan insân, şeytân, put, heykel ya da herhangi başka bir şeydir.

İmâm Mâverdî rahimehullâh, bu tanımlara kötülüğü emreden nefsi de ilave etmiştir.(12)

İmâm Beğavî rahimehullâh ise tâğutu şöyle tanımlamıştır: “Tâğut: İnsânın tuğyân etmesine sebeb olan her şeydir.”(13)

Kadı Beydâvî rahimehullâh’a göre tâğut: “Tuğyânın zirvesine ulaşan, Allâh’a kulluğu engelleyen şeydir.” (14)

Ragıb el-İsfehânî rahimehullâh “Müfredat” da, Allâh’ın dışında tapınılan şeylerin tamamı, sapkın önderler, hayır yolundan çevirenler ve Ehl-i Kitâb’ın azgınlarının da tâğut olarak isimlendirildiğini belirtmiştir.(15)

Allâme Âlûsî rahimehullâh ise tefsîrinde tâğutla ilgili bütün bu görüşlere yer verdikten sonra şöyle demiştir: “En doğrusu bütün bu sayılanlara tâğut demektir.”(16)

İmâm Mâlik rahimehullâh’a göre tâğut: “Allâh’tan başka (kendisine) ibâdet edilen her şeydir.”(17)

İbn Kayyim rahimehullâh ise tâğut kavramı hakkında takdire şâyân bir tanım yaparak şöyle demiştir: “Tâğut: Kendisine ibâdet edilme, bağlanılma ve itaat edilme noktasında haddini aşan kul demektir. İnsânların tâğutu, Allâh ve Rasûlü’ nün kanunlarıyla hükmetmeyen, Allâh’tan başka kendisine muhâkeme olunan, ibâdet edilen ve Allâh’ın emrine dayanmaksızın, Allâh’a itaat etmeksizin kendisine tâbi olunanlardır.

Bunları düşünür ve insânların durumlarına bakarsan, insânların çoğunun Allâh’a değil tâğutlara ibâdet ettiğini, Allâh ve Rasûlü’nün hükümlerine değil, tâğutların hükümlerine muhâkeme olduklarını, Allâh ve Rasûlü’ne değil, tâğuta itaat edip tâbi olduklarını görürsün.”(18)

Şehid Seyyid Kutub rahimehullâh, şöyle demiştir: “Tâğut, ‘tuğyân’ kökünden türemiştir.

Gerçeği çiğneyen Allâh’ın kulları için çizdiği sınırı aşan düşünce, sistem ve ideoloji anlamına gelir. Bu düşüncenin, sistemin ve ideolojinin, Allâh’a inanmaktan, O’nun koyduğu kanunlara uymak gibi herhangi bağlayıcı bir kuralı yoktur. İlkelerini Allâh’u Teâlâ’nın kanunlarından almayan her sistem, her kurum, her düşünce, her davranış kuralı, her gelenek tâğut kapsamına girer. Buna göre ancak kim tâğutun karşısına çıkar ve sistemindeki kâfirliklerin tümünü kökünden reddederek Allâh’a inanır ve yalnızca ona boyun eğerse kurtuluşa erer.”(19)

Bütün açıklamalardan anlıyoruz ki; Allah’ın inzal ettiği hükümlere mukabil ve onların yerine/önüne geçmek üzere hüküm icad eden her güç tağuttur. Bunun bir insan olması, bir meşrep olması, bir meclis olması, bir devlet olması durumu değiştirmez. Allahû Teâla bizleri bundan sakındırıyor. Allah’ın bu uyarısının ardında hidayet üzerinde kalanlar ile dalalet üzerinde ısrar edenler gündeme gelmiştir. Tağut olanlar, tağuta ibadet edenler, tağuta ibadet etmeye davet edenler dalaleti, Allah’a ibadet edenler, bir tek Allah’a ibadet etmeye davet edenler de hidayeti hak edenlerdir.

Tağut, tuğyandan gelir. Tuğyanın bir manası da suyun üzerindeki köpük manasına gelir. Yani tağutlar suyun üzerindeki köpük gibi çok erken sönüp gideceklerdir. İnsanlık tarihi bunun şahididir. Allah’a karşı Rablık iddiasında bulunan tağutların akıbetlerini yerinde görmek, tefekkür edip ders çıkartmak için âyette, “yeryüzünde gezip dolaşın da yalanlayanların sonu nasıl olmuş görün” emri verilmiştir. İnsanların “Tağut’tan ictinap edip Allah’a ibadet edin” diyen Peygamberleri dinlemeyip tağutlarına ibadet eden kavimler, tağutlarıyla helak oldular. Kur’ân-ı Kerim’de, kıssaları haber verilen ve “helâk edildiği sabit olan kavimler”, Allah’a ibadet etmek yerine Tağutlara ibadet eden kavimlerdir. Allahû Teâla ile birlikte tağutlara ibadet edenler, tağutlara kul ve köle olanlardır. Allah’a ibadet; Allah’ın her emrettiğini emrettiği şekilde yerine getirmektir. İbadette keyfilik olmaz. İbadet, din disiplininin hayata amir olmasıdır. Dinin, imanın hududu dışına taşan, kişiye dinin hududunu aşındıran her söz, her amel, Allah’a karşı isyandır, tuğyandır. Müslümanlar Müslüman’ca yaşamak ve Müslüman’ca ölmek istiyorlarsa, hayatlarını Allah’ın her emrettiğini emrettiği şekilde yerine getirmekle sınırlandırmaları şarttır. Allah’ın emirlerine karşı lakayt ve laubali davrananların Müslüman’ca bir hayat yaşamaları mümkün değildir.

-------------------------------------------------------------------

1 -    Nahl Sûresi/ 36

2 -    Sahih-i Buharî, Tevhîd: 1, Libas: 101, Cihad: 46, İsti’zhan: 30; Sahih-i Müslim, İman: 48-49; Sünen-i Tirmizî, İman: 18; Sünen-i İbni Mace Zühd :35, Ahmed İbni Hanbel, II, 309,525,535, III, 260-261

3 -    Bk. Sahih-i Buharî, Libas 101

4 -    Muhammed Sûresi/ 3

5 -    - el- Mu’cemu’l Vasid (A-B-D) Md.

6 -    Lisanu’l Arab, IV, 259.

7 -    İbn Abidin, Reddu’l Muhtar, l, 72

8 -    Fatiha Sûresi/ 5

(9)   Bak: “T-ğ-y” Maddesi: İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab; Firûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît; Zebidî, Tâsu’l-Arus; Ragıb, Mufredat;… İbn Cevzî, Zâdu’l-Mesir: 1/231-232; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân: 3/281

(10)   Ka’b bin Eşref:) Bakara: 2/257; Nisâ: 4/51. Mukâtil bin Süleymân, el-Eşbâh ve’n-Nezir fi’l-Kur’âni’l-Kerîm: 142-143

(11)   Muhammed b. Cerir et- Taberî, Câmiu’l-Beyân C: 3, Sh: 13,  Mısır/1324

(12)   Mâverdî, en-Nukt ve’l-Uyûn: 1/327

(13)   Beğavî, Meâlimu’t-Tenzîl: 1/350

(14)   Allame Kâdı Beyzâvî, Envâru’t-Tenzîl ve’ Esraru’t Te’vil: 1/155

(15)   İsfehânî, Müfredat: 1/520-521

(16)   Allame Âlûsî, Ruhu’l-Meâni: 2/14

(17)   Mukâtil bin Süleymân, el-Eşbâh ve’n-Nezir fi’l-Kur’âni’l-Kerîm: 142-143.] Leys, Ebû Ubeyd, Kisai, Vahîdî ve lügatçilerin cumhuru da bu görüştedir. [Nevevî, el-Minhâc fi Şerhi Sahîhi Müslim: 3/18

(18)   İbn Kayyim,  İlâmu’l-Muvakkıîn: 1/40

(19)   Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l-Kur’ân: 1/292

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
5
Serbest Kürsü / Unutmamak İçin
« Son İleti Gönderen: KOYLU Bugün, 06:24:29 ÖS »


Unutmamak İçin

İnsanoğlu dünyaya kulluk için gönderilmiştir. Fakat  dünya işiyle meşgul olmaya başladığı andan itibaren, bütün her şey onu asıl hedeften uzaklaştıracak bir sebep haline gelebilir. Bu yüzdendir ki Cenab-ı Allah birçok ayet-i kerimede mübah şeylerin de insan için bir imtihan ve aldanma sebebi olduğunu buyurmuştur. Çare olarak da kullarından kendisini unutmamalarını, daima zikir halinde olmalarını emretmiştir.

Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

“Yedi kat gök, yer ve bunların içindekilerin hepsi Allah’ı tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların zikrini anlamazsınız. O çok halimdir, çok bağışlayıcıdır.” (İsra, 44)

Bu ayetle insanlara bütün kainatın kendisini zikrettiğini bildiren Rabbimiz, bize de şöyle hitap eder:

“Allah’ı çokça zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (Enfal, 45)

“Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin. O’nu sabah akşam tesbih edin.” (Ahzap, 41-42)

Zikir, manası itibariyle hatırlamak demektir. Yani unutmamak demektir. Kulun zikretmesi de, Rabbinin varlığını aklından çıkarmaması, dünyaya niçin geldiğini hatırında tutarak hedefine doğru yürümesi demektir. Cenab-ı Mevlâ buyuruyor ki:

“Allah’ı çokça zikreden erkekler ve kadınlar var ya, Allah onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.” (Ahzap, 35)

Zikrin birçok usulü ve lafzı olmakla birlikte, asıl olarak kulun Allah Tealâ’yı aklında tutarak, O’nun rızasını hedefleyerek yaptığı bütün ibadet ve işlerdir. Dolayısıyla bütün ibadetler bir zikirdir. Kişinin günde beş kez kıldığı namaz, Rabbini bütün gün içinde hatırlaması, huşû ile huzuruna çıkıp kulluğunu tasdik ve ikrar etmesidir. Nitekim Cenab-ı Allah kitabımız Kur’an-ı Kerim’de buyurmuştur:

“Beni zikretmek için namaz kıl.” (Tâhâ, 14)

İbadetler farklı olsa da, ibadet eden kişi öncelikle Allah Tealâ’nın emri olduğu için o ibadeti yerine getirmektedir.

Bu da doğrudan zikrin kula kazandıracağı haldir. Yani Rabbini unutmamak, O’nun emir ve iradesine râm olmak, yasakladıklarından uzaklaşmak…

Yine şekil itibariyle günlük işlerimize benzerlikleri olsa da, hac ibadeti de büyük bir zikirdir. Hatta Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. bu durumu şöyle ifade buyurmuştur:

“Kâbe’yi tavaf etmek, Safa ile Merve arasında koşmak, şeytan taşlamak ancak Allah’ı zikretmek için emredildi.” (Ebu Davud; Tirmizî)

Cenab-ı Allah’nı bizlere emrettiği ibadetler, belirli zaman ve mekânlara has ibadetlerdir. Dolayısıyla kulun ibadet halini, diğer zamanlara da Rabbinin huzurunda olduğunu aklında tutarak taşıması asıl maksattır. Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:

“Onlar öyle er kişilerdir ki, herhangi bir ticaret ve alışveriş onları Allah’ı zikretmekten, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin dehşetten ters döneceği ahiret gününden korkarlar.” (Nur, 37)

Ayet-i kerimede buyrulduğu gibi, zikir hali kişinin her ne iş yaparsa yapsın asıl maksadını ve yolunu unutmaması, bir gün mutlaka hesaba çekileceğinin farkında olmasıdır. Zira insanoğlunun nankörlük yapması ve zalimlerden olmasının sebebi, unutması yahut bir başka tabirle hatırlamamasıdır. Hatırlatanları da dikkate almamasıdır. Oysa ilk insandan beri bütün peygamberler, onların yolundan giden veliler, hak üzere olan alimler insanlara Rablerini hatırlatmakta, doğru yolu göstermektedirler. Bir nimet olarak zikrin kıymetini bilenler ise, her halükârda zikretmeye devam ederler. Cenab-ı Allah bu durumu bizlere şöyle bildirmiştir:

“Onlar, ayakta otururken ve yanları üzeri yatarken devamlı Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler.” (Âl-i İmran, 161)

İnsanoğlu kalbinde neyin korkusu ve endişesi varsa, daima aklında onu tutar, onu zikreder. Dünyalık peşinde koşanların zikri dünyalık şeylerdir. Ahiretin farkında olan, kulluğunun şuurunda olan kişinin zikri ise farklıdır. Çünkü sonunun ölüm ve son durağının ahiret olduğunu idrak eden insan için en büyük hedef, Yüce Yaratıcısı’nın hoşnutluğuna ulaşmaktır. Böylece ebedi saadet yurdu cennete girmek ve Yüce Allah’ın cemalini görmektir. Allah rızası da bu vesileyle elde edilir. Cenab-ı Mevlâ’nın bir kulundan razı olması da en büyük saadettir.

Zikrin bir tarafı ümit hali iken, diğer tarafı da havf yani korku halidir. Nitekim insanın gerçekten endişelenmesi gereken en büyük tehlike, ilahî sevgi ve rahmetten mahrum kalıp Yüce Allah’ın gazabına müstahak olmak ve O’nun cemalini hiç görememektir. Bu azap cehennemden daha şiddetlidir. Dünyadaki bütün korkular ve sıkıntılar bunun yanında anlamsız kalır.

İşte insanın bu hedefe ulaşmasının yolu zikirdir.

Kitabımız Kur’an-ı Kerim ve Fahr-i Kainat Efendimiz’in sünneti, kurtuluş kapısı olarak zikri göstermiştir. Asırlardır Allah dostları, zikir ile gerçek müslümanlığın yaşanabileceğini göstermişler, öğretmişlerdir.

Kulun dünyadan ve nefsinin arzularından kurtuluşu, kalbin huzura kavuşması zikre bağlanmıştır. Zikir bütün hayır kapılarının anahtarıdır. Zikirsiz Allah dostluğu mümkün değildir. Bu yönüyle vuslat yolu zikirdir. Böylece insanın muhabbeti ve marifeti artar, manevi derecesi yükselir. Kalbine ihlâs hakim olur.

Zikir, kulu Yüce Rabbi ile beraber eder. Kul Yüce Rabbini zikrettiği sürece, O da kulunu zikreder. “Siz beni anın ki, ben de sizi anayım.” (Bakara, 152) ayeti bunu ifade eder. Zikir kalbin temizleyicisidir, onu manevi kirlerden temizler, kalbindeki gafleti yok eder.

Zikir manevi zevk kapılarını açar. Kalbi şenlendirir, gamı, kederi, stresi giderir. Alemlerin Rabbi ile huzur bulmuş kalpten boş sıkıntılar ve yersiz korkular çıkar gider. Zikir kalpteki imanı kuvvetlendirir, kalbe manevi hayat ve neşe verir, şek ve şüpheyi giderir. Böylece insanın Allah’a teslimiyeti tam olur. Yakini artar, ihlâsı elde eder. O zaman ibadetler tatlı ve kolay olur. Kul taklitten kurtulur, tahkike ulaşır.

Balık için su ne ise, kalp için de zikir odur. Zikirsiz kalp ölür. Kalbi ölü bir insandan hayırlı işler çıkmaz.Zikir kalbi şeytanın vesvesesinden ve hakimiyetinden kurtarır.

Netice olarak zikir bizi kendimize halimize bırakmaz, Rabbimiz ile irtibatlı tutar.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
6
İslami Yaşam Hayat Toplum ve Aile / Nasıl Bir Mümin
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:57:26 ÖÖ »


Nasıl Bir Mümin

Dünya hayatı imtihandan ibarettir. Bu imtihandan yüz akıyla çıkacak olanlar, Allah Tealâ’ya ve Rasulü’ne iman etmiş, salih amel sahibi müminlerdir. Hayat imtihanında hangi seviyede başarılı olduğumuzu kendimizi muhasebe ve murakabe ederek az çok anlamak mümkündür.

Öncelikle mümin iyi niyetli olmalıdır. İyi niyetli olmak, Allah rızasının hedef alınması ve Cenab-ı Allah’nın bizlere gösterdiği yoldan yürümekle mümkündür. Buna da ihlâs denmiştir. Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. şöyle buyuruyor: “Dininde ihlâslı ol. İhlâs ile yapılan az amel bile sana yeter.” (Hakim, el-müstedrek, 4/306; Beyhakî, Şuabu’l-İmân, nr. 6859)

İhlâs ve samimiyetten sonra istikamet gelir. Müminin istikamet üzere bulunduğunu anlayabilmesi için bilgili olması lazımdır. Buna kısaca ilmihal yani halin bilgisi denir. Bu bilgiyle bir hayat inşa edecek, nereye ve nasıl yürüdüğünün farkında olacaktır.

İman, ibadet, muamelât ve ahlâk hususunda Cenab-ı Hakk’ın insandan neyi istediğini, hangi işe dair hükmün ne olduğunu bilmek farzdır. Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de ve Allah Rasulü s.a.v.’in hadis-i şeriflerinde bu bilmenin önemi son derece net ve kesin olarak vurgulanmıştır. İyi niyetli, ihlâslı, istikamet sahibi mümin, bu bilginin kılavuzluğunda hayatına dikkat eder.

Hadis-i şerifte buyurulmuştur ki:

“Helal ve haram şeyler belli ve açıktır. Bir de bu ikisi arasında şüpheli şeyler vardır ki insanların çoğu bunları bilmezler. Kim bu şüpheli şeyleri terk ederse dinini ve şerefini korumuş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur. Tıpkı sürüsünü başkasına ait bir meranın etrafında otlatan çoban gibi, onun da haramın içine düşmesi muhakkaktır.

Dikkat edin! Her sultanın özel korumaya aldığı bir yasak bölgesi vardır. Unutmayın ki Allah’ın yeryüzünde korumaya aldığı yasak bölgesi de haramlardır.

Şunu iyi bilin ki insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer o iyi olursa bütün vücut iyi olur. Şayet o bozulursa bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalptir.” (Buharî, İmân, 40; Müsim, Müsâkât, 20)

Bu hadis-i şerif müminin hayat rehberi gibidir. Attığı her adımda kendisine Cenab-ı Allah’ın tayin ettiği sınırları dikkate alması gerektiğini hatırlatır. Öyle ki haram ve helalin belirgin sınırları arasında kalan şüpheli işlerden dahi uzak durur ki harama düşmesin.

Mümin, her şeyden önce kendisi ile mücadele eden ve nefsinin kendisini yoldan çıkarmasına müsaade etmeyen kişidir. Dolayısıyla önce kendini sorgular, ibadet ve muamelâtında “Acaba yanlış mı yapıyorum?” tereddütünü yaşar, sorar, öğrenir ve ona göre davranır. İç dünyasının ve ahlâkının müfettişi yine kendisidir. Zaaflarını ve kusurlarını bilir, mazeretlerin arkasına sığınmak yerine kendini tedavi etmenin yoluna düşer. Bu bakımdan daima niyetini kontrol eder.

Mümin kimse sıhhat ve boş vakte aldanmaz. Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Şu iki nimet hakkında insanların çoğu aldanmıştır: Sağlık ve boş vakit.” (Buharî, Rikâk, 1; Tirmizî, Zühd, 1)

Bu hadis-i şerifteki uyarıyı çok ciddiye almak gerekir. Çünkü sağlıklı bir beden insana aciz ve muhtaç bir varlık olduğunu unutturabilir. Ölümü, ahireti düşünmesine, dolayısıyla tövbe ve salih amel için acele etmesine engel olabilir. Oysa ecel insana anlık mesafededir, bir sonraki nefesin garantisi yoktur. Güç kuvvet yerindeyken bunu bir fırsat olarak değerlendirip salih amele koşmak gerekir.

Boş vakit de insanı uyuşturan, hayatın hep böyle geçeceğini zannettiren bir tesire sahiptir. Oysa dünyanın nice halleri vardır ve insan ne zaman hangi yüklerin altına gireceğini bilmez. Nefes alıp verdiğimiz her an değerlidir. O halde imkan varken hakka ve hayra koşmak lazımdır. Ayrıca biliyoruz ki sağlığımızı ve zamanımızı neye sarf ettiğimizden hesaba çekileceğiz.

Müminin kalbinde bir tek korku vardır; Allah korkusu.Her hal ve işte Allah korkusuyla, O’na hesap vereceği şuuruyla hareket etmeye takva denilir.

Müminler arasındaki tek üstünlük takva üstünlüğüdür. Allah Tealâ bir insanın malına, mevkiine ve asaletine göre değil, takvasına göre kıymet verir. Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de buyurmuştur ki:

“Hiç şüphesiz Allah katında en değerli ve üstün olanınız, takvaca en ileride olanınız ve O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir ve her şeyden haberdardır.” (Hucurât, 13)

Mümin, niyetine, ihlâsına, istikamet ve takvasına rağmen hata edince özür dileyen, geri dönüp tövbe edendir. Cenab-ı Mevlâ tövbeyi bizlere büyük bir nimet olarak ihsan buyurmuştur. İnsan hata ile malüldür. Önemli olan hatayı fark edip pişman olarak vazgeçmek, yani tövbe etmektir.

Mümin yumuşak huyludur, Allah Rasulü s.a.v.’in tabiri ile yumuşak huyun bir süs, bir güzellik olduğunun farkındadır. Kötü ve sert huyun çirkinleştireceğini görür, uzak durur.

Mümin sadıktır, ihanet etmez. Verdiği sözde durur. Tevazu sahibidir, kibirlenmez. Kanaatkârdır, geçici dünya servetine tamah etmez. Kalbinde mala mülke yer vermenin dünyaya yaka kaptırmak olduğunu bilir. Dünyada da ahirette de zenginlik ister. Fakat dünya zenginliğini keyfi için değil, zillete düşmemek ve düşmüşlerin elinden tutmak için ister. Helalinden kazanıp eline geçene şükreder.

Mümin tevekkül sahibidir, elinden geleni yapar, neticeyi Cenab-ı Mevlâ’ya havale eder. Merhamet sahibidir, kimseye zulmetmez, kimsenin hakkını gasp etmez. Mümin affedicidir, affetmeyi sever. Affettikçe Cenab-ı Allah’nın da kendisini affedeceğini bilir.

Mümin her daim zikir halindedir. Allah’ın muhtaç bir kulu olduğunu aklından çıkarmaz, her dem O’nu hatırlar. Tefekkür halindedir. Niçin yaratıldığını, nereden gelip nereye gideceğini düşünür.

Mümin iyiliği emreden, kötülükten sakındırandır. Kendisinden bir kötülük sâdır olmasın diye gayret gösterdiği gibi, başkalarından da olmasın diye dua ve gayret eder. Hayır konuşur, hayrı murad eder.

Bütün bunlar müminlerin vasıflarıdır. Bu vasıflarla bezeli bir hayat, imtihanın kazanılmış olduğunun işaretidir. Diploması da ebedi saadet yurdudur. Cenab-ı Allah  bizleri muvaffak kılsın.
Amin.
7
Bizden Sizlere / Nesline Kim Sahip Çıkar
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:39:56 ÖÖ »


Nesline Kim Sahip Çıkar

Dinimiz İslâm, dünya ve ahirette insanın saadet üzere olması için hükümlerini şu beş esasa dayandırmıştır:

    Dinin korunması,

    Canın korunması,

    Aklın korunması,

    Neslin korunması,

    Malın korunması.

Bu beş esastan biri olan nesil, hem bugünümüz hem de yarınımızdır. Bu sebeple Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. ve O’nun yolunu takip eden vârisleri gençlere büyük önem vermişlerdir.

Neslin elinden tutmak, onları geleceğe hazırlamak en önemli hedeflerimizden biri olmalıdır. Çocuklarına sahip çıkmayan toplumlar bunun bedelini çok ağır bir şekilde, madden ve manen öderler. Hüccetü’l-İslâm İmam Gazâlî rh.a. gençliğe nasihat için yazdığı “Eyyühe’l-Veled” adlı eserinde şöyle buyuruyor:

“Ey oğul! Eğer bir insanın ömrünün bir saati, yaratılma gayesi olan Hakk’ın rızasının dışında geçerse, o kimse bu bir saati için uzun süre hasret ve pişmanlık çekecektir.”

Bu sözden ömür denen sermayenin ne denli önemli olduğunu ve bir saatinin bile gaflet içerisinde geçirilmemesi gerektiğini öğreniyoruz.

Çocuklarımıza sahip çıkmak, onlara merhamet göstermektir. Böylece onları yaşları icabı farkında olmadıkları tehlikelerden koruyabiliriz. Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. öyle buyurmuştur:

“Küçüklere merhamet etmeyen bizden değildir…”

(Ebu Davud, Edeb, 66)

Merhamet sadece şefkat göstermek değil, çocuklarımızı yarınlara ve en önemlisi ebedi hayata hazırlamaktır. Bu noktada hem anne babaya, hem de bütün büyüklere görevler düşüyor. Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur:

“Hepiniz birer çobansınız ve her biriniz sürünüzden sorumlusunuz. Devlet başkanı bir çobandır ve yönetimi altındakilerden sorumludur. Erkek, aile fertlerinin çobanıdır ve onlardan sorumludur. Kadın kocasının evinde bir çobandır ve çocuklarından sorumludur. İşçi, işverenin çobanıdır ve ondan sorumludur. Hâsılı hepiniz birer çobansınız ve her biriniz sürünüzünden mesulsünüz.” (Buhârî, Nikâh, 90)

Cenab-ı Mevlâ çocuklarımızı bize emanet olarak vermiştir. Bu emaneti de fıtrat olarak, hakikate hazır olarak yaratmıştır. Bize düşen görev, çocuklarımızın tertemiz fıtratının kirlenmesine engel olmak, maddi manevi her türlü tehlikeden korumaktır. Efendimiz s.a.v.’in şu hadis-i şerifi bize uyarı olarak yetmelidir:

“Her çocuk (İslâm hakikatini kabul edecek bir) fıtrat üzerine doğar. Ancak onu ailesi yahudi, hıristiyan, müşrik veya mecusî yapar.” (Buhârî, Cenâiz, 79)

Müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:

 “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (Tahrîm, 6)

Alimlerimiz ayet-i kerimede geçen “ateşten koruma” işinin terbiye ile olacağını belirtmişlerdir. Yani anne baba çocuklarına İslâmî terbiye verdikleri takdirde, onların hem dünyadaki hem de ahiretteki hayatlarını ateşten korumuş olacaklardır.

Bir evde dinî bilgilerin öğretilmesinden kılık kıyafet eğitimine, güzel ahlâktan hayata dair konulara kadar her şey öğretilmelidir. Aile reisi olarak bir baba, ailesine İslâm’ın uygun gördüğü kıyafeti anlatmalı, sevdirmeli ve ona göre giydirmelidir. Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v.’in yanına açık vaziyette bir çocuk getirilince onun örtülmesini istemiş ve çocuklarda görülen hayâ eksikliğinin bu hususa dikkat edilmeyişten kaynaklandığını bildirmiştir.

Çocuklarımızın terbiyesinde dikkat edeceğimiz bir başka husus da, arkadaş seçimidir. Onların çevresine dikkat etmeli, kötü arkadaşlardan uzak durmalarını sağlamalıyız. Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Kişi dostunun dini üzerinedir. O halde herkes kiminle dostluk ettiğine iyi baksın.” (Ebû Davud, Edeb, 19) İmam Gazâlî rh.a. de ailede terbiyenin aslının çocukları kötü arkadaşlardan muhafaza etmek olduğunu söylemiştir.

Dost ve arkadaş seçimi insanın en ciddi tercihlerinden biridir. Büyükler, “insan huy hırsızıdır”, “kır atın yanında duran ya huyundan ya da suyundan” diyerek arkadaş seçiminde dikkatli olunması gerektiğini belirtmişlerdir.

Ashab-ı kiramın büyüklerinden Abdullah b. Mesud r.a. da şöyle buyurmuştur:

“Salih bir kimseyle oturan, misk taşıyan biriyle oturan gibidir. Bu kimse sana misk vermese de onun kokusu sana da siner. Kötü kimseyle beraber olan kişi ise demirciyle oturan kimse gibidir. Her ne kadar onun ocağından çıkacak ateş elbiseni yakmayacak olsa bile dumanı üstüne siner.”

Günümüzde çocuklarımızı muhafaza edeceğimiz şeylerden biri de, internettir. Aslında hayatımıza birçok kolaylık getiren ve büyük bir nimet olan internet, doğru kullanılmadığında son derece zararlı olabilir. Hem aile içi iletişimin kaybedilmesine hem de pek çok yanlışa düşmeye sebep olabilir. Bu konu bütün ülkelerin üzerinde düşündüğü, önlem almaya çalıştığı bir sorundur. Bu yüzden arkadaş seçimine dikkat edildiği gibi, diğer ortam ve çevrelere de dikkat etmek, doğru yönlendirmek lazımdır. Arkadaş, internet ve benzeri seçimlerde doğru tercihler, çocuklarımızın kötü alışkanlıklardan uzak kalmasını, hiçbir zaman yürek yakan sonuçlarla karşılaşılmamasını sağlayacaktır.

Öncelik, çocuklarımızın tertemiz fıtratını muhafaza etmektir. Ancak bu temiz fıtrat bir kez bozulunca ya da hastalanınca iyileştirilmesi zaman, sabır ve çaba gerektirecektir. Bu sebeple nebevî tıpdaki “hastalıktan önce sıhhatin korunması” ilkesi, terbiyede de ruhun ve fıtratın korunması, bozulmasına izin verilmemesi olarak düşünülmelidir.

Çocuklarımızı asla küçük görmemeli, onlara merhamet etmeli, güzel ahlâk ile süslenmeleri için güzel meclislere götürmeli, güzel arkadaşlar, rehberler tanımalarına imkan sağlamalıyız. Onlara sürekli emretmek, komutlar vermek, nasihat etmek yerine sağlam ve samimi bir yakınlık kurup, birlikte yol almayı tercih etmeliyiz. Allah Rasulü s.a.v.’in ve O’nun yolundan gidenlerin tavrı hep böyle olmuştur.

Kendimizi çocuk terbiyesinde uzman olarak görmesek de iyi niyetli, samimi ve dostane yaklaşımın daima işe yarayacağını akılda tutmalıyız.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
8
Vehbi Tülek / Öfkeden İntikam Hırsı Hüzünden Dert Doğar
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:26:40 ÖÖ »


Öfkeden İntikam Hırsı Hüzünden Dert Doğar

"Ahlâkın en güzeli, gücü yettiği hâlde affetmek ve kendi ihtiyâcı olan şeyi cömertçe vermek."

 Mehmed Rûşen Efendi İstanbul Üsküdar'daki Azîz Mahmûd Hüdâî dergahı şeyhlerindendir. 1719'da Mudanya'da doğdu. Babası Abdurrahmân Efendi İsmâil Hakkı Bursevî hazretlerinin halîfelerindendi. Babası hicret ederek İstanbul'da Kapıağası zaviyesine şeyh oldu. Mehmed Rûşen Efendi tahsiline burada devâm etti. Celvetî yolundan hilâfetini İsmâil Hakkı Bursevî hazretlerinin halifesi Çorlulu Pertev Efendiden, Nakşibendi yolunun hilafetini ise Abdülganî Nablüsî hazretlerinden aldı. 1774 yılında Azîz Mahmûd Hüdâî dergahına tâyin olundu. 1795 yılında vefât etti.
 
Bu mübarek zat, sohbetlerinde buyurdu ki:
 
"Güzel ahlâk şunlardır: 1) Gücü yettiği hâlde affetmek,

2) Her hâlükârda tevâzu üzere olmak,

3) Karşılık beklemeden ve başa kakmadan vermek, bağışlamak."
 
"Hiddet (kızgınlık), şerrin (kötülüklerin) anahtarıdır. Gadab (kızgınlık), seni öyle bir hâle sokar ki, artık orada özür zelîldir, geçmez."
 
"Gazabın (öfkenin) sebebi, kendinden üstün birinin, hoşlanmadığı bir şekilde hücûm etmesidir. Öfke, insanın içinden dışına doğru çıkar. Hüzün ise, dışından içine doğru işler. Öfkeden güç ve intikam hırsı, hüzünden ise dert ve hastalık doğar."
 
“Eğer kendinde, sana düşman olan kimseyi yenmeye bir güç bulursan; bulduğun bu güce, kuvvete şükür olarak onu affet."
 
"Kerim olan kimse, eziyetlere dayanır, belâlardan şikâyetçi olmaz."
 
"Ahlâkın en güzeli, gücü yettiği hâlde affetmek ve kendi ihtiyâcı olan şeyi cömertçe vermek."
 
“İnsan, ölümü hatırladığı müddetçe, hasedi, kıskançlığı terk eder.”
 
“İslâm, insanı îmân nîmetiyle süsler. İnsanın; îmânını, takvâsıyla; takvâsını, ilmiyle; ilmini, hilmi, yumuşaklığı ile; hilmini de rıfk, tatlılık ile süslemesi ne kadar güzeldir.”
 
“Bir âlim, nasıl olur da ilmine riyâ, gösteriş karıştırabilir? Çünkü o, Allah’ın rızâsı olmaksızın elde edilen ilmin, başından bozuk olduğunu bilir. O hâlde bozuk, bâtıl olan bir şeyle insanlara nasıl gösterişte bulunabilir?”
 
“İnsan ölüm zamanından önce nasıl yaşarsa, rûhunu o hâl üzere teslim eder. Ben mala, paraya karşı çok ihtirâslı ve insanları çok çekiştiren bir adamı hastalandığında ziyâret etmiştim. Son anlarını yaşıyordu. Yanında otururken, onun duyup okuması için (Lâ ilâhe illallah) Kelime-i tevhîdini okuyordum. O ise, her defasında para saymakla meşgul oluyordu.”

Vehbi Tülek.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
9
Yetenekli Kalemler / Büyük Düşünenlerin Kelime Hazinesi
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:19:04 ÖÖ »


Büyük Düşünenlerin Kelime Hazinesi

Büyük insanlar düşüncelerinin büyüklüğüyle ölçülürler. Düşüncelerimizin büyüklüğü başarımızın büyüklüğünü belirler.

 Bir insanın kelime hazinesi, kullandığı veya bildiği kelime sayısı ile ölçülmez. Esas olan kelime ve söylemlerinin gerek kendi gerekse karşısındakinin düşüncelerinde oluşturduğu etkidir. Kişinin ne anlattığı değil karşısındakinin ne anladığı önemlidir. Kelimeler karşı taraftaki insanların anlayabilecekleri seviyede aktarıldığı takdirde daha bir anlam kazanır.
 
Büyük düşünenler gerek kendi gerekse başkalarının zihinlerinde olumlu, ileriye dönük, iyimser düşünceler oluşturmada uzmanlaşmış kişilerdir.

Büyük düşünmek için, büyük, olumlu zihinsel düşünceler üreten kelimeler kullanırlar...
 
Büyük düşünenlerin kelime hazinesini oluştururken kullandıkları yöntemler;
 
-Neler hissettiğinizi açıklarken; büyük, olumlu, neşeli kelimeler kullanın. Biri size “Bugün kendini nasıl hissediyorsun?” diye sorduğunda, ona “Yorgunum, başım ağrıyor gibi kendimi iyi hissetmiyorum” diye cevap verirseniz, sonunda kendinizi daha kötü olmaya yol açarsınız. Bu aynı zamanda bilinçaltınıza olumsuz emir vermiş oluyorsunuz, o da emri yerine getirmeye çalışır. Bilinçaltı sorgulamaz iyi mi-kötü mü diye. Oysa size birisi “Nasılsın” diye sorarsa “Çok iyiyim, her şey yolunda” demek kendinizi daha iyi hissetmenize yol açacaktır. Her zaman kendini müthiş hisseden biri olarak tanının. Sosyal çevreniz genişler.
 
-Diğer insanlara açıklama yaparken hoş, neşeli, güzel kelimeler kullanın. Tüm dost ve yakınlarınıza bu olumlu kelimeleri söylemeyi alışkanlık hâline getirmek gerekiyor. Öfkeli insan olmaktan ve de yerin dibine geçirici sözlerden de mümkün oldukça uzak durmalı.
 
-İnsanları cesaretlendirmek için olumlu bir dille konuşun. İnsanların hoşuna gidecek söylem geliştirmeye çalışın. Zira herkes övülmek ve sevilmek ister. Evde bile eşinize her gün değişik etkileyici sözler ile hitap etme alışkanlığınız olsun.
 
Nurettin Bozan.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
10
Ramazan Ayvallı Prof. Dr. / Peygamberlerin İnsanlığa Hizmetleri
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:08:59 ÖÖ »


Peygamberlerin İnsanlığa Hizmetleri

Peygamberler, insanlığı bütün varlıkların yaratanı ve hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya ibâdet etmenin şeref ve üstünlüğüne çağırmışlardır.

Peygamberlerin insanlığa yaptıkları çok önemli hizmetler vardır. Bütün Ülü’l-azim Peygamberler, Resûller ve Nebîler (aleyhimüsselâm), insanlığı kendileri gibi birer mahlûk olan varlıklara tapınma karanlığından kurtararak, bütün varlıkların yaratanı ve hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya ibâdet etmenin şeref ve üstünlüğüne çağırmışlardır.
 
Bilindiği gibi, Hazreti Muhammed aleyhisselâmdan önceki bütün Peygamberler, belli zaman dilimlerine gönderilmişler, onların ahkâm-ı şer’iyyelerinin (dînlerinin) geçerlilik müddetleri belli zamanlarda dolmuş, bitmiş; getirdiği hükümler, kıyâmete kadar geçerli olan bir tek sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhisselâm kalmıştır.
 
“Peygamberlerin sonuncusu” olan Muhammed aleyhisselâmın dîni bütün dînleri nesh etmiş, ya’nî yürürlükten kaldırmıştır. O’nun kitâbı, geçmiş kitapların en iyisidir. O’nun getirdiği dîn olan “İslâm” da kıyâmete kadar bâkî kalacaktır; kimse tarafından değiştirilemeyecektir.
 
Dârul-fünûn müderrislerinden Seyyid Abdülhakîm bin Mustafâ Arvâsî (rahmetullahi aleyh), buyurmuştur ki:
 
“Umûmî bir ta’rîf yapmak gerekirse “İslâm dîni”, Allahü teâlânın, “Cebrâîl” ismindeki melek vâsıtasıyle, Sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyâda ve âhırette râhat ve mes'ûd olmalarını sağlayan usûl ve kâidelerdir.
 
İslâm âlimlerinin buyurdukları gibi, bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyetin içindedir. Eski semâvî dînlerin görünür-görünmez bütün iyilikleri, bütün güzellikleri İslâmiyetin içinde toplanmıştır. Bütün saâdetler, muvaffakıyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan akılların kabûl edeceği esâslardan ve ahlâktan ibârettir.
 
En son hak dîn olan İslâmiyette emredilen îmân, ibâdet ve ahlâk esâslarıyla insanlar, ma’nen ve mâddeten yükselmeye, üstünlük ve şeref sâhibi olmaya, dünyâ ve âhiret saâdetlerine kavuşmaya dâvet edilmişlerdir.”
 
Allahü teâlâ, insanların îmân etmelerini, adâlete riâyet emelerini ve kardeşçe yaşamalarını emretmiştir. Yüce Allah’ın yeryüzündeki halîfesi olan Hazret-i Âdem, bütün çocuklarına ve torunlarına kardeşliğin esâslarını anlatmış, insanlara nasıl uygulanacağını göstermiş, bu ilk Peygamber’den son Peygamber Muhammed aleyhisselâma kadar Allah’ın bütün Peygamberleri de bu yolda yürümüşlerdir.
 
En yüksek ahlâkın temsîlcisi olan Peygamberler, husûsen onların sonuncusu olan Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm), onları örnek alan İslâm ülkelerinin Devlet Başkanları ve orduları, bütün insanlara, hattâ inanmayanlara da âdil davranmışlar, merhamet etmişler, acımışlar, onların da âhırette kurtuluşları için ellerinden gelen gayreti sarf etmişlerdir.

 Târih boyunca bütün Müslümânlar, düşmânlarına bile âdilâne davranmışlardır. Şimdi Müslümânlara kuyu kazmaya çalışan İslâm düşmanlarının, gazab-ı İlâhîye uğrayarak bu kuyuya bizzât kendilerinin düşebileceklerini hâtırlatmak isteriz.

Prof. Dr. Ramazan Ayvallı.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
Sayfa: [1] 2 3 ... 10