Son İletiler

Sayfa: 1 [2] 3 4 ... 10
11


Osmanlı’nın Çöküşü ve Kutsal oprakların Bizden Kopmasında Nüfus Azlığının Etkisi

Yıllar önce Üstad Sezai Karakoç merhum, Türkiye’nin küresel güç olma yolunda ilerlediği yönündeki değerlendirmelere ilişkin görüşlerini açıklarken bir konuşmasında demişti ki: "İslam dünyasından herhangi bir devletin küresel bir güç olabilmesi için en az Hindistan büyüklüğünde olması lazımdır. Türkiye'nin küresel bir güç olması için ne ekonomisi ve ne de nüfusu müsait."

Evet bugün bile nüfus en önemli güç kaynağı. Özellikle Avrupa kültürünün egemen olduğu ülkelerde azalan ve yaşlanan nüfus o ülkeler için şu an en büyük sorun haline gelmiş durumda. Osmanlı Devleti de birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde çok büyük bir Müslüman nüfus sorunu ile karşı karşıya idi.  Sultan İkinci Abdülhamid’in 1893'te yaptırdığı nüfus sayım sonuçlarına göre Osmanlı Devleti’nin sayım yapılabilen topraklarında yaşayanların sayısı yaklaşık 18 milyon kişi idi.  Sayım yapılamayan topraklardakiler de eklenince bu sayı 39 milyon civarına çıkıyordu. Ancak daha sonra yaşanan savaşlar ve toprak kayıpları sonucu İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılına gelindiğinde bu rakam 23 milyon seviyesine gerilemişti. Bu nüfusun yaklaşık 17 milyonu bugünkü Türkiye sınırları dâhilinde 3,5 milyon civarında Hicaz, Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin'de, 2,5 milyon kadarı ise bugünkü Irak topraklarında yaşıyordu.

Esasen bu kadar az nüfus ile bu kadar büyük bir vatanı korumak oldukça güçtü. Bir de Osmanlı Devleti farklı milletlerden farklı dinlerden oluşan bir yapıya sahipti.

Yer altı zenginlikleri açısından zengin ve geniş bir coğrafyaya yayılmıştı. Bu topraklar emperyalist devletlerin iştahını kabartıyordu. Sanayi Devrimi’nin ardından hammaddeye özellikle de petrole olan ihtiyaç nedeniyle Osmanlı toprakları Emperyalist devletlerin iştahını kabartıyordu. Zira o gün bilinen petrol kaynaklarının üçte ikisi Osmanlı topraklarında idi. 

Osmanlı Devleti, 1450’den 1900’e kadar zamanının %61’ini savaş meydanlarında geçirdiğini düşünürsek bu coğrafyada var olabilmenin nüfusa ne denli ihtiyaç duyduğunu daha iyi anlarız.

Bu nüfus Batı Trakya’dan Basra Körfezi’ne ve Yemen'e kadar uzanan geniş Osmanlı coğrafyası için çok azdı. O günlerde dünya nüfusu ise bir milyar beşyüz milyondu. 

Bu birbuçuk milyar dünya nüfusunun üçte biri de Osmanlı’nın can düşmanı İngiltere’nin idaresi altındaki devletlerde yaşıyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında Osmanlı'ya karşı bizzat savaşan devletlerden İngiltere 461 milyon, Rusya 181 milyon, Fransa 84 milyon, İtalya 38 milyondu. Bu devletlere destek veren ABD ve diğer müttefiklerini saymasak dahi bu dört devletin nüfusu toplamda 764 milyon ediyor. 

İngiltere’nin asker sayısı 9 milyon, Fransa'nın 8,5 milyon, İtalya'nın 5 milyon, Rusya’nın ise 12 milyondu. Diğer düşman unsurlarını katmasak bile sadece bu dört devletin toplam asker sayısı Osmanlı nüfusunun çok çok üzerindeydi. Osmanlı’nın ittifak yaptığı Almanya’nın nüfusu 79 milyon, Avusturya – Macaristan İmparatorluğu 55 milyon, Bulgaristan 5 milyondu. Görüldüğü gibi müttefik olduğumuz devletlerin nüfusları da kendi ülkelerini savunmaya yeterli ama böylesine bir dünya savaşını sürdürme için çok yetersizdir.   

Osmanlı’nın elinde tutmak için bütün gücünü seferber ettiği kutsal bölgelerde ise askeri yok gibiydi. Birinci Dünya Savaşı başladığında Osmanlı ordusunun Mekke-i Mükerreme’de 1.200; Medine-i Münevvere’de 3.500 ve Cidde’de 2.600 askeri bulunuyordu. Nitekim Hicaz bölgesinde İngilizlerin çıkarttığı isyanları bastırmakta bu kadar az askeri birlikler yetersiz kaldı ve isyan bastırılamadı. 400 yıl boyunca hizmet ettiğimiz bu kutsal beldeden 1916 yılında yani savaşın bitiminden 2 yıl önce Mekke-i Mükerreme’den çekilmek zorunda kaldık.  Medine-i Münevvere’yi ise Hicaz demiryolunun zaman zaman sağladığı ikmal sayesinde 10 Ocak 1919 tarihine kadar elimizde tutmayı başardık.

Asker kıtlığı sadece Hicaz bölgesi ile sınırlı değildi. Osmanlı orduları daha çok payitahtın korunmasına önem verdikleri için güney cephelerine gerekli insan ve teçhizat kaynağı ayıramıyordu. Filistin, Suriye ve Irak cephelerinde oluşturulmuş olan ordularda daha çok Osmanlı subayları komutasında yerel halk yer alıyordu.

Ancak onların sayısı da askeri teçhizatın yetersizliğinden öte sayıca dahi çok büyük ordularla saldıran düşman kuvvetlerinin karşısında yetersiz kalıyordu. Buna rağmen Osmanlı orduları çok büyük kahramanlıklarla savaşmış, dört yıl süren savaş boyunca vatanı savunmuştur. İngilizlere karşı Kutul Amare gibi büyük bir savaş üç-beş Osmanlı subayının Irak halkından oluşturduğu birliklerle kazanılmıştır. Ama mevzii olarak kazanılan bu savaşlar devasa insan gücüne ve ekonomik kaynaklara sahip düşman kuvvetlerine karşı ancak 4 yıl sürdürülebilmiştir. Bu esnada kazanılan Çanakkale, Kutul Amare, Gazze savaşları da neticeye etkili olamamıştır.  Müttefikimiz Almanya savaştan çekilince Osmanlı, savaşı bırakmaktan başka seçenek bulamamıştır. 

Neticede bir oldubittiye getirilerek sokulduğu bu savaş sonrası Osmanlı Devleti 700 bin askerini şehit vererek sürdürdüğü bu ümitsiz mücadeleden büyük bir hüsranla ayrıldı. Osmanlı çöktü, Hz. Ebubekir’in (R.A.) halife seçildiği 632 yılından itibaren 1292 yıl korunan halifelik kaldırıldı. Kudüs, Yahudilerin eline geçti. Filistin toprakları Yahudilere yurt yapıldı. O gün bu gündür yüzümüz gülmedi. Sözde özgürlüğüne kavuşmuş olan İslam ülkelerinin gerçekte nasıl Batılı emperyalist ülkelerin uşağı olduklarını son Gazze direnişi apaçık ortaya çıkardı. O günkü Osmanlı topraklarından çıkarılan ve bugün dahi dünya petrol ihtiyacının yüzde ellisini karşılayan kaynakların yüz yılı aşkın bir zamandır emperyalist devletlerin, uluslararası Yahudi sermayesinin sahip olduğu şirketlerin zenginliklerine zenginlik katmaya devam ediyor.

O günlerden bu günlere gelirsek bugün de bir Siyonist proje olan Avrupa Birliği safsatasıyla ülkemizde çıkarılan kanunlarla aile darmadağın edildi. Lutilik, zina, her türden ahlaksızlık, müstehcenlik kanun koruması altına alınıp meşrulaştırıldı. Ekonomik darboğaz oluşturularak evlilikler zorlaştırıldı. Kadınlara sınırsız hürriyet, beyanının tek başına delil kabul edilmesi, kocanın en ufak bir tartışmada evden uzaklaştırılması, karı-koca arasında çıkan en küçük bir tatsızlıkta kocaya hapis cezası verilmesi, sınırsız nafaka gibi zulüm ve zorba kanunlarla evlilik yapma genç delikanlılar için bir kâbus haline getirildi. Nitekim geçtiğimiz yıl yapılan nüfus sayımında Türkiye’nin nüfusunun çok sert bir şekilde düştüğü tesbit edildi. Ortodoks Rusya, Lût Kavmi’ni helak eden oğlancılığı yani LGBT’cileri terör örgütü olarak kabul eden bir yasa çıkardı. Zira bugün Rusya’da 17 milyon kilometrekarelik koca bir coğrafyada 145 milyonluk azıcık bir nüfusla var olma savaşı veriyor. Biz hala neyi bekliyoruz?

Bu konuda Erzurum Mebusu Salih Efendi’nin “İzdivaç Kanunu Teklifleri” başlıklı 1921 yılında TBMM’ye sunduğu kanun teklifi yol gösterici olabilir.

Mustafa Kasada.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
12
Yetenekli Kalemler / Annelerimiz
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Dün, 07:44:25 ÖÖ »


Annelerimiz

 “Bana okuduğum kitapların en güzelinin hangisi olduğunu sorarsanız, söyleyeyim: Annemdir.”

Aklımıza gelebilen en anlamlı ve değerli vasıfları sıralasak da “anne” kelimesinin içerdiği ve taşıdığı önemi anlatmamız yetersizdir. Çünkü annelik erişilmesi, anlaşılması ve anlatılması çok zor, fakat en zevkli, nadide bir sanattır.
 
Anne, yüreğinde biriktirdiği bu güzelim hasletleri yaşatabilmek için, hayatın kendisine ördüğü engelleri de aşmak zorundadır.
 

Evi çekip çevirme geçim sıkıntısı, eşiyle uyumlu ve sağlıklı bir yuva kurabilmenin mücadelesi, çocuklarını koruyup kollama rolünün ağırlığı, hayata hazırlama telaşı, kaynana, görümce çekişmeleri, komşuluk ilişkileri vb. sorunlar da annenin yüreğindeki onulmaz yaralardır.
 
Hani derler ya; “Yuvayı dişi kuş yapar...”
 
Anneler için bu söylem de az gelir. Aslında bir erkeği saygılı, itibarlı, ayaklarının üzerinde durabilen ve işinde başarılı kılan da annedir.
 
Çoğu anne, eşinin pazar harçlığı diye zoraki verdiği cüzi paradan gıdım gıdım biriktirerek, eşinin zor anında, paraya zorlandığında getirerek eline sıkıştırır. Bir erkek başarısını kendinden sanarak sakın övünmesin. Bu başarının mimarı inanın ki hanımıdır. Çoğu zaman babaların yapması gereken işler de anneye havale edilmektedir. Çocukların eğitimi, veli toplantıları, oyun oynamaları, ödevlerine, proje hazırlamalarına yardım, gözlem, kitap okuma vb. bunlara örnek verilebilir.
 
Babadan yeterince yardım alamayan anneler ise yalnız ve çaresizdir bu sorunlarla baş etmede. Yine de o, çocuğunu itinayla besler, üstünü başını giyeceklerini, yiyeceklerini eşyalarını özenle seçer yıkar ütüler. Zaman ayırarak odasını toplar, temizler, gezdirir, isteklerini karşılar.
 
Okula hazırlar, öpücüklerle uğurlarken de harçlığından mutfağından kestiği bir miktar parayı evladının cebine koymadan edemez.
 
Dertlerini dinler, moral verir, teselli eder. Üzüntülerine, acılarına, can sıkıntılarına, tebessümle, tatlı söylemlerle, okşamalarla merhem olur, mutlu olmasını sağlar.
 
Seyfettin Karamızrak

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
13


Allahü Teâlânın Gazabı Günahlar İçinde Saklıdır

Günahtan sonra hemen tövbe etmek farzdır. Tövbeyi geciktirmek de, bu günahı işlemekten daha büyük günahtır.

Tövbe edebilmek, Hak teâlânın büyük nimetlerinden biridir... Tövbe ve istiğfar, kalp ile, dil ile ve günah işleyen âzâ ile birlikte olmalıdır. Kalp pişman olmalı. Dil ile dua etmeli, yalvarmalı. Âzâ da günahtan çekilmelidir.

Şartlarına uygun yapılan tövbe mutlaka kabul olur. Tövbenin kabul edileceğinde şüphe etmemelidir. Tövbenin şartlarına uygun olup olmamasında şüphe etmelidir.

 Her Müslüman, günah işlemekten çok korkmalıdır. Ufak bir günah işlediğinde tövbe ve istiğfar etmesi, yalvarması lazımdır. Günahları, büyük günah ve küçük günah diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük günahlardan da, büyük günah gibi kaçınmak, hiçbir günahı küçümsememek gerekir. Allahü teâlânın gazabı, günahlar içinde saklıdır. Küçük sanılan bir günah, Allahü teâlânın gazabına sebep olabilir. Tövbe edilmeyen herhangi bir günahtan  dolayı azap edebilir.
 
Allahü teâlâ ile kul arasında olan, kul hakkı bulunmayan günahların af olması için, gizlice tövbe etmek kâfidir.

İşlenen günahta kul hakkı varsa, bunlara tövbe etmek için, o kulu hoşnut etmek, razı etmek de lazımdır.

Günahtan sonra hemen tövbe etmek farzdır. Tövbeyi geciktirmek de, bu günahı işlemekten daha büyük günahtır. Bu günah, her gün bir misli artar. Bunun için de ayrıca tövbe etmek lazımdır. Bir günahın tövbesi yapılınca, bunun tövbesini geciktirme günahlarının hepsi af olur. Farzı yapmamanın tövbesi, ancak kaza etmekle sahih olur. Her günahın affı için, kalb ile tövbe etmek ve dil ile istigfar etmek ve beden ile kaza etmek lazımdır.
 
Tövbeyi geciktirmemelidir. Bir hadis-i şerifte, (Helekel müsevvifûn) yani (Sonra yaparım diyenler helâk oldu) buyuruldu. Bu, (Dinin emir ve yasaklarını sonraya bırakanlar helak oldu) demektir. Lokman Hakîm oğluna nasihat ederek "Oğlum, tövbeyi yarına bırakma! Çünkü ölüm ansızın gelip yakalar) dedi.

İmam-ı Mücahid de şöyle buyurdu: "Her sabah ve akşam tövbe etmeyen kimse, kendine zulmetmiş olur."

İslam âlimlerinin büyüklerinden Muhammed Masum hazretleri, Mektubat adındaki kitabında buyuruyor ki:

"Dertlerin, belaların gitmesi için istiğfar okumak çok faydalıdır. Çok tecrübe edilmiştir. Hadis-i şerifte (İstiğfara devam edeni, çok okuyanı, Allahü teâlâ dertlerden, sıkıntılardan kurtarır. Onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır) buyuruldu." [c.2, m.80]
 
Muhammed Osman Müceddidî “rahmetullahi aleyh”, çeşitli duaları anlatan Fevaid-i Osmaniyye adındaki kitabında şöyle buyuruyor:
 
"İstiğfar, insanın her murada, afiyete kavuşmasına vesile olur. Şifa için, tövbe etmeli, istiğfarı çok okumalı. Bütün dertlere, sıkıntılara karşı faydalıdır. Çünkü Allahü teâlâ, istiğfar okuyanların imdadına yetişir."

Salim Köklü.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
14
Vehbi Tülek / İhlâs Hiçbir Amelini Beğenmemektir
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Dün, 07:30:52 ÖÖ »


İhlâs Hiçbir Amelini Beğenmemektir

"Sabır; şikâyeti terk etmek, belâlara zevk alarak rızâ göstermektir."

 Rüveym bin Ahmed hazretleri meşhur velîlerdendir. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin arkadaşı idi. Bağdât'ta doğdu. İdrîs bin Abdülkerîm el-Haddâd'dan kırâat ilmini öğrendi. 915 (H.303) târihinde Bağdât'ta vefât etti. Buyurdu ki:
 
"Allahü teâlâ rızâsını tâatte, gazabını mâsiyette (O'na isyân etmede) saklamıştır."
 
"Allahü teâlâdan râzı olmak demek, O'ndan gelen bütün belâ ve elemlerden zevk almaktır."
 
"Allahü teâlâ, söz ve amel kuvvetini verdikten sonra, senden konuşma kuvvetini alsa, ameli bıraksa hiç üzülme! Çünkü bu senin için bir nîmettir. Zîrâ konuşmada âfet ve ziyan çok olur. Maksat, Allahü teâlânın istediği iş ve ibâdetleri yapmaktır. Eğer ameli alıp, sende konuşmayı bırakırsa, bağırarak ağla ki, senin için büyük bir musîbettir. Eğer ikisini birden alırsa; senin için dert, kötülük ve büyük bir yaradır."
 
"Sabır; şikâyeti terk etmek, belâlara zevk alarak rızâ göstermektir."
 
"Fütüvvet; din kardeşlerinden gördüğün eziyetlere sabretmen ve onları affetmendir."
 
"İhlâs; ameline bakmamak, yâni hiçbir zaman amelini beğenmemektir."
 
"Bir kimse âlimler ile oturup, onların bildiği bir şeye muhâlefet etse, Allahü teâlâ o kimsenin kalbinden îmân nûrunu alır."
 
"Sırrını muhâfaza etmek, kalbini kötülüklerden korumak ve farzları edâ etmek, Allah'a yakın olanların vasıflarındandır."
 
"Zühd; dünyâyı küçük görüp, onun sevgisini kalbden silmektir."
 
“Amellerde mütâbeat, yâni Resûlullah’a ve getirdiklerine uymak; uzuvları, O’nun yasak ettiği ve mekruh buyurduğu işlerden, söz ve fiil olarak uzak tutup bağlamak, faydasız meclis ve toplantılara gitmemektir. Tâlibi, Hak’tan meşgûl edip alıkoyan her şey, o vaktin mâlâyânîsi, yâni faydasızı, boş şeyi demektir. Bâtılların sohbetinden, arkadaşlığından kaçınmalıdır. Hakk'ı istemeyen ise, hakîkatte bâtıldır.”
 
“Bir gün Emîr-ül-Müminîn hazret-i Ali; 'Ben hiç kimseye aslâ iyilik ve kötülük etmedim' buyurdu. Oradakiler bu söze hayret ettiler ve; 'Ey Emîr-ül-müminîn, belki sizden hiç kimseye karşı bir kötülük meydana gelmiş değil, ama iyilik için ne buyurursunuz?' dediler. Buyurdu ki:

'Allahü teâlâ, Câsiye sûresi 15. âyetinde meâlen; (Sâlih [iyi] amel eden kendine, kötülük eden de kendine etmiş olur) buyurdu. O hâlde benden meydana gelen her iyilik ve kötülük, aslında benim içindir ve banadır, başkasına değil."
 
Bu sebebledir ki büyükler; “Bu, kişinin iyiliği için yeter” demişlerdir.

Vehbi Tülek.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
15
E / Ebubekir İpek - Benim Sevdam
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Mayıs 11, 2024, 10:00:30 ÖS »
2013 - Ebubekir İpek - Benim Sevdam 320 Kbps + Wav
8 / 00:00:44:32 / 101,95 MB - 449,15 MB





Ebubekir İpek - Benim Sevdam 2013 - 320 Kbps - Wav (8 / 44:32)
---------------------------------------------------------------------------------------
Ebubekir İpek - 01 Benim Sevdam  04:26
Ebubekir İpek - 02 Hu Allah  04:08
Ebubekir İpek - 03 Gidemedim  05:01
Ebubekir İpek - 04 Uhud  07:04
Ebubekir İpek - 05 Anam  06:54
Ebubekir İpek - 06 Ölüm Vardır  06:00
Ebubekir İpek - 07 İmam Hüseyin  05:42
Ebubekir İpek - 08 Ey Ya Sultan  05:16



Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap



Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap



İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.

16
Eğitimle İlgili Makaleler / Ahlakî Eğitimde Annenin Önemi
« Son İleti Gönderen: melek Mayıs 11, 2024, 07:33:28 ÖÖ »


Ahlakî Eğitimde Annenin Önemi

Markette bir anne, küçük kızının elinden tutmuş, aldıklarının ücretini ödemek için bekliyordu. Bilirsiniz market sahipleri, çocukların ilgisini çekecek şekerlemeleri bu kasaların başındaki bekleme alanına yerleştirirler. Böylece çocuklar bu ürünleri görür ve son anda annelerine aldırırlar. Bu ufak kız da aynı tuzağa düştü ve bir çikolataya sarıldı. Annesi ise elinden sertçe çekti, bağırdı ve yerine koydu. Bu sırada annenin ağzından çok feci bir kelime çıktı:

- Seni gidi ş….

Yazmaya hayâ ettiğim bu kelime, ahlakî seviyesi düşük kadınlar için kullanılan hakaret ifadesiydi. Argo kelimeler arasında kadınlar için kullanılan böyle pek çok çirkin sözler var ki, bazı kimseler bunların manasını bilmeden ağız alışkanlığıyla kullanıyor. Hem de kendi öz evladına bile bu iğrenç hakaretleri söyleyebiliyor.

Hâlbuki bu kelimeler, kadını aşağılayan ve zevk metaı olarak görüldüğünü, bu durumunun kaçınılmaz bir durum olduğunu “normalleştiren” ifadeler. Bu sebeple hiç kimse için, hiçbir zaman kullanılmamalı. Hele çocuklar için asla kullanılmamalı.

Ne gariptir ki ülkemizde bu kelimeleri, kız çocuklarını severken veya takılmak için de kullanan bazı bayağı kişiler var. Bu kelimeyi kullananın o çocuğun annesi olması ise tam bir facia!

Çocuklar Sözlerden Çok Etkilenir

Allah-u Teâlâ biz hanımlara çok fazla sorumluluk yüklememiş ki, çocuklarımızı terbiye etmeye zaman ayıralım. Fakat ne yazık ki annelerimizin birçoğu çocuk eğitimi noktasında bilgili değil. Sadece ufak tefe eksikler, hatalar yapmıyorlar, bazen çok büyük yanlışlar da yapabiliyorlar. Çocuklara kötü lakaplar takmak, hakaret ifadeleri kullanmak, asla küçümsememiz gereken bir hata.

Çocuklar anne babaların kullandıkları kelimelerden çok etkilenirler. Çünkü onlar ana dillerini aile içinde ve bilhassa anneden öğrenirler. Ailelerinden duydukları kelimeler onların dünyayı nasıl gördüklerini belirleyecek kadar etkilidir. Annenin herhangi bir şey hakkında kullandığı kelime bile çocukta tesir meydana getirir. Hele kendisi hakkında kullanılan ifade ve hitaplar çocuğun üzerinde çok daha fazla etki yapar.

Çocuklar anne babalarının kendilerine seslenişi ve taktığı isimlerle kendilerine bir rol yakıştırırlar. Anne baba o kelimeyi kullandığı zaman “Demek ki benim böyle olmam bekleniyor,” diye düşünürler. O kelimenin, böyle, manası çok çirkin bir kelime olması halinde çocuk ne düşünür? Bir annenin mutlaka bunu hesaplaması gerekir.

Çocuğun yanında, herhangi bir kadın hakkında bile böyle çirkin ve aşağılayıcı kelimeleri kullanmak çok yanlıştır. Esasen namuslu bir kadına, namusunda bir zaaf varmış gibi bir lakap takmak veya hakaret etmek, ciddi bir kul hakkı ihlalidir. Allah-u Teâlâ namuslu kadınlara iftira atma suçuna hem dünyada hem ahirette büyük bir ceza takdir etmiştir. Böyleyken namus zafiyetini hafif ve basit bir mesele imiş gibi böyle dile dolamak, rastgele kullanmak çok çirkindir.

Bir kız çocuğu namuslu bir kadın hakkında böyle çirkin sözün söylenebildiğini görünce namus konusundaki hassasiyetini kaybeder. Rastgele bir şekilde herkes için böyle çirkin sözlerin söylenebiliyor olması, çocuğun iç dünyasında büyük bir yıkıma yol açar.

Artık o çocuk böyle çirkinliklerden uzak durarak saygın ve itibarlı bir hanımefendi olmanın önemini kavrayamaz. Ahlaki zafiyetleri hafife alır ve basit bir durum olarak görür.

Zaten günümüzde medyada düşük ahlaklı kişileri, normal ve hatta örnek gösteren yayınlar çok fazladır. Bu sebeple toplumda ahlaki düşüklüğe karşı tepki azalmış, bunlar adeta sıradanlaşmıştır. Mesela eğlence yerlerinde vücudunu teşhir ederek, iç gıcıklayıcı şarkılar söyleyip gösteriler yaparak erkekleri eğlendiren kadınlar, sanki cazibeli ve başarılı kadınlar arasında gösterilmektedir. Eğer ailenin de hassasiyeti yoksa bunlar kızlarımıza örnek olabilmektedir.

Birçok anne farkında olmadan sanki o kadınlar örnek alınabilir kişilermiş gibi konuşabiliyor. Mesela “Filanca şarkıcı şu yöntemle zayıflamış. Ben de denedim, gerçekten de onun gibi güzel oldum” ifadeleri kullanabiliyor. Bazen de “Filancanın giydiği kıyafetin modelinde bir kıyafet diktireceğim. O çok yakışmış, hoşuma gitti,” diyor. Çok sık yapılan bir hata da, “Kızımın gözleri filanca oyuncunun gözlerine benziyor, çok güzel,” diyerek, ona benzemeyi bir marifet gibi sunmak.

Bunlar büyüklere göre sakıncası olmayan sıradan sözler. Ama çocuklar iyiyi kötüyü ayırt etme gücüne sahip olmadıkları için, çocuğun bu kişilerin her yönden örnek alınabilir zannetmesine yol açabilir. Hele bir de kızlarımızı severken, hafif meşrep kadınlar için kullanılan çirkin lakapları takarsak, çocuğun bu rolü kendine yakıştırmasına sebep olabilir.

İyiyi Kötüyü Ayırt Etmek İçin

Esasen Allah'ın insan fıtratına koyduğu bazı manevi yetenekler, onun iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırt etmesine, çirkin şeylerden tiksinip rahatsız olmasına imkân sağlar. Tamamen bozulmamış akıl ve vicdanda, çirkin şeylerden hayâ etme ve tepki duyma yeteneği bulunur. Yeter ki biz hatalı konuşmalarımızla o yeteneği köreltmeyelim.

Eğer biz çirkin vasıfları işaret eden lakapları, hafife alırmışçasına veya gülünüp eğlenilecek basit bir meseleymişçesine dilimize alırsak çocuğun bu ahlakî yeteneği körelir. İşte bu sebeple biz anneler olarak çocuklarımızın yanında konuşmalarımıza çok dikkat etmeliyiz. Mesela medyada gördüğümüz, çirkin bir hayat tarzına sahip kişilerin bu yönlerini göz ardı ederek isimlerini zikredip durursak onların şahsında o çirkinlikler normal sayılır hale gelebilir. Bu sebeple kötü örnek olan kişilerin, mümkün olduğu kadar adını ve görüntülerini evimizden uzak tutmalıyız.

Çocukların yanında her sözümüzü ölçüp tartarak konuşmalı, çocuğun vicdanında çelişkiye sebep olacak veya hassasiyetleri köreltecek sözlerden kaçınmalıyız. Hatta çocuğumuz bize o kelimelerin manası hakkında soru sorduğu zaman, cevabını verirken bile o kelimeleri ağzımıza almak istemediğimizi söylemeliyiz. Böylece bunlara karşı tepki ve hassasiyetlerini korumalıyız.

Anneler Örnektir

Anneler farkında olmadan çocuklarının kimi seveceğine, kime benzemek isteyeceğine rehberlik eder. Çünkü çocuklar duygu yönetimi konusunda annelerden çok etkilenir. Severken “Allah için sevmek” tepki duyarken “Allah için tepki duymak” Allah sevgisinin bir gereği ve alametidir. Mutlaka çocuklarımıza bu özellikleri kazandırmalıyız.

Bir annenin kızına vereceği eğitimde kendi örnekliği çok önemlidir. Çünkü kızlar küçük yaşlarda anneyi taklit ederler. Annenin evde kocasına karşı bakımlı, hoş geçimli, nazik ve sevecen olması; dışarıya çıkarken ağır başlı, ciddi, saygın bir giyim ve tavır içinde olması kızına güzel örnek teşkil eder.

Kızlar büyüdükçe annelerinden başka kadınları da yakından tanımaya başlarlar. Mesela anaokulunda ve ilkokulundaki bayan öğretmenler kızlarımızın bütün gün muhatap olduğu yetişkin kadın modelidir. Bunların kişiliklerine ve örnek teşkil etme yönlerine dikkat etmek gerekir.

Unutulmaması gerekir ki, insanın nefsanî yönü kötü örnekleri taklit etmeye eğilimlidir. Çocuklarımız da henüz iyiyi kötüden ayırt etme gücüne sahip olmadıkları için kötü örnekleri daha cazip bulabilirler. Sonuçta çocuklar ahlaki incelikleri anlayıp takdir edebilecek bir bilgiye sahip değildirler. Bu sebeple çocuklarımızı kötü örneklerden olabildiğince korumamız uygun olur.

Elbette bugün bizler çocuğumuzu bütün olumsuz örneklerden koruma imkânına sahip değiliz. İster istemez çocuklarımız farklı dünya görüşüne sahip kişilerle karşılaşacak hatta Allah'ın sevmediği hal ve hareketleri adeta bir marifetmiş gibi övünerek sergileyen kişileri de görecek.

Mademki çocuğumuzu kötü örneklerden tamamen koruyamıyoruz o halde onların, iyiyi iyi, kötüyü kötü olarak bilmesine dikkat etmeliyiz. Bunun için de Allah'ın lanetlediği çirkin şeylere karşı kalbinde bir tepki olması, bunları normal şeyler gibi görmemesi konusunda hassas olmalıyız. Çocuklar iyiyi iyi, kötüyü kötü bildikten sonra kötü örneklerle karşılaşsa bile onların kendisine örnek olamayacağını anlar.

Kızlar Kendini Sevdirmek İster

Kız çocukları yaratılış olarak sevgi ve beğeni kazanmaya meyillidir. Esasen bu meyil kötü de değildir. İnsan kendini sevdirme isteği sayesinde kendini yetiştirir, çirkinliklerden kaçınıp güzel davranışlar kazanır. Ama bunun için kız çocuklarımızın kendini beğendirme isteğini yönlendirme konusunda hassas davranmalıyız.

Kızlarımızın kendini sevdirme meylini “Asıl Rabbinin rızasını ve sevgisini kazanmalısın. Bunun yanında helal dairesi içinde eşinin beğenisini kazanman da senin için helal ve faydalıdır. Ama yabancı kişilerin seni beğenmesinden hiçbir fayda yok, aksine dünya ve ahirette çok büyük zararı var. Bu sebeple kendini beğendirmek için gayret edeceğin kişileri doğru seçmelisin,” diyerek doğru yönlendirmemiz çok önemlidir. Bu konuda tutarlı olmaya çok dikkat etmeliyiz.

Anneler bilhassa kız çocuklarının sevgi ve saygısını iyi örneklere yönlendirmelidir. Bunun için de etrafımızdaki takva ehli, temiz ahlaklı, ibadetine devamlı hafız hanımları, sohbet arkadaşlarını, hayırsever hanımefendileri sevmeli ve övmeliyiz. Eğer ufak tefek meseleleri abartarak onların dedikodusunu edersek çocuklarımızın gözündeki değerini kaybetmelerine sebep olmuş oluruz. İmanları ve takvaları hatırına ufak tefek kusurlarını örtüp onları örnek alınacak kişiler olarak göstermeliyiz. Bunun için onlara güzel hitap etmeli, değerini bilmeli, iyi münasebetler kurmalıyız.

Etrafımızdaki iyi örnek olacak kişilerle birlikte zaman geçirmek bizim için de, çocuklarımızın maneviyatı için de çok faydalı olacaktır. Sohbet arkadaşlarımız ilim irfan sahibi, maneviyatlı kişiler olursa onlarla konuşmalarımız da seviyeli olacaktır. Biz sohbet ederken yanımızda oyun oynayan çocuklar da bizden hep doğruları duymuş olacaklardır. Unutmayalım ki çocukların edindiği kültür birikiminin önemli bir kısmı büyüklerini dinlerken duydukları sözlerdir.

Ayrıca çocuklarını iyi yetiştirmiş bu annelerin çocukları, bizim çocuklarımız için en yararlı oyun arkadaşlarıdır. Çocukların kendi aralarında evcilik oynarken büyüklerinde gördükleri hareketleri taklit ettiklerini bilirsiniz. Manevi hayatı düzgün kişilerin çocukları, oyun sırasında bile ailelerinden aldıkları değerleri oyunlarına yansıtırlar. Bu sayede manevi konuların bizim çocuklarımızın da his ve hayal dünyasında yer edinmesini sağlamış olurlar. Ayrıca bizim kazandırmaya çalıştığımız ahlaki vasıfları övüp pekiştirerek eğitimimizin etkisini artırırlar.

Kısacası çocuklarımızın eğitimi basit bir mesele değildir. Bütün bir hayat tarzımızı, konuşmalarımızı, sohbet arkadaşlarımızı, çocuklarımıza güzel bir manevi atmosfer hazırlama gayesiyle düzenlemeliyiz. Çocuğumuzu iyi yetiştirmek için de öncelikle kendimizi iyi yetiştirmeli, ağzımızdan çıkan her bir kelimeye kadar dikkatli olmalıyız.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
17
Yaşayan Hurafeler / Kurşun Döktürmek Neden Caiz Değildir
« Son İleti Gönderen: melek Mayıs 11, 2024, 07:28:41 ÖÖ »


Kurşun Döktürmek Neden Caiz Değildir

Halk arasında yaygınlaşmış inançlardan birçoğu İslam’dan önceki dinlerden geçmiş uygulamalardır. Bunlardan biri de Türklerin Şaman dininin kalıntılarından biri olan kurşun döktürme inancıdır.

Ekseriyetle kadınlar arasında yaygın olan bu inanç, kişide büyü, nazar, cin çarpması gibi rahatsızlıkların tespitini ve iyileştirilmesini hedefler.

Kurşun döktürme işiyle uğraşan kişiler, kurşun külçelerini eritme kepçesi içine koyup ateşte eritir, sonra geniş bir madeni tas içindeki suya boşaltırlar. Bu işlemi kim için yapıyorlarsa o kişinin başının üzerinde yaparlar. Duruma göre göbeği üzerinde veya evinin kapısının eşiğinde yapıldığı da olur.

Bazen çocukların üzerinde de kurşun dökerler ki, hareketli çocuklar açısından çok tehlikelidir. Çoğu zaman çocuğun üzerine bir kumaş örterler ama çocuğun başına döküldüğü takdirde bu kumaşın onu erimiş madenden koruması çok zordur.

Ayrıca bazı yerlerde kurşun eriyiğini döktükleri sudan kişiye içirmektedirler. Hâlbuki kurşun zehirli ve kanserojen bir madendir. Yine fayda umarak, su içine aniden döktükleri tuhaf şekilli kurşun külçesini üzerinde taşıyan ve bundan medet umanlar vardır. Bu da sağlık için zararlı ve dinen sakıncalıdır.

Kurşun döktürmek eski Türklerdeki kut inancıyla alakalıdır. Türkler Müslüman olduktan sonra bu inançlar cahil insanlar arasında varlığını sürdürmüştür. Bazı kadınlar bunu yaparken “El benim elim değil, Fatıma anamızın eli,” diyerek İslami bir görünüş verirler.

Eski Türklerde bunu ancak kendisinde ocak olan yani eski bir şamanın (ermişin)neslinden gelenler yapabilirdi. Bir şamandan veya onun neslinden gelen birinden izin almadıkça kimse bunları yapamazdı. İzin almaya halk arasında “el almak” demişlerdir. Güya bu işleri yapanlar Hz. Fatıma annemizden el aldıklarını iddia etmiş oluyorlar. Hâlbuki Peygamber efendimizin kızı Hz. Fatıma radıyallahu anhâ asla böyle işlerle uğraşmamıştır.

Halk arasında “Hz. Fatıma’nın eli” diye inanılan tılsım aslında Eski Mısır’lıların şans ve şifa umdukları tanrıçaları İsis’in elidir. Gemiciler ekseriyetle ondan uzakken de onun yardımını görmek için onun elini temsil eden tılsımı kolye olarak boyunlarında taşırlardı. Böylece bu inanç önce Eski Roma’ya, sonra Hıristiyanlara geçmiştir.

Hıristiyanlar bu tılsıma Hz. Meryem’ in eli diyorlardı. Müslümanlar arasındaki cahiller de ona Hz. Fatıma’nın eli dediler. Batıl inançlar bir dinden diğerine geçerken böyle isim değiştirebilir. Aslını araştırdığınız zaman altından şirk inançları çıkmaktadır.

Şirk inançlarında, âlemdeki her varlığın bir ateşi, bir enerjisi ve ruhu olduğu, bunların başıboş ve tesadüfî şekilde etkileşip durduğuna inanılır. Bunun sonucu olarak Eski Türklerde de, insanda “kut” denilen manevi bir gücün olduğuna, bu gücün insanın sağlıklı, mutlu ve şanslı olmasını sağladığına inanılırdı. Eğer nazar ve benzeri nedenlerle kişinin manevi gücü bozulduysa onu böyle bir uygulama ile geri getirmeyi hedeflerlerdi.

Türkler bir dönem ateşe tapan kavimlerle de komşuluk ettiği için onlardan geçmiş inanç ve uygulamaları da almışlardır. Maniheizm inancında da ekseriyetle, ateş iyiliğin ve iyileştirici gücün kaynağı sayılmıştır. Ateşin üzerinden atlama, hastanın ağrıyan kısmına ateşle dağlama, hasta kişinin etrafında tutuşturulmuş bir çaputu üç kere çevirme (alazlama) gibi adetler de bunların devamıdır. Ateşin, büyü ve benzer nedenlerle zayıflamış olan manevi gücü ve şansı iyileştireceğine inanılmaktadır.

Hâlbuki İslam inancımızda hiçbir şey başıboş değildir, Allah'ın yönetimi altındadır. Böyle büyü inancını hatırlatan uygulamalara başvurmak Müslüman’a yakışmaz.

Ne yazık ki bu inançlar hala birçok kişiyi etkilemektedir. Mesela pek çok kişi “Benim kısmetim bağlanmış, uygun bir talibim çıkmıyor,” “Bir türlü işlerim rast gitmiyor,” “Üzerimizde nazar var, ailemizde huzursuzluğa neden oluyor,” diyerek bu durumu böyle batıl inançlarla çözmeye çalışır. Ekseriyetle kurşun dökme işleriyle uğraşan kadınlar, erimiş külçenin aldığı tuhaf şekle bakarak “Bak görüyor musun? Bir düşmanın var, sana büyü yapmış, kısmetini bağlamış,” “Üzerinde kem göz var,” gibi yorumlar yapar.

İslam’da insanın başına gelen iyi ve kötü haller, şansla, iyi ve kötü ruhlarla, perilerle ilgili değildir. İslam itikadına göre insanın başına gelen iyi ve kötü haller Allah'ın ezelde yazdığı kadere göredir. Allah-u Zülcelâl kulunu bazen bir şey vererek bazen de vermeyerek imtihan eder. Verdiği nimetlerin kıymetini bilip şükretmesini, aksi giden işlere de sabretmesini ister. Dünya hayatı asıl hayat değildir, bir imtihan yurdudur. Geçici dünyada bize düşen Allah'ın verdiği her imkânla Allah'ın rızasını kazanmaktır.

Bunun yanında insanın kaderindeki nimet ve imkânlar, kişinin önüne gelen fırsatların kıymetini bilmesi, çalışıp gayret etmesi, iyi niyetli olmasıyla bereketlenir, gelişir. Ne yazık ki birçok kişi önüne çıkan kısmetlerini tepiyor, iş beğenmiyor, kendini dev aynasında görüp aşırı beklentiye giriyor. Sonra da başkalarının elindekine göz dikip kendi nasibine itiraz ediyor.

Bu sırada karşısına çıkan hurafelere inanıp, “Kısmetim bağlanmış, büyü yapılmış,” diyerek suçu başkasını üzerine atmak insanın hiçbir sorununu çözmüyor. Şimdiye kadar üfürükçüler, büyücülerin kapısında gezip de hali daha iyiye gitmiş kimseyi gören olmamıştır.

İslam’da nazar, büyü ve cin inançları vardır ama insanın kaderini bunlar belirlemez. Kurşun dökmek de bunların bir çözümü değildir. Eğer insan bir manevi sıkıntı yaşadığına inanıyorsa, Allah'ın ayetlerini okuyarak O’nun yardımına sığınmalıdır. Kudret ve kuvvet Allah'a aittir, O dilemedikçe hiç kimse fayda ve zarar veremez

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
18
Bizden Sizlere / Merhamete Dön
« Son İleti Gönderen: melek Mayıs 11, 2024, 07:23:29 ÖÖ »


Merhamete Dön

İnsan duyguları olan bir varlıktır. Bizim duygularımızın en yücelerinden biri de merhamet duygusudur. Merhamet rahmet kelimesinin kökeninden gelir ve insana en çok yakışan duygulardan biridir. Allah bizi o kadar temiz bir şekilde yaratmış, kalbimize öyle güzel duygular kondurmuş ki son nefesine kadar o duyguları yüreğinde taşıyabilenler ne şanslı. Kalbimiz ise vücudumuzdaki en önemli organımız.

Kalpte oluşan güzel duygular bütün vücudumuzu ve davranışlarımızı olumlu etkilerken onun kirliliği de bütün vücudumuzu ve davranışlarımızı olumsuz etkiler.

İnsan neden bile bile kendine zarar versin ki?

O kadar güzel duygularımız varken neden bunları daha fazla içselleştirip kullanmıyoruz?

Peygamberimiz hadisinde küçüklerine merhamet, büyüklerine saygı göstermeyen bizden değildir,diyerek merhamet duygusunun ne kadar önemli olduğunu çok net bir şekilde dile getirmiş.

Hatta şöyle bir hikaye vardır: Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam yanlış bir hareket yapan çocukları tatlı sözle uyarırdı. Hurma ağaçlarını taşlayan bir çocuk görünce Hz. Peygamber çocuğa sakince sordu:

"Yavrucuğum, niçin o ağaçları taşlıyorsun?"

Çocuk Peygamberimizin sözlerindeki şefkatten cesaret alarak kendisine tanınan açıklama yapma hakkını kullandı:

"Aç idim yâ Rasûlallah, karnımı doyurmak için, hurmalar düşsün de yiyeyim diye taşladım."

Efendimiz onu kınamadı ve azarlamadı. Açlığına acıdı ve karnını doyurmak için yol gösterdi:

"Bir daha ağaçları taşlama yavrum, altına düşenleri alıp ye!"

Ardından da Rafı'nin başını okşayarak,

"Allah'ım, bu yavrunun karnını doyur" diyerek duada bulundu. (İbn Mâce, Ticârât, 67)

Bir sefer ise Abbad bin Şurahbil radıyallahu anh, şöyle anlatır: "Ben, yoksul ve açtım. Bunun üzerine Medine'nin bahçelerinden bir bahçeye girip bir miktar başağı ovalayıp yedim. Bir kısmını da elbisemin içerisine koydum. Az sonra bahçenin sahibi çıkageldi, beni dövdü ve elbisemi aldı.

Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selleme vardım, durumu, O'na haber verdim. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ona: “Sen, bu adama bir şey öğretmedin, o câhildi. Ve onu doyurmadın, o açtı,” buyurdu. Ona, elbisemi geri vermesini emretti. Bahçe sahibi de bana, bir çuval, yahut yarım çuval buğday verdi." (Ebû Dâvud, Cihad 85)

Belki size küçük gelebilir ama gerçekten bir çocuğun saçını okşayabilmek, ağlarken gözyaşını silip onu kucaklamak, ihtiyacı olan birine el uzatmak o kadar nefis bir lezzet ki. Kalbinde kelebekler uçuşturur güzel duygular.

Kime sorsak çok merhametli peki o zaman bu kadar dedikodu, panik, endişe savaşlar neden?

Kötü duygular hem bize hem çevremize zarar verir. Bizler çocuğumuzun hatasını düşünme, değerlendirme, sorgulama, pişman olma hakkı ve zamanı tanımıyoruz. Çünkü zamanımız yok o kadar.

Sürekli yorgunuz, sürekli yapılacak ‘önemli’ işlerimiz var. Ama o çocuklar bize emanet ve biz onların güzel duygularını yeşertmek zorundayız. Bu aceleci tavrımızdan kötü düşüncelerden sıyrılıp güzel şeyler düşünüp dile getirsek mesela; yardımlaşmak, dayanışma, sevgi, eğitim, iyi insan olma yolunda yapılacaklar gibi.

Ama maalesef kötü haberler, kötü düşünceler çok kalabalıklaştı. Ama bu kalabalık bizi yalnızlaşmaktan kurtaramadı, bizi daha saygılı ve hoşgörülü de yapmadı. Bu kötü tutumlar yaygınlaştıkça sık sık paniğe kapılmalar, açık aramalar arttı.

Fıtratımıza en uygun duyguları yaşamak varken, insaflı taraflarımızı törpüleyen bizleri hissizleştiren duygular ayyuka çıktı. Çünkü temel ihtiyaçlarından başka bir şey düşünmeyen, çıkarları doğrultusunda yanlış bir şey yaptığında da suçu hemen zamana atan bir toplum olduk.

Suçlu zaman değil ki ‘’zamane’’ yani bizleriz. Zaman, insanın ayağının altından kayıp giden bir kumdan başka bir şey değildir, yürüse de yürümese de.

Biz kusuru zamanda ararsak yanlış yoldayız demektir. Bu yolların önünü kapatmak doğru davranışları çocuklarımızın öğrenmesine imkan sağlamakla başlar.

Çocuk eğitiminde iyi bir rol model olmak lazım. Çocuklar gözlemleyerek öğrenir. Güzel duygular kalplerimizde var ama bunları geliştirmek yerleşip kök salmasını sağlamak ciddi bir eğitim süreci, Peki nasıl başarabiliriz?

Üzerimize düşen görevleri yapıyor muyuz? Şu küçücük şeyleri yaparak başlasak; Aile içinde birbirimize şefkatli davranışlarda bulunsak, sevgi dolu, merhamet kokan bir evde büyüyen çocuklar başkalarının duygularına daha duyarlıdır.

Yolda düşen birine yardım etsek, çocuğumuz düştüğünde de ona bağırmasak, mesela sehpaya çarparsa sehpaya vurmasak, çocuğumuza 'çok mu acıdı?' diyerek sarılıp acısını hissetsek.

Eşyaya dahi saygı duymasını öğretelim. Kırık oyuncağına, bebeğine, oyuncak arabasına… Yoksa önce eşyayı hor kullanıyor, sonra da okulda arkadaşını, evde kardeşini hor kullanıyor, şiddet uyguluyor ama içi bile sızlamıyor.

Merhamet yürek terbiyesidir. Çevremizde yardıma muhtaç olanlara sadece onun ihtiyacı olduğu için karşılık beklemeden yardım edelim. Küçülen kıyafetlerini, oyuncaklarını, fazladan aldığımız kırtasiye ihtiyaçlarını, çocuğumuz ile birlikte seçip verelim.

Güzel duygular paylaştıkça çoğalır. Ona paylaşmanın güzelliğini gösterelim. Merhametli olmanın verdiği huzuru yaşamasına vesile olalım.

Merhametli bir toplum en yaşanabilir toplumdur. Temiz bir gelecek için çocuk eğitiminde merhametin önemini hiç ihmal etmeyelim.

Peygamber efendimizin dediği gibi ‘’Merhamet edin ki merhamet bulasınız’’hadisini hayatımızın her anında hatırlayalım ki insan olmanın erdemini yaşayabilelim.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
19
İslamda Evlilik / Kaçarak Evlenmek Mutluluk Getirir mi
« Son İleti Gönderen: melek Mayıs 11, 2024, 07:18:11 ÖÖ »


Kaçarak Evlenmek Mutluluk Getirir mi

Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

İnternette fetva sitelerine evlenme konularında oldukça fazla soru geliyor. Bunlar arasında bir kısmı da, “Sevdiğim bir kız var. O da beni istiyor ama ailesi vermiyor. Kaçarak evlenirsek dinen bir sakıncası olur mu?” şeklinde sorular.

Bazen de genç kızlar, “Bir süredir konuştuğum biri var. Ailem beni maddi sebepleri gerekçe göstererek vermiyor. Kaçarsam, annem babam hakkını helal etmeyeceğini söylüyor. Onları üzersem günaha girer miyim?” diye soruyor.

Bu soruların fetva sitelerine sorulmasına bakarsak, soranlar dine önem veren genç kardeşlerimiz. Ama anlaşılan dinimizin helal saymadığı bir gönül ilişkisi kurmakla kendilerini tehlikeye atmışlar.

Allah-u Zülcelâl, “Evlenmeye güç yetiremeyenler, Allah kendilerini fazlu kereminden zenginleştirinceye kadar iffetlerini korusunlar." (Nûr, 24/33) buyurarak bekârlık süresince sabırlı olmalarını emrediyor.

Günümüzde gençler bekârlık yıllarını, eğitim ve iş hayatının kız erkek karışık ortamında geçirmekle zorlu bir nefis mücadelesi yaşıyorlar.

Dinimiz nikâh düşen bir kadın ile erkeğin birbirine bakmasını dahi helal saymıyor. Bakışıp birbirine karşı duygularını belli etmek, bir adım sonrasında konuşup duygularını açmak dinimizin uygun gördüğü bir hareket tarzı değil. Çünkü bu girişim, genç bir kızla erkeğin birlikte olma arzularını kamçılayacak ve onları söz dinlemez hale getirecektir.

Belki onlara “Bu evlilik sana uygun değil, ileride pişman olursun” veya “Evlilik için hazır değilsin,” diyen aileleri, onların iyiliğini düşünüyor ve doğruyu söylüyor. Ancak onlar coşkun arzu ve duyguların seline kapılmışlar, mantığın sesini duymak istemiyorlar.

Biraz düşünecek olurlarsa, diyelim ki aileleri engel olmasa, evlenseler, bu evliliği yürütmenin zorluklarına sabredebilecekler mi? Ailelerinde alıştıkları hayatı sürdüremeyince tahammül edemeyip ayrılmaya kalkışırlarsa, olan kendilerine olmayacak mı?

İşte bu sebeple dinimiz, nikâhsız ilişkilere engel oluyor ki, evvela insanlar evlilik için hazırlıklarını tamamlasınlar ve bir yuva kurup yürütebilecek hale geldikten sonra nikâhlı olarak bir araya gelsinler.

Aileden İzinsiz Evlenme Sözü Verilebilir mi?

Bazen genç kızlar kendileriyle aynı yaşta bir delikanlıyla görüşüp konuşuyor, gönüllerini kaptırıyorlar. Hâlbuki delikanlının önünde tahsil hayatı, askerlik, iş bulma gibi uzun bir süreç var. Her ne kadar ailesi yardımcı olsa da henüz yaş ve psikolojik durum olarak da evliliğin sorumluluğunu yüklenmeye hazır değil.

Genç kız, delikanlının hazır olmasını bekleyecek olursa, bu süre içinde nasiplerini reddedecek. Peki ya yıllarca beklediği delikanlının bu süre içinde gönlü değişirse? Mesela tahsilini tamamlayarak iyi bir iş bulup para biriktirince, kendine güveni artar ve daha önce beğendiği kızı artık istemezse? Bunlar zaman zaman duyduğumuz, gördüğümüz vakıalar.

Başka bir ihtimal ise, zaman içinde genç kızın gönlünün değişmesi ve hayli zamandır konuştuğu gençten ayrılıp başkasıyla evlenmek istemesidir. Ancak bu ayrılık isteği, karşısındaki delikanlının aşırı tepki göstermesine sebep olabiliyor. Bazen de hiç istenmeyen olaylar yaşanıyor. Bu sebeple genç kızların, ailelerinin izni olmadan bir kişiyle görüşüp, kendi aralarında evlenme kararı vermeleri hiç de doğru değil. Bu karar belki de o genç kızın hayatının en büyük hatası olabilir veya ömrünün en değerli yıllarını kaybetmesine sebep olabilir.

İşte bütün bu hikmetlerle dinimiz mümin kadın ve erkeklerin birbirleriyle nikâhsız olarak görüşmelerini, sadece konuşarak da olsa duygusal ilişki kurmalarını yasaklamıştır. Velev ki, bedensel bir günah işlenmese bile internetten yazışarak, cep telefonlarıyla mesajlaşarak veya konuşarak birbirlerine duygularını söylemeleri de uygun değildir.

“Biz birbirimize bakmıyoruz, seslerimizi bile duymuyoruz,”demek mazeret sayılmaz. Çünkü iletilen duygular, karşı tarafı etkilemeyi ve bir münasebet kurmayı amaçlamaktadır.

Nikâh olmadığı sürece karşınızdaki erkek veya kadın size namahremdir. Sadece evlenme zamanınız gelmişse ve ciddi bir niyetiniz varsa, uygun bir üslupla bunu dile getirmeniz caiz olur. Bunu da ailelerden gizli bir şekilde sürdürmek uygun olmaz. Niyet ciddi ise aileleri haberdar etmekten kaçınmamak lazımdır.

Anne Baba Duası Almalı

Kız olsun erkek olsun, anne babanın evladı üzerinde çok büyük hakkı vardır. Bir gencin anne babasını yok sayarak, görüşlerini önemsemeden evlilik görüşmesine girişmesinin dinen mahzuru vardır. Ancak anne babanın akli dengesinin bozuk olması veya kötü alışkanlıklara esir olmuş, akıl danışılacak bir tarafı olmayan kişiler olması hariç. Böyle bir mazeret olmadıkça yıllarca emek verip evlat yetiştirmiş bir anne babanın hakkını çiğnemek uygun değildir.

Bilhassa Allah'tan korkan bir anne babaya danışarak hareket etmek, onların görüş ve tecrübelerinden faydalanmak, desteğini ve duasını almak, evliliğin sağlam temeller üzerine kurulmasını sağlar.

Bir delikanlı henüz evliliğini yürütecek maddi imkânlara sahip değilse anne babasından habersiz veya onların razı olmadığı bir evliliğe kalkışması büyük bir sorumsuzluktur. Eğer kendi evliliğini yürütebilecek olgunluk ve imkâna sahipse de onlara konuyu açıp, rızalarını istemesi güzel olur.

Böyle durumda anne babalara düşen, kendi fikirlerini söyledikten sonra oğullarının kararını saygıyla karşılamaktır. Sonuçta evlilik bir insanın hayatında önemli bir karardır.

Kendi kararını verebilecek olgunlukta bir kişinin seçimini saygıyla karşılamalıdır.

Kızlar için ailenin iznini almak çok daha önemlidir. Çünkü hem dinen, hem örfen bir kızın aile büyüğünün, bilhassa babasının rızasını almadan evlenmesi çok tehlikelidir.

Babasının rızası olmadığı halde kaçarak evlenen bir kız, ailesinin desteğinden mahrum olur. Eğer evliliğinde ciddi bir sorun yaşarsa veya kötü muamele görürse baba evine dönmesi zor olur. Bu durum, kızın kurduğu yeni yuvada hor görülmesine de sebep olabilir.

Bütün bu hikmetler göz önüne alınınca kızların babasının izni olmadan evlenmesi uygun olmaz. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, mümin kızların bu hatadan kaçınması için: “Velisiz nikâh yoktur!" (Tirmizi, Nikâh 14) buyurmuştur.

Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: ‘Resulullah aleyhissalâtu vesselâm: “Hangi kadın velisinin izni olmaksızın nikâhlanırsa onun nikâhı bâtıldır!” buyurdular ve bunu üç kere tekrar ettiler.’ (Ebu Davud, Nikâh 20; Tirmizi, Nikâh 14)

Kızların ailelerinden izinsiz evlenmesi uygun değildir ancak aileler de uygun talip çıktığı halde aşırı maddiyatçı beklentilerle kızların evlenmesine engel olmamalıdır. Bilhassa kızın yaşı belli bir seviyeye gelmişse artık evlenme kararına destek olmak daha doğru olur.

Hz. İbnu Abbas radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Dul kadın, (evliliğe ait kararlarda) velisinden daha fazla söz sahibidir. Bakire kızlar için (karar verilirken) de izin alınır. (İsterim demeye utanıyorsa) onun izni sükût etmesidir.” (Müslim, Nikâh 66)

Peygamberimizin zamanında kızlar küçük yaşta evlendiriliyordu. Bu yaşta kızlar evlilikle ilgili bilgi ve tecrübe sahibi olmadıkları için aileleri onlar yerine karar veriyordu. Kızlar da sükût ederek bu kararı onaylamış oluyorlardı.

O zamanın şartlarında kızların erken yaşta evlenmesi bir ihtiyaçtı. Savaşların, kıtlık ve salgın hastalıkların olduğu bir devirde aileler, “Bize bir hal olursa kızlarımız ortada kalmasın, bir an önce evlenip yuvasını kursun.” Diyordu. Zaten o zamanlar erkekler de erken yaşta evleniyordu. Bazı sahabelerin oğullarıyla aralarında sadece 12 ila 15 yaş fark vardı.

Bugün erken yaşta evlendirmenin bazı sakıncaları olduğu düşünülüyor. Gerçekten de bazen aklı ermeyen gençler, evliliğin sorumluluklarını yerine getiremiyor. Kızlar kocasından ve kocasının ailesinden kötü muamele görebiliyor.

Sorumsuzca evlenmeye kalkışan gençler nedeniyle aileler arasında husumetler meydana gelebiliyor. Hatta bazı yörelerde töre cinayetleri işlenebiliyor. Bu sebeple küçük yaştaki kızların evlenmek için aceleci olmaması, şartların olgunlaşmasını beklemesi en uygun yoldur. Belli bir yaşa gelmiş kızın sağduyulu bir şekilde evlenme isteğine de anlayışla bakılmalıdır.

Kızlarının istediği kişiyle evlenmesine mani olan ve hele onu istemediği biriyle zorla evlendiren aileler, onları fitneye atmış olur. Bu sebeple evlilikte kızın rızası olmalıdır. Dinimize göre bir kız, istemediği bir nikâha itiraz edebilir.

Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: ‘Bir genç kız Resulullah aleyhissalatu vesselam'a gelerek:

“Babam beni kardeşinin oğluna nikâhladı, ta ki benimle alçaklığını gidersin. Ama ben istemiyorum," dedi. Aleyhissalâtu vesselam, babasına adam göndererek getirtti ve evlenme kararını kıza bıraktı. Bunun üzerine kız:

“Ey Allah'ın Resülü! Ben şimdi, babamın yaptığına izin verdim. Esasen, ben kadınlara bu meselede babaların (zorlama) yetkisi olmadığını göstermek istedim!” dedi.’ (Nesâi, Nikah 36, (6, 87); İbnu Mace, Nikâh 12)

Uzun sözün kısası, kaçarak evlenmek gençler için tehlikeli, aileler için üzücü ve endişe kaynağı bir davranıştır. Ne gençlerin bu yola başvurmaları, ne de ailelerin gençleri buna mecbur bırakmaları uygun değildir.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
20
Seyda Muhammed Konyevi / Allah'ın Mağfiretine Koşun
« Son İleti Gönderen: melek Mayıs 11, 2024, 07:11:07 ÖÖ »


Allah'ın Mağfiretine Koşun

Allah-u Zülcelâl daima kullarını, kendileri için ne menfaatli ise oraya çağırıyor. Zararlı olan şeylerden de alıkoyarak daima onlara fayda veren şeyleri yapmayı tavsiye ediyor, kullarına. Çünkü kıyamet günüyle beraber başlayan ahiret hayatı ebed’ül ebeddir, hiç bitmeyen bir hayattır, dünya hayatı gibi geçici değildir. İnsan için çok mühimdir o.

Onun için Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:

“Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği göklerle yer kadar olan cennete ulaşmak için acele edin, koşun. O cennet ki, muttakiler için hazırlanmıştır. ” (Al-i İmran; 133)

Yani Allah-u Zülcelâl “Benim mağfiretime ve cennetime koşmak için acele edin,” buyuruyor. İşte tevbe diyoruz ya, tevbe Allah'ın davetine koşmak için acele etmektir. Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki; “Cennetime koşun, acele edin. O cennet ki gökle yerin genişliği kadardır.”

Kimin içindir bu cennetler? “Muttakiler için hazırlanmıştır,” buyuruyor, Allah azze ve celle. Bizi çağırıyor bak. Dünyada bir insan, bizim gibi biri insan bizi bir yere davet ettiği zaman, bir yemeğe, bir çaya davet ettiğinde biz gitmezsek onun kalbi kırılıyor. “Ben davet ettim de gelmedi,” diyor. Bak Allah-u Zülcelâl bizi mağfiretine ve cennetine davet ediyor. Ama O’nun cenneti nasıl bir davettir? İnsanın kalbine hatara olarak da gelmez, o kadar nimetler vardır çeşit çeşit. Cennette vereceği nimetleri ancak Allah azze ve celle bilir.

Cennet-i âlâda Allah'ın vereceği nimetleri insan saysa, “Allah bunu verecek, bunu verecek,” diye, ne kadar sayarsa saysın, Allah ondan daha fazlasını verecek; insanın aklına ve hayaline gelmeyeceği şeyler verecek Allah azze ve celle. O kadar Allah-u Zülcelâl’in nimetleri çoktur. Ama biz O cenneti görmediğimiz için bu dünyaya dalıyoruz. Allah-u Zülcelâl yarattığı günden beri dünyaya bir kere bakmamış ama biz onun manzarasına dalıyoruz cennet-i alada vereceği nimetleri düşünmüyoruz, maalesef. Akıllı olan kimse böyle yapar mı?

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

“Akıllı kimse, nefsine hâkim olan ve ölümden sonraki hayat için gayret edip çalışandır. Aciz kişi ise, nefsinin hevâsına uyan ve Allah'tan (affedeceğini ümit ederek) temennide bulunup duran (bunu yeterli gören, gayret göstermeyen) kişidir." (Tirmizi, Kıyame 25; İbn Mace, Zühd 31)

Yaşadığınız Gibi Ölürsünüz

Eğer biz aklımızı çalıştırırsak, nefsimizle hesap göreceğiz, ahiret hayatı için amel-i salih yapacağız. Ama nefis, şeytan bizi daima, heva-i nefse, Allah-u Zülcelâl’in rızası olmayan şeylere meylettiriyor. Böyle olunca da Allah-u Zülcelâl’in bu ebedî nimetinden mahrum kalıyoruz.

İşte Allah-u Zülcelâl’in emri böyledir.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

“Yaşadığınız hal üzere öleceksiniz; öldüğünüz hal üzere de diriltileceksiniz.” (Müslim, Cennet, 83)

Bir kişi ister içki içsin, ister kumar oynasın, nasıl yaşadıysa o hal üzere ölecektir. Namaz kılan da zikir yapan da o da o güzel hal üzere vefat edecektir.

Ben bunu yaşadım. Bu hadis-i şerifi duyuyordum, biliyordum, yaşayarak da doğruluğuna şahit oldum. Bir gün beni bir köyden çağırdılar. O köyde imam yoktu, bir kişi orada vefat etmişti, beni cenazeyi kaldırmam için çağırdılar. Cenaze namazını kıldırdık, kabristana götürdük, defnettik, vazifemizi yaptık. Babasına sordum:

- Oğlunun hastalığı neydi? Ne hal üzere öldü?

- Bir şeyi yoktu, yalnız bizim memlekette en usta çift süren kişiydi. Toprağı sürmeyi o kadar severdi ki, aklı ve kalbi hep onunla meşgul oluyordu. Hastanedeydi, yatarken birden kalktı, “Baba, ben filan köyden bir traktör aldım ama o traktör iyi değildir, para verme onlara.” Dedi. Ben de dedim ki, “Oğlum biz kimin parasını yemişiz ki. Eğer sen onu almışsan mecbur parasını vereceğiz.”

Hâlbuki öyle bir şey yok, traktör filan almamış ama devamlı olarak, kalbi çift sürme işiyle meşgul olduğu için, aklı fikri hep o olduğu için son nefesinde de nefsi onu böyle bir hal ile meşgul ediyor.

Dedik ya, “Ne hal üzere yaşarsanız öyle öleceksiniz,” diye. Onun ruhuna çift sürme işinin muhabbeti öyle yerleşmişti ki, son nefesinde de onunla meşgul olarak öldü. Bazı kitaplarda da geçiyor, ömrü boyunca terazi ile meşgul olanlar, “Terazi doğrudur,” diyerek ruhunu teslim ediyor. Ticaretle meşgul olanlar, “Bu kadar mal çıktı,” diyerek vefat ediyor.

Hep böyle, “Filan kişi böyle diyerek öldü, filan kişi böyle diyerek öldü. Biz bunları gördük,” diyorlar. İşte ben de böyle şahit oldum, sekerat anında adam “Ben filan köyden şöyle şöyle aldım,” diyerek, birkaç dakika sonra da ruhunu teslim etmiş. Onun için elimizden geldiği kadar ömrümüzün çoğunda Allah-u Zülcelâl’in razı olacağı haller üzere olalım.

Olabilir ki, bir kalp krizi veya bir kaza yahut ömrün bitip ecelin gelmesiyle Allah-u Zülcelâl’in ölüm meleği gelip bizim ruhumuzu o hal üzere alabilir, bunu düşünelim. Çünkü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki, “Nasıl ölürseniz de öyle diriltilirsiniz.” Yani hangi hal üzere öldüysen kabirden kaldırılıp Allah'ın huzuruna giderken de o hal üzere götürüleceksin. Bak, zincirleme şekilde, nasıl yaşarsan öyle ölüyorsun, öyle de Allah'ın huzuruna çıkarılıyorsun.

Peki, ayıp değil mi, Allah'ın huzuruna kötü haller ile gitmek? Tabi ki hiç iyi bir şey değildir. Onun için çaremiz tevbedir, bak.

Allah'ın Kullarına İyi Davranalım

Mademki hata yapıyoruz, gaflet ediyoruz, Allah-u Zülcelâl’in bizden istediği şekilde yapamıyoruz, o halde tevbe edelim. Hatta gafletle vakit geçiriyoruz ya ondan da tevbe edelim. “Ya Rabbi, senden gafil olarak geçirdiğim bütün zamanlarımı da affet, sana tevbe ediyorum,” desek, Allah-u Zülcelâl’in hazineleri doludur, inşaallah bizi affedecek ve bize ömrümüzü salih amellerle geçirmeyi nasip edecektir, inşallah.

Bahusus, Allah'ın kullarıyla oturup kalktığımız zaman, onlara karşı Allah'ın razı olacağı şekilde, İslam ahlakı ile davranalım, inşaallah. Çünkü yeryüzü halkı, mümin olarak, sanki Allah-u Zülcelâl’in ev halkı gibidir. Nasıl bir kişinin hane halkı vardır, onlara rızık getiriyor, onları koruyor, onlara şefkatle davranıyorsa, bütün mahlûkat da, sanki Allah-u Zülcelâl’in ev halkı gibidir.

İşte insan, “Bu dünya Allah'ın evidir, mahlûkat da Allah'ın ev halkı gibidir,” diye düşünerek onlara karşı güzel davranırsa, Allah'ın hoşuna gidiyor. Kötü davranırsa buna Allah'ın rızası yoktur.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

“Müslüman, elinden dilinden Müslümanların emin olduğu (kötülük beklemedikleri, zarar görmedikleri) kimsedir. Muhacir de, Allah’ın yasak ettiği şeylerden uzaklaşıp onları terk edendir.” (Tirmizî, İmân, 12)

Demek ki Müslüman, müminlerin onun elinden ve dilinden bir kötülük beklemediği kimsedir. Eliyle kimseyi rahatsız etmiyor, diliyle de kimsenin gıybetini yapmıyor.

Bilhassa gıybet çok zararlıdır. İnsan için dil, bir yönüyle o kadar zararlıdır, bir yönüyle de o kadar menfaatlidir. Allah'ın zikrini yaparsa, Kuran-ı Kerim okursa, insanlara vaaz-u nasihat eder, emri bil maruf nehyi anil münker yaparsa, güzel sözler konuşursa menfaatlidir. Ama gıybet yaparsa, insanlara kötü sözler söylerse, insanlar onun dilinden rahatsız olursa o da zararlıdır.

Bunları yapmaktan sakınırsa işte o zaman da hadis-i şerifte buyrulduğu gibi, “Muhacir de, Allah’ın yasak ettiği şeylerden uzaklaşıp onları terk edendir.”

Bak Allah'ın yanında hicret çok kıymetlidir. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem zamanında, o ve ashab-ı kiram malını mülkünü bırakarak, kimisi çoluk çocuğunu bırakarak, insan canını kurtarıp nasıl çıkarsa öyle çıkarak Mekke’den Medine’ye hicret ettiler. Hatta Efendimiz aleyhisselatu vesselam dönüp bakıyor, diyor ki, “Ey Mekke, eğer senden çıkarılmasaydım asla çıkmazdım.” Öyle seviyor. Çünkü orada doğup büyümüş, çocukluğu orada geçmiş. Ama Allah'ın rızası için hicret ettiler.

Hicret böyle zordur ve Allah'ın yanında sevabı da çok büyüktür. İşte “Günahlardan, Allah'ın yasak ettiği, O’nun rızası olmayan şeylerden sakınmak da bu hicret gibi sevaptır,” buyuruyor, Peygamber aleyhisselatu vesselam. Onun için elimizden geldiği kadar günahlardan uzak duralım, günaha düşmüşsek de hemen tevbe edelim.

Allah kimi severse ona tevbe nasip eder. Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede buyuruyor ki: “…Allah çok tevbe edenleri sever,” (Bakara; 222)

Bakın bunu Allah-u Zülcelal söylüyor, bu bir melaike sözü değil, bir insan sözü değil, Allah söylüyor. İnsanlar tevbenin kıymetini bilselerdi ellerinin üzerinde de olsa gelirlerdi. Ama bu dünya manzarası bizi mahvediyor.

Halimiz çok acayiptir, dünya bizi terk ediyor ama biz ona yöneliyoruz. Hâlbuki Allah-u Zülcelal bizden hiç gafil kalmıyor, bize çok yakındır ama biz O’ndan gafil oluyoruz. Bak, Allah-u Zülcelâl ayet-i kerimede buyuruyor ki: “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf; 16)

Biz, mutlaka ayrılacağız ama dünya ile beraberiz, hâlbuki Allah-u Zülcelal ile hiç ayrılmıyoruz ama O’ndan gafiliz. Dünyadan ayrılacağız, öleceğiz. Nasıl ki misafir birkaç gün kalır, bir gün, iki gün, üç gün, sonunda mutlaka gidecek. Mal da emanettir, hepsi elimizden gidecek. Öyleyse kalbimizi Allah'a verelim.

Eğer olmuyor diyorsak isteyelim, eğer samimi istersek Allah verecektir. Nasıl ki bir dilenci dükkânın kapısına geliyor, “Bana para ver, ben çok muhtacım.” Diyor. Vermezsen gitmiyor, illa ki vereceksin, verinceye kadar yalvarıyor yakarıyor, gitmiyor. Dükkân sahibi dayanamıyor, istediğini veriyor. Eğer dilenci bir kere istese, sonra da çekip gitse dükkân sahibi onun peşine düşer mi?

Biz de öyle yapıyoruz, dua ediyoruz ama bırakıp gidiyoruz. Allah verinceye kadar istemeye devam edelim. Abdullah ibn Mes’ûd radıyallahu anh, “Peygamberimiz, dua ettiği zaman üç sefer tekrar eder ve bir şey istediği zaman yine üç sefer tekrar ederdi.” demiştir. (Müslim, Cihâd, 107)

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem;

“Kabul edileceğine kesin bir şekilde inanarak Allah’a dua edin” (Tirmizî, De’avât, 66; bk. Hâkim, De’avât, I, 493) buyuruyor.

Bir başka hadis-i şerifinde ise; “Şüphesiz ki Allah, ısrarla dua edenleri sever” (Beyhakî, Şu’abü’l-îmân, 1108) buyuruyor.

Allah görsün ki, siz Allah'ın rızasını kazanmak için isteklisiniz, Allah'ın yardımını istiyorsunuz. Onun rızasını, onun muhabbetini samimi isteyelim, İnşaallahu Teala.

Kalp neyle ölü oluyor? İbadet yapmadan, tevbe etmeden ömrünü geçiriyor ve bundan da mahzun olmuyor işte o kalp ölü oluyor. Ölü insan nasıl ki acı duymazsa onlar da günahın acısını duymuyor.

Bunun için söylüyorum insanlara söyleyin, ahir zamanda insanlar gafil olmuşlar, eğer günahlarından tevbe etmezlerse o günahlar ateş oluyor.

Allah-u Zülcelâl’in rahmetinden ümidimizi kesmeyelim. Günahları affetmek Allah'ın yanında hiçbir şey değildir. Allah’tan af dileyelim ve O’nun affedici olduğuna iman edelim. Bahusus sekerat esnasında Allah'ın rahmetini ümit edelim.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, ölüm döşeğine düşmüş bir genci ziyaret etti ve ona “Kendini nasıl buluyorsun?” diye sordu. O da “Ey Allah’ın Resulü! Vallahi, ben Allah’ın rahmetini ümit ediyorum, ama günahlarımdan da korkuyorum.” diye cevap verdi.

Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselam: "Bir kulun kalbinde bu ikisi bulunuyorsa muhakkak Allah, ona ümit ettiği şeyi verir, korktuğu şeyden de emin kılar.” buyurdu.” (Tirmizî, cenaiz, 11; İbn Mace, Zühd, 31)

İnsan daha gençken korku daha fazla olmalıdır ki, amel-i salih yapsın. Ama amel yapamayacak bir durumda olduğu zaman Allah'ın rahmetini ümit edip hüsnü zan beslemiş olur.

Biz Rabbimizi tanırsak Allah'ın rahmetini, fazlını tanısak onun rahmeti karşısında tevbe ettiği zaman affedilmeyecek hiçbir günah yoktur. Bakın Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor, bir adam doksan dokuz kişiyi öldürmüş, hatta bir kişiyi daha öldürüyor ve yüz kişiyi öldüren adamı, tevbe edince Allah-u Zülcelâl affediyor. (Buharî, Enbiya 50; Müslim, Tevbe 46; İbnu Mâce, Diyât 2,)

Peki, o yüz kişiyi öldürmüş, onların hakkı ne olacak? Allah-u Zülcelâl kulunun tevbesini kabul ettiği zaman onun kul haklarını da affettirmek için hak sahiplerini huzuruna çağırıyor, ona cennette bir köşkü gösteriyor, “Buna sahip olmak istemez misin?” diyor.

“Buna nasıl sahip olabilirim?” deyince “Eğer kuluma hakkını helal edersen buna sahip olacaksın,” buyuruyor. Böylece hak sahipleri haklarını helal edinceye kadar kendi hazinesinden mükâfat veriyor. O böyle cömerttir, azze ve celle.

Onun için onun rızasını kazanmaya bakalım. Allah-u Zülcelâl bizden razı oldu mu işimiz kolay olur. Elimizden geldiği kadar Allah-u Zülcelal’e yalvaralım, tevbe edelim ki, bize af ve mağfiretiyle muamele etsin.

Eğer bize adalet ile muamele ederse de küçük günahlarımız dahi küçük değildir. Bunun için de Allah-u Zülcelâl’in hakkını eda edemediğimizi düşünüp korkalım. Amellerimizi yaptığımız zaman “Ya Rabbi sen bu yaptığım kusurlu amele değil, çok güzel amele layıksın. Ama ben zayıfım, ancak bu kadar yapabiliyorum, sen benden bunu kabul eyle,”diyelim. Böyle yapmak Allah katında çok makbuldür.

Allah-u Zülcelâl bizi kendi nefsimize teslim etmesin, hepimize razı olacağı şekilde amel yapmayı nasip etsin, bizi hayırlarda kullansın, inşallah.

Seyda Muhammed Konyevi

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
Sayfa: 1 [2] 3 4 ... 10