Son İletiler

Sayfa: [1] 2 3 ... 10
1
Genel Konular / Merhamet İhtiyacı
« Son İleti Gönderen: türkiyem Bugün, 07:37:25 ÖÖ »


Merhamet İhtiyacı

Dinimiz İslâm’ın insanlığa sundukları arasında öncelikle rahmet ve merhameti görürüz. Esasen ilk insandan itibaren bütün peygamberler ve ilahî vahiy insanlığa rahmet olmuştur.

Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v.’in ilk tebliğe başladığı yılları ve öncesini okuduğumuzda toplumun merhametten yoksun, insanlığın özünü kaybettiklerini görürüz. Hira Dağı’ında ilk vahiyle başlayan rahmet sağanağı evvela Arap cahiliyesini yıkamış, sonra dalga dalga kıtaları aşmıştır. İnsanlar Rahman ve Rahim olan Allah Tealâ’nın emrine itaatle dirilerek rahmet ve merhametle tanışmışlardır.

Allah Tealâ’ya iman ve itaat etmeyen kimse önce kendisine merhametsiz davranmış demektir. Çünkü Alemlerin Rabbi’ne isyan zulümdür. Zalim bir insandan ya da toplumdan rahmet ve merhamet beklemek boşunadır. Çünkü Allah korkusu kalbine girmemiş insan, uygun imkanları bulduğunda hayvandan vahşidir. Yaşadığımız çağ ve tarih bu hakikate şahitlik eder.

Kalbi iman ile aydınlanmış, Rabbinden korkan kimseye gelince; hangi imkan ve güce sahip olursa olsun, en büyük engeli yine kendisidir. Yaptıklarının hesabını İlahî huzurda vereceğini biliyor olması, ne kendine ne da başkalarına zulmetmesine, merhametsizliğe izin vermez.

Günümüz dünyası maalesef zulüm karanlığında boğulmuş durumdadır. Özellikle müslüman kardeşlerimiz zulmün pençesindeler. Çoğunluğu her türlü kıyıma, yıkıma maruz kalarak; bir kısmı da kanın kanla temizlenemeyeceği hakikatini unutup zalimlere alet olarak…

İnsan bir kez vahşileşmeye görsün, önüne kimin ve neyin çıktığını ayırt edemeyecek kadar körleşebiliyor. Her gün haberlere konu olan ve sevdiklerine bile kıyabilecek ölçüde gözü dönenler bu hakikati ispat eder.

Yeryüzünde zulmü yok edecek nihaî çare kalplere Cenab-ı Mevla’nın rahmetini ilka etmektir. İnsanın insana ve bütün varlıklara rahmet ve merhamet nazarıyla bakmasını temin edecek kalp hassasiyetini kazandırmaktır. Kurtuluş merhamettedir.

Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. bir keresinde şöyle buyurdular:

– Cennete ancak merhametli olan girer.

Bunun üzerine Sahabe-i Kiram efendilerimiz dediler ki:

– Ey Allah’ın Rasulü, hepimiz merhametliyiz.

Efendimiz de şöyle buyurdu:

– Sadece kendisine karşı merhametli olan kişi merhametli sayılmaz. Gerçekten merhametli kişi, hem kendine hem de başkalarına merhamet edendir. (Heysemî; Süyûtî)

Hz. Ömer r.a. Efendimiz, adaletle birlikte merhametin nasıl aynı bütünün iki yarısı olduğunu nice örneklerle ispat etmiştir. O, Şam’ın fethinden sonra orada yaşlı, muhtaç bir hıristiyan görür. Haline acır, yardım edilmesini emreder. İşte, kendinden olmayanı dahi kuşatan bu merhametin kaynağı Rahmanî terbiyedir ve bugün insanlık bu terbiyeye belki her zamankinden çok muhtaçtır.

İnsanın kendisine merhamet etmesi, Allah’ın emirlerine ittiba ile yasakladıklarını terk etmesi, günahlarına tövbe etmek suretiyle kendisini azaptan esirgemesidir. Başkasına merhameti ise hiçbir şekilde eziyet etmemesidir. Efendimiz s.a.v. buyurdular ki:

“İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez.” (Müslim; Tirmizî)

“Müslüman, elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir.” (Tirmizî; Nesâî)

Günümüzde müslümanlar maalesef hem kendi kardeşleri hem de İslâm düşmanları tarafından eziliyor. Yaşlı, kadın, çocuk demeden öldürülüyor. Evler, şehirler hatta ülkeler yerle bir ediliyor. Baktığımızda herkes bu meselelerle uğraşıyor gibi görünüyor. Bir kısım devlet başkanları toplanıyor, çözüm konuşuyorlar. Hakikatte ise perde arkasındaki asıl zalim kendileri olduğu için bu can pazarından en kârlı çıkmanın hesabı içindeler. Yara derinleştikçe derinleşiyor, çünkü merhamet nazarı yok.

Biz bu vahşileşmiş dünyaya rağmen merhamet okumaya, merhamet dinlemeye merhamet öğrenip öğretmeye devam etmeliyiz. Kıyamet kopsa bile elindeki fidanı dikmek gibi…Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v.’in naklettiği şu hadiseyi, merhamete dair hadis-i şerifleri ve örnekleri şimdi okumak ve dinlemek bu açıdan bir kez daha manalı:

“Adamın biri yolculuk yaptığı esnada aşırı derece susar. Bir kuyu bulur ve içine inerek bolca içip susuzluğunu giderir. Yukarı çıkınca, kuyunun başında susuzluktan dili sarkmış bir köpek görür. Kendi kendine der ki:

– Şu köpek de benim biraz önce susadığım gibi susamış.

Tekrar kuyuya iner. Ayakkabısını su ile doldurur, ağzıyla tutarak yukarı çıkarır ve köpeği sular. Onun bu davranışı Allah Tealâ’nın çok hoşuna gider ve bütün günahlarını bağışlar.”

Efendimiz s.a.v.’in sözlerinin tam burasında Sahabe-i Kiram’dan bazıları sorar:

– Ey Allah’ın Rasulü! Hayvanlara yaptığımız iyilik karşılığında da bizim için sevap mı var?

Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz buyurur:

– Can taşıyan her mahlûka yaptığınız iyilik için size mükâfat vardır.” (Buhârî; Müslim; Ebu Davud)

Meşhur kıssadır: Kanunî Sultan Süleyman, zamanın şeyhülislâmı Ebussuud Efendi hazretlerine bir not yazarak bahçedeki ağaçlara zarar veren karıncaların kırılmasının günah olup olmadığını sorar. Şeyhülislâm da ahiret günü bunun hesabının sorulacağını, karıncanın hakkını alacağını hikmetli bir şiirle cevaplar.

Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. buyurmuştur ki:

“Birbirlerine karşı merhamette, karşılıklı sevgide müminlerin durumu tıpkı bir beden gibidir. Bedenin bir azası hastalandığı zaman bütün beden o hastalığı hisseder, ateşi yükselir, uykusuz kalır.” (Buhârî; Müslim; Ahmed b. Hanbel)

Hz. Ali. r.a. Efendimiz anlatıyor:

“Bir gün Ömer’i sabah erkenden bir devenin sırtına binmiş, vadiye doğru giderken gördüm. Kendisine sordum:

– Ey Müminlerin Emiri! Böyle sabah sabah nereye gidiyorsun?

– Zekât olarak alınan develerden biri kaçmış, onu yakalamaya gidiyorum.

– Ey Ömer! (Böyle basit bir şeyle uğraşarak) senden sonra gelecek halifeleri küçültmüş oldun.

– Sakın beni kınama ey Ali! Muhammed’i peygamber olarak gönderene yemin ederim ki, Fırat kenarında bir oğlak nehre düşse, kıyamet günü bunun hesabı Ömer’den sorulur. Çünkü müminlerin haklarını korumayan yöneticiye ve müminlere korku salan fâsık amire itaat yoktur.

Efendimiz s.a.v. buyurmuştur:

“Ümmetimin abdalları (erenleri), çokça namaz kılmaları veya çokça oruç tutmaları sebebiyle cennete girecek değiller. Onlar, herkese karşı temiz kalpli, cömert gönüllü ve bütün müslümanlara karşı merhametli olmaları sebebiyle cennete girecekler.” (Taberânî; Deylemî; Süyûtî)

Ayet-i kerimelerden, hadis-i şeriflerden, alim ve salihlerin hikmetli sözlerinden merhamete dair nakledecek sözler kitap hacmindedir. Biz sözümüzü Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v.’in bizlere gün ışığı kadar net bir prensip olarak sunduğu şu mübarek sözleriyle bitirelim:

“Yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin.” (Ebu Davud; Tirmizî)

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
2
Biz Bize / Korku ve Ümit Arasında
« Son İleti Gönderen: türkiyem Bugün, 07:33:19 ÖÖ »


Korku ve Ümit Arasında

Allah c.c kitabımız Kur’an-ı Kerim’de müminlerin vasıflarını açıklarken mealen şöyle buyuruyor:

“Müminler  korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler…” (Secde16)

“Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten çekinen, Rabbinin rahmetini dileyen…” (Zümer, 9)

Bu ayet-i kerimeler, bizlere her daim korku ve ümit arasında bulunmamız gerektiğini bildiriyor. Manevi hayatımızı inşa ederken yalın, tek başına korku ya da sadece ümit kişiyi helâke götürür. “Beyne’l havf ve’r-recâ” dediğimiz korku ile ümidin arasında durmak, ikisini bir bütünde yaşamak ise felâha yolculuktur.

Kötü akıbet korkusu kişinin her daim Allah Tealâ’nın yoluna sarılmasını sağlarken, ümit ise O’nun sonsuz rahmetine tutunarak kalbimizi şevk ve gayrete getirir. Yaşama sevincini, ilahî kaderle barışmayı temin eder. Karamsarlık girdabında boğulmaya mani olur.

Ümitsizlik imanla ilgili ciddi bir sorundur. Zâhir ve bâtın şartlar ne kadar sıkıntılı olursa olsun, Allah’ın rahmetinden ümidini kesen, Rahman ve Rahim Rabbimizin irade ve şefkati konusunda son derece hatalı bir bakışa sahip demektir. Zira O’nun ihsan ve rahmetinden ümit kesmek, yaşanan sıkıntı ve zorlukları ilahî planının dışında görmek anlamına gelir.

Oysa biliyoruz ki O’na yönelen hiçbir kalp, açılan hiçbir el boş dönmeyecektir. Ya dünyada ya da ahirette ilahî rahmet tecelli edecek, dualara icabet olunacaktır. İnsan acelecidir ama “ahiret nimeti elbette daha hayırlıdır.”

Günümüzde türlü psikolojik bunalımların pençesine düşmüş insan, korku ve ümit dengesini yitirmiş olmanın bedelini ödüyor. Allah korkusu ve ahiret kaygısının az oluşu ile ilahî sınırları hoyratça çiğnerken, ölçüsüz ya da boş ümitlere tutunarak helâk edici bir gaflete sürükleniyor. Böylece ilahî rahmet ikliminden uzaklaştıkça anlamsızlık ve tatminsizliğe, dolayısıyla karamsarlığa, tövbe ve gayret kapısından uzaklara itiliyor.

Mümin kişi bilir ki, hayatın önümüze çıkardığı maddi manevi zorluk ve sıkıntılar, hayal kırıklıkları, çok büyük ölçüde aklını ve iradesini doğru kullanamayan insanın kendisinden kaynaklanan arizî bir durumdur. Böyle durumda kişi niyet ve istikametini tazeler, geriye değil ufuklara bakar, yeni başlangıçlara yelken açar.

Cenab-ı Mevlâ Hz. İbrahim a.s.’a gönderilen meleklerin dilinden “Zaten sapkınlardan başka kim Rabbinin rahmetinden ümidini keser?’ (Hicr, 56) buyuruyor. Bu soru ve içindeki cevabın muhatabı hepimiziz. İnanan kişinin ümit kaynağı bu dünyayı ve içindeki her şeyi aşan bir hakikat olduğundan, kalbinde taşıdığı ümit ve heyecan hali, en kötü şartları dahi kuşatıp alt edecek güce ve dinamizme sahiptir.

Allah dostlarının hayatı bu konuda en güzel örnektir. Onlar her daim Asr-ı Saadet’te yaşar gibi gayret ve ümit içindedirler. Çok büyük bela ve musibetler karşısında bile gayretlerini kaybetmez, vazife neyse onu ifa etmeye çalışırlar. Netice ise Alemlerin Rabbi Allah’a aittir. Tarihin her döneminde memleketler, toplumlar fitne ile çalkanırken, Allah dostları şartlara takılıp kalmamış, sonucu Mülkün Sahibi’ne havale ederek şefkat ve merhamet tohumları serpmişlerdir. Bugün için de aynısı geçerlidir.

Ferdî ve toplum hayatımızda önümüze çıkan ve kimilerini karamsarlığa sevk eden olumsuzlukları bir veri olarak kabul etmek, imanın bize verdiği özgüven ve asalete gölge düşürmektir. Aynı zamanda bize dair kötü niyet besleyenlerin hedefine ulaşması demektir. Bu sebeple her dönem, her mevsim yeis, karamsarlık, bıkkınlık, ümitsizlik değil; aksine heyecan, şevk ve tebessüm dönemidir. Müminin aydınlık yüzünün, bir tebessümünün her türlü küfre karşı atılmış bir ok olduğunu unutmamalıyız.

Fakat recâ, yani ümit hali, yukarıda da işaret ettiğimiz üzere gaflet uykusu olmamalıdır. Çünkü recâ, ebedi hayata dair amelsiz dilek ve beklenti içinde olmak değildir. Ümit ile boş temenni arasında önemli fark vardır. Boş temenni ciddiyetsizliktir, gayret yoluna sevk etmez. Ümit sahibi ise âtıl değil aktiftir; ulaşmak istediği hedefin gereği olan çaba ve gayreti gösterir.

Bu çabadan sonra güzel sonucu beklemek, hayırlara ulaşmayı ummaktır. Bir gün nasılsa gayrete gelirim, nasıl olsa Allah beni de affeder, cennette bana da bir yer bulunur, diyerek vazifelerde gevşek davranmak büyük bir aldanış, boş bir bekleyiştir. Bu şeytanın çok meşhur bir hilesidir.

Sonuç olarak, korku ve ümit arasında olma hali bir iman meselesidir. Çünkü iman, hem Allah’tan korkmayı ve sakınmayı hem de O’nun rahmetine, merhametine ve adaletine güvenmeyi gerektirir. İki halin hangisi kalpten çekilse küfre düşme tehlikesi belirir.

Allah’tan korkmayan insan isyan yolunu tutar, bu yolun sonu ise küfre çıkar. Ümidin azalması ya da yok olması da imana aykırıdır, aynı yere çıkar.

Cenab-ı Mevlâ bizlere hakkıyla iman etmeyi, kalbimizi havf ve recâ arasında dengede tutarak amellerimizi, işlerimizi layıkıyla yapmayı nasip buyursun.

Amin.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
3
Genel Konular / Konuşmak Susmak ve Kardeşlik
« Son İleti Gönderen: türkiyem Bugün, 07:29:32 ÖÖ »


Konuşmak Susmak ve Kardeşlik

İslâm alemi olarak pek çok derdimiz var. Zulme maruz kalan kardeşlerimiz, uzaklarda maddi manevi yardım bekleyenlerimiz, yetim çocuklar, yetim coğrafyalar… Ve kendimize gelemediğimiz, bir ve beraber olamadığımız, tefrika içindeki umumi manzaramız… Eskilerin dediği gibi, “Dert çok, hemderd yok.”

Müslümanlar olarak sığınacağımız tek kapı, bizi biz yapan imanımız. İman bizlere bahşedilmiş en kutlu nimettir. Bu kutlu nimet sayesinde karanlıklar aydınlık olur, bu zor zamanda ancak imanla dünya-ahiret dengesi yerini bulur, istikamet üzere kalabiliriz.

Bu iman bir taraftan kalbimizi aydınlatıp yüzümüzü ebediyet ufuklarına döndürürken, bir taraftan da dertlerimize nice devaları içinde barındırır. Bunlardan biri, çok önemli biri Cenab-ı Mevlâ’nın müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’deki şu buyruğudur: “Müminler (başka bir şey değil) ancak kardeştir.”

Öyleyse bu prensip üzere hareket etmek ve kardeşliğimizi perçinlemek imanî bir vazifedir. Bunu yaparsak bütün dertlerimize çare bulmanın en temel adımını atmışız demektir.

Kardeşlik bağlarının önündeki engelleri kaldırmamız lazım. İlk engel bizim kendi içimizde, kalbimizde bulunuyor. Orada, etnik kökeni, memleketi, dili, rengi ne olursa olsun, bütün müminleri kuşatacak Hâlik-i Zülcelâl sevgisi olmalıdır. O’nun rızası, kardeşlik duygusu ve şuurundadır. Öyleyse aramızdaki fitnelerin farkında olmamız, kalbimizdeki benlik, bencillik, üstünlük hastalıklarımızı tedavi etmemiz gerekiyor.

Dünyada fitnenin olmadığı zaman yoktur. Fakat belki günümüzdeki kadar hiç olmamıştır.

Çünkü sözler, iddialar hiçbir dönemde olmadığı kadar çoğaldı. Herkes bir şey söylüyor, herkes Hakk’ın sözüne değil hoşuna gidene kulak veriyor. Bu da müslümanlar arasındaki bağları gün be gün zayıflatıyor. Oysa Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. “Ya hayır söyle ya da sus!” buyurmuştu. Hayır söz, nefsanî olan değil, Allah için olandır.

Bugünkü tefrika hastalığımızın altında, fert olarak evde, işte, sokakta diğer insanlara; toplum olarak da başka müslüman toplumlara üstün gelme mücadelesi yatıyor. Bu hastalık, insan fark etmese de kişiyi, hak-bâtıl ayrımı yapmadan konuştuğunu savunmaya sevk eder. Sürtüşme ve kavgaya sebep olur. Bu da sürekli bir rekabet ve çatışma demektir. Rekabet ve çatışma kindarlığa yol açar, dostlar arasında kin ateşini körükler.

Tartışmak, karşıdaki insanı cahil yerine koymak, sen bilmezsin, ben bilirim iddiası demektir. Bundan bir fayda elde edilmez. Olsa olsa kalpler soğur, muhabbet ortadan kalkar, saygının yerini katılık, kabalık ve nobranlık alır.

Tartışmanın belki en tehlikeli olanı, toplumun genelini ilgilendiren meseleler üzerine olanıdır. Böylece kardeşlik bağları daha derinden zarar görür.

İmam Mâlik rh.a. şöyle demiştir:

– Tartışmak dinden değildir ve din büyüklerinin hepsi bunu yasaklamışlardır. Fakat muhatapları bid’at ehli bir kimse ise, onu doğruya davet için, inat, husumet ve uzatma olmaksızın Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifleri delil göstererek konuşmuşlardır. Fayda vermeyince kendi haline bırakmışlardır.

Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. de şöyle buyurmuştur:

“Bir kul haklı bile olsa münakaşayı terk etmediği müddetçe imanın hakikatini tadamaz.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/352, 353, 364; İbn Ebi’d-Dünya, Kitâbü’s-Samt, nr. 139, 666)

Hz. Lokman a.s. da oğluna şöyle nasihat etmiştir:

“Ey oğlum! Elinden geldiği kadar kavgadan, münakaşadan sakın! Dünya işleri için kendini fazla üzme! Kızdığın zaman sözlerine dikkat et, ölçülü olmaya çalış! Büyüklerin önünden yürüme! Bir kimse konuşurken araya laf sokma! Ey oğlum! Diline sahip olmayan sonunda pişman olur. Çok tartışan kötülenir.”

Ariflerden Süfyân-ı Sevrî k.s. de şöyle demiştir:

“Münakaşa ve mücadele yapma. Haksızlık edip günaha girebilirsin. Her yerde sabırlı ol. Sabır, hayra ve iyiliğe, sonunda da cennete götürür. Hiddet ve gazaptan kendini muhafaza et. Bunlar insanı kötülüğe çeker. Kötülükler ise cehenneme götürür. Alimlerle tartışma, kıymetini düşürürsün. Allah Tealâ’nın yaptığı taksime razı ve rızkından memnun olursan, gönlü zenginlerden olursun. Cenab-ı Hakk’a tevekkül et, kuvvetli olursun. Dünya ehli ile onların dünya menfaatleri üzerinde münakaşa etme. O zaman Allah Tealâ ve insanlar seni sever. Mütevazı, alçak gönüllü ol, salih amelleri tamamlamış olursun. Merhamet edersen, her şey sana merhamet eder.”

Sözün bu kadar çok olduğu, her türlü iletişim aracıyla insanların kışkırtıldığı bu zamanda bu nasihatler ne kadar da önemli ve güzeldir! Elbette susmak zordur. Hele de konuşana karşı susmak, söyleyecek sözü olduğu halde kendini tutup sabretmek daha da zordur. Bu sebepledir ki Fahr-i Kainat s.a.v. şöyle buyurmuştur:

“Hatasını anlayıp tartışmayı terk eden kimseye Allah Tealâ cennetin ortasında bir köşk ihsan eder. Haklı olduğu halde tartışmayı terk eden kimseye ise, cennetin en yükseğinde bir köşk ihsan eder.” (Tirmizî, nr. 1994; Ebû Davud, nr. 4800; İbn Mâce, nr. 51)

Haklı olsak da, kardeşliğimizin muhafazası için susmamız en hayırlısıdır. Fitnelerden korunmanın en etkili yolu da susmak, zamana bırakmaktır. Böylece fitne ateşi söner gider.

Eğer aklıselim ile bakacak olursak, günümüzdeki problemlerimizin konuşma ve susmaya dair ölçülere riayetsizlikten kaynaklandığını görürüz. Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. konuşma edebini muhafaza edene ne güzel dua etmiştir.

“Dilini müslümanları kötülemekten çeken ve hata edeni gücünün yettiği en güzel bir üslupla ikaz eden mümine Allah rahmetiyle muamele etsin.”

Hişâm b. Urve r.a. diyor ki: “Allah Rasulü s.a.v. bu sözünü yedi defa tekrar etti.” (İbn Ebü’d-Dünya, Kitâbü’s-Samt, nr. 137; Deylemî, Firdevsü’l-Ahbâr, nr. 3026.)

Cenab-ı Mevlâ bizlere Efendimiz s.a.v.’in bu duasına layık olmayı nasip eylesin.

Amin.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
4
İSLAMİ YAŞAM HAYAT TOLUM VE AİLE / Fitne Ateşinden Kaçmak
« Son İleti Gönderen: türkiyem Bugün, 07:24:49 ÖÖ »
Fitne Ateşinden Kaçmak

Allah C.C bizleri dünya hayatında hayır ile şer arasında imtihana tabi tutmaktadır. Mükellef olan her insan tercihlerinden sorumludur.

Hayır, Din-i Mübin-i İslâm’ın emir ve tavsiye ettiği bütün hususların ortak adıdır. Şer de yapılmaması emir ve tavsiye edilen her şeydir. Dolayısıyla hayrın ilk adımı Cenab-ı Mevlâ ve Rasülü’ne, o Rasul neyi getirdiyse hepsine birden iman etmektir. Kalpte imanın olması, hayra niyet edip Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirmenin ilk ve temel adımıdır.

Dinimiz hayırlı işleri helal ve şerli işleri de haram olarak isimlendirmiştir. Helal, müslümanca bir hayatın can suyudur. Haram ise tam aksi olarak hem dünyevî hem de uhrevî huzurun düşmanıdır.

Bu düşmanların en başında da fitne gelmektedir. Fitne, Mücella Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet-i kerimede geçmektedir. Bu ayetlerde fitne “deneme, imtihan, şaşırtma; günaha girmeye, bozgunculuğa, eziyete sebep olan şey, doğru yoldan sapma ve bela sebebi, kargaşa, bela, azap, musibet” gibi manalarda kullanılmaktadır.

Bu geniş gibi duran mana çerçevesinin merkezinde “eziyet” yer alır. Günümüzde insanlığın en fazla düçar olduğu eziyet, karışıklıklara sebep olma manasında fitnedir.

Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. bu manada fitne için “Fitne uykudadır, bunu uyandırana Allah lanet etsin” buyuruyor.

Cenab-ı Allah c.c  Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle uyarmaktadır:

“Gerçek şu ki, mümin erkekleri ve mümin hanımları belaya uğratanlar ve sonra da tevbe etmeyenler yok mu? İşte onlara cehennem azabı vardır.” (Buruc, 10)

Fitne ateşi bir kıvılcımla yemyeşil bir ormanı küle çevirmek gibidir. Fitne sel gibidir. Önüne gelen her şeyi yıkar, her emeği boşa çıkartır, silip süpürür. Üstelik hedef seçmez. Herkesi etkiler, herkese zarar verir. Hatta sadece fitne ateşinin parladığı dönemde değil, asırlar sonrasında bile şerrinden insanlar etkilenirler, zarar görürler. Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v.’in fitne ateşini uyandırana lanetini bu açıdan da değerlendirebiliriz.

Yine O buyurmuştur ki:

“Yakında fitneler ortaya çıkacak. O zaman oturan ayakta durandan, ayaktaki yürüyenden, yürüyen koşandan hayırlıdır.”

Bu nebevî uyarı, fitneden uzak durmayı, fitne ateşini körüklemekten sakınmayı çarpıcı bir üslupla tavsiyeden ibarettir. Bu ikazı hayata geçirmek elbette teenni ve sükuneti korumakla mümkündür. Dolayısıyla kendisi de bir ateş olan öfke halinden uzak durmak gerekir. Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. buyurur ki:

“Öfke ateşten bir kor parçası gibidir. Sizden biri öfkelenirse, eğer ayaktaysa otursun, oturuyorsa uzansın. Uzanmış bir vaziyette ise gitsin bir toprağa uzansın.” (Tirmizî, 2191)

Kaynaklarımızda anlatıldığına göre geçmiş zamanlarda salih bir zatın çok sevdiği bir atı vardı. Bir gün atının yanına geldiğinde bir ayağının kesilmiş olduğunu gördü. Hizmetçisine:

– Bunu kim yaptı, diye sordu.

– Ben yaptım, dedi.

– Neden yaptın?

– Seni üzmek istedim de onun için, dedi hizmetçi.

Bunun üzerine salih zat:

– Vallahi ben de bunu sana yapmanı emredeni yani şeytanı üzeceğim! Git artık hürsün, dedi.

Öfkeyle ortaya çıkan ölçüsüzlükler, bazen insanı ömrü boyunca kurtulamayacağı vebalin altına sokar. Oysa müminler iradesi güçlü, nefsine hakim olabilen insanlardır. Gayretlerini kin ve intikam peşinde koşmaya değil, hayra hizmette, Allah rızasını aramada kullanırlar.

Cenab-ı Mevlâ müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de bizleri mealen şöyle ikaz ediyor:

“Kâfir olanlar bile birbirlerinin yardımcılarıdır. Eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük fesat olur.” (Enfal, 73)

Fitne ortamında dikkat edilecek en önemli husus, fitnenin kimin işine yaradığını aklıselim ile sorgulamaktır. Tereddüte düştüğünde âkil kimselere kulak vermek, iyilerin, salihlerin peşinden gitmektir.

Fitne hususunda Cenab-ı Hak ve O’nun Rasulü’nün emir ve uyarıları net ve kesindir.

Öyleyse müslümanların son derece dikkatli olmaları bir vecibedir. Hiç kimse fitneyi körükleyerek ne kendisinin ne de başkasının vatanını, memleketini, evini ateşe atmamalıdır.

Fitnenin yıkıcı tesiri çok yönlüdür. Dinî, ahlâkî, toplumsal ve ilmî çöküşü içine alacak kadar tehlikeli ve geniştir. Kalplere kin ve nefret tohumu serper. Güven duygusunu, merhamet ve yardımlaşmayı yok eder. Düşmanların araya sızmasını kolaylaştırır. Hatta günümüzde olduğu gibi, müslümanlar düşmanlarının kuklası, kolay oyuncağı haline gelir.

Kur’an-ı Kerim’de “öldürmekten daha ağır” (Bakara, 217) olarak nitelenen fitneden kurutuluş ise hayra sarılmak, nasihat kulağını açmak, dinimizin emirlerine sımsıkı bağlanmaktır. Sözü, Rasul-i Ekrem s.a.v.’in sahabeye fitne konusunda hitabesiyle bitirelim:

“İyiliklere sarılın, kötülükten de kaçının! Ne zaman uyulan bir cimrilik, takip edilen nefsanî arzu, ahirete tercih edilen dünyalık görür, fikir sahiplerinin sadece kendi görüşlerini beğendiklerini görürsen, o zaman kendine bak. İnsanlarla uğraşmayı bırak! Zira bütün bunlar yaygınlaşınca sabra sarılmanız gereken günlerdesiniz demektir.

İşte o günler avuçta ateş tutmak gibi sıkıntılıdır. O günlerde sizin kadar amel yapabilen bir kimseye elli kişinin mükafatı verilecektir.”

Cenab-ı Mevlâ hepimizi muhafaza buyursun.

Amin.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
5
İslami Yaşam Hayat Toplum ve Aile / İyiliğe Çağrı
« Son İleti Gönderen: türkiyem Bugün, 07:20:01 ÖÖ »


İyiliğe Çağrı

Mümin kimse Allah Tealâ’dan asla ümidini kesmez. Çünkü Din-i Mübin-i İslâm ile gönlü aydınlanmış kimse dünyada da, ahrette de rahmetin ve adaletin tecelli edeceğinden şüphe etmez.

Mümin kimse dünyada yaşadıkları ve gördükleri üzerinden değil de, iman ettiği hakikat üzerinden hayatına yön verir. İman etmeyen kimse ise yalnızca yaşadıkları, tecrübe ettikleri üzerinden hareketle kendine bir yol belirler. Bakış açısı dünya ile sınırlı göz ise dünyanın tozu dumanı ile bulanıktır ve hakikate kördür.

İlk peygamber Hz. Adem a.s.’dan beri iman edenler, dünya hayatında nasıl bir tavır içinde olacaklarını ilahî vahyin dünyayı ve ötesini kuşatan penceresinden görmüş, ona göre yaşamışlardır. Bu bakış en temel haliyle hayır ve şer ekseninde bir hayatı öğretir. Mümin kimse her daim hayır üzere olur, hayırlı olanı talep eder. Hayra hayırla karşılık verir. Hatta şerre bile hayırla mükabelede bulunur. Çünkü müminin muradı şerri yeryüzünden kaldırmaktır. “Emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker” esası da bu yüzden iman kaynaklı bir vecibedir.

İman sahibi olmayan kimse ise hayır ve şerri ayırt etmeksizin hayatına devam eder gider. Böylece hayatında hayır ve şer birbirine karışır. Hatta her adımı kötülüğü artırır, yayar.

Allah rızası ve korkusu diye bir düsturu olmadığı için halisane iyilikten, hasenattan uzaktır. Hayra hayırla karşılık vermediği gibi, kötülüğe kötülükle karşılık verir, kötülüğün çoğalmasına sebep olur.

İşte mümin kimse ile mümin olmayanın arasındaki temel fark budur. Cenab-ı Mevlâ müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de mealen buyurmuştur:

“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.” (Bakara,177)

Ayet-i kerimeden de anlaşıldığı üzere, mümin kimse iyiliğin kaynağıdır. İmanı gereği iyilik yaptığı gibi yine imanından dolayı Allah Tealâ’dan korkar ve kötülüklerden sakınır.

Maalesef gün be gün yeryüzünde kötülüğün daha çok yayıldığı, şerre daha büyük şerlerle karşılık verildiği bir zamanda yaşıyoruz. Bütün bunlar ahir zamanın zulmetidir şüphesiz.

Tarih boyunca iman edenler her daim iyiliğe çağırmış, kötülüğün yayılmasından korkmuş, ferdî hayatta ve toplumsal alanda buna göre düzenlemeler yapmaya çaba göstermişitir.

Bu manada fitneyi en büyük kötülüklerden biri olarak görmüşlerdir. Bilindiği üzere insanlar arasında fitne ateşinin alevlenmesi musibetin en büyüklerindendir ve insanlığı felakete sürükler. Hakikatin üzerini örter. Hakikat ortadan kalkınca da zulmet yani karanlık ortalığı kaplar. Bu cahiliye karanlığıdır.

Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. ne güzel buyurmuştur:

“Sakın sizden kimse kalkıp da, ‘Ben insanlara göre davranırım; eğer insanlar iyilik yaparsa ben de iyilik yaparım, kötülük yaparsa ben de kötülük yaparım’ demesin. Aksine nefsinizi şuna alıştırın: Halk size iyilik yapınca siz de iyilik yapın, kötülük yaparsa siz onlara kötülükle karşılık vermeyin.” (Tirmizî, Birr, 63; Tebrizî, Mişkâtü’l-Mesâbih, nr. 5129)

Müminler olarak düsturumuz, ilkemiz budur. Yeryüzünde iyiliği ikame etmek, güzel insanlar olmak, insanlara güzellikle muamelede bulunarak onlara iyiliği hatırlatmak, göstermek, kalplerine ümit aşılamaktır.

Yine Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. buyurmuştur:

“Kime bir iyilik yapılırsa, imkanı varsa ona karşı bir iyilik de kendisi yapsın. İmkan bulamazsa vereni hayırla anıp kendisine dua etsin. Zira iyilik yapanı övmekle teşekkürü yerine getirmiş olur. Kendisine yapılan iyiliği ve yapanı gizleyen kimse nankörlük yapmış olur.” (Ebu Davud, Edeb, 11; Tirmizî, Birr, 87)

Dikkat edersek iyiliğin dinimizin esası olduğunu, müminin hayatını kuşattığını fark ederiz.

İman, ihsan, sabır, şükür, teşekkür, tövbe, sadaka, zekât, memduh ahlâk gibi bütün İslâmî esaslar iyiliği ikame ve muhafaza etmek içindir. Bütün peygamberlerin de gayesi budur, bunun için gönderilmişlerdir. Onların yolu üzere yürüyen, onların vârisi olan alimler, veliler de yaşadıkları çağın ve hatta sonrasının bile kandili konumundadırlar. Onlar gönülleri aydınlatır, zulmeti kaldırır, iyiliği yayarlar.

Nitekim dokuz asır öncesinden Hüccetü’l-İslâm İmam Gazalî hazretleri bizlere şöyle yol gösteriyor:

“Sana kötülük yapanları Allah’a havale et, kötülüklerinden O’na sığın. Eğer intikamla uğraşırsan daha büyük zararlarla karşılaşırsın ve ömrün boş yere harcanmış olur.

Seninle uğraşanlara ‘Ben iyi adamım ama siz kıymetimi bilmiyorsunuz!’ deme ve böyle düşünme. İyi bil ki gönüllere sevgi veren ve dilediğini kullarına sevdiren sadece Allah Tealâ’dır. Senin hakkın olan sevgi sana gelir, endişe etme.”

Sözü çağlar öncesinden insanlığa seslenenlerden biri olan Hz. Lokman a.s.’ın şu nasihati ile bitirelim:

“Kötülük kötülükle söndürülür, diyen yalan söylemiştir. Eğer bu kişi sözünde samimi ise bir ateşin yanında başka bir ateş yaksın bakalım, bunlar birbirini söndürecek mi? Aksine, su ateşi söndürdüğü gibi kötülüğü de iyilik söndürür.”

Cenab-ı Mevlâ bizleri daima iyi olan, iyilik edip iyilik bulan ve rızasını kazanan kullarından eylesin. Her türlü şerden de muhafaza buyursun.

Amin.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
6
Biz Bize / Zulümden Uzak
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 07:02:45 ÖÖ »


Zulümden Uzak

Cenab-ı Mevlâ kitabımız Kur’an-ı Kerim’de müminlere hitaben mealen şöyle buyuruyor:

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder; kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i İmrân, 110)

Mümin kimse zulmün her çeşidinden uzak duran kimsedir. Eziyet etmek, işkence ve baskı kullanmak zulüm olduğu gibi, birinin hakkını çiğneyip adaletten sapmak, bir şeyi eksik veya fazla yaparak işin hakkını vermemek de zulümdür. Hatta kişinin “Allah’ın hakları” diye tabir edilen kişisel ibadetlerini ihmal etmesi de kendisine zulümdür. Çünkü ebedi hayatını mahvetmektedir.

Yüce dinimiz İslâm’ın ilk yükümlülük olarak öngördüğü “iman”, kelime olarak “zulüm”le zıt anlamlıdır. Çünkü iman güven manasınadır. Müslüman kimse ilk başta güvenilir olan, kimseye zarar vermeyendir. Nitekim Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. buyurmuştur:

“Müslüman, elinden ve dilinden müslümanların güvende olduğu kimsedir.” (Buharî; Müslim)

Müslüman ne kendine ne başkasına, ne insana ne hayvana zulmetmeme hassasiyeti taşır. Bütün işlerinde zulüm ihtimalini daima akılda tutar. Zulme ve zalime karşı da susmaz, zulmü reddeder ve elinden geldiğince engeller.

Bir müminin davranışlarını belirleyen sınır adalettir. Adalet de ilk akla geldiği üzere suçluların yakalanmasından, hak ettiği cezayı bulmasından ibaret değildir. Zulüm nasıl Cenab-ı Hakk’ın koyduğu sınırları aşmaksa, adalet de tek başına ve toplum içinde bu sınırlar içinde bulunmaktır.

Müslümanların zulüm ve fitneye karşı en büyük silahı barış ve kardeşliktir. Cenab-ı Mevlâ bizlere mealen şöyle emrediyor:

“Topunuz Allah’ın ipine sımsıkı tutunun, biribirinizden ayrılmayın ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Sizler birbirinize düşmanlar iken o sizin kalpleriniz arasında ülfet oluşturup sizi yaklaştırdı da nimeti sayesinde uyanıp kardeş oldunuz. Hem sizler ateşten bir çukurun tam kenarında bulunuyordunuz da o tuttu, sizi ondan kurtardı. Şimdi size ayetlerini böyle beyan ediyor ki Allah’a doğru gidebilesiniz.” (Âl-i İmrân, 103)

Büyük günahlar içinde insanları en çok felakete sürükleyeni zulümdür. Zira Allah Tealâ kendisine karşı yapılan isyanı affedebileceğini, kul hakkını ise helal ettirip gelmemizi emir buyuruyor. Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v.’in şu uyarısı meselenin ciddiyetini de göstermektedir. Efendimiz s.a.v. buyuruyor:

“Mazlumun bedduasından sakın! Çünkü o bir ateş kıvılcımı gibi semaya yükselir.” (Hâkim, Camiü’s-Sağîr)

Güçlü ya da zayıf, hemen herkes zulme maruz kalmakla birlikte, zulmün genelde kimsesiz, sahipsiz, biçare kimseler üzerindeki tesiri daha can yakıcı oluyor. Allah Tealâ zalimleri sevmediğini, (Bakara, 57) zalim bir toplumu hidayete erdirmeyeceğini, (Bakara, 258) kıyamet gününde onların yar ve yardımcısı olmayacağını (Âl-i İmrân) açıkça buyurmuştur.

Bir müslümanın temel karakteri ve hedefi daima adalet üzere olmaktır. Adalet işlerin maddi ve manevi olarak yolunda gitmesini sağlayan tek unsurdur. Zulüm geçici bir sistem kurabilir, fakat asla devamlı olmaz. Zulmün yaygın olduğu bir ortamda her çeşit fitne ve fesat da yaygın olur.

Haksızlıklar artar, rüşvet çoğalır, hırsızlık yaygınlaşır, hukuk sistemi doğru işlemez. Hukuk işlemediği için insanlar gayrimeşru yollara yönelirler. İslâm’ın zulüm konusunda gösterdiği hassasiyet işte bu noktada bir kez daha önem kazanır. Zira müslüman kişi hayatı bir bütün olarak düşünür ve en küçüğünden en büyüğüne zulmün her türlüsünden sakınır.

Müslüman zulmetmeyeceği gibi, zulme engel olmayı da kendi onuru sayar. Zulme uğrayana sahip çıkar. Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. bir gün buyurdu ki:

– Kardeşine zalimken de zulme uğramışken de yardım et.

Sahabiler:

– Ya Rasulallah, zulme uğrayana yardım edebiliriz. Fakat zalime nasıl yardım ederiz, diye sordular. Buyurdu ki:

– Onu zulümden alıkoyarsın, bu da ona yardımdır.” (Buharî)

Hadis-i şerifte de gördüğümüz gibi, müslümanın zulme karşı tavrı zalimi de mazlumu da içine almaktadır. Mazlumu himaye ederken zalimin de kendisine zulmettiğini, ahiret hayatında hesaba çekileceğini hatırlatır, gittiği yoldan çevirmeye çalışır.

Ahir zamanda insanlığa yapılacak en güzel hizmet, zalimi de mazlumu da içinde bulunduğu karanlıktan kurtarmak olacaktır.

Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. bir sefer esnasında sahabe-i kirama şöyle hitap etmiştir:

“Zandan, sebepsiz ithamda bulunmaktan sakınınız! Çünkü zan sözlerin en yalanıdır. Birbirlerinizin ayıplarını görmeye ve duymaya çalışmayınız. Karşılıklı çekişmeyiniz. Birbirinize haset etmeyiniz. Buğz etmeyiniz, birbirinize sırt çevirmeyiniz. Allah kullarına nasıl emretmişse öyle kardeş olunuz!

Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu hor görmez. Takva, (kalbine işaret ederek) işte buradadır. Takva işte buradadır.

Kişiye şer olarak müslüman kardeşini hor görmesi yeter. Her müslümanın diğer müslümana karşı ırzı ve malı haramdır. Muhakkak Allah sizin şeklinize ve bedenlerinize bakmaz. Kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Buharî; Müslim)

Sözü büyük alimlerimizden Ebu Said Muhammed Hadimî k.s. hazretlerinin müslümanın zulme karşı tavrını açıkladığı cümleleriyle bitirelim:

“Müslüman zulmü reddeder, zulme engel olur. Komşusunu gözetir, sahip çıkar, onu korur. İnsanları ayıplamaz, onları şüphe içinde bırakmaz. İnsaf sahibidir, her şeyi insaf terazisinde tartıp değerlendirir. Kişilerin haklarını yerine getirmekte acele eder. ‘İnsan iyiliğin kölesidir’ sözü gereğince iyiliğe meyleder. İyilik üzere olur. İnsanların mübah sınırlar çerçevesinde tercihlerinin farklı olabileceğini bilir ve buna göre davranır. İnsanlara eziyet etmez, zulmü terk eder, kendisine yapılan eziyete ise tahammül eder.”

Cenab-ı Mevlâ bizi kendimize ve diğer insanlara zulmetmekten muhafaza buyursun.

Amin.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
7
Mutlulık Yolu İslam / Dosdoğru Yolun Dört Zırhı
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 06:55:39 ÖÖ »


Dosdoğru Yolun Dört Zırhı

Cenab-ı Mevlâ müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyuruyor:

“Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendisine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, salihlerle beraberdirler. Onlar ne iyi, ne güzel arkadaştırlar.” (Nisa, 69)

Sırat-ı müstakim yani dosdoğru yol, en genel tarifiyle İslâm üzere olmaktır. Kulluğun hedefi sırat-ı müstakimdir. Kalp ve sözle, amel ve ahlâkla İslâm dininin gerekleri yerine getirilmeden bu hakikate ulaşılamaz.

Kıldığımız her namazda okuduğumuz Fatiha-i Şerife’de tekrar ettiğimiz bir dua vardır: “Bizi dosdoğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna…” (Fatiha, 6-7). Bu iki kısa ayet, ilk başta verdiğimiz ayet ile tefsir edilmiş, açıklanmıştır. Buna göre istikamet üzere, dosdoğru yolda olmak Allah Tealâ’ya ve Peygamberi’ne itaat etmekle elde edilir. Zaten bu hal üzere olan da nimet verilmiş olanların yolundadır.

Müminler olarak nimet verilmiş olanların yolunda olmak için dikkat edeceğimiz, bir zırh gibi kuşanacağımız haller vardır. Bunlardan ilki takva halidir.

Takva, Allah Tealâ’nın emirlerine ve tavsiyelerine uymak, aksi hal ve davranışlardan sakınmak, korunmaktır. Takva, dinin edeplerini hakkıyla gözetmek, Allah Tealâ’dan uzaklaştıran her şeyden kaçınmak, nefsin kötü arzularını terk etmek, haramlara bulaşmamaktır. Bunun en güzel ölçüsü de bütün söz ve işlerinde Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v.’e tabi olmaktır.

Hüccetü’l-İslâm İmam Gazalî rh.a. hazretleri şöyle buyurur:

“Takva, günah olması ihtimali olan şeyleri terk edip, günah olması ihtimali bulunmayan şeylere yönelmek; sakıncalı olabilir diye sakıncalı olmayan bazı şeyleri de, hatta bazı mübahları terk etmektir.”

Adamın biri, Emevî döneminin sekizinci halifesi Ömer b. Abdülaziz rh.a.’e şöyle sordu:

– Kul ne zaman takvanın zirvesine ulaşır?

Ömer b. Abdülaziz şöyle cevap verdi:

– Söz gelimi, gönlündeki bütün düşünceleri bir tabağa koyup, onları çarşıda herkese utanmadan göstereceğin kıvama geldiğinde…

Takva en şerefli makamdır. Müminler arasındaki fazilet de takvaya göre belirlenir. Ne ırk ve renk ne de soy ve bilgi fazilet için esas değildir.

Kulun kuşanacağı bir diğer zırh da tefekkürdür. Tefekkür, kulun kainatı, varlıkları anlama ve onların üzerinden Rabbinin kudretini düşünmesi, idrak etmesidir. İstikameti doğru, takva hali ile hallenmiş bir kişinin, bir anlık tefekkürü dahi zikirdir, ibadettir.

Tefekkür, kulun dünyaya aldanmasına, zenginlik ve makamına bakarak gururlanmasına engel olur. Aklını başına almasını sağlar. Adımlarını acziyet idrakine göre atar, işlerini bu şuurla yapar. Müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de beş yüz kadar ayetin sonunda “Hiç tefekkür etmiyor musunuz?”, “Akletmiyor musunuz?” ikazıyla daima düşünmeye, tefekküre davet ediliyoruz.

Olgun mümin olma yolunda lazım olan bir diğer hal de tevekküldür. Tevekkül, sebeplere baş vurup imkanları seferber ettikten sonra neticeler hususunda Cenab-ı Mevlâ’nın takdirine razı olmaktır. Tevekkül, kulun Allah Tealâ’nın vaadlerine hulus-u kalp ile güvenmesidir.

Tevekkül, bazı insanların yanlış anladığı gibi, kişiyi tembellik ve boş vermişliğe sevk etmez. Hatta daha çok çalışıp gayret etmesini sağlar. Çünkü çalışmayı, emek vermeyi, gereken sebeplere baş vurmayı emreden de Cenab-ı Mevlâ’dır. Fakat mütevekkil kimse işlerin/amellerin neticelerini kendinden bilmez, her şeyin O’nun iradesi ve kudreti ile vuku bulduğunu bilir.

Âriflerden Maruf-i Kerhî k.s. şöyle buyuruyor:

“Kim Allah Tealâ’ya tevekkül ederse, O’na sığınır ve güvenirse, Allah Tealâ onun yardımcısı olur.”

Şakik-i Belhî k.s. da şöyle buyurmuştur:

“Rızık hususunda Allah Tealâ’ya tevekkül eden kimsenin güzel huyları fazlalaşır, cömert olur ve ibadetlerinde vesvese bulunmaz.”

Her müminde olması gereken bir diğer zırh da kanaattir. Kanaat hem elde olanla yetinmek, dünyaya tamah etmemek, hem de elde olanı dikkatli ve ölçülü kullanmaktır.

Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur:

“Asıl zenginlik malın çokluğu değil, kalp zenginliğidir.” (Buhârî, Rikâk, 15; Müslim, Zekât, 40)

Bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyurmuştur:

“İnsanoğlunun bir vadi dolusu malı olsa, ikincisini ister. İnsanoğlunun gözünü ancak toprak doyurur.” (Buhârî, Rikâk, 10, Tirmizî, Zühd, 27)

Tefekkür, tevekkül ve kanaat, kişinin rızık endişesini ortadan kaldırdığı gibi sırtından dünyayı da indirir. Huzur ve itminan verir. Böylece kul, Rabbinin rızasına erebileceği amelleri daha kolay yapar. Çünkü insanın kalbindeki korkular, dünyalık endişeler Rabbine teslim olmasını zorlaştırır.

Fakat müminin bir zırh gibi kuşandığı haller, onu daha güçlü ve sebatlı bir kul haline dönüştürür. Böylece sırat-ı müstakimden ayrılmaz. Her rekâtta dua ettiğimiz gibi nimet verilmiş olanların yoluna, yani nebilerin, sıddıkların, salihlerin, şehitlerin yoluna istikamet bulur.

Cenab-ı Mevlâ’nın istikamet sahibi kimseler için verdiği müjdeyle bitirelim. Mealen:

“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip istikamet üzere yaşayanlar (var ya, ölüm anında, kabirde ve mahşerde onların) üzerine melekler iner ve onlara derler ki:

– Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin. Biz dünya hayatında sizin dostunuz idik, ahiret hayatında da sizin dostlarınızız. Çok affedici çok esirgeyici Allah’ın bir ikramı olarak orada sizin için canlarınızın çektiği her şey var ve istediğiniz her şey orada sizin için hazırdır.” (Fussilet, 30-32)

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
8
Cennet / Cennetin Anahtarı
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 06:51:53 ÖÖ »


Cennetin Anahtarı

Ashab-ı kiramın büyüklerinden Cabir b. Abdullah r.a. rivayet ediyor:

“Adamın biri Allah rasulü s.a.v.’e şöyle sordu:

– Farz namazları kılsam, Ramazan orucunu tutsam, helalleri helal bilip haramları da haram kabul etsem, bunlara bir şey ilave etmesem, ne dersiniz cennete girebilir miyim?

Allah Rasulü s.a.v.,

– Evet, diye karşılık verdi.” (Müslim, İman, 16; Ahmed, el-Müsned, 3/316)

Alimlerimiz “helalleri helal kabul etmek” ifadesini, helal olduğuna inanmak; “haramları haram kabul etmek” ifadesini de, haramlardan kaçınmanın yanında haram olduğuna inanmaktır, diye açıklamışlar. Zaten helalleri helal kabul etmek, onları da işlemek demektir. Buradaki helal ifadesine haram olmayan her şey dahildir. Farz, sünnet, müstehap, mübah…

Helal-haram şuuru olan kişinin helal olanları yapması, insana mübah kılınan dairenin dışına çıkmaması, haramlardan da kaçınması gerekir. Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v.’in “Cennete girebilir miyim?” sorsununa cevap olarak verdiği evet cevabını bu izah ile anlamak, ona göre amel etmek gerekir.

Cenab-ı Mevlâ müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı iyi ve temiz şeyleri, (kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez. Allah’ın size helal ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin ve kendisine iman etmiş olduğunuz Allah’tan korkun.” (Mâide, 87-88)

Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur:

“Beş vakit namazı kılan, Ramazan orucunu tutan, zekâtını veren ve yedi büyük günahtan kaçınan her kişi için cennetin bütün kapıları açılır, hangi kapıdan dilerse cennete girer.”

Bu sözlerden sonra da;

“Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere koyarız.” (Nisâ, 31) mealindeki ayet-i kerimeyi okudu.” (Nesâî, Zekât, 1; İbn Huzeyme, es-Sahîh, nr. 315)

Bir başka hadis-i şerifte de Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur:

“Kim ortak koşmadan Allah’a ibadet eder, namazını kılar, zekâtı verir, Ramazan orucunu tutar ve büyük günahlardan sakınırsa, onun için cennet vardır.” (Nesâî, Tahrimü’d-dem, 3; Ahmed, el-Müsned, 5/413)

Bu ayet-i kerimeler ve hadis-i şeriflerden açıkça anlıyoruz ki, Allah Tealâ’nın rızasına kavuşmak, emrettiklerini yapmak ve nehyettiklerinden sakınmak ile elde edilebilecektir.

Cenab-ı Mevlâ bizi imtihan için yaratmış, bu dünyaya göndermiştir. Bununla birlikte hayrı ve şerri de yaratmış ve peygamberler vasıtasıyla nelerin hayır, nelerin de şer olduğunu öğretmiş, hangisini yapıp hangisinden sakınacağımızı bildirmiştir.

Bir bedevî Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v.’e gelerek şöyle dedi:

– Ey Allah’ın Rasulü! Bana işlediğim zaman cennete gireceğim bir ameli göster.

Efendimiz s.a.v.,

– Hiçbir şeyi ortak koşmadan Allah’a ibadet edersin, farz namazı kılarsın, farz kılınan zekâtı verir ve Ramazan orucunu tutarsın, dedi. Adam;

– Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, asla bunlara bir şey eklemeyeceğim ve eksiltmeyeceğim de!

Adam arkasını dönüp gidince Allah Rasulü s.a.v. şöyle buyurdu:

– Kim cennetlik birini görmek isterse bu kişiye baksın.” (Buharî, 1397; Müslim, İman, 15)

Alimlerimiz bu hadis-i şerifi şöyle açıklamışlardır: Gelen bedevinin farz olan namaz, farz olan zekât, Ramazan orucu ve Beytullah’ı hac ibadetlerine kendiliğinden bir şey eklemeyeceğini söylemesinden maksat, şer-i şerifte yükümlü olduğu emirler içinde bundan başkasını yapmayacağını ifade etmektir. Bu hadis-i şerifte haramlardan kaçınmakla ilgili bir husus zikredilmemiştir. Çünkü soruyu soran kişinin asıl maksadı, cennete girmesini sağlayacak amelin ne olduğunu öğrenmekti.

Müminler olarak bizim, iman ettiğimiz hususlara ve yapmakla mükellef olduğumuz ilahî emirlere sımsıkı bağlı olmamız lazımdır. Haramlardan da Ashab-ı kiram efendilerimiz için söylendiği üzere yırtıcı hayvandan kaçar gibi kaçmalıyız. Böylece dünya hayatında bizden istenileni yerine getirmiş olarak inşallah rıza-yı ilahîye mazhar oluruz.

Cennetin anahtarını bizlere müjdeleyen ayet-i kerime ve nice hadis-i şerif aynı şart ve hükümleri belirtmektedir. Fakat cennetin önünde engel olarak duran hususlar da vardır. Mesela hadis-i şeriflerde kibrin, kalpteki sevgisizliğin, kul hakkına girmenin cennete girmeye mani olduğu ifade edilmiştir.

Bu hükümler de geniş bir sahayı içine alır. Mesela kibir Allah Tealâ’ya karşı gelmekten insanları küçümsemeye, zulmetmeye kadar bütün günahların ana sebeplerindendir. Yine mümin kardeşlerimizi sevememek de öyledir. Seven gıybet etmez, kıskanmaz, haset etmez; sahip çıkar, yardım eder, paylaşır. Zora düştüğünde kurtarır. Kul hakkı da kibir, sevgisizlik ve haramlara dalmanın neticesidir ki, cümlemizi Cenab-ı Mevlâ bunlardan muhafaza buyursun.

Bu hususlara dikkat edip Allah Tealâ’ya korku, ümit, tazim ve tevekkül ile yönelmek lazımdır. O’nun tek ilah olduğunu, yani tevhidi kalbe yerleştirmek ve hayata nakşetmek lazımdır. Bu da, başta kendi nefsimiz olmak üzere Allah Tealâ’dan gayrisinin kalbimiz üzerindeki istila ve hakimiyetini yok ederek gerçekleşir.

Cüneyd-i Bağdadî k.s.’nin “tasavvufun başı da sonu da lâ ilahe illallah’tır” tarifi üzere kelime-i tevhidin hakikatine ulaştığımızda, kalpte Cenab-ı Mevlâ’nın muradı, sevdiği ve istediği dışında ne sevgi, ne irade ne de istek kalacaktır. Himmet ve gayreti bu yüce gayeye yöneltmek gerekir. Belki o zaman “Gir kullarım arasına. Gir cennetime!” (Fecr, 29-30) ilahî hitabı ile şerefyâb oluruz.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
9
Hac ve Umre / Haccın Verdiği Şuuru Taşıyalım
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 06:43:19 ÖÖ »


Haccın Verdiği Şuuru Taşıyalım

Hac muhteşem bir ibadettir. Kur’an-ı Kerim’in diliyle “min şeairillah” (Allah’ın sembollerinden.) oluşan bir ibadet. Hac, tıpkı namaz gibi belli zamanlarda ve belli mekanlarda yapılan rükünleriyle zaman şuuru ve mekân şuuru kazandırır.

Hac, hem namaz ve oruç gibi bedeni hem zekât gibi mali hem Cuma ve cihad gibi sosyal ve siyasi bir ibadettir. Bu üç boyutu böylesine vurgulu bir biçimde bünyesinde toplayan tek ibadettir. Bu sebepledir ki, peygamberimizin dilinden diğer hiçbir ibadet için verilmeyen müjdeler hac için verilmiştir. Ne var ki, tek bir şartla: makbul olması, mebrur olması yani kabul görmüş olması şartıyla. Nitekim peygamberimiz “Allah katında mebrur (kabul olmuş) haccın karşılığı mutlaka cennettir.” Buyurmuştur.

Hac, insanoğlunun uzaklaştığı fıtratına yeniden dönüşünün sembolik bir talimidir. Hac, kendi kendisine yabancılaşan bireyin kimliğini, kişiliğini bulup kendisine dönmesinin vesilesi olan soylu bir yolculuğun adıdır.

Hac, mahşerin provasıdır. Âdet haline getirilen ibadetlerin yeniden kazanılmasından başlayan bir şuurun da vesilesidir Hac.

Peygamber Efendimiz ‘namazı kaybedecekler’ mucizevî haberinde olduğu gibi namazı kaybettik. Orucu kaybettik. Zekâtı kaybettik. Haccı kaybettik. Namaz kıldık. Oruç tuttuk, ama ruhunu kaybettik. Peygamberimizin beyanıyla ‘yanımıza sadece yorgunluğumuz ve açlığımız’ kaldı. İçi boşaltılmış dindarlık, ruhu kaybedilmiş ibadetler, Kur’an ve Sünnete vurulmadan yaşanan dini hayat, Müslümanlık kalitemizi yükseltmeyip düşürdü. Halbuki bütün ibadetler, bireysel ve sosyal birçok derde derman olma vasfını taşıyordu. Meselâ ‘Namaz insanı kötülüklerden ve aşırılıklardan alıkoyardı.’ (29 Ankebut 45) Oruç, ‘insanı Allah’a karşı bizi takvaya ulaştırırdı.’ (2 Bakara 183) Zekât, ‘insanı ve toplumu arındırır ve temizlerdi.’

Hac, ‘insanı ayakta durmayı, kıyamı, direnişi öğretirdi.’ Bütün ibadet ve itaatlarımız, insanımızın içine düştüğü bunalımların, dertlerin dermanıydı. Kaybolan her ibadet, bizden huzuru alıp, felakete yaklaştırdı. Bizi Rabbimize yaklaştırması gereken ibadetler, ruhunu ve şuurunu kaybettiğinde; Rabbimizden, O’nun kulluğundan uzaklaştık. Kendimize gelelim, özümüze dönelim. Namazı, orucu, özellikle haccı yeniden kazanalım, yeniden ihya edelim. Gidemesek bile hazırlanalım. Meselemiz de gündemimiz de bu olsun.

Kıble bilinci olmadan namaz bilinci nasıl mümkün olabilir? Kıble, yani coğrafya bilinci. Bu da en güzel hac ibadeti ile uyandırılabilir. Masa başında çizilen sınırlardan kurtulduğumuzu hatırlatan, ‘gönül dünyamızın, İslam kardeşliğinin sınırı yok!’ ikazını yerine getiren bir farzdır Hac. İbadetler içerisinde haccı, peygamberler içerisinde peygamberimize ve semavi mesajlar içerisinde Kur’an’a benzetebiliriz. Nasıl ki peygamberimiz her peygamberin en güçlü özelliklerini kendinde birleştiren bir şahsiyet, Kur’an da bütün vahiylerin özünü bünyesinde barındıran bir kitapsa, hac da bütün ibadetlerin özünü bünyesinde birleştiren özel bir ibadettir. Haccı dirilten bir fert şahsiyetini diriltmiş olur. Haccı dirilten bir ümmet ise kişiliğini diriltmiş olur.

Haccın tanımı yapılırken ona “bir yol bulan” ya da “ona yol bulmaya gücü yeten” ibaresindeki yol sadece maddi imkana indirgenmemelidir. Öyle fakirler vardır ki, parası olmadığı halde hacca gitme imkânı doğmakta ve istemesi halinde bu ibadeti kolaylıkla ifa edebileceği fırsatlar ortaya çıkmaktadır. Genelde yapılan hac tarifleri, bu çeşit fırsatları yok sayan ve ekonomik açıdan zengin sayılan insanlara hitap eden ekonomik tariflerdir. Maddeyi önceleyen bu tarife rağmen Müslüman beldelerden fevc fevc insanlar buldukları her fırsatı değerlendirerek bu farizayı ifa etmek için meşru her yolu denemekte ve zorlamaktadırlar. Hac her müminin Allah’la akdini yenilemek için fırsatını bularak sembollerden oluşan belli zamanlarda ve mekanlarda yerine getirdiği ibadetlerdir. Haccın sadece zenginlere mahsus bir ibadet gibi algılanacağı günlerin geleceğini çok önceden tahmin eden peygamberimiz asıl hacca ihtiyacı olanların fakirler olduğunu bakın nasıl üslupla açıklıyor: “Hac ve umre, körüğün madenin posasını temizleyip yok ettiği gibi fakirliği ve günahları yok eder.” 

Şuurlu Hac, şuurlu Müslümanlarla yapılır. Bu da yeni bir insan inşasını gerektiriyor. Modern bireyin altüst olmuş değer yargısını yeni, asli konumuna döndüren bir şuura ihtiyaç var. İnsanlığı unutan ve unutturan modernizme, ‘insan yüzlü bir hayat’ takdimi, ‘iman merkezli yeni bir hayat’ın inşasını gerçekleştirmeliyiz. Yeni bir toplumun inşasını gerçekleştirecek bu yeni insan; Önce Rabbine, kendisine, topluma ve eşyaya karşı sorumluluğunun bilincine ulaşmış, yürek yürek insanlığa huzur taşıyan, onlara tevhidin, özgürlüğün ve adaletin gerçek kapısını gösteren bir topluluk. Allah’a kulluğa çağıran (Allah’a davet eden, salih amel işleyen (dürüst ve erdemli davranan) ve “Ben gerçekten Müslümanlardanım” (“Elbette ben kayıtsız şartsız Allah’a teslim olanlardanım”) diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?) (41 Fussilet 33)

İhramına bürünüp mahşerini yaşamaya gelen her hacı adayının elinden insanlar, hayvanlar ve bitkiler emin olmalıdır. Şahsî mahşerini yaşamak için kefeni sembolize eden ihrama girdiğinde dünyanın arkanda kaldığını unutmamalı. “Bu dünyada bir garip yolcu gibi ol!” buyuran Peygamberimizin ikazını da kabrinden kalkıp mahşere yürüyen biri gibi olduğunu da. Rabbinden bağımsız bir hayatın olamayacağı düşünce ve niyeti içinde Hac yolculuğuna başlanmalı. Bunun icabı olarak da, kulluğu en yüce makam, Peygamberimizi en güzel dost, nefsini en büyük düşman, imanı en büyük kuvvet, bu mukaddes yolculuğu en önemli iş, teslimiyeti en yüksek makam, ‘Mü’min’ en yüce unvan olarak görülmeli. Böyle olmaz ise, Haccın şuuruna erişilemez. Haccın verdiği şuur taşınmaz. İbâdet, âdet hâline getirilir. 

Hacca giden her mümin, savaş alanına dönen dünyada, her insan, bulunduğu yeri canın, malın, ırzın, neslin ve inancın korunduğu, insana insanca davranıldığı, tabiata tecavüzün olmadığı, aksine hayvanların, taşların ve toprağın dahi hürmet gördüğü bir harem yapılmanın mücadelesini vermelidir. Hac, mümine vefa borcunu hatırlatır. Teşekkürü ve şükrü öğretir. Hacdaki her tavaf, her say bu şuur içinde yapılmalıdır.

Yaşar Değirmenci.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
10
Sağlık / Vücutta Kapanmayan Yaralar
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Bugün, 06:35:23 ÖÖ »


Vücutta Kapanmayan Yaralar

Günlük yaşamın temposunda küçük bir kesik veya sıyrık, genellikle pek de önemsenmeyen bir durum olarak karşımıza çıkar.

Ancak, bazı insanlar için bu küçük yaralar büyük bir sorun haline gelebilir.

Vücutta kapanmayan yaralar, yani kronik yaralar, hayat kalitesini ciddi şekilde etkileyen ve uzun vadeli sağlık sorunlarına yol açabilen önemli bir sağlık problemidir.

Kronik yaralar, genellikle üç ana kategoriye ayrılır: diyabetik yaralar, bası yaraları (yatak yaraları) ve venöz ülserler.

Bu yaraların temel nedenleri arasında dolaşım bozuklukları, enfeksiyonlar, bağışıklık sistemi sorunları ve sinir hasarları yer alır.

Diyabet, vücudun çeşitli bölgelerinde yaraların iyileşmesini zorlaştıran bir durumdur.

Özellikle ayaklarda ve bacaklarda görülen diyabetik yaralar, sinir hasarı ve dolaşım bozuklukları nedeniyle oluşur.

Diyabetik hastalarda küçük bir kesiğin bile ciddi enfeksiyonlara ve hatta amputasyonlara yol açma riski vardır.

Uzun süre aynı pozisyonda kalan hastalarda, özellikle yatakta veya tekerlekli sandalyede sürekli oturmak zorunda olanlarda bası yaraları gelişir.

Bu yaralar, cildin ve alttaki dokuların uzun süreli basınç nedeniyle zarar görmesi sonucu oluşur.

Damar yetmezliği olan kişilerde bacaklarda ve ayaklarda venöz ülserler görülebilir.

Bu yaralar, bacaklarda kanın düzgün dolaşamaması ve dokulara yeterli oksijen ve besin ulaşamaması nedeniyle iyileşmez.

Kronik yaraların tedavisi, yaraların türüne ve altta yatan nedenlere bağlı olarak değişir.
Genel olarak, tedavide birkaç temel yaklaşım öne çıkar:

Yaraların temiz tutulması, enfeksiyon riskini azaltır ve iyileşme sürecini hızlandırır.

Düzenli pansuman ve yara bakım ürünleri kullanımı önemlidir.

Diyabet gibi kronik hastalıkların kontrol altına alınması, yaraların iyileşmesini destekler.

Kan şekeri seviyelerinin kontrolü, uygun diyet ve ilaç tedavisi bu sürecin önemli bir parçasıdır.

Bası yaraları için, basıncı azaltıcı yataklar, minderler ve pozisyon değişiklikleri kullanılır.

Bu, cilt üzerindeki basıncı azaltarak yaraların iyileşmesine yardımcı olur.

Bazı durumlarda, yara temizliği veya deri greftleri gibi cerrahi müdahaleler gerekli olabilir.

Özellikle büyük ve derin yaralarda cerrahi tedavi, iyileşme sürecini hızlandırabilir.

Vücutta kapanmayan yaralar, sadece fiziksel değil, aynı zamanda psikolojik ve sosyal etkileri olan karmaşık sağlık sorunlarıdır.

Bu yaraların tedavisi ve yönetimi, multidisipliner bir yaklaşım gerektirir.

Erken müdahale ve doğru tedavi yöntemleri ile yaşam kalitesini artırmak ve komplikasyonları önlemek mümkündür.

Unutulmamalıdır ki, kronik yaraların önlenmesi ve tedavisinde en önemli faktörlerden biri bilinçlenmektir.

Sağlıklı yaşam alışkanlıkları, düzenli doktor kontrolleri ve doğru yara bakımı ile bu sorunların üstesinden gelmek mümkündür.

Sağlığınıza dikkat edin, küçük yaraları ihmal etmeyin ve gerektiğinde profesyonel yardım almaktan çekinmeyin.

Allah'a emanet olun ...

Mustafa Ceylan.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

TÜM OKUYCULARIMIZI PAYLAŞIMA DAVET EDİYORUZ, DAVETLİSİNİZ.
Sayfa: [1] 2 3 ... 10