Gönderen Konu: BATININ KAVRAMLARINI KUTSALLAŞTIRMAYIN  (Okunma sayısı 241 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
BATININ KAVRAMLARINI KUTSALLAŞTIRMAYIN
« : Haziran 23, 2019, 04:43:10 ÖS »
BATININ KAVRAMLARINI KUTSALLAŞTIRMAYIN

Batı’da laisizm devletle kilisenin arasını ayırmak için icat edilmişti. Bizim Batıcılarımız laikliği alınabilir aktarılabilir bir şey sandılar. Aslında onlar kültürlerin bir coğrafyadan diğerine bir bavul taşır gibi taşınabileceği zehabına kapılmıştılar. Bir milletin, tarihin bir zaman ve mekanında yaşadığı tecrübe, bir başka milletin kendi zaman ve mekanında aynen tekrarlanamazdı. Bu, tarihin, sosyolojinin, aklın yasalarına aykırıydı.

Fakat batıcı seçkinler olmazı oldurmaya çalıştılar. Bunun için her şeyi ama her şeyi yerinden ettiler. Toplum mühendisliğine kalkıp yeni bir tarih, yeni bir kültür, yeni bir inanç sistemi, yeni bir zaman, yeni bir mekan ve yeni bir insan “yaratmaya” kalktılar. Laisizmi aldılar ve getirdiler. Fakat onun olmazsa olmazı olan kilise bu topraklarda yoktu. Yine onun tarihsel arka planı olan Hıristiyan orta çağı yoktu. Dahası, papa yoktu. Kilise olmayınca, getirilen laisizm ne ile neyin arasını ayıracaktı? Bizim batıcılarımız ne Batıyı biliyorlardı, ne Doğuyu. Ne Hıristiyanlığı tam anlamıyla kavramıştılar, ne kendi topraklarının dini olan İslam’ı. Ne kiliseye mensuptular, ne camiye? Ellerinde kalan laiklikle ille de bir şeyi bir şeyden ayıracaklardı ya, elde devletten ayıracak bir kilise olmayınca kilisenin yerine yapılabilecek en büyük yanlışı yaparak “dini” ve “Allah”ı koydular. Evet, bu ülkede laisizm devletten ayıracak bir kilise olmadığı için devleti dinden ve Allah’tan koparmanın adı oldu.

Hıristiyan misyonerleri için İslam’ın birincil hedef olması, İslam’ın her zaman ve mekanda geçerli olan niteliği yüzündendir. İslam, ezeli dünün ve ebedi yarının olduğu kadar her neslin her hal ve şartta inşa edicisidir. Asli hüviyetinden uzaklaşmadığı her yer ve zamanda o asla pasifize ediilemez. Hep öznedir, aktiftir, aktüeldir, etkendir, etkindir.

Eline aldığı eşkıyadan “evliya”, eline aldığı taştan “taçmahal”, eline aldığı cahiliyyeden “saadet çağı”, eline aldığı evladını diri diri gömen bir babadan dünyanın en adil yöneticisi, eline aldığı düşmanın torunlarından fatihler çıkarır. Bu, dinin sahibi olan Allah’ın “İslam” adını verdiği “teslimiyet yolunun” tabiatında var olan bir niteliktir.

İslam’a karşı iki tür savaş açılabilirdi: Birincisi ona cepheden saldırıya geçip onu düşman ilan etmek. İkincisi onu bu niteliklerinden soyutlayıp hayata dair iddialarından vazgeçmiş müzelik bir inanç haline getirmek. Yani fosilleştirmek. ‘Ilımlı İslâm’ diye bir şey uydurmak.

Dini, hayat tarzına müdahale ettirmeyerek vicdanlara hapsettirmeyi empoze ettiler. Bizde aydın geçinenler de uygulamaya koydular. Papazların elinde oyuncak haline getirilmiş, ilahi özelliğini kaybetmiş Hıristiyanlığı kendi ülkesinde ‘laiklik’ adı altında tatbik ettiler. Hem de ‘laiklik olmadan insan olunmaz’ diyecek kadar. Hep Batı’nın kavramlarıyla düşünüp hareket ettiler. Başkasının ağzıyla yediler. Halkı Müslüman olan coğrafyalarda yerli-yersiz kendi değerlerinden uzak kadrolarla uygulanan seküler politikalar, İslam’ı onun mensup olduğu bu dünyadan vazgeçirmeyi, bu hayata dair iddialarından yoksun bırakmayı, hayatı inşa edecek insanı yetiştirmesinin önüne geçmeyi hedefleyen politikalardı. Anlamadılar.

Seküler politikaların en vahim neticesi, İslam’dan habersiz yetişen, onun cahili olan sözde Müslüman bireylerin yaşadığı iç boşluk ve manevi buhrandır. Seküler-laik politikalar sonucu İslam’ı azaltılan ya da tamamen İslamsızlaştırılan birey, bu politikaların uygulayıcılarının planladığı gibi, kendilerine dinin yerine alternatif olarak sunulan yarı-dinleştirilmiş resmi ideolojilere “iman” etmemişlerdir. Edenler olmuşsa da bu yok hükmündedir. Geriye dinden ve imandan uzaklaştırılmış bomboş yürekler kalmıştır.

İşte misyonerler o boşluğu doldurmak için, surda açılan gediklerden “iç kaleye” hücum etmişlerdir. Sonuçta seküler politikalarla dininden soğutulan ya da dinine karşı cahil ve lakayt bırakılan bireyleri ‘hedef kitle’ ilan etmişlerdir. Kendini laik sanmak, olsa olsa cehaletten kaynaklanan ideolojik bir kuruntudur. Ne gariptir ki, kendini laik sananlar en çok dini konularda ahkâm keserler. Bunu yaparken, çok sevdikleri tanımla bilimsel olmanın en asgari kurallarına ve standartlarına zerrece özen göstermezler. Kendini laik sananlar hak, hukuk, özgürlük ve adaleti hep kendileri için geçerli değerler olarak savunurlar. Bütün bunlar kendileriyle birlikte başkalarını da kapsadığında, o hakka, o özgürlüğe düşman olmakta bir an tereddüt etmezler.

Kendini laik sananlar, istisnasız, ‘din devleti’ne karşı, demokrasiden yanadırlar. Onlar için ‘cumhuriyet’ ve ‘demokrasi’ seküler paganlığa geçit verdikleri oranda değerlidir. Eğer o cumhuriyet dindarların cumhuriyeti, Müslüman halkın demokrasisi olmaya başlarsa, o zaman bunların da icabına bakmakta bir beis görmezler. Ya klasik, ya modern, ya da post-modern bir darbeyle, Cumhuriyetin de demokrasinin de haremine destursuz girerler.

Kendini laik sananların en çok zorlandıkları nokta, her şeye rağmen İslam’dır.

İslâm’dan kurtulmak istedikleri aşikâr. Laiklik, bu milletin sosyal dokusunun hiçbir bünyesi ile bağdaşmaz ‘Laiklik’ dayatması bu milletin ‘iman yüreği’ni hançerlemektir. Din’e toplumsal hayatın kapılarını (laiklik, demokrasi, vs. toplumsal hangi isim altında olursa olsun) kapatırsanız dinin zayıflaması devlet için tehlikedir. Devletin sahibi millettir. Milletin dini, milletin manevi yapısı, devletin himayesi altındadır. Siyaset bir araçtır. Onu amaç edinmemek şartıyla, insanın kendi amacı için kullanması zorunluluğu vardır.

İrtica adı altında hep düşman oldular, ihtilallerin, ordunun muhtıra vermesinin gerekçesi hep İslâm’ı tehlikeli göstermek ‘irtica’ adıyla sunmak, laikliğe karşı olmak, devlet düzenini yıkmak, vs. Fakat bunu bunca yıldır beceremediler ve beceremeyeceklerini akılları kesti. Müslüman düşmanlığı; örtü düşmanlığı, cami düşmanlığı, minare düşmanlığı, isim düşmanlığı, Cuma düşmanlığı, Arapça düşmanlığı, Kur’an düşmanlığı, Kur’an kursu düşmanlığı, İman-Hatip düşmanlığı, Peygamber ve nihayet Allah düşmanlığı. Bu tiplere isterseniz sabah sabah yolda karşılaştığınızda “selamün aleyküm” (Allah’ın selamı, selameti, huzur ve mutluluğu üzerinize olsun) diye bir selam verin de bakın yüzlerindeki renge. Sanki dua etmemişsiniz de küfretmişsiniz gibi, nasıl yüzlerinin alı al, moru mor oluyor.

Bunların dostlukları da yok mudur? Olmaz olur mu? Başta -kendisi kazara alkol almasa bile- içki dostluğu, kumar, zina, faiz dostlukları, hatta domuz dostluğu gelir. Çünkü bunlar İslam’ın yasakladıkları. İslam’ın emri onların yasağı, İslam’ın yasağı onların emri gibidir.

İslâm asla bir ideolojiye indirgenemez. İdeolojiler seküler yapılardır. İslâm ise dünyevileşmeyi “fıtrata yabancılaşma” olarak algılar. İdeolojilerin ahireti yoktur. İslâm, kalıcı hayatın adresi olarak, bu dünyayı değil ahireti gösterir. İslâm politik bir duruşa indirgenemez. İslâm’ın ürettiği Müslümanca bir politika vardır. Bu politikanın ana ayağı beştir: 1. Hakikat/Tevhid. 2. Adalet. 3. Merhamet. 4. Ehliyet. 5. Meşveret.

İslâm’ı politik bir yapıya indirgemek, ona haksızlıktır. Zira politika yararı/çıkarı esas alır. İslâm ise yararı/çıkarı değil hayrı esas alır. Politika sonuç odaklıdır, İslâm emek odaklıdır. İslam’ı sadece bir inanç sistemi gibi görmek ve göstermek, tarihe de, sosyolojiye de uymayan, realiteyi inkâr eden, hayali hakikat sanan, temenniyi gerçek gibi gösteren tarihi bir yanılgıdan başka bir şey değildir.

İslam, temeli, çekirdeği iman olan insanlığın medeniyeti, hakikatin medeniyetidir. Bir medeniyet olarak, İslam’ın tarihi-sosyolojik, sosyo-kültürel yapısı, toplumun ruhuna işlemiştir. Ülkemize, milletimize, ümmetimize ve insanımıza sahip çıkmak birinci görevimiz olmalıdır. Halkta iman şuuru uyandırılmalı. Halk dindar olmazsa, ne ilim ne de teknik insanları koruyamaz/himaye edemez. Halkın dinen zayıflaması, devlet için tehlikedir.

Yaşar Değirmenci.

 

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41