Yaşadığımız Hayat Kimin
Önce kendi kafamızı güncellemeliyiz biz. Ve şunu da iyi bilmeliyiz ki, kapitalizmin özel ve gizli bir zulmü vardır: lüzumsuz ve anlamsız değişikliklerle, sun’i ihtiyaçlar oluşturur ve bunu da sinsi uyumsuzluk tuzakları kurarak gerçekleştirir.
Bunların adı alet, cihaz, malzeme, araç; kolaylaştırıcı maddi imkânlar. Bunlar güya biz mutlu olalım diye var edilmişler. Acaba bize mutluluk yolunda ne kadar fayda sağlıyorlar? Şöyle gerçekçi derin ve kapsamlı bir kıyas bilançosu çıkarılırsa acaba ne gibi sonuçlarla karşılaşırız? Genel olarak herkesten duyduğumuz sözler:
‘Şimdi bilgisayar çağındayız canım, şimdikiler internet kullanıyor. Bu devrin insanı bizim zamanlarımıza benzer mi? ‘Biz böyle değildik’ şikâyeti karşısında ‘şartlar değişti, normaldir bu’ vs. Işığımızda, rengimizde, dengemizde, kıvamımızda bazı gerilemeler var. Hangi devirde yaşarsak yaşayalım, en önemli husus; insanın huzurudur, ahlakıdır. Bizde olan her şey emanettir.
Sahiplenirken asıl sahibinin Allah olduğu unutulur.
İnsanların bugün; daha dengeli, daha bilgili, daha bilinçli, daha kişilikli, daha özgür, daha mutlu olduğunu söyleyebilir miyiz? Ölçü nedir, ölçü?
Değer ölçüsü, değer hükmü, değer ilkesi nedir?
Hayata, sahip olduğumuz aletlerin eşyanın gelişmişliğiyle övünen bir değer ölçüsü uygulamak kapitalizmin bile bin beteri bir ‘insan ihmali’dir. İnsan bu kadar küçümsenir mi, basitleştirilir mi?
Aklımızla adam gibi faydalanmaya çalışırız; onu şu veya bu biçimde kullanıyor olmayı, sadece kullanıyor olmayı, bir mutluluk ve üstünlük sebebi saymak, ne hazin bir çöküntüdür. Hayatımız mı magazinleşti, magazin mi ‘hayat’laştı belli değil. Bu durum çağdaş ve orijinal bir hâl! Yeni bir düşünce konusu olarak da görebilirsiniz: magazinleşen hayatımızı.
Aletler, cihazlar, teknolojik gelişmeler küçük ve basit görülmez, alerji de duyulmaz. İnsanın hayatında bir yeri olan her maddi unsurun bir denge hâline katkısı sebebiyle âdeta bir miktar insanlaştığı bile düşünülür. Yahya KEMAL’in ‘eşyamız bizimle beraber yaşardı’ sözü ne kadar güzeldir. Aynı şekilde Barış MANÇO da evine ilk televizyon aldığında ‘Bak arkadaş artık bizimle berabersin. Ev halkına dahil oldun.’ Dermiş.
Kullandığımız her eşyaya ruh katan biz değil miyiz? Problem şurada: ‘Eşya mı bize hâkim, biz mi eşyaya. Para mı bize hâkim, biz mi paraya. Araba mı bize hâkim, biz mi arabaya…’ misalleri çoğaltabilirsiniz.
Kişiliğimiz bile medyatik alanın etkisinde. Evlenecek gençler, ‘falan dizideki oturma odası takımı’ ister hale geldi. Dizilerdeki kahramanlar “örnek şahsiyetler” oldu. Çevrenize bir bakın. Televizyondan fırlamış gibi davranan, konuşan, giyinen insanlar. Hayat; gösteri dünyasını taklit ediyor. Hemen herkes Televizyonun kendisine biçtiği rol çerçevesinde yaşayıp gidiyor.
Televizyon-internet denen illetin iliğimize, kemiğimize ne kadar işlediğini, hayat tarzımızı ne kadar etki altına aldığının örneklerini hep görüyoruz. Sanki bütün kanalların magazincileri, televolecileri, sosyal medya bağımlıları aynı odada montaj yapıp ayrı ayrı kanallara dağıtıyor.
Görüntüdeki bu beraberlik, zihin dünyalarında da ‘tek tipleşme’ oluşturuyor. Batılılaşma, kendi özümüzü kaybetme, değerlerimiz ve kutsallarımızla irtibatımızı koparma, ‘hayatı magazinleştirme’ yozlaşması yaptı. Magazinleşmenin düşünceye de sirayeti, hayatımızı bütünüyle magazinleştirdi. Aykırı fikri olan da susturulur hale geldi. Farkında olmadan ‘suçlu’ muamelesi görüyor çünkü.
Adamın düşünebilme mecalini ve şuurunu yok edip yaşayan ölü haline getirmişsen ne olacak? Farklılık anlayışımızda bir fark, yenilik anlayışımızda yeni bir şey, değişim anlayışımızda değişik bir taraf var mı? Hiçbir canlı, hiçbir insan, hiçbir yaratılmış varlık aynı kalmaz. Taklit yoluyla veya dış icbarlarla değişik durumlara geliyorsanız, onun adı ‘sürüklenme’dir. Sürüklenme seni değiştirmiş; ama yozlaştırmış. Bunun övünülecek bir tarafı olur mu? İlmî ve fikrîlikten ziyade, ‘öyle mi yozlaşalım böyle mi’nin tartışması! Bunun düşünceye yansıyan tarafı olmaz; ama kavgası gürültüsü olur. Bizde, yozlaşma eğilimlerine, gidişlerine, ‘dur-durak disiplini’ getirmek mümkün olmuyor. Herkes meşgul, kimsenin vakti yok.
Araştırmaya vakit yok, okumaya-düşünmeye vakit yok, hatırlayıp sormaya vakit yok, sohbete vakit yok, dostlarla görüşmeye vakit yok, ibadete vakit yok, mutluluğa vakit yok… Bu hayat bizim değil ki.
Hayatımız elimizden alınmış; kendimize ayıracak vakit bırakmamışlar ki bize. Yaşadığımız hayat kimin? Aidiyetimiz, mümin kimliğimiz var mı?
Her şartta kendimiz olabilmek, kendimiz kalabilmek kolay değil.
Önce insanı anlayacaksın. Onun hâlleri, ilgileri, faaliyet konuları sonra gelir. İnsandan anlamak da yetmez, bizim insanımızı, bizim dünyamızın insanını ayrıca anlamak lazım. İnsanın bütünlüğünü de, hayatın bütünlüğünü de, İslâm’ın bütünlüğünü de göremeden, gözetemeden, düşünemeden ahkâm kesen birçok ‘prof’ ları gördükçe işimizin ne kadar zor ve ağır olduğunu daha iyi anlıyorum. Magazini hayatımızdan kovmadan şahsiyet kazanamayız. Şahsiyet kazanmadan özgür olamayız, özgür olmadan, nefsaniyet prangalarından kurtulmadan düşünemeyiz. Düşünce üretmeden de gelişemeyiz. Gidişat bizi sürüklüyor. Özne değil; nesneyiz. Âyette zikredilen “Üsve-i Hasene” olamıyoruz. Sünneti çağa taşıyamıyoruz. Zaman ve mekan üstü bir hayat nizamını dar kalıplar içine sokmaya çalışıyoruz. Okyanusta bile bir katre olmayan halimizi okyanus zannediyoruz.
Boğulmakta olan insanları yüzme bilmediği halde kurtarmaya çalışan insanlar gibiyiz. Eteği tutuşan itfaiyecinin yangını söndürmeye gidişi gibi. Düzelmenin ilk adımı “Allah’a kulluk” ile başlar.
Yaşadıklarımız “imtihan dünyası”nda olduğumuzun görüntüleri.
En’am Sûresinin 70. Âyetin girişinde “Dünya hayatına dalarak eğlenceyi ve geçici zevklerini din haline getiren kimseleri kendi haline bırak.” Günümüzde iki hususa dikkat çekiyor âdeta.
Dinlerini oyun ve eğlence haline getirenler, oyun ve eğlenceyi din haline getirenler. Neml Sûresi 69. Âyete baktığımızda da “Yeryüzünde dolaşın da, günahı tabiat haline getirenlerin sonu ne olmuş görün!” Meryem Sûresi 74. Fıtratın dışında hareket edenlere “…Biz nice uygarlıkları helâka uğrattık.” İkazı yapılmakta. 54. Âyette de “…İbadetin içini boşalttılar ve dünyevi zevklerin peşine düştüler.” Ahlaki değerlerin yerini menfaatlerin ve fiyatların aldığı, bencilliğin yüceltilip fedakârlığın kaale alınmadığı bir toplum yapısı helak olmaya adaydır.
Giderek; yaşayan değil, tartışan Müslüman olmaya başladık. Dinin sadece iman değil, amel olduğu da unutuldu/unutturuldu. Ahlaksız ve manasız ‘Cinnet uygarlığı’nın krizden krize sürüklediği insanlığı bu krizden kim kurtaracak? Teknolojinin, paranın, şanın, şöhretin, şehvetin insanlığın dengesini bozduğu asrımızda yerinden koparılan değerleri yerine kim koyacak? Toprağın yerini ziftin ve betonun aldığı bir çevreye rengini kim verecek?
Ailelerin dağılmaya yüz tuttuğu, içkinin, kumarın, fuhşun alabildiğine yayıldığı bir devirde “Durun kalabalıklar!” diye kim haykıracak?
Dünyanın sancısı, İslam’a, Kur’an’a yaklaşma ihtiyacının sancısı olduğunu unutmayalım.
Yaşar Değirmenci.