Gönderen Konu: RUHİ YÖNÜ OLMAYAN HER İLGİ HAYVANCADIR  (Okunma sayısı 258 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
RUHİ YÖNÜ OLMAYAN HER İLGİ HAYVANCADIR
« : Kasım 04, 2019, 11:24:25 ÖS »
RUHİ YÖNÜ OLMAYAN HER İLGİ HAYVANCADIR
   
Hayatın, dünyanın külli manası, ruhu İslam’dır. Cüz’i manalar ona göre şekillenir ve ona yabancı manalar ondan da hayattan da kopma, uzaklaşma ifade eder. Ezelden beri öyledir. Uzaklaşma son noktayı aşar lif-lif kopuşlar-çatırdayışlar dolaylı-dolaysız bütün irtibat olgusunu ortadan kaldırırsa, hayat söner. Kalbi durmuş bir insanınki gibi söner. Bu olgunun izahı da İslam’dadır; ondan sonrasının da. Ölüm, bitiş değildir, hiçleşme değildir. İslam’ın Hakikati; ezeli olduğu gibi, ebedidir. Ruhi yönü olmayan her ilgi hayvancadır. Maddeci medeniyet insanı, en önemli ilgilerinde bile ruhi yön bırakmamak suretiyle, hayvanlaşma sürecine sürüklemek istiyor. Bütün lüzumlu sevgiler, muhabbetullah ile ihlâslı olur, sıhhat bulur. Bütünlüğün sırlarından biri budur. Hayat, manasıyla-maddesiyle bir bütündür. İnsan; kalbiyle, iradesiyle, şuuruyla, aklıyla bir bütündür. ‘Çağdaş’ denilen bu sunilikler medeniyeti niçin çıplaklığa bu kadar düşkündür biliyor musunuz? İnsanın teninden ve etinden başka bir gerçekliği kalmamıştır da ondan. Kadını, kadınlığı istismar etmek, bu medeniyet için, ‘var olmayan hayatiyetinin ispatı’ çırpınışıdır. Hastadır bu medeniyet. Bu medeniyetin kökleri çürümüştür. Bu medeniyet kendi kültürünün utancı haline gelmiştir. Bu medeniyet İslam’a muhtaçtır. Aydının görevi medeniyetin kalbini dinlemektir. Medeniyetin kalbi insandır.

Allah dini; “insanlığın dünyevi ve uhrevi saadeti” için göndermiştir. O dinin yaşanmasında örnek alınacak ilk şahsiyet, peygamber efendimizdir. Kur’an-ı Kerim’deki ifadesiyle bizler için “üsveyi hasene” güzel bir örnektir.

 Hiçbir şahsın hayatı Rasulullah Efendimiz kadar mevsuk, müdellel ve aydınlık değildir. Bazı hadis rivayetlerindeki farklılıklar bu gerçeği değiştirmez. O’nu on binlerce insan yakından gördü. Veda Hutbesi’ni kaç kişinin dinlediğini hatırlayınız. O insanlar, daha sonra uzun yıllar yaşadı. Kur’an-ı Kerim’den başka hiçbir şey yazılıp derlenmeseydi (tedvin edilmeseydi) bile, hayat yoluyla intikal eden bilgiler, Kur’an-ı Kerim’in gösterdiği asliyet dairesinin anlaşılmasına kâfi gelirdi. Yapılan çalışmalar; hataya düşülmesini engellemek, muhtemel ihmalleri, sıkıntıları bertaraf etmek, sapmalara set çekmek, sıhhatli inkişafa ve intişara yardımcı olmak, daha çok insanımıza hizmet etme imkanlarını artırmak içindir.

Kimse “Ben mezhep kuracağım” diye ortaya çıkmamıştır. Bu konular maalesef iyi bilinmiyor. Yapılan ilmi çalışmalar ve araştırmalar neticesinde teferruata müteallik farklar dolayısıyla bazı fıkhi ekoller zaman içinde teşekkül etmiştir. Ama asliyet dairesi içinde bulunmak icapları bakımından; ne mezhepler arasında, ne İslami tasavvuf meşrepleri arasında hiçbir fark yoktur. Mezhep ihtilafları, içtihad farklılıklarıdır; ilmidir, fer’idir. İtikadi mezhep farkları ise, içtihatla da ilgili değildir; birkaç meseleye inhisar eden izah nüansları ile ilgilidir. Kavga, didişme; insanın ruhunu yer, kemirir. Uykuda bile dinlenemezsin. Seviyeli mücadele ayrı bir bahistir. Seviyeli mücadelenin kuralları vardır; dinlenmeni, kendini yenilemeni, onarmanı engellemez. Ama bizde siyasi mücadele hiç böyle değil.

Maddi yorgunluk, maddi tedbirlerle halledilir. Ama hem ruhî, hem maddî yorgunluk birlikte yaşanıyorsa, mesele çok zorlaşır. Maddî hareket yoğunluğu, kendinizle baş başa kalmanızı kendinizle ilgilenmenizi kendiniz üzerinde düşünmenizi engeller, ruhî yoğunluğu da, organlarımızın fonksiyonlarını geriletir; bir kısır döngü oluşur.

Görev adamları için dinlenmek, görevinin bir parçasıdır. Dinlenemeyen ruhen-fikren-manen yeterli derecede beslenemez. Esasta dengesini korusa bile, denge ayarlarını koruyamaz. Hata yapmaya başlar ve bu hatalar yavaş yavaş ilerleyip büyür. Eleştirileri süzüp özeleştiri değeri haline dönüştürme yeteneği zaafa uğrar. Bir tahammülsüzlük psikolojisi yerleşmeye başlar.

... Yapılacak şey şudur; lüzumsuz yorgunluktan ve gerginlikten kaçınmak, lüzumlu ve hayırlı yorgunlukları da rasyonel dinlenme tedbirleriyle dengelemek.

Bir İslam âlimi, (akademisyeni demek daha uygun) çıkıp da, ‘Herkes istediği gibi İslam’ı yorumlayabilir’ diyememelidir. Kaş yapmak isterken göz çıkarmayalım. ‘İslami ilimler’ diye bir kavram var. Nedir İslami ilimler? Tefsirdir, fıkıhtır, kelamdır, hadistir, siyerdir, mukayeseli dinler tarihidir, İslam tasavvufudur. Bir İslam alimi, bir İslam mütefekkiri, bir İslam bilgini; dini bir meseleyi İslami ilimlere göre anlatır. Sen irşad edersin; isteyen alır isteyen almaz. Nasipten sen sorumlu değilsin. Varsa hünerin, irşadını güçlendir; izahını şümullendir. Bir daha tekrarlıyorum: ‘Kaş yapmak isterken göz çıkarmak’ gibi yanlışlara düşmemek gerekir. Burada ister istemez Hz. Ömer’in sözünü hatırlıyoruz: “Kötü hâlin iyi niyetine inanamayız!” Bazı şeylere bile bile katlanıldığı fark ediliyor ama faydası yok. Yanlıştan fayda doğmaz. Şunu da unutmayalım: Herkes kendi nefsinden ve gerçeğinden dilediği kadar taviz verebilir, ama İslam’ın hakikatinden taviz vermek Gayretullaha dokunur. Dine zam da yapılmaz. Dinden tenzilat da…

Dünyanın gerçek mihverine oturması, İslâm Ahlâkı’na bağlı bir düşünce ufkunun açılması ile mümkündür. İslam’ı yaşamak, onu hayatın bütünlüğü içinde yaşamaktır. İbadet’in kemali, hayatın bir ibadet halini almasıdır. İslam sana bir “istikamet”, bir “kişilik” kazandıracak ve sen bu hayatın her safhasını, her işini, o istikamet şuuruyla ve o kişilik sağlamlığıyla yaşayacaksın. Bu, sabahtan akşama kadar sürekli ibadet etmekle de olmaz; daima dinî motiflerle meşgul bulunmakla da, ayrıntıların zahirini dallandırıp çoğaltmakla da olmaz. İnsana ve aileye ulaşmayan tahlillerden sıhhatli neticeler çıkarmaya çalışmak, havanda su dövmektir. Abesle iştigaldir. İster istemez hepimizi meşgul eden, mahkemelere intikal etmiş aktüel olayları değerlendirirken bile “Kötü hâlin iyi niyetine inanamayız” sözü bizi ikaz ediyor âdetâ… İyi niyet, bütün hukuk sistemlerinde, objektif tezâhür şartlarına ve delillerine bağlı olarak yorumlanır. Gelenek, “akıl ve inanç” süzgecine tâbidir. Akla uygun ve inancına aykırı değil ise gelen yenilik bir yer bulur. Hiçbir şey sırf yeni olduğu için itibar ve kabul göremez; hiçbir şey, sırf eski olduğu için reddedilemez. Yenilik de eskilik (alışılmışlık) da, münhasır bir “red” veya “kabul” sebebi olamaz. “Faydalıyı alırız, zararlıyı almayız” denilir. Hadise bir gümrük kontrolü kurma kolaycılığı ile halledilecek kadar basit görülemez. Müşahhas görüntü değil, ardındaki muhteva önemlidir. Orada “sen geç, sen dur!” Seçmeciliği sökmez. Başkasına yönelik eleştirilerimiz, kendi özeleştirimizi yapmadığımız için etkili olamıyor.

“Demokrat” olmak, bir kişilik tanımı değildir. Belki bir zaruret özelliğidir. Demokrasiyi bilmek, anlamak; siyaset-medeniyet-kültür tarihini mukayeseli olarak bilmeyi gerektiren bir iştir. Demokrasinin gelişmesi ve uygulanması bilenlerin üretebileceği düşüncelere ve çözümlere bağlıdır. Biz ekseriya sonuçları sebep gibi, sebepleri sonuç gibi görürüz; kolaycılık zaafımız yüzünden. Bir insan düşünün ki hiçbir şey değil, sadece demokrat! Ne çıkar bunun demokratlığından? “İnsanlığımız azalıyor” düşünmeden yaşıyoruz. Düşünmeden yaşadığımız içindir ki, yaşadıklarımızı değerlendiremiyoruz. Kızdığımız sonuçların sebeplerini besliyoruz, arzu ettiğimiz sonuçların sebeplerini beslemiyoruz; bu durumu da en çok “fikrî-fiilî moda” zaaflarımız meydana getiriyor. Artık anlaşıldı ki, demokrasinin varlığı ve gelişmesi bir “asgari müşterek”ler konusudur.

İnsan bazen kendi kendine sormadan yapamıyor: Makul olmak, biraz anlayışlı olmak o kadar zor mu? Şu veya bu alanda değil, hayatın her alanında öyle… Her yaştaki, her meslekteki insan için öyle…

Yaşar Değirmenci.

 

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41