81
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Haziran 25, 2025, 08:08:47 ÖÖ »

İnsan, Korku ve Ümit Üzere Bulunmalıdır
“Cehennem üzerine kıldan ince kılıçtan keskin olan sırat köprüsü kurulur..."
İsmâil Rusûhî Efendi Osmanlı âlimlerindendir. Ankara’da doğdu. İlk tahsilini Ankara’da yaptı. Zâhirî ilimlerde yükseldikten sonra tasavvufa yöneldi. Konya’ya gidip, Mevlevî yolu büyüklerinden Bostan Çelebi’nin sohbetlerinde bulundu. Mevleviyye yolunda da ilerleyip yüksek derecelere kavuştu. 1019 (m. 1610) senesinde İstanbul’a gelerek, Galata Mevlevîhânesi’nde irşâd vazîfesiyle vazîfelendirildi. 1040 (m. 1630) senesinde vefât etti. Minhâc-ül-fukarâ adlı eserinde şöyle buyurdu: Abdullah bin Mes’ûd (radıyallahü anh) şöyle naklediyor: “Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) doğru bir çizgi çizdi ve 'Bu, Allahü teâlânın yoludur' buyurdu. Sonra bu çizginin sağından ve solundan çıkan çizgiler çizip; 'Bu yolların her birinde şeytan vardır ve kendine çağırır' buyurdu ve; (Doğru yol budur. Bu yolda olunuz. Fırkalara bölünmeyiniz) meâlindeki (En’âm-53) âyet-i kerîmeyi okudular.” Resûlullah Efendimizin yolu tevhîd (birlik) ve muhabbet yoludur. Onun için birçok âlimler ve evliyâullah; “İnsanı doğru yoldan ayıran, sapıklığa götüren yollardan, orta yol daha hayırlıdır” demişlerdir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri de bu konuda; “Herkes gücü, yettiği kadar, hak yoldan ayrılmadan çok sakınıp, sırât-ı müstekim üzere olmalıdır” buyurmuştur. Fahreddîn-i Râzî hazretleri de "sırât-ı müstekim"i tefsîr ederken buyuruyor ki: “Allahü teâlâ niçin sırât-ı müstekim buyurdu da sebîl-i müstekim buyurmadı. Çünkü sırat lafzı, Cehennemdeki sıratla ilgilidir. Öyle ki, insan bu dünyâda olan sıratta, korku ve ümit üzere bulunmalıdır.” Bir kısım müfessirler de “Sırat ikidir; biri dünyevî (dünyâ ile ilgili) biri uhrevî (âhıretle ilgili)’dir.
Dünyâda olan sırat; Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîminden ve Peygamber Efendimizin hadîs-i şerîflerinden tefsîr ederek, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği doğru yoldur. Uhrevî (âhıretle ilgili) sırat ise, hadîs-i şerîflerde bildirildiği gibi Cehennem üzerine kurulan kıldan ince, kılıçtan keskin olan, bütün insanların üzerine sevk edildiği, köprüdür.
Abdullah bin Mes’ûd’dan rivâyet edilen hadîs-i şerîfte Resûlullah Efendimiz (aleyhisselâm) buyurdular ki:
“Cehennem üzerine kıldan ince kılıçtan keskin olan sırat köprüsü kurulur. Bu köprüden, bir kısım insanlar şimşek gibi, bazısı fırtına gibi geçer. Bir grup insan da kuş uçar gibi, bir fırka atlı gibi, bir zümre piyade gibi geçer. Bir cemâat de vardır ki ateş onların yüzlerini yalar.”
Vehbi Tülek.
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.
YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
82
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Haziran 24, 2025, 09:36:25 ÖS »

Şeytanın Adımlarını Takip Edenler
Allah (c.c.) insanı yarattığı zaman ona önemli görevler vererek dünyaya gönderdi. Dünyaya gelen insanın yalnız ve başıboş olmadığını da ona bildirdi. Taşıdığı misyon ve vizyonla dünyada yaratılan mahlukatlar arasın da tek ve en şerefli olarak yaratılmıştır.“Biz insanı en güzel biçimde yarattık”. (Tin-95/4) Bunu anlamak çok zor değil. Kur’an’da Rabbimiz Allah (c.c.) Âdem (a.s.) ile melekler kısassından bahsederken, “Sizi yarattık, sonra size biçim verdik, sonra da meleklere: "Âdem'e secde edin" dedik; hepsi secde ettiler.”(Araf-7/11)
Meleklerin secde ettiği insan, Allah nazarında değerli çünkü: Allah (c.c.) insanı muhatap alıyor ve meleklere secde emri veriyor. Fakat burada dikkat etmemiz gereken melekler halis bir kula secde ediyor. Yalnız iblis hariç, o secde etmedi. Büyüklendi kendini üstün gördü ve müstekbirlerden oldu. “Sizi yarattık, sonra size biçim verdik, sonra da meleklere: "Âdem'e secde edin" dedik; hepsi secde ettiler, yalnız İblis, secde edenlerden olmadı.”(Araf-7/11)
Allah’ın emrine karşı gelen iblis, kendince gerekçeler sundu ve aklına uyarak kendinin üstünlüğünü açıkladı. “(Allah) buyurdu: Sana emrettiğim zaman, seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben, dedi, ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.” (Araf-7/12 ) Sadece bununla da kalmadı. Allah’a iftira ederek sen beni azdırdın dedi ve yine kendi aklınca, Allah (c.c.) ile pazarlığa kalkıştı. “ (İblis) dedi: (Bari) bana (insanların) tekrar diriltilecekleri güne kadar süre ver." (Allah) buyurdu: "Haydi sen süre verilmişlerdensin." "Öyleyse, dedi, beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onlar (ı saptırmak) için senin doğru yolunun üstüne oturacağım." (Araf-7/14-16 ) İblis kendi aklına uyunca ve Allah’ tan kıyamete kadar zaman alınca, içindeki kini kusarcasına neler yapacağını şöyle söyler:” "Sonra (onların) önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından onlara sokulacağım ve sen, çoklarını şükredenlerden, bulmayacaksın." (Araf-7/17) Bu noktadan sonra iblis artık (şeytan) ismini almış ebedi olarak cennetten kovulmuştur. (Allah) buyurdu: "Haydi, sen, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık. Andolsun ki, onlardan sana kim uyarsa, (bilin ki) sizin hepinizden (derleyip) cehennemi dolduracağım." (Araf-7/18 ) İblis, hangi noktadan sonra şeytan oldu, bu çok önemli sadece kendisi azmakla kalmadı, başkalarını da azdıracağını söylemesi, onun bu ismini kazanmasına yol açtı... Şeytan ne demek: “‘İblis’, kelime anlamı yönünden, hayırsız olan, zarara uğrayan, şaşkınlığa düşen manalarına gelmektedir. İblis kelimesi Kur'an-ı Kerim'de 11 yerde geçer. Şeytana, işlediği hatanın onu sonsuza kadar hüsrana (zarara) uğratması sebebiyle ‘İblis’ denmiştir. İblis, Şeytanın Kur`an’ da ki özel adıdır. İblis, insanı kıskanması yüzünden Allah’a karşı gelen ve O’nun huzurunda küstahlık yapıp kibirlenen ve bu yüzden de kovulan (recim olan), insanın en önemli düşmanıdır. "Şeytan" ise, uzaklaştı manasındaki "şatane" fiilinden türemiştir. Yandı anlamındaki "şâta" fiilinden türediğini öne süren bazı âlimler de vardır. Şeytan kelimesinin aslının "Satan" olup, bunun İbrânîce olduğu, rakip, muhalif gibi anlamlara geldiği, Tevrat'ta da bu anlamda kullanıldığı da ileri sürülür. Şeytan, cinlerden ve insanlardan en şerli (en kötü) yaratıkları nitelemek için kullanılan bir kavramdır. "Şeytan" ve çoğulu olan "şeyâtîn" kelimeleri Kur'an-ı Kerim'de toplam 88 yerde geçmektedir. Şer'î ıstılahta, Yüce Allah'ın Hz. Âdem'e secde emrine karşı gelip isyan ettiği için ilâhî rahmetten kovulan ve insanların amansız düşmanı olan cinlerin inkârcılarından gizli bir varlıktır. Kur'an, şeytanla İblis'in fonksiyon bakımından aynı olduklarını gösteriyor. Şeytan, İblis'in faal hale geçişinde aldığı ad, kuvvetlerinin tümüne verilen ad; İblis de şeytan denen şer kuvvetin kaynağı, babası olan varlığın özel adıdır. Hz. Âdem’in cennetten çıkmasına sebep olan şeytanın, İblis’ten başka ‘Azâzil’, ‘Adüvvullah’ gibi adları da vardır. İblis, şeytanî bütün faaliyetlerin beyni ve babası konumundaki varlıktır. Eski adı Azâzil olan şeytan, Hz. Âdem'e secdeyi kabul etmediği andan itibaren, "hayırdan ümidini kesmiş, pişmanlık ve üzüntü duyan" anlamında.
İblis; Secde etmeyiş sebebi olarak da "beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın" diyerek hükümsüz bir bahane ve kendisince geçerli bir gerekçe gösterdiği ve Hz. Âdem'i cennetten çıkarmaya çalıştığı andan itibaren de Şeytan adını almıştır.
Dolayısıyla İblis ve Şeytan, davranışlarına paralel olarak, ona sonradan verilen iki isimdir. Kur'an'da Hz. Âdem'e secde söz konusu olan bütün âyetlerde özellikle "İblis" kelimesinin kullanılmış olması, bu görüşü desteklediği gibi, âyetlerde kullanılan kelimelerin yerli yerince seçilişi ve Kur'an'ın yüce üslûbu hakkında bir fikir de vermektedir. “Şeytan” kelimesi; azgınlıkta, şer ve kötülükte emsalsiz olan, şerir ve inatçı anlamına gelen her azgına verilen bir cins isimdir. Şeytan kelimesinden, daha çok, cin cinsinden olan cin şeytanı anlaşılırsa da, kötü ruhlu insanlara da bu ad verilir. Dolayısıyla, kötü ruhla alakası olan, görülen veya görülmeyen her kötü ve haktan uzak ve insanları sapıttıran şeylere şeytan ismi verilir. Cin şeytanı olduğu gibi, insanlardan da şeytanlar vardır. İnsan ve insan şeytanı görüldüğü halde, ruhta gizlenen kötülük görülmez; eserleri ile bilinir. Bu sebeple, şeytan isminden, genel olarak, gizli ve kötü bir kuvvet, kötü ve habis ruh anlaşılır. (Ahmet Kalkan: Kuran`i Kavramlar)
Şeytani bir özellik olan, kendisi azdığı gibi çevresindekileri de azdırmaya çalışan kişi ve kurumları çevremizde hep görürüz. Şeytan kendi aklına güvenip, büyüklendi, Allah’ın emrine karşı gelerek kendince mazeret ileri sürdü. Burada dikkat etmemiz gereken önemli bir konu var o’da, şeytan, Allah’ın varlığını da birliğini de inkâr etmiyor. O Allah’ın verdiği emri yerine getirmediği gibi, büyüklenip akılına uyup azgınlaşanlardan oluyor. Ebedi cehennemi hak ediyor. Âdem (a.s.) ise eşiyle birlikte cennete girip, cennetin nimetlerinden faydalanmalarını Allah kendilerine bildiriyor.”Sonra Allah, Âdem'e hitap etti):
"Ey Âdem! Sen ve eşin cennette durun. Dilediğiniz yerden yiyin; fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz." "Derken onların, kendilerinden gizli kalan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara fısıldadı: "Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikiniz de birer melek ya da ebedî kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan men etti." dedi.” Ve onlara: "Elbette ben size öğüt verenlerdenim." diye de yemin etti.“Böylece onları aldatarak aşağı sarkıttı (önceki mevkilerinden indirdi). Ağacı(n meyvesini) tadınca, çirkin yerleri kendilerine göründü ve cennet yapraklarını üst üste yamayıp üzerlerini örtmeğe başladılar. Rableri onlara seslendi: "Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi ve şeytan size apaçık düşmandır, demedim mi?" (Araf-7/19,22) Allah’a karşı gelen şeytan, hemen işe başlıyor ve Âdem (a.s.) ve eşini kandırıyor. Allah’ dan emir almasına rağmen yasak ağaca yaklaşan Âdem (a.s.), ilk imtihanını kaybetti. Verilen emre itaatsizlik eden Âdem, kendisinin ilk isyanını da gerçekleştirmiştir oldu. Fakat şeytan gibi büyüklenip kibirlenmek yerine tövbeyi seçmiş ve şeytanın adımlarına uymamıştır.
“Dediler ki: "Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak ziyana uğrayacaklardan oluruz!"” (Araf-7/23) İşlediği günahı meşru görüp ısrar etmiyor, büyüklük taslamıyor. Böylece Allah, yaptıkları tövbeyi rahmetiyle kabul ediyor. “Derken Âdem Rabbi’nden birtakım kelimeler aldı, (onlarla tövbe etti. O da) tövbesini kabul etti. Muhakkak O, tövbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir” (Bakara-2/37).
Dünyaya gönderilen insan burada da imtihana tabi tutuluyor. Amansız düşmanı şeytan da bu dünyada insanoğlunun yoluna çıkmakta. İnsanın Allah’a karşı gelmesi için çaba harcamaktadır. İnsanı yeryüzüne halife olarak görevlendiren Allah, yeryüzünü düzenleyip, inşa etmesini ve emirlerine itaat, yasaklarından da kaçınmasını istedi. Ama insanoğlu nankör, kendisini yaratan Rabbine ve verdiği nimetlere karşı büyüklenip nankörlük etmekten kaçınmadı. Dünyada, kan döktü ve fesat çıkardı.
Allah (c.c.) o kadar merhamet sahibi ki, insanın şeytana uymaması ve cehenneme gitmesini engellemek için insanlara, peygamberler ve kitaplar gönderdi. İnsanların şeytana değil peygamberlere ve kitaplara uymasını emretti. “Onlara dedik ki: Hepiniz oradan inin. Size benim tarafımdan bir hidayet rehberi geldiğinde, kim o hidayetçimin izinde giderse, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da cehennem ehlidirler. Orada ebedî olarak kalacaklardır.” (Bakara-2/38,39)
İnsanların çoğu bunun tam tersini yaptı ve yoldan çıktı. Hayat kitabımız olan Kur’an bu tabloyu geçmiş kavimlerden de örneklerle ortaya koyar. Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Salih, Hz. İsa (a.s.) ve diğer peygamberlerin kavimleriyle yaşadıkları sıkıntıları açıkça anlatır. Bilmem bilir misiniz?
Kur’an’ın üçte biri kıssalardan oluşur. Allah (c.c.)’u bunları bize hikâye olsun diye değil, onların düştükleri hatalara düşmememiz için bize örnek veriyor. Bu kavimlerin çoğunluğu Allah’ın emirlerine ve peygamberlerine uymak yerine şeytana uymuş ve onun adımlarını takip etmişler. Bunun neticesi olarak bu dünyada azapla cezalandırılırken, ebedi cehennemi de hak etmişlerdir.
Peygamber (s.a.s.) efendimiz zamanında durum farklı değildi. İnsanlar boğazlarına kadar şirk ve günahlar içine batmışlardı. Küfrün karanlıklarına bir güneş gibi doğan efendimiz (s.a.s.) Allah’ın iznini ile kurtuluş ipini bu insanlara uzatsa da, geçmiş kavimler gibi onlar da bunu ret etmişlerdi. İslâm güneşinden kaçıp şirkin ve küfrün karanlığında şeytanın askerleri olmuşlardı. “Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velileri de tağuttur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî olarak kalırlar.” (Bakara-2/257)
Peygamber (s.a.s) efendimiz ve ondan önceki peygamberler, insanların ıslahı için çok çalışıp çapa harcasalar da, insanlar azgınlık da haddi aşmakta ısrar edince, kendilerine doğru yola götürmek isteyenleri dışladılar, kovdular, dövdüler, hatta öldürdüler. Azgınlığın en bariz örneğini yeryüzünde sergilediler. Bunlar şeytanlaşanlar ve şeytanı, veli ve dost edinenlerdi.
Azgınlaşıp haddi aşanların başında toplumun ileri gelenleri yani: Mele ve Mütref’leri yer alıyordu. Kur’an’da bu tipleri fir’avn ve nemrut gibi azgınlaşanlardan bahsederek, şeytanlaşan insanların portresini bize çizer. Kendilerinde bulunan güç, iktidar, para gibi dünyalık gelip geçici şeylere güveni, Allah (c.c.)’a isyanın en üst perdesinde bir hayat yaşıyorlardı. Sadece kendileri değil çevresindeki herkesi, kendi bataklıklarına çekip, Allah’a isyan dolu bir hayat yaşamaya zorluyorlardı.
Kendilerine karşı çıkanları ve diğer engelleri de aşmaya çalışırken akıl almaz yollara başvurarak, kendi güç ve makamlarına bir zarar gelmesin diye acımasızca insanları öldürüp, mallarını gasp edip, yaşadıkları topraklardan sürerek, kendilerince dünyanın hâkimi olacaklarını sanıyorlardı. Ama öyle olmadı ve gerçeklerle kısa zamansa yüz yüze geldiler. Allah bu tiplerden bahsederek bizim onlar gibi olmamamız noktasında bizleri sık sık uyarmasına rağmen yine de insanlar isyanda ve haddi aşmakta ısrar ediyorlar.
Günümde durum çok farklı değil. İnsanlar kendi heva ve heveslerini ilah edinmişler. Geçmiş kavimlerin yaşadıkları ve Allah’ın azabını gerektiren bütün günahlar, başta şirk olmak üzere hepsini aleni şekilde yaşadıklarını görmekteyiz. Boğazlarına şirk ve diğer günahlara batan insanlar, yaşadıkları hayatı meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.
Öyle ki günahları kendilerin çepeçevre kuşatmış bu insanlar özellikle büyük günahları aleni bir şekilde işler hale gelmişler. Günahlarla yaşamak hali, bir yaşam biçimi haline gelmiş. İnsanlar tuğyan etmiş, Allah’ın yasaklarını çiğnemekle kalmamış, Allah’a savaş açmışlar. Tuğyanın sistemli bir şekilde yapılması da, tağuti bir düzenle ve nizamla eliyle ancak bu kadar yapılabilinir. Günümüzdeki tağuti düzenler Allah’ın yasakladığı birçok şeyi insanlara hizmet (!) adına yaparak Allah’a karşı açtıkları savaşı ilan ederek çevresindeki yandaşlarından destek beklemektedirler. Başta Allah’ın hüküm, kanun ve nizamını bir tarafa bırakarak, kendileri kanun, hüküm ve nizam yapmaya çalışıyorlar ve azgınlıklarını en üst perdeden gösteriyorlar. Yaptıkları azgınlıkları süslü sözlerle örterek, çevresindekilerin desteğini alıp hedeflerine daha rahat varacaklarını düşünüyorlar.
Allah (c.c) kendisine şirk koşulmasını yasaklamış, kim şirk koşarsa asla af etmeyeceğini belirtmiştir. “Doğrusu Allah, kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Ondan başkasını (diğer günahları) ise, dilediği kimseler için bağışlar ve mağfiret buyurur. Her kim Allah'a şirk koşarsa gerçekten pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur”. (Nisa-4/48) Allah’a ait olan makam ve yetkileri gasp etmişler. Allah’ın yasaklarına rağmen kanunlarıyla haramları ve yapanları koruma altına almışlar. Allah zinayı haram kılmış, bunlar genelevler açmış, İçki yasaklanmış, bunlar fabrikalarını kurmuşlar, faiz yasaklanmış, bunlar bankalar kurmuşlar. Kurdukları tuzaklarla insanların kanlarını emerek kendi yaşamlarını sağlar hale gelmişler. Sadece bu kadar da değil, hırsızlık, gasp, adam öldürmek, tecavüzler, işçilerin hakkının yenilmesi daha birçok yasaklanan ve haram kılınan suçları sistem eliyle meşru hâle gelmiş. Bazıları için adam öldürmek dâhil olmak üzere tüm bunlar görev olmuş.
Allah’ın yeryüzünde hiçbir hâkimiyeti yok deyip, hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir diyerek, Allah’ın hakkını gasp ederler. Hâkimiyet milletindir derler de daha sonra hâkimiyeti ellerine alırlar. Kendilerini ilahlaştırmaya ve yeryüzünün hâkimi olmaya çalışıyorlar. Bu tiplerin halini hatırlayın, şeytan Allah’a ne demişti "Öyle ise, dedi, beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onlar (ı saptırmak) için senin doğru yolunun üstüne oturacağım."( Araf-7/16) Bunlar kendileri azdığı gibi diğer insanları azdırıp şeytana yeni dostlar ve veliler kazandırmaya çalışıyorlar.
Bunlarla yetinmemişler, insanların var oluş nedeni olan ibadetlerini engellemeye çalışıyorlar. Devlet dairelerinde, askeriyelerde, okullarda, daha birçok yerlerde, insanların Allah’a kulluğun önünü kesmek için büyük bir savaş başlatmışlar. Allah’ın yüce ismini insanlara anlatıp, öğreten Müslümanları terörist olarak ilan ederek, bu tip insanlardan korkmaları gerektiğini telkin ediyorlar.
Yaklaşık bir asırdır işgal altında olan İslâm topraklarında, şeytani düzeni kurmak ve yaşatmak için çaba harcayan bu zorbalar, büyük şeytan olan emperyalistlerden aldığı emirlerle Müslümanlara yapmadığını bırakmamışlardır. Her türlü zulme reva görülen Müslümanlara sindirme ve baskı politikalarını yıllarca işlenmiş ve bunun bedelini ödetmeye çalışmışlardır. Bir asırdır oynan şeytani oyunlara maalesef birçok insan kanmış ve çeşitli senaryolarla insanları kandırmışlar. Ellerine geçen bu fırsatı kendi lehlerine çevirmek için ellerinden gelen her şeyi yaparak şeytani düzeni kurup yaşaması için her şeyi mubah görmüşler.
Kurdukları şeytani düzen de insanların hayatının her anında günahlarla yaşaması için her yolu kullanmışlar. Sistem eliyle kurulan medya başta olmak üzere gerek radyo, gazete ve televizyonlarla evlerimize kadar girerek, zina kar, batılı bir hayat tarzını empoze ederek başta aile, kardeşlik gibi önemli değerlerin yıkılması sağlanmıştır.
Hayatı her anında günahlarla hemhal olan insan bunlara kayıtsız kalamamıştır. Sokakta, evde, iş yerinde, kısaca kafanızı nereye çevirseniz her yer günah, fıskı fucr kaynıyor. Önceden insanlar, günah işlemek istese de bu fırsatı kolay kolay bulamazdı. Günümüzde sistem tarafından da sonuna kadar desteklenen batakhanelerde ve sokaklarda aleni bir şekilde işlenir oldu. Hatta Allah’a kulluk yapmaya çalışan, bunun için günah işleyenleri ikaz edip, günahlarda uzak durmalarını isteyen Müslümanlar, sanki suçlu günahı işleyenler değil de, günaha engel olmak isteyenlermiş gibi toplumdan dışlanır oldular.
Artık öyle bir hâle geldik ki günahlar yaşama biçimi hâline geldi. İnsanları çepeçevre kuşatan günahlar, cehennem çukuruna atılmaları için şeytan ve şeytani düzenlerin kurdukları tuzaklara kolay yem oluyorlar. Günahlarını yaşama biçimi hâline getirenleri Allah (c.c.)’u ayetinde şöyle nitelendiriyor.“Evet kim bir günah işlemiş de kendi günahı kendisini her yandan kuşatmış ise, işte öyleleri ateş ehlidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar”. (Bakara-2/81) Günahlarını yaşan biçimi haline getirenler ve meşru görenler ebedi cehennemde kalacaklardır.
Şeytan gibi yaptıkları hatları (günahları) meşru görüp de, tövbe etmekten imtina edip, işlediği günahı haklı göstermeye çalışarak şeytanlaşıp, büyük şeytanın yardımcılığına soyunuyorlar. Allah’ın emir ve yasaklarını tanımayıp işledikleri günahlarını kendilerince gerekçeleri açıklamaya çalışıp yaptıklarının yanlış olmadığını ispat etmeye çalışıyorlar.
İşledikleri günahlarını ya şeytana uyduk, ya da kaderimiz böyleymiş diyerek, kendilerini temize çıkarmaya çalışırlar. Hâlbuki Allah (c.c.)’u şeytana uymamamız gerektiğini yüce kitabımız Kur’an’da bizlere birçok yerde emreder. Şeytana uyanları ebedi cehennemde kalmakla tehdit eder, Allah (c.c.).Yapılan hatalar ne olursa olsun kendilerinden başka herkes suçludur. Bu gün hapiste yapanlara kader mahkûmu diyorlar, bu sözleriyle Allah’a iftira ediyorlar. Çünkü Allah kimseyi yapmadığı şey yüzünden mahkûm etmez. Adam hırsızlık yapmış, tecavüz etmiş, adam öldürmüş vs gibi daha birçok suçu işlemiş, neymiş o kaderinde yazdığı için yapmış. Bu düpedüz yalan ve iftiradır ve şeytanca bir savunmadır.
Şeytanda Allah’a karşı böyle, iftiralar atmamış mıydı? “Öyleyse, beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onlar (ı saptırmak) için senin doğru yolunun üstüne oturacağım, dedi.” (Araf-7/16) Kendisi azmasına rağmen Şeytan suçu Allah’a atmaktan çekinmemişti. İnsan kendi yaptıklarını görmezden gelemez.
“Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. Bununla beraber Allah yine de çoğunu affeder”. (Şura-42/30) İnsan sadece kendi yapıklarının cezasını çeker. Allah kimseye zulüm etmez.
Günahlarını küçümsemek ve hafife almak, insanın ahiretini mahveder. İnsanlar bir kereden bir şey olmaz deyip, çoğu haram azı değil der, böylece işledikleri günahı şeytanca bir düşünceyle ört bas etmeye çalışırlar. Sanki Allah onların kalplerinde ve beyinlerinden geçeni bilmiyormuş gibi.
Allah’ın rızasından uzak bir hayat yaşayanların kaçınılmaz sonu şeytanın sonu gibi olacaktır. Allah insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarır, şeytan ise aydınlıktan karanlıklara çıkarır. “Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velileri de tağuttur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî olarak kalırlar”. (Bakara-2/257) Dikkat edin! Aydınlık bir tane, karanlıklar ise çoktur.
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.
YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
83
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Haziran 24, 2025, 09:25:49 ÖS »

Ticaretle İlgili Ahlâkî Ölçüler
Çalışmanın Önemi İslâm dini, dünya ve âhiret mutluluğu için çalışmayı emreder. “İnsan için çalıştığından başkası yoktur." (Necm, 53/39) Çalışmak, emek sarf etmek, sadece kişisel yahut ailevî ihtiyaçları gidermeye yönelik bir gayret ve mesai değil; aynı zamanda toplumsal üretimi ve refahı artıran mühim bir unsurdur. İnsanlara fayda sağlayan herhangi bir işte çalışan kimse, aynı zamanda toplum için de çalışmaktadır. Bir Müslüman’ın, kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimseleri geçindirmeye yetecek kadar helâlinden kazanması farzdır. Hz. Peygamber (s.a.s.): "Geçim için çalışıp helâlinden kazanma farzdır. O halde çalışınız” buyurur. (Camiü’s-Sağir, Terc. c. 1, s. 472, Had. 1011) “Müslüman kişi ailesinin ihtiyacı için harcama yapar ve bundan sevap umarsa bu ona sadaka olur (sevap kazanır).” (Müslim, Zekât 49) İslâm'da kazancın en iyi olanı, el emeğinin mahsulüdür. Zira Rasûlullah (s.a.s.): "Kişi kendi elinin emeğinden daha temiz bir kazanç elde etmemiştir." (İbn Mâce, Ticârât 1) Allah Teâlâ: “Yeryüzüne dağılın. Allah’ın lütfundan rızkınızı arayın” (Cuma, 62/10) buyurur. "Kişinin, sırtında odun taşıyarak geçimini sağlaması, birisinden bir şey istemekten (dilenmekten) daha hayırlıdır." (Buharî, Büyû 15) En zor şartlar altında çalışmayı dahi başkalarına yük olmaktan iyi gören Hz. Peygamber'in bu sözleriyle insanları çalışmaya teşvik ettiği, tembelliği kötülediği, çalışkan insanları dünya ve âhiret mutluluğu ile müjdelediği görülmektedir. İslâm, Allah'ın insanlara verdiği malı normal yollarla harcamalarını yasaklamaz. Fakat her işte plânlı ve itidalli davranmalarını emreder. "Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsân ettiği gibi, sen de insanlara iyilik et.” (Kasas, 28/77) Zenginlerin malında fakirlerin hakkı vardır. Bu gerçeği Allah Teâlâ şöyle bildirir: “Mallarınızda muhtaç ve yoksulların hakkı vardır.” (Zâriyât, 51/19) Bu ayette, ihtiyaç sahiplerine gereken yardımın yapılması istenmektedir. Lükse ve ihtişama kaçmamak şartıyla huzur içinde yaşamak, rahat etmek ve malın fazlasını Allah yolunda hak sahiplerine infak etmek, fakirlere yardım, gariplere iyilik için yeterli miktardan fazla kazanmak İslâm’ın övdüğü, güzel gördüğü bir şeydir. Çünkü bunun faydası toplumun bütün bireyleri içindir. Peygamberimiz: “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” (Tirmizî, Fiten, 76) buyurur. “Allah iyilik yapanları sever” (Bakara, 2/195) İnsanın elindeki imkânlar gelip geçicidir. Bu imkânlarla övünmek, gururlanmak çok yanlıştır. Allah’ın verdiği tüm imkânlardan dolayı Allah’a şükretmeli, nankörlük etmemeli; kibre, gurura kapılmamalıdır. “Çünkü Allah, her kibirleneni (gururlananı) ve kendini beğenip övüneni sevmez.” (Lokman, 31/18)Ayette görüldüğü gibi, Allah Teâlâ, gururu, kibri, kendini beğenmeyi, insanları küçük görmeyi yasaklamıştır. Peygamberimiz (s.a.s.) de şöyle buyurmuştur: “Tevazu göstereni Allah yüceltir, kibirleneni ise alçaltır.” (İbn Mâce, Zühd 16) Zenginlik de fakirlik de imtihan gereğidir. Zenginlikle şımarmamalı, fakirlikle de üzülmemeli, sabretmelidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “And olsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!” (Bakara, 2/155) Dünya hayatı imtihandan ibarettir; bunu iyi anlamak gerekir ki, ne yapılması lâzımsa onu yapmak mümkün olsun! Rasûlullah (sas) şöyle buyurmaktadır: “Veren el, alan elden hayırlıdır.” (Buhârî, Zekât 18)Tabii ki, veren el olmalı. Veren el olmak için çalışmak ve başarılı olmak zorundayız. Malından fedakârlık yaparak veren, cimrilik etmeyen, hayırlı kişidir. “Müslüman olan, kimseye muhtaç olmadan yaşayan ve kanaat eden kişiye ne mutlu!” (Tirmizî, Zühd 25) Mecbur kalmadıkça kimseden bir şey istememek! Hem kendine, ailesine, hem de başkalarına faydalı olmak için çalışmak! İşte, huzur ve mutluluğun önemli bir kapısı, bu açıdan Peygamberimiz şöyle buyurur: “Allah, bir iş yaptığında hakkını vererek (doğru) yapanı sever.” (Camiü’s-Sağir, Terc. c. 1, s. 496, Hds. 1068) Allah, doğru çalışan kişiyi sever. “Bizi aldatan bizden değildir.” (Ebû Davud, Büyû 50) “Her hak sahibinin hakkını verin.” (Buhârî, Savm 51-55)
Bu âyet ve hadislerde görüldüğü üzere, çalışıp helâlinden kazanmak ve kimseye yük olmamak, mutluluğun önemli sebeplerinden biridir. Müslüman, helâl yönden gücü nispetinde çalışmalı ve kazanmalı, israfa kaçmadan gerektiği gibi harcamalı ve hayırda bulunmalıdır. Bu davranış, huzur ve mutluluk kaynağıdır. Hz Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: “Sizin hayırlınız; dünyası için ahiretini, ahreti için de dünyasını terk etmeyen (her ikisi için de çalışan) ve insanlara yük olmayandır.” (Buhârî, Savm 51-55) İnsan, dünya ve ahiret mutluluğu için çalışmalıdır. Ne mutlu dünya ve ahiret için gereği gibi çalışanlara! Ticaretle İlgili Ahlâkî Ölçüler Dünya ve ahiret mutluluğumuzu hedefleyen yüce dinimiz İslâm; her konuda olduğu gibi, ticaret hayatımızla ilgili de ölçüler koymuştur. Din zaten diğer konularda bir sistem olduğu gibi, aynı zamanda bir ahlâk sistemidir; iş ahlâkı, ticaret ahlâkı, idare ahlâkı, ev ahlâkı, eğitim ahlâkı vs. diye isimlendirilmeler de her sahadaki üstünlüğün ahlâk üstünlüğü ile olacağına işaret etmektedir. Yüce dinimiz İslâm, emir ve yasaklarıyla fert ve toplumun dünyevî ve uhrevî huzur ve saadetini hedeflemiş, bu amaçla hırsızlığı, yalan söylemeyi, hile yapmayı, ticaret ve alışverişte eksik ölçme ve eksik tartmayı haram kılmıştır. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar, insanlardan (bir şey) ölçüp aldıkları zaman, tam ölçerler. Fakat kendileri onlara bir şey ölçüp yahut tartıp verdikleri zaman eksik ölçüp tartarlar. Onlar büyük bir günde, insanların, âlemlerin Rabbinin huzurunda duracakları gün için diriltileceklerini sanmıyorlar mı?” (Mutaffifin, 83/1-6) Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Üç kişiye Allah kıyâmet gününde rahmet nazarıyla bakmaz. Onları temize çıkarmaz. Onlar için elem verici bir azap vardır." Sahâbeler dediler ki: "Kim onlar yâ Rasûlallah? Gerçekten onlar büyük zarara uğradılar, elleri boş kaldı ve iflâs ettiler." Rasûlullah (s.a.v.) cevaben buyurdu ki: "İyiliğini başa kakan, kibirlenmek için uzun elbise giyen ve malının değerini yalan yeminlerle arttırarak satışını kolaylaştırmak isteyen. Siz alış-verişte çok yemin etmekten sakının! Çünkü o satışı teşvik eder, sonra da bereketi yok eder." (Müslim, İman 171) Mü’min, kazancının helâl olmasına dikkat etmelidir. Haram olan faizden de sakınması gerekir. Çünkü faiz yasağı, İslâm’ın temel ilkelerinden biridir. İslâm, bütün çeşitleri ve miktarlarıyla faizi yasaklamış, haram kılmıştır. “Ey iman edenler, (gerçek) mü’minlerseniz, takvâlı olun (Allah’ın emirlerine uygun yaşayın). Artık kalan faizi de bırakın (almayın). Eğer (bu faizi terk etme işini) yapmazsanız, Allah ve Rasûlüne savaş açtığınızı bilin.” (Bakara, 2/278-280) “İnsanların mallarında artış olması için faize verdiğiniz şeyler Allah katında artmaz. Allah’ın rızâsını dileyerek verdiğiniz zekâta gelince; işte on (u veren)ler, (sevap ve mallarını) kat kat artıranlardır.” (Rûm, 30/39) Faiz hakkında Rasûlullah (sas); “Faiz yiyene, yedirene, yazan ve şâhitlerine lânet etti, (günahta) eşittirler” dedi. (Müslim, Musâkat 106)
Rasûlullah (s.a.v.), insanları helake götüren yedi şeyden söz ederken faizden de bahsetmiştir. (Buhârî, Veyasa 23) Ayet ve hadisler açıkça faizin haram olduğunu, mü’minlerin kesinlikle faize bulaşmaması gerektiğini bildiriyor. Faiz haram olduğundan, çok dikkat etmeli, en azından bile kaçınmalıdır. Müslüman kişi, yaptığı işi, ibadet şuuru içinde dürüstçe yapmalı, aldığı paranın helâl olmasına dikkat etmelidir. Sevgili Peygamberimiz, ticaret ahlâkı ile ilgili prensipleri ortaya koyarken, ticarette haksız rekabeti, satışı kızıştırmak için alıcıymış gibi davranmayı, hileli artırımda bulunmayı yasaklamış (Bkz. Müslim, Büyû 11) gerçeği gizleyip yalan söyleyerek yapılan alışverişin bereketini, Allah`u Teâlâ’nın yok edeceğini bildirmiştir. (Bkz. Buhari, Büyû 26) Yine Peygamberimiz, doğru sözlü ve güvenilir tüccarı, “Doğru ve güvenilir tacir (âhirette) Peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle beraberdir” (İbn Mace, Ticaret 1) hadisiyle övmüş; müşterinin dalgınlığından veya bilgisizliğinden faydalanıp onu aldatanı da şiddetle ikaz etmiştir. Nitekim bir gün pazarı dolaşırken bir yiyecek yığınına elini daldırmış, eline ıslaklık gelince; “Nedir bu?” diye sormuş, bunun üzerine satıcı “yağmur yağmıştı, ondan dolayı ıslandı” diye cevap verince Peygamberimiz, “Niçin o ıslak tarafı halkın görebilmesi için üste getirmedin?” diye mukabelede bulunduktan sonra: “Bizi aldatan bizden değildir.” (Ebû Davud, Büyû 50) buyurmuşlardır. Anlatacağımız şu hikâyede, ticaret hayatıyla ilgili ahlakî ölçülerin önemi vurgulanmaktadır: Seyyar bir şemsiye tamircisi, yol kenarında küçük bir kutu üzerine oturmuş, şemsiye tamir ediyordu. Tamirci, tamir edilecek yerleri dikkatle ölçüyor, yamayı itina ile yerleştiriyor, telleri tek tek deneyerek güçlendiriyordu. Adamı hayranlıkla seyreden bir genç yanına yaklaştı: — İşinizi çok dikkatli yapıyorsunuz, dedi. Şemsiye tamircisi elindeki işi bırakmadan:
— Evet, ben her zaman işimi iyi yapmaya çalışırım, diye cevap verdi.
— Müşterileriniz, işinizi iyi veya kötü yaptığınızı ancak siz gittikten sonra anlayacaklar.
— Evet, haklısınız.
— Bu tarafa tekrar mı geleceksiniz?
— Hayır.
Genç artan bir hayranlık ve merakla sordu:
— O halde niçin bu kadar titizsiniz?
Tamirci:
— O zaman, benden sonra buradan geçecek tamircinin işi kolaylaşacak. Ben, eğer kötü malzeme kullanır, işimi baştan savma yaparsam, halk bunu er geç anlayacak ve ondan sonra buradan geçen tamirciye kimse iş vermeyecek. İşlerinde kötü örnek olanlar, başkalarının hukukunu mânen çiğnemiş olurlar. Güveni sarsarlar, emniyeti ve huzuru bozarlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır”( Necm, 53/39) Peygamberimiz de şöyle buyurur: “Rızkın onda dokuzu ticarettedir.” (Cami’üs-Sağir Terc. c. 2, s. 219, Hds. 3296) “Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir.” (İbn Mâce, Mukaddime 7) Dolayısıyla dünya hırsına kapılmadan, helâlından kazanıp çoluk çocuğumuza temiz rızık, helâl lokma yedirelim. Özümüz, sözümüz, ticaretimiz, sanatımız, ortaklığımız, dostluğumuz, arkadaşlığımız hep dürüstçe olursa, dünyamız da, ahiretimiz de mutlu ve huzurlu olur.
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.
YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
84
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Haziran 24, 2025, 09:19:43 ÖS »

İslam'da Faiz
Deki ki: “ Eğer siz ALLAHI’ ı seviyorsanız bana uyun; ALLAH da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın ALLAH Ğafurdur, Rahimdir.” (1) On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı devletinde altın karşılığı olarak banknot çıkarılmıştı. Bunlar on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda bazı Avrupa ülkelerinde çıkarılan şemsili kâğıt paraların benzeri ve devamı niteliğindedir. On yedinci yüzyılda İngiltere ve İsveç’te resmî darphaneler kendilerine bırakılan altın ve mücevherleri emânet olarak muhafaza ediyorlardı. Ancak, devlet mâlî sıkıntılar yüzünden bu güveni kötüye kullanınca, sarraflar teşkilatlandılar ve halkın elindeki kıymetli eşyayı da saklamaya başladılar. İşte sarrafların emanet bırakanlara verdiği "Goldsmith's notes" denilen makbuzlar, para yerine kullanılan ilk yazılı belgelerdir. (2).
"İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda ribâ yemeyen kalmayacak. Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı ulaşacak." Diğer bir rivâyette "...tozu ulaşacak" denir. (3)
Ribâ'dan buharın ulaşması, ribâ muâmelesine şâhidlik, kâtiplik yapmak veya ribâ yoluyla elde edilen kazançtan verilen ziyafetten yemek, böyle bir kazançla satın alınan hediyeyi kabul etmek gibi değişik şekillerde olabileceği belirtilmiştir. ,
Faiz (Riba) Belası … Türkçedeki yaygın karşılığı “faiz” olan Arapça “riba” kelimesi sözlükte “fazlalık” nema, artma, çoğalma; yükseğe çıkma; (beden) serpilip gelişme, gibi anlamlara gelir. Arapçada tepelere, düz araziye nispetle daha yüksek oluşları sebebiyle râbiye, canlıları besleyip büyütmeye de terbiye denir. Bu sözlük anlamıyla riba hem bir şeyin kendi içinde bulunan hem de iki şey arasında mukayeseden doğan fazlalığı ifade eder.
Kur’an’da riba kelimesi iki anlamda da kullanılmıştır. Fıkıh literatüründe riba, borç verilen bir paraya veya mal, belli bir süre sonra belirli bir fazlalıkla yahut borç ilişkisinden doğan ve süresinde ödenmeyen bir alacağa ek vade tanıyıp bu süreye karşılık onu fazlalıkla geri almanın veya bu şekilde alınan fazlalığın adıdır. Türkçede kullanılan “faiz” kelimesi de Arapça kökenli olup, genelde riba ile eş anlamlı kabul edilir. (4)
Tarih boyunca ekinleri ve nesilleri heba edip toplumsal cinnete sebebiyet veren, ülkeleri ekonomik krize sokan ana sebeplerinden biri toplumların içinden kurtulamadığı faiz belasıdır. Faiz belası öyle bir bela ki ilk önce toplumların ekonomik yapısını çökertir sonra da tüm değerlerini yerle bir eder.
İslam’ın ortaya çıktığı Arap toplumunda da faiz bütün çeşitleriyle biliniyor ve uygulanıyordu. Bu yüzden sermaye belli kesimin elinde yoğunlaşmış, gittikçe katlanan faiz borcunu ödeyemeyen kimseler veya bunların çocukları baskıcı güçler tarafından köle olarak satılmaya başlanmış, sonuç itibariyle az bir kesim büyük çıkar sağlanmasına karşı geniş halk kesimi perişan olmuştu.
Mekke’de ilk olarak Miraç’la ilgili hadislerde ribânın kötülendiği görülür. Medine’de konuyla ilgili olarak ilk inen âyette ise Yahudilerin başına gelen sıkıntıların nedenleri arasında, kendilerine yasaklandığı halde fâiz yemeleri gösterilir.
Rabbimiz kelamında şöyle buyuruyor: “Faiz yiyenler mahşerde şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, ‘zaten alışveriş de faiz gibidir’ demelerindendir. Oysa Allah alışverişi helal, faizi haram kıldı. Kim Rabbinden bir öğüt gelir de faizcilikten geri durur ve vazgeçerse geçmişte elde ettiği kendisinin olur. Ve onun işi de artık Allah’a aittir. Kim faizciliğe dönerse, işte onlar cehennemliklerdir; onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. Allah faizle mal eksiltir, sadakalarla da bereketlendirir. Allah nankör hiçbir günahkârı sevmez” (5)
İbn Mes'ud (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) ribâyı (fâizi) yiyene de, yedirene de lânet etti." Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin rivâyetlerinde şu ziyade vardır: "(Fâiz muâmelesine) şâhitlik edenlere de bu muâmeleyi yazana da..." (6)
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Eğer inanıyorsanız fâizden arta kalanı bırakın. Eğer böyle yapmazsanız, Allah’a ve Peygamber’ine karşı savaşa girdiğinizi bilin. Şayet tövbe ederseniz, anaparanız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ve ne de haksızlığa uğramış olmazsınız.” (7)
Müfessirlerin çoğuna göre, ribâ âyetleri, Taif'te oturan Beni Sakîf kabilesinin faiz problemiyle ilgili olarak inmiştir. Bu kabilenin Hz. Peygamberle yaptığı Taif anlaşmasında faiz alacak-verecekleri lağvedilmişti. Mekke'deki Muğîre oğulları, Benî Sakîf'ten Amr b: Umeyr oğullarına olan faiz borçlarını ödemeyince, aralarında düşmanlık doğdu. Durum Mekke valisi Attab b. Esîd tarafından Hz. Peygamber'e yazıldı. Bu soru üzerine ribâ âyetleri indi ve Hz. Muhammed, vâliye âyeti yazdı. Ayrıca hükme razı olurlarsa ne âlâ, aksi halde onlara harp ilan etmesini bildirdi. Bunun üzerine Taifliler faiz istemekten vazgeçtiler. (
Buna ilave olarak Hz. Peygamber, kendi döneminde uygulanan işlemleri ve alım-satım türlerini de, ya faize yol açacağı, ya da faiz olduğu için yasaklamıştır. Mesela “eşya-yı sitte” veya “emval-i ribeviyye” hadisi diye meşhur bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Altına mukabil altını, gümüşe mukabil gümüşü, buğdayla buğdayı, arpa ile arpayı, hurma ile hurmayı, tuza mukabil tuzu satmayınız. Ancak eşit miktardan ve peşin olursa o müstesna. Her kim artırır veya fazla alırsa faiz alıp vermiş olur. Bunda alan ile veren arasında fark yoktur.” (9)
Amr İbnu'l-Ahvas (r.a.) anlatıyor: "Hz. Peygamber (s.a.s.)'i Vedâ Haccı sırasında dinledim, şöyle diyordu: "Haberiniz olsun, câhiliye devrindeki bütün ribâlar kaldırılmıştır, ödenmeyecektir. Sadece verdiğiniz anaparayı alacaksınız. Böylece ne zulmetmiş, ne de zulme uğramış olacaksınız. Haberiniz olsun cahiliye devrindeki bütün kan dâvâları kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan dâvası da el-Hâris İbn Abdilmuttalib'in kan dâvâsıdır."
Rasûlullah (s.a.s.): "Tebliğ ettim mi?" dedi. Cemaat: "Evet tebliğ ettin" dediler ve üç kere tekrarladılar. Rasûlullah (s.a.s.): "Ya Rabbi şahid ol!" dedi ve üç kere tekrar etti." (10)
Bir çok Hadis-i Şerif’te de Allah Rasulu (s.a.s.) faizin kötülüklerinden bahsederek, onun yasak olduğunu dile getirmiştir. Bu durumda biz Müslümanlara, büyük günahlar arasında yer alan faizden fersah fersah uzak durmak yakışır. Onun olduğu bölgeyi bırakın koruluğundan bile geçmek bize korku vermelidir. Günümüzde emperyal sömürü düzenin yaşandığını hatırlayacak olursak bundan tamamen kaçmanın o kadar da kolay olmadığını göreceğiz. Çünkü o hemen hemen her haneye girmiş, yuvaların ve nesillerin dağılmasına sebebiyet vermiştir. Bize düşen elimizden geldiği kadar samimi bir şekilde ondan korunmaktır. Biz bunu samimiyetle istersek Allah (c.c.) da bize bu yönde destekleyici sebepler yaratacak ve bizi bu beladan koruyacaktır inşaallah.
Günümüzde istatistik verilere baktığımızda ne yazık ki faizden korunma hassasiyeti neredeyse yok denecek kadar azalmıştır. Tüm bankalar arasında mevduatlara bakıldığında katılım bankaları dediğimiz kısıtlı olsa da faizsiz çalışan finans kurumlarının, faizle çalışan bankalara oranı %4 olarak karşımıza çıkıyor, yani bu mevduatların %96 ‘sı faizin kol gezdiği bankalarda olduğu anlamına geliyor. İnsanlar ya bunun ehemmiyetinin farkında değil ya da imani noktada büyük bir zaafiyet yaşanmakta. Rabbim faizsiz bir ülke ve faizsiz bir dünyada yaşamayı bizlere lütfetsin inşaallah…
Amin.
--------------------------------------------------------------------------------------------
1- 3 Al-i İmran/31 2- Feridun Ergin, İktisat, 560, 570 3- Ebu Dâvud, Büyû’ 3, h. no: 3331; Nesâî, Büyû’ 2, h. no: 7, 243; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2278 4- Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. 12, s. 110 5- Bakara:275 6- Müslim, Müsâkât: 25, h. no: 1579; Ebû Dâvud, Büyû’ 4, h. no: 3333; Tirmizî, Büyû’ 2, h. no: 1206; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2277 7- Bakara278/279 8- et-Taberî, Tefsîr, 105, 106; Elmalılı, a.g.e., II, 972 9- Buhari, Bûyu/77–81. Müslim, Mûsakât, 79–85 0- Ebû Dâvud, Büyû’ 5, h. no: 3334; Müslim, Hac 147; Tirmizî, Tefsir, Tevbe 2; İbn Mâce, Menâsik h. no: 76, 84
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.
YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
85
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Haziran 24, 2025, 09:11:19 ÖS »

Menfaatçilik Hastalığı ve Kredi Kartı Hastalığı
Riba (faiz) yiyen kimseler, şeytan çarpan kimse kalktığı gibi kalkarlar. Bu durum onların, "alışveriş de tıpkı faiz gibidir" demeleri yüzündendir. (Bakara 2/275
Menfaat, küçük kârların peşinde koşmak, büyük hayırları terk etmektir. Menfaat hastalığı insanoğlunun içerisine yerleştirilmiş bir fitne ve imtihandır. Menfaatlerinin peşinde kontrolsüzce koşan insanlar bu menfaat putunu öldürmediği sürece gerçek tevhide ve hakiki imana ulaşamazlar…
Bankaların Kredi Kartı kullanan insanlara verdiği (yemlik) küçük menfaatler, Kredi Kartlarının arkasındaki acı gerçeği görmemize engel olmaktadır. Aslında Kredi Kartı büyük bir musibet ve kişinin kendisini tüketmesidir.
Bankacılığın Mantığı:
Bankacılık sektörü en az faizle para alıp, en yüksek faizle para satan kurumlardır. Bütün sistem bunu üzerine kuruludur.
Eğer bir banka hiç faiz ödemeden nakit para elde eder ve bunu yüksek faizlerle satabilirse onun için bulunmaz bir durumdur.
İşte Kredi Kartları tam burada devreye girer. Çünkü her ay milyonlarca insan bankalara nakit para taşımaktadır. Bu şekilde bankalarda hiç faiz ödemeden topladıkları bu nakit paraları her türlü bankacılık oyunlarıyla yüksek faizle satmaktadır. Kart kullanan insanlar her ay bankaların değirmenine adeta su taşımaktadırlar.
Kredi Kartı Mantığı:
Türkiye’de yaklaşık 25-26 tane banka bulunmakta ve bu bankalardan alınan Kredi Kartı da 25-26 milyon kullanıcıya ulaşmaktadır. Yani her bankaya yaklaşık 1 milyon civarında Kredi Kartı düşmektedir. Her bir karttan aylık olarak bankaya bırakılan aylık meblağ, 500TL. civarındadır.
Türkiyedeki her bankaya halkımız yaklaşık 500 x 1 000 000 = 500 000 000 TL. Nakit para ödemektedir. Bu orandaki nakit meblağ bir banka için faizli piyasa şartlarında değerlendirilmesi gereken önemli bir kapitaldir.
Bankalar halkımızdan alış- veriş aracılığıyla topladığı bu paraları ortalama 20 gün sonra alış-veriş yapılan yerle (esnafa) ödemektedir.
Peki, bir banka 20 gün boyunca bu parayı ne yapmaktadır? İşte işin sırrı burada gizlidir. Eğer bu süre zarfında erkenden parasını almak isteyen bir esnaf olursa; esnafın alış-veriş kaşlılığında tüketiciden aldığı ürünün bedelinden %3-4 civarında bir kesinti yapılarak esnafa ödeme yapılmaktadır. Tabiî ki bu işlemin adı, faizdir. Yani hangi açıdan bakılırsa bakılsın Kredi Kartları bankalar için oldukça karlı bir durumdur.
Diğer taraftan tüketicinin yaptığı harcamalar sonucunda ödeme dengesini ayarlayamayanların (ki bunlar %8 civarındadır) cezalı olarak yapmış oldukları ödemeler de cabası.
Hiç düşünüyor muyuz? Bankalar niçin sokaklarda Kredi Kartı dağıtmaktadır? Niçin herkesin kart kullanması için bu kadar çaba harcanmaktadır? Gerçekten bu işte biz mi karlı çıkıyoruz yoksa onlar mı? Biz mi onları kullanıyoruz, onlar mı bizi? Kartın Borcunu Zamanında Ödemek Mevcut Durumu Değiştirir mi?
Kredi kartı kullanmaktan vazgeçmeyi bir türlü düşünemeyen insanımız, kendi içine düştüğü durumu kurtarıcı mazeret üretmeyi de ihmal etmemektedir. “Zamanında ödersem bir şey olmaz”, “ Ben alış veriş yaptıktan 40 gün sonra ödüyorum” gibi sözler acaba ne derecede geçerlidir, bu mazeretler hakikati yansıtmakta mıdırlar? Gerçek bu söylenildiği gibimidir? Hayır. Çünkü zamanında ödemek kişiyi bulaştığı bu çamurdan kurtarmaz. Kart kullanan kişi ister zamanında ödesin ister geciktirsin ki bu daha kötüdür.
Kart kullandığı andan itibaren bankayla alış veriş yapmıştır. Bankayla alış veriş yapmakta, temiz ekmeğimizi çamura bulayıp yemekten farksız, hatta daha kötüdür. Kırk gün sonra öderim sözüne gelince. Buda çok doğru ve düşünülerek söylenmiş bir söz değildir. Çünkü kırk gün sonra esprisi ilk birkaç gün için geçerli olan bize bırakılmış (yemlik) menfaattir.
Para Kullanmakla Kart Kullanmak Aynı mıdır?
Para kullanmak yapılan bir hizmetin ya da bir ürünün bedelini ödemektir. Kart kullanmak ise, paraya alış-veriş yaptığınız yere değil de bankaya ödemek, bankaya borçlanmaktır. Dolayısıyla tüm para trafiği banka üzerinden yapılmaktadır. İşin en çirkin ve kirli yeri de tam burasıdır. Banka topladığı bu paraları hemen ödemez, günlerce kullanıp faizcilik (tefecilik) yapar ve bizde bu işinde ona adeta yardımcı olmuş oluruz
İnançlı bir insan, banka ile çalışmaktan, parasını ona taşımaktan hiç rahatsızlık duymuyorsa bankaya girmek ile markete girmek arasında bir fark yoksa kalbimizdeki içindeki bazı yerleri gözden geçirsin!
Ayrıca Kredi Kartı kullanmak, o kartların Amerika’daki gerçek sahiplerinin hesabına “tıp tıp” dolarları aktarmaktır.
Her kart çektiğimizde, birileri yoksullaşıyor birileri zenginleşiyor,
Her kart çektiğimizde, temiz ekmeğimizi çamura bulayıp yemiş oluyor,
Her kart çektiğimizde, bankaların yüzünü güldürmüş oluyor,
Her kart çektiğimizde, vahşi kapitalizmi güçlendiriyor,
Her kart çektiğimizde, Kartların arasındaki görünmeyen güçleri büyütüyor,
Her kart çektiğimizde, esnafın bizim yüzümüzden yirmi gün sonra parasını almasına sebep oluyoruzdur.
Kart kullanmayan insanın rızkı kirlenmez, bereketi azalmaz rahmet kalmaz , hayatında bolluk olur. Kart kullanan insan ise birçok hayırlardan mahrum olur.
Ey insanlar, yeryüzünde olan şeyleri helal ve temiz olarak yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin ( Bakara2/168)
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.
YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
86
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Haziran 24, 2025, 09:03:41 ÖS »

Haram Kazanç İfsat Eder
Giriş İnsan hem bedenini hem de iç dünyasını temiz tutmalıdır. Bu temizlik de kişinin yedikleri ve içtikleri ile ilgilidir.
İnsanı temiz yaratan Allah (c.c.) onun için temiz yiyecekler de yaratmıştır. İman edenlerin o temiz, yani helâl yiyeceklerden yemelerini emrediyor. (Bakara/57) Çünkü Müslüman’a sadece temiz ve güzel yiyecek ve içecekler helâldir.
“Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: "Size iyi ve temiz şeyler helâl kılındı…" (5 Mâide/4)
Bu; bazı şeylerin pis, kötü ve zararlı olduğu, dolayısıyla onları yemenin ve içmenin Müslüman’a zarar vereceği manasına gelir.
Hak edilmeyen kazanç ve gıdalar insan ve toplum bünyesinde bozulmaya, ahlâkî bozukluklara, ardı arkası kesilmeyen yanlışlara sebep olur. Bütün çeşitleriyle, bütün cinsleriyle haram kazanç, İslâm’da haram kılınan bütün yiyecek ve içecekler kişiyi ve toplumu ifsat eder, bozar.
Yerde ve gökte tek bir ilâh olan Allah vardır. O Allah ki, yeryüzüne ve gökyüzüne bir düzen (sulh) koymuştur. İnsan toplulukları da düzen içinde, fesattan uzak yaşasınlar diye peygamberler ve onlarla beraber din göndermiştir. Yani ilâhî kurallar göndermiştir. Bu ilâhî kurallar insanlar arasında ve toplumda düzeni sağlar, fesadı önler.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın...” (7 A’raf/56, Bir benzeri A’raf/85. Bir benzeri: 48 Muhammed/22)
Haram ve helâl hükümleri, haddini bilenler içindir. Bu gibi nitelendirmeler onlar için bir anlam ifade eder. Bir kimsenin sınırı yoksa kırmızıçizgisi yoksa daha doğrusu haddini bilmiyorsa, o kimse için ”helâl ve ‘haram” kavramı yoktur.
Bu gibi kimseler, haram kazancın yol açacağı, sebep olacağı yıkımı da görmezden gelirler, önemsemezler. Hatta bundan bahsedildiği zaman gülüp geçerler.
Çok kazandığı halde parası bir türlü yetmeyenler, hatırı sayılır geliri olduğu halde, fakirlik çekenler, var iken yiyemeyenler ve yediremeyenler, var olduğu halde yok yok diye feryat edenler; olaya bir de bu açıdan bakmalılar.
Temiz bir fıtratla (yaratılışla) yaratılan insan, daha sonra niçin bozuluyor? Niçin isyancı, bozguncu, zalim ve nankör oluyor?
Bunda kişinin ta bebeklikten beri beslendiği gıdaların etkisi yok mu? Kişinin bedeni ne ile şekillenir? Bedene şekil veren yiyecekler, manevi yapıya, ahlâk ve karaktere etki etmez mi?
Eder, evet hem de çok etki eder.
Aldığımız besinlerin vücutta etkileri görüldüğü gibi, davranışlarda da görülür. Bedeni haram gıdalarla beslenen bir çocuğun, daha sonradan kaliteli bir adam, muhlis bir mü’min, ahlâklı bir Müslüman olması çok kolay değildir.
Sürekli haramla beslenen bir bedenin sahibine haramzade denilir, yani haramla geçinen. Aslında ona haramzede, yani haram kazançların kurbanı demek daha doğrudur.
Pek çok insan haramların, haram gıdaların, hak edilmeyen kazançların kurbanıdır.
Çünkü haramın (sağlam) binası olmaz. Haram ondurmaz, haram güldürmez, haram sağlıklı bir yapı inşa etmez. İnsan terbiyesi bir karakter inşası olduğuna göre, bunun temiz gıda yerine, zehirle oluşturulması imkânsızdır.
Şimdi öncelikle ifsat/fesat nedir, ona bakalım
- İfsat/fesat nedir? Bu kelimenin aslı ‘fesede’ fiilidir. Bu da bir şeyin az veya çok itidalden uzaklaşması demektir. Nefsin, bedenin ve eşyanın istikametten ayrılması hakkında kullanılır. (Isfehânî, Müfredât, s: 571. İbni Manzur, Lisanu’l-Arab, 11/180)
‘İfsat’ ise, bozma, kokuşturma, geçersiz duruma düşürme anlamına gelir.
Bir şeyin faydalı olmaktan çıkıp zararlı olmaya başlaması fesattır.
Aynı kökten gelen ‘müfsit’; bozan, bozgunculuk yapan, ifsat eden demektir.
Fesadın karşıtı sulh veya salah’tır. Sulh veya salah; iyi olma, düzelme, iyiliğe aracı olma anlamlarına gelir. Bunun çoğulu maslahattır. Maslahat, iyi olan halleri, düzelmeyi, faydalı olan şeyi ifade etmektedir.
İfsat eden, fesat’a sebep olan şeylerin hepsine Din dilinde ‘mefsedet’ denmiştir. İnsanların din, can, akıl, nefis, nesil ve mal güvenliklerini çok önemli gören İslâm, koyduğu hükümlerle ‘kişiye maslahatı kazandırmak, ondan mefsedeti uzaklaştırmak’ istemektedir.
Fesat; iyilik, güzellik, doğruluk ve adalet ilkeleri esas alınarak oluşturulan ya da oluşturulmaya çalışılan bir sosyal düzene karşı çıkmayı simgeleyen bir kavramdır. (E. Pazarbaşı, nak. K. Siyasî Kavramlar, s: 348)
‘Fesat’, muazzam bir düzene sahip olan âlemin, toplumun ve ferdin yaratılıştan gelen ve doğal olan dengesinin bozulmasını ifade etmektedir. Bu kelime toplumsal, hu
kukî ve dinî boyutuyla değerlendirildiği zaman yine belli bir düzenin ve dengenin bozulmasını, faydalı olmaktan çıkmasını anlatır.
- Kur’an’da ifsat/ fesat İfsat Kur’an’da; özellikle yeryüzünde fitne uyandırıp, insanların durumunu ve yaşama yollarını doğruluktan saptırıp, din ve dünyaya ait çıkarlarını zedelemek anlamında kullanılmıştır.
Bununla birlikte aşağıdaki eylemlere Kur’an fesat demektedir.
Âlemlerin Rabbi Allah’ı inkâr etmek, O’nun Rabbliğini kabul etmemek, ya da insanları O’nun yolundan alıkoymak . (16 Nahl/88, ayrıca bak. 3 Ali İmran/62-63)
Allah’ın peygamberler aracılığıyla gönderdiği mesajı yalanlamak, ona karşı gelmek. (10 Yunus/39-42)
İnsanlara ait haklara tecavüz etmek. (5 Maide/5)
Adalet ve huzur düzenine aykırı bütün kötülükler, mesela; hırsızlık (12 Yusuf/70-73), ölçüde ve tartıda hile yapmak (11 Hûd/85), kamu düzenini bozma, ekini (ticaret ve iktisat hayatını) nesilleri mahvetme (2 Bakara/205), hak ve adalet sınırını aşarak azmak (tuğyan etmek) (89 Fecr/9-14),
bozgunculuk yapmak, ya da buna sebep olmak (7A’raf/127. 18 Kehf/93-94. 27 Neml/48), insanları zayıflatmak için gruplara ayırmak (28 Kasas/3-4),
zalim yöneticilerin hükmetme arzusu, iktidar tutkunluğu (27 Neml/34), her türlü aşırılığa sapmak (26 Şuara/151-152
Büyü yaparak kötülüğe sebep olmak (10 Yunus/81-82), akrabalık bağlarını koparmak (47 Muhammed/20-22), yalan söylemek (33
Ahzab/70-71), Hz. Lût kavminin işlediği çirkin davranış (29 Ankebût/28-30), servet biriktirerek onunla övünmek ve insanlara hükmetmeye kalkışmak (28 Kasas/77).
Ayrıca, günah işlemek (2 Bakara/11), küfr, kafirlik (11 Hûd/116), helâk, bozulup gitme (21 Enbiya/22), katillik (18 Kehf/94, 40 Ğafir/26),
harap etme, bozup dağıtma (2 Bakara/205, 27 Neml/34) gibi faaliyetler de fesattır.
‘Fesat çıkarmak’ ile azgınlık (bağy) isyan ve israf (aşırılık) kavramları arasında bir bağlantı vardır. Nitekim Kur’an firavuna asi ve fesat çıkarıcı demektedir. (10 Yunus/91) Salih (a.s.) kavmine nasihat ederken, onlara müsriflerin (ölçüsüzce davrananların) emrine uymamalarını, çünkü onların yeryüzünde fesat çıkardıklarını ama ıslah etmediklerini söyler. (26 Şuara/151-152)
- Fesadın Sonuçları: Şüphesiz ki insanlar -hayr veya şer- bütün yaptıklarının karşılığını alırlar.
Yeryüzünde çeşitli şekillerde fesat çıkarıp ilâhî düzeni, kişilerin ve toplumların ahlâklarını, ürünlerini ve nesillerini bozan, onların haklarına tecavüz edip zulme sebep olan ve saadet halini kargaşaya ve mutsuzluğa çeviren bütün müfsitler cezalarını bulurlar.
Kur’an, Allah’ın (c.c.) fesadı ve fesat çıkaran müfsitleri bildiğini, onların yaptıklarından haberdar olduğunu, dolaysıyla onlara hak ettiklerini mutlaka vereceğini bildiriyor. (3 Âli İmran/63. 10 Yunus/39-40).
Allah (c.c.), her şekilde olursa olsun fesat çıkaran müfsitleri kesinlikle sevmemektedir. (2 Bakara/205. 5 Maide/64. 28 Kasas/30)
Allah (c.c.) fesat çıkaranlara, ahdini bozanlara ve birleştirilmesini istediği bağları koparanlara lânet ediyor ve yurdun kötüsünü (Cehennemi) onlar için hazırladığını haber veriyor. (13 Ra’d/25) Böyleleri aynı zamanda zarara (hüsrana) uğrarlar. (2 Bakara/25) İnsanların yaptıkları fiiller yüzünde ham karada, hem de denizde fesat çıkar. Bununla toplumların huzuru kaçar, haklar ihlâl edilir, tabiatın ve insan hayatının dengesi bozulur. Bu fesada sebep olanlar, yaptıklarının karşılığının bir kısmını dünyada tadarlar. Bazen bir belâya uğrarlar, bazen helâk edilirler. Tarihta bunun pek çok örnekleri vardır. (Mesela; 30 Rûm/41-42. 11 Hûd/84-94. 29 Ankebût/36-37. 7 A’raf/73-79, 80-84, 85-94. 17 İsra/4-7 anlatıldığı gibi)
İfsad, insanın ve onun doymaz iştahının, aşırı isteklerinin sonucudur. Müfsidler, yeryüzündeki tabii değerleri, sulh (barış) ve dengeyi, kendi sübjektif ölçüleri ve doymaz iştahları sebebiyle bozarlar. Onların bu faaliyetleri sonucu, en önemli fesad olan ‘şirk, küfür, isyan, zulüm ve günah’ artar. Allah’a isyan eden, sınırı aşan veya arzularını tanrı haline getiren insanlar yeryüzünde, insan ve toplum bünyesinde fesada ve sulhun (düzenin ve iyiliğin) bozulmasına sebep olurlar. Ya da onların yaptığı işler yüzünden fesat meydana gelir.
“İnsanlardan öylesi vardır ki, onun dünya hayatıyla ilgili bir sözü hoşunuza gider. Ve o kimse kalbinde olana Allah’ı tanık tutar. Hâlbuki o düşmanların en amansızıdır. O yönetime (velayete) geldiği zaman yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesilleri mahvetmeye koşar. Allah ise fesadı sevmez.” (2 Bakara/205-206)
Bu durumda “ürünün ve neslin yok edilmesi”, aile hayatının sarsıntıya uğraması ile ve sonuçta bütün bir toplumsal yapının çökmesi ile eş anlamlı olur. Yukarıda tanımlanan zihniyet, genel bir kabul görüp sosyal davranışları yönlendirir hale gelir gelmez kaçınılmaz bir şekilde yaygın bir ahlakî çürüme ve sonuç olarak sosyal bir çözülme ile noktalanır. (M. Esed, Meâl s: 60)
Allah (c.c.) müfsitlerden ve onların yaptığı fesatlardan razı değildir. Fesadın kişi ve toplum bünyesinde sebep olduğu zararları önlemek için kullarına ısrarlı bir şekilde ‘fesat çıkarmayın’ diye ihtarda bulunmaktadır. (2 Bakara/60. 7 A’raf/74. 11 Hûd/85. 26 Şuara/183. Ankebût/36)
Mü’minlerin, fesada ve fitneye yol açacak davranışlara fırsat vermemeleri gerekir. Onlar fesatçılara karşı direnmez, meydanı boş bıraktıkları zaman yeryüzünde fesat giderek yaygınlaşır. (8 Enfal/73)
Müslümanlar, fitne ve fesadı önlemek üzere müfsitlerin (bozguncuların) peşlerinden gitmezler, onlara ve onların sistemlerine, fikirlerine, eylemlerine hiç bir şekilde destek olmazlar. (7 A’raf/142) Onlar akıllı insanların yaptığı gibi yaparlar: Fesat zihniyetini iyi tanırlar ve onunla mücadele ederler. (13 Ra’d/22) - İnsan bünyesinde fesat Peygamber (s.a.s) buyuruyor ki: “Allah Teâla (c.c.) temizdir ve sadece temiz olanları kabul eder... Yediği haram, içtiği haram, gıdası haram olan bir kimsenin duasını Allah nasıl kabul etsin?” (Müslim, Zekât/ 65 (2346). Tirmizî, Tefsir/3)
İnsanı cehenneme en fazla götüren şey; iki dudak arası ile iki bacak arasına sahip olamamaktır. (Tirmizî, Birr/62 (2004). İbni Mace, Zühd/29 (4246). Müsned 2/392, 442. İbni Hibban, 2/224)
İki dudağa sahip olmak inkâr, yalan, gıybet gibi sözlü hataları kapsadığı gibi, gıdaları da kapsar. Kişi iki dudağından içeri hangi lokmanın girdiğine de dikkat etmeli.
İslam’ın haram kıldığı her yiyeceğin, her içeceğin, her davranışın; yapıldığı zaman insana mutlaka zararı vardır. Mesela Kur’an, içki ve kumar hakkında şöyle buyuruyor:
“SİZ EY imana ermiş olanlar! Sarhoşluk veren şeyler, şans oyunları, putperestçe uygulamalar ve gelecek hakkında kehanette bulunmak, şeytan işi iğrenç kötülüklerden başka bir şey değillerdir: O halde onlardan kaçının ki mutluluğa eresiniz! Şeytan, sarhoşluk verici şeyler ve şans oyunları ile sadece aranıza düşmanlık ve nefret sokmaya ve sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymaya çalışır. O halde, (artık) vazgeçmeyecek misiniz?” (5 Maide/90-91
Peygamber (s.a.s.) de içkinin bütün kötülüklerin anası olduğunu haber veriyor. (Nak. Kütüb-ü Sitte, 8/160)
İçki içen bir kimse namaz kılsa, namaz borcundan kurtulsa bile kırk gün süreyle sevap kazanamaz. (Ebu Davud, Eşribe 5 (3670). Müsned, 1/316, 2/25, 71, 97)
Âyetlerde ve hadislerde açı
kça söylendiği gibi, sarhoş edici nesneler mutlaka ve mutlaka zararlıdır. Onların kullananların hayatını çeşitli açılardan ifsat ederler.
Tecrübeyle ve bilimsel olarak sabittir ki uyuşturucular insanın hem bedenini hem de aklını fesada uğratır, yani zarar verir. Bir süre uyuşturucu kullanan kimselerde bu açıkça görülür. Bu gibi kimselerin sonradan uyuşturucu kullanmayı terketseler bile -kaldı ki bu da oldukça zordur- tam anlamıyla düzeldiği, normal bir hayata döndüğü söylenemez.
Bu, bize haram yiyecek ve içeceklerin nasıl ifsat edici olduğunu gösterir.
Haram kazanç/yiyecek-içecek, insan bünyesinde ve aile hayatında, bir bidon temiz suya bir damla mürekkep damlatmaya, ya da bünyeye giren bir mikroba benzer. Vücuda mikrobun girişi görülmez ama yaptığı tahribat (fesat) bünyede hissedilir ve fiilen görülür.
İşin uzmanları yazıyla ve sözlü olarak hem hastalarını, hem de herkesi bilgilendirirler, uyarırlar. “Şu gibi yerlerde yaşama, oturma, bulunma, şu hastanın yakınında durma, onun eşyasını ve artığını kullanma mikrop kaparsın. Şu yiyecekleri yeme, şu içecekleri içme, hasta olursun” diye.
Vücut bir defa mikrop kapmaya görsün, hemen veya daha sonra etkisini gösterir. Kişi mikrobun bünyede açtığı zararları, elemi, ağrıyı, sızıyı; yani fesadı çeşitli şekillerde hisseder.
Haram kazanç da tıpkı bunun gibidir. Girdiği bünyeyi tahrip eder, manen zarar verir, fazilet ve iyi hallerden uzaklaştırır.
Çocuk eğitiminde bir kaç temel dinamik vardır. Bunlardan biri de ‘helâl rızık’tır. Çocuklarına helâl lokma yedirmeye dikkat eden ebeveyn’lerin işleri bir hayli kolaydır. Zira helâl ve temiz rızık yapıcı, iyi duyguları besleyici, doğru olan şeylere meylettirici, güzel olan şeyleri sevdiricidir.
Çocuğunu haram lokma, haram kazanç, kul hakkı ile besleyenler, sonradan hayırlı evlat hasreti çekerler.
Bir Müslüman baba vefatına yakın oğluna şöyle dedi: “Oğlum size dünyalık olarak bir şey bırakamıyorum. Ama gönül rahatlığı ile diyebilirim ki, size bilerek haram lokma yedirmedim. Bu da bana yeter.”
Bu babanın bütün çocuklarının hayırlı evlat olduğuna şahitlik edebilirsiniz. Ben ediyorum.
Bütün Müslüman babaların, “Çocuklarıma bilerek haram yedirmedim” diyebilmeleri gerek. Toplumun büyük kesimin bu şuurda olduğunu düşünelim; o toplumda yetişen çocuklar genelde iyi ahlâklı, yararlı insanlar, salih nesiller olacaktır.
Haram gıdaların insan vücudundaki etkilerinin uzun süre sürdüğünü hatırlamak gerek. Nitekim yukarıdaki hadiste Peygamber (s.a.s.) bunu, ibadetlerin sonuçları bağlamında haber veriyor.
Haram yiyecek ve içecekleri iki kategoriye ayırabiliriz: a-İslâm Şeriatında haram veya mekruh kılınan yiyecek ve içecekler.
b-Hırsızlık, gasp, hile ile ele geçirme, yağmalama, sahte evrakla, faiz yoluyla ve benzeri yollarda elde edilen haksız kazançların hepsi. Burada alın teri, meşru bir emek, hak edilmiş bir sonuç yoktur. Bunları yeme, içme, kullanma, istifade etme İslâm açısından hatadır ve zararlıdır.
Faydası olmadığı gibi, hem onulmaz yaralar açarlar, hem de hesabın artmasına sebep olurlar. - Faiz ve haram kazanç Haram kazançlardan biri de faiz yemek, faizli muamele yapmaktır.
Faiz (Riba) almayı ve vermeyi bu ölçüler çerçevesinde değerlendirmek gerek.
Ekonomik açıdan getirisi ve götürüsü bir tarafa, faiz tefecilik olarak asla hak edilmiş bir kazanç değildir. Asla alın teri sonucunda, ananın ak sütü gibi helâl değildir. İnsan için tavsiye edilmiş kazanç yollarından, temiz (Tayyibe) rızık hiç değildir.
Faiz yoluyla elde edilmiş paranın, kazancın, servetin insan ve toplum bünyesindeki zararları sayılamayacak kadar çoktur. Onlardan bazılarını şöyle sıralamak mümkün
· Her şeyden önce insanı tembelliğe sevk eder, kolay, ucuz, emeksiz, havadan kazanma/geçinme saplantısını getirir.
· İnsanı cimri, egoist, şüpheci yapar. Zaten bu duygular sebebiyle bazıları alın teri ile kazanma yerine, daha kolay ama meşru olmayan bir yolla kazanmaya kalkışır ya...
· İnfak, sadaka verme, paylaşma duygularını öldürür. Müslüman olduğu halde faizle servet sahibi olan nasıl infak edebilir, nasıl cömert olabilir, nasıl Allah yolunda harcama yapabilir ki? Faizci bir kimse, dünyanın parasına sahip olsa bile zekât verebilir mi? Allah yoluna infak edebilir mi?
· Güveni öldürür, dostları azaltır, hasımlık duygularını artırır.
· Toplumda mali dengeyi sarsar. Servetin belli ellerde, ya da bankalarda/şirketlerde toplanmasını sağlar. Kesimler arasındaki uçurum giderek artar.
· Paylaşmayı önler. Bir toplumda paylaşmanın olmaması en büyük felakettir. Zira paylaşmak insanî bir sıfattır. Onu kaybedenlere ne demek gerekir, bilmiyorum.
· Kapitalist, sömürücü, başkalarını hesaba katmayan bir anlayışa kapı açar. (Avrupalıların neden bu kadar kapitalist, çıkarcı, sömürgeci, dünya malına tutkun olduklarına bir de bu açıdan bakmak gerekir.)
· Mal tutkusunu artırır. İnsan zaten yaratılışı gereği dünyalıklara karşı zaafı vardır. Ancak İslâm mal/infak/emanet ahlâkıyla bunu dengeliyor. Bundan mahrum olanlar ise malın kulu, çıkarının kölesi, servetinin hizmetkârı olurlar.
· İnsanı tek dünyalı yaşamaya zorlar, ölümü, hesabı, öte dünya saadetini unutturur.
· Haramlar ve sınırlar konusundaki hassasiyeti törpüler. Bir alanda haram yemeğe alışan bir benlik, diğer alanlarda çok da hassas olmayabilir. Gelsin de nasıl gelirse gelsin anlayışına düşebilir.
· Mala emanet gözüyle bakma anlayışını öldürür. Onun yerine, bu benim, bana aittir kime ne anlayışını yerleştirir. Bu da insanın azmasının (tuğyan etmesini) sebebidir.
· Bu dünyalık yaşama tutkusunu kamçılar. İki dünyalık yaşamayı insana unutturur. - Sonuç Kur’an fesat dediği davranışlar ile faizin sebep olduğu bu sonuçlar arasındaki derin bağa dikkat edilmeli. Hepsi de İslâm’ın haram dediği şeylerle beslenme konusu ile alakası var.
Haramla meydana gelen bir bünyenin, haramla hayatını sürdüren bir benliğin, helâl olan şeylere ilgisi ne kadar olabilir ki? Harama alışa alışa haram işlemekte artık beis görmeyebilir ki bu da haramın her alanda yol açtığı tahribatın ta kendisidir.
Kısaca; bütün haram kazançlar insanı ve toplumu, dolaysıyla yeryüzünü ifsat eder, dengeyi bozar, geçim yollarını ve insan eğitimini olumsuz etkiler.
Peygamber (s.a.s.) kalp için “o iyi olursa bütün beden iyi olur, o bozulursa bütün beden ifsat olur” diyor. (Buharî, İman/39) Bedenin, bedenin içinde yaşadığı toplumun, bedenden kaynaklanan eylemlerin düzelmesi, ifsat olmaması yüreğe/yüreklere bağlıdır. Bunun da imanla olacağı açıktır.
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.
YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
87
« Son İleti Gönderen: gurbetciyim Haziran 24, 2025, 08:49:33 ÖS »

Gençlik Sorunları ve Çözümleri
Gençlik çağı oldukça fırtınalı bir dönemdir. Ancak kimi gençte bu dönem sıkıntılı geçer, kimisi de daha az çalkantı ile atlatır. Günümüzde gençlik, birçok sorunla karşı karşıyadır; hayalcilik, özenti, kimlik bunalımı ve kendini tanımama. Bencillik, idealsizlik, cinsellikle ilgili aşırılıklar ve marka düşkünlüğü. Ayrıca manevî değerlerin azalması, ahlakî çöküntü, uyuşturucular, fanatizm ve kötü alışkanlıkların kazanılması, zararlı yayınlar. Aile ile geçimsizlik, okul hayatı ve şiddet. Karamsarlık, can sıkıntısı, güvensizlik, işsizlik ve gelecek kaygısı. Başkaları ile sağlıklı iletişim kuramamak. Meslek ve eş seçimi. Televizyon, bilgisayar, internet, MSN ve facebook bağımlılığı gibi durumlar, günümüz gençliğinin temel sorunları olarak görülmektedir.
Gencin Gaye Sorunu
Günümüz gençliğinin en önemli sorunu, yaratılış gayesinden habersiz olmalarıdır. Gençlik, bir nevi belirsizlik, arayış ve şekillenme dönemidir.
Gençler arasında yaygın olarak kullanılan, “hızlı yaşa genç öl, cesedin yakışıklı olsun”, “atın ölümü arpadan olsun”, “gençliğini yaşayacaksın” gibi sözler, kural tanımazlıklarını meşrulaştırmaya yönelik olumsuz beyanlardır. Gençlik, aşk, para, eğlence ve top peşinde koşmakta ve bunlarla kendini ispatlama çabasındadır. Zira insana verilen ömür, geri dönüşümü olmayan bir fırsattır. Yaratılış gayesinden uzak sorumsuzca bir hayat yaşayan gençler, kötü ve zararlı alışkanlıklar edinmektedirler. Böylece hem kendilerine hem de başkalarına zarar vermektedirler.
Günümüzde Müslüman dendiği halde, amaçsız, gayesiz kitlelerle karşı karşıyayız. Genç, şaşkınlık, tedirginlik içinden kurtulması ve mutlu, huzurlu olması için, ilk önce şu temel sorulara cevap bulması gerekir: İnsan nedir? Nasıl bir varlıktır? Yeryüzüne nerden gelmiştir? İnsan nereye doğru gidiyor? Hayatının asıl gayesi nedir? İnsanın bu dünyada görev ve sorum¬lulukları var mıdır, varsa nelerdir?
Tabiî ki, yaradılış gayesi açısından bakıldı¬ğında, insan meçhul bir varlık değildir; o mesul (sorumlu) bir var¬lıktır. (Bkz. 102/Tekâsûr, Çünkü insanlar dünyaya tesadüf eseri gelmiş değildir. İnsan¬lar, dünyaya bir amaç ve gaye için, Allah’a kulluk yapmak için gelmiştir. (Bkz. 51/Zâriyât, 56) Dünyaya gelişimizin gayesi, Allah'ı tanımak ve ona ibadet etmektir. Allah Teâlâ’ya kulluk/ibadet yapmak için yaratılan insan, bu temel görevini yerine getirirse dünyada da ahrette de huzur ve mutlu¬luğa kavuşur. Yüce Allah şöyle buyurur: “Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse ve Allah'tan korkup emirlerine uygun yaşarsa (inanç, ibadet ve güzel davranışlarda bulunursa) ‘kurtuluşa ve mutluluğa' erenler bunlardır.” (24/Nur, 52) Dolayısıyla gençlerimize, hayatını insanın yaratılış gayesine uygun geçirmesi için, gerekli ahlâkî ve manevî donanımı vermeliyiz. Gencin Cinsellik Sorunu
Gençler, şehvetin ve cinsel dürtülerin imtihan olduğunu, sadece sevgi ve bağlılıkla birlikte olduğunda, yani evlilik içinde yaşanmasının gerektiğini bilmelidirler. Bu manevî ve ahlak hassasiyetinin bir gereği olduğu gibi, aynı zamanda ergenin zihinsel, duygusal ve fiziksel sağlığı yanında evliliğinin gelecekteki istikrarı açısından da çok önemlidir. Gencin cinsel tutkularına ve hislerine hâkim olması, hayır diye bilmesi, cesaret ve güç göstergesidir. Bunun ispatlanması gerekir. Genç, iffetini korumakla yaratıcının yasaklarına uyması karşılığında pek çok yönden faydalar elde edecektir. AIDS, frengi hastalıklardan korunacaktır. (Doç. Dr. Sefa Saygılı, Ergenlik Sorunları, s. 101) Tabii ki, Yüce Allah’ın emirlerine uygun yaşayanlar maddî ve manevî açıdan kazanımları olacaktır.
Gençlik ve Şiddet
Şiddet, güç ve baskı uygulayarak insanların bedensel veya ruhsal açıdan zarar görmesine neden olan bireysel veya toplu hareketlerin tümüdür. Gün geçmiyor ki gazete ve televizyonlarda okullarda şiddet, çeteleşme haberleri duyulmasın! Aile içinde yaygın biçimde yaşanan, sporda taraftarı birbirine düşüren, ünlü simaların dayak olaylarıyla günlerce gündemden düşmeyen şiddet, okullarda da düşündürücü boyutlara ulaştı. Üst aramalarında eskiden öğrencilerin cebinde sigara paketi bulan öğretmenler, artık çakı toplamak zorunda kalıyor.
Gençlerde giderek artan şiddetin nedenlerinin başında, ergenlik çağında kendini ispat etme duygusu geliyor. Şiddet içren film ve diziler anne-babanın özellikle en kritik yaş olan ergenlik çağındaki ilgisizliği, denetimsiz internet kafeler, aile yapısının bozulması, şiddet olgusunun artmasına neden olan diğer unsurlardan sadece birkaçıdır. Okullardaki eğitim, ailevi terbiye ve arkadaş çevresindeki faziletlerle takviye edilmediği an, insanın yaratılışında var olan saldırganlık dürtüsü anormal boyutlarda kendini göstermekte ve gençler kendini ifade etme aracı olarak şiddete başvurmaktadır. (Mahmut Açıl- A. Purtaş, Ergenlik Psikolojisi, s. 77) Şiddet uygulamak acizliğin bir göstergesidir. İslam dinî, her türlü şiddeti, baskıyı ve zulmü yasaklamıştır. Yüce Allah Şöyle buyurur: “Allah bozgunculuğu (şiddeti) sevmez” (2/Bakara, 205) Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir.” (41/Fussilet, 46) Rasûlullah(sav) şöyle buyurmuş¬tur: “Mümin diğer müminlerin onun elinden ve dilinden emin olduğu (zarar görmediği) kimsedir.” (Buhârî, İman 4) Demek ki, iyi bir Müslüman’ın eliyle, diliyle veya herhangi bir şekilde kimseye zararı dokunmaması gerekir. Bu anlamda İslam, hiçbir surette şiddete müsamaha göstermez, ondan kesin bir şekilde sakındırır.
Gencin Kimlik Sorunu
Ergenlik çağının en önemli sorunlarından biri de kimlik arayışıdır. Bu dönemde genç, kimlik bunalımı ve kimlik karmaşası ile karşılaşır. Kimlik karmaşası içersinde bocalayan gençler, din’de kimlik kazandırıcı bir imkân bulmaktadırlar. Böylece değişme ile denge veya bütünleşme ihtiyacı arasındaki gerilimlerden aykırı kimlikler arasındaki çatışmalardan uzaklaşarak, tutarlı ve dengeli bir benliğe kavuşabilmektedirler. Bu durum hayata ve insanlara olumlu bakmayı beraberinde getirir. Dinî inanç ve ibadetlerin gençlerin ruh sağlığı üzerindeki olumlu etkileri lise öğrencileri üzerindeki araştırmada da açıkça görülmektedir. Lise 2 öğrencilerinin % 71,8’i dinî inanç ve ibadetlerin ruh sağlıklarını olumlu yönde etkilediğini belirtmişlerdir. Aynı şekilde; “günlük hayatımızdaki kişisel, ruhsal ve toplumsal sorunlarımızla baş etmede dinî inanç ve değerlerimizin size güç verdiğini hissediyor musunuz?” sorusuna öğrencilerin %75,6’sı olumlu cevap vermişlerdir. Dindar gençlerin, psikolojik ve sosyal olaylar karşısında ‘uyum’ düzeylerini artıracak imkâna sahip olduğu söylenebilir. (Prof. Dr. Hayati Hökelekli, Gençlik Din ve Değerler Psikolojisi, Ank. 2005, s. 22) Yaratılış gayesinin Yüce Allah’a kulluk olduğunu bilen ve ona uygun bir hayat yaşayan gençler mutlu, huzurlu olurlar. Ergen Gencin Kaygıları
Ergenlik dönemi bireyin kendisi ile ilgilendiği dönemdir. Bu, ergenlerin kaygılarının, sıkıntılarının çeşitliliğinden anlaşılır. Kaygı konularını şöyle sıralayabiliriz:
1. Sağlıkla ilgili kaygılar: Yeterli uyumamak, gevşeyip rahatlayamamak, sakarlık, bedensel görünüm, sivilce sorunu, gerginlik, güzel ya da yakışıklı olmadığını düşünmek, kısa boylu olmak…
2. Kişilik ile ilgili kaygılar: Kendini aşağı görme, kendine güveni olmamak, kendini yetersiz görmek, sık sık öfkeye kapılmak, küçük şeylere üzülmek, olayları ciddiye almak…
3. Aile ve evle İlgili kaygılar: Kendisine ait bir odasının olmaması, arkadaşları ile dışarı çıkamaması, çocuk yerine konmak, ailenin arkadaş çevresine-tercihlerine-isteklerine karışması, özgürlüğünün kısıtlaması...
4. Sosyal ilişkilerine yönelik kaygılar: Yeni tanıştığı insanlarla nasıl konuşacağını bilememek, yeterince arkadaş edinememek… 5. Din ve ahlak konularındaki kaygılar: Ölüm korkusu, “Nerden gelip nereye gidiyoruz?” soruları, neyin yanlış neyin doğru olduğunu bilememek…
6. Okulla ilgili kaygıları: Dikkatini toplayamamak, çalışma yöntemini bilememek, çalışırken hayal kurmak, derse kendini verememek, çalışmak isteyip de çalışamamak, kendini derste ifade edememek, etkili bir programın olamaması, not kaygısı, sınav kaygısı, uzun süre kendisini televizyondan, bilgisayardan ve internetten alamama, zaman kaybı…
7. Meslek seçimi ile ilgili kaygılar: Hangi mesleği seçeceğini bilememek, Yeteneklerinin, ilgilerinin ne olduğunu bilememek, ailenin meslek seçimine karışması. (Ömer Baldık, Ansiklopedik Eğitim ve Psikoloji Rehberi, s. 371) Gencin kaygılarını azaltmak için ailesinin yapabileceği en büyük yardım; onu anlamak, sorunları konusunda yanında olduğunu hissettirebilmektir.
Ergen Gencin Aile İle İlgili Sorunu
Ergenlik dönemi hem ergen için ve hem de ergenin ailesi için zor dönemdir. Anne-baba ile genç arasındaki birtakım problemler çıkmaktadır.
Problemlerin çözümü ise ebeveyn ile ergen arasında etkili ve sağlıklı iletişim kurulmasından geçmektedir. Kuşak çatışmasının olumsuz ve sağlıksız boyutlara kadar erişmesini önlemek, sağlıklı ve iyi bir iletişim yoluyla gerçekleşir.
Gençlik ve Ahlakî Çöküntü
Günümüz gençliğin problemlerinden bir diğeri de ahlakî çöküntüdür. Genel anlamda, ahlakî bozulmaların temelinde dünyevileşme olgusu son derece önemlidir. Dünyevileşme, kendini dünyanın çekiciliğine kaptırma, ona esir haline gelme anlamına gelir Günümüz insanının geçimden, zevk ve eğlenceden başka bir endişeleri yoktur. Dünyevileşme asrımız modern insanın en önemli sorunlarından biridir. Dünyevîleşme gün geçtikçe artmakta, insan zevk peşinde koşmaya başlamakta ve sadece tatmin arayışına girmektedir. Dünyevîleşen günümüz insanı, nefsini tatmin için her türlü yola başvurmaktadır. Bu bağlamda gençlik; televizyonsuz, müziksiz, filmsiz, internetsiz, çetsiz ve cepsiz bir yaşantıyı artık düşünemiyor. Gençler, dinî duyarlılık kazanmamış iseler, ahlakî konularda sorunları olur. İçki, kumar, uyuşturucu fuhuş, hırsızlık, kapkaç gibi kötü alışkanlıklar edinirler. Ayrıca stres, panik atak, depresyon, ruhsal bunalım ve sürekli tatminsizlik gibi sorunlar bu çağın hastalıkları olarak görülmektedir.
Tolstoy diyor ki: Ahlak kurallarını çiğnemeyin. Zira öcünü çabuk alır. Ahlak bir defa bozulmaya yüz tuttu mu toplumda bir çatışma ve şiddet zuhur eder ve huzur, güven kalmaz. Dinî etkinin zayıflaması, ahlakî çöküntüye ve çeşitli sorunlara sebep olmaktadır.
Günümüzde gençlerimizin birtakım sorunlara yenik düşmemeleri için şu hususlara dikkat etmeliyiz: Gençlere iyi bir aile terbiyesi verilmeli ve kendilerine anlayışlı olmalı. Gençlere sorumluluk bilinci verilmeli ve onlara güzel örnek olunmalı. Boş zamanlarını kitap okuyarak ve yararlı işler yaparak değerlendirmeli. Maddî ve manevî yönden dengeli bireyler olarak yetiştirilmeli. Ailede ve okulda doğru bilgiler verilmeli. Onları anlamaya çalışmalı. Gençler kötü arkadaş grubundan uzak durmalı ve iyi arkadaş edinmeli. Sigara, içki, kumar, uyuşturucu, fuhuş ve hırsızlık gibi kötü alışkanlıklardan ve onların edinileceği yerlerden uzak durmalı. Tabii ki, gençlerimize dinî ve manevî idealleri kazandırmak onların ruh sağlığı, yönünden son derece önemlidir. Nesli korumak ve sağlıklı bir toplum oluşturmak için gençlerimize iyi bir din eğitimi verilmeli. Gençlerin kendilerini korumaları, dünya ve ahirette mutlu, huzurlu olmaları için inanç, ibadet ve güzel ahlak sahibi olmalarına yardımcı olmalıyız. Süleyman Gülek.
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.
YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
88
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Haziran 24, 2025, 11:47:31 ÖÖ »

Tesettür Bir Kimlik ve Kulluk Bilinci
1. Tesettür Nedir?
Tesettür; kadınların, İslam’ın belirlediği ölçüler çerçevesinde eli, yüzü ve ayakları dışında kalan vücutlarını örtmesidir. Bu örtünme, yabancı erkeklere karşı bir koruma gayesi taşır. Çarşaf, bol pardesü, uzun manto gibi giysiler tesettüre uygun olabilir. Önemli olan, vücut hatlarının belirgin olmaması ve dikkat çekici unsur taşımamasıdır.
Tesettürün temel amacı, başkalarının dikkatini çekecek görüntüden sakınmak, meşru olmayan cinsel arzuların tahrikine neden olmamaktır.
2. Tesettür Süslenmek İçin Değil, Gizlenmek İçindir
Tesettürün anlamı, dikkat çekici olmamak, câzibeyi örtmektir. Güzelliği sergilemek değil, gizlemektir.
Ancak günümüzde bazı kadınlar ve genç kızlar başlarını örtse de vücutlarını dar ve dikkat çekici kıyafetlerle sergilemekte, bunu da “tesettür” olarak görmektedir. Bu anlayış, tesettür bilincine aykırıdır.
Dar kotlar, kısa üstlükler ve süs amaçlı başörtüleri tesettürün ruhunu zedelemektedir. Tesettür bir tarz değil, farzdır. Makyajla, parfümle, süslenerek yapılan bir örtünme ibadet bilincinden uzaktır. Tesettür câzibe değil, iffet çağrısıdır.
3. Tesettür Kur’an’ın Açık Emridir
Tesettürün farz oluşu, İslam âlimleri arasında ittifak edilen bir hükümdür. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (haramdan) sakınsınlar, iffetlerini korusunlar, kendiliğinden görünen kısmı müstesna ziynetlerini göstermesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar.” (Nûr, 24/31) Bu ayet, tesettürün yalnızca baş örtmekten ibaret olmadığını; vücut hatlarının örtülmesi ve ziynetlerin gizlenmesi gerektiğini açıkça ortaya koyar.
4. Tesettür Bir Kimlik ve Kulluk İfadesidir
Tesettür; imanın dışa yansıması, kişiliğin ifadesidir.
Kadının yalnızca dişiliğiyle değil, kişiliğiyle ön plana çıkmasını sağlar. Kadını özgürleştiren de budur:
Gözlerden uzak, saygın ve iffetli bir duruşla toplumda yer almak. Ancak günümüzde tesettür anlayışı yozlaşmış, modaya uydurulmuş, içi boşaltılmıştır. Tesettür defileleri, markalı başörtü gösterileri bu yozlaşmayı beslemekte; tesettür ibadeti bir vitrin sunumuna dönüştürülmektedir.
5. Teşhircilik ve Tesettürsüzlük: İslam’a Aykırıdır
Bazı kadınlar, hiçbir tesettür bilinci taşımadan dışarıda makyajlı, açık kıyafetlerle, mini etek, dar tayt, dekolte elbiselerle dolaşmakta ve bu da erkeklerde tahrike sebep olmaktadır. Bu durum, İslam’ın teşhirciliğe ve ahlâksızlığa karşı koyduğu temel ilkelerle çelişmektedir. İslam, bu durumun önüne geçmek için bakışları korumayı, kadının ve erkeğin örtünmesini emretmiştir. Çünkü tesettür hem bireyin, hem toplumun iffetini ve huzurunu koruyan bir kalkandır.
6. Tesettürsüzlük Modernlik Değil, Sorumluluk İhlalidir
Modernlik, özgürlük ve çağdaşlık adı altında sunulan giyim biçimleri; İslam’ın tesettür emrine aykırı yaşam tarzlarını normalleştirmektedir. Oysa Müslüman kadının ister başı açık ister kapalı olsun, mutlaka tesettür ölçülerine uygun giyinmesi gerekir. Tesettür; dar, vücut hatlarını belli eden, dikkat çekici elbiselerle, süs ve makyajla birlikte var olamaz. Bu tür giyim şekilleri, yalnızca dünya heveslerini önceleyen sorumsuz bir anlayışın ürünüdür.
7. Dünya Hayatı Bir İmtihandır
Kur’an’da defalarca vurgulanan gerçek şudur: Dünya hayatı bir imtihandır, kalıcı değildir. Yüce Allah şöyle buyurur: “Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz.
Oysa ahiret hayatı daha hayırlı ve daha kalıcıdır.”
A’lâ, 87/16-17) Tesettür meselesi de bu imtihanın bir parçasıdır. Tesettüre riayet etmek, bu dünyada Allah’a kulluk yolunda sadakat göstermek demektir.
Geçici olan dünya için kalıcı olan âhireti feda eden kişi, sonunda büyük bir pişmanlık yaşayacaktır.
8. Zevke Göre Değil, Allah’a Göre Yaşamak Gerekir
Günümüzde insanlar yazın tatil yerlerinde, kışın eğlence merkezlerinde İslâmî ölçüleri göz ardı ederek yaşamaktadır. Denizlerde çıplaklık, barlarda içki ve eğlence “hayatımızı yaşıyoruz” sloganıyla sunulmaktadır. Oysa Kur’an şöyle uyarır: “Bu dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Asıl hayat, ahiret hayatıdır. Keşke bilselerdi.” (Ankebût, 29/64)
Dünya hayatı bir oyun sahnesi değil, kulluk sınavıdır.
Helâl-haram sınırlarına riayet etmeden yaşanan bir hayat, kurtuluşa değil hüsrana sürükler.
9. Sonuç: Müminin Vazifesi Tebliğdir
Mü’min kişi, hem kendi hayatını İslâmî ölçülere göre düzenlemeli, hem de çevresine doğruları tebliğ etmelidir. Tesettüre riayet etmeyen, ahlâkî sınırları aşan yaşantılardan rahatsız olmalı; güzel bir dille insanları İslâm’a, tesettüre, iffete çağırmalıdır.
Müslüman, yalnızca eleştiren değil; örnek olan, anlatan, uyaran bir şahsiyet olmalıdır. Kurtuluşun yolu, imandan, ibadetten ve güzel ahlâktan geçer.
Süleyman Gülek.
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.
YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
89
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Haziran 24, 2025, 11:40:53 ÖÖ »

Cahiliye Toplumu ve İslâm 9
TOPLUMLARIN SAADETİ İSLÂM’A BAĞLIDIR
3-İslâm, kadını yüceltmiştir
* Eski Cahiliyede, kadına değer verilmezdi ve hiyararşide kadınlar hep alt tabakada yer alırlardı.
Çok eşlilik yaygındı ve bir sınırı da yoktu. Çarpık ve ahlaksız ilişkiler de yaygındı. Boşanma hakkı da çok evlilik gibi erkeğe bırakılmıştı. Erkek istediği kadar kadını boşama hakkına sahipti. Kadınlar, ne babalarının ve ne de eşlerinin miraslarından faydalanamıyorlardı. Kız çocuğu olmasından utanılır ve bu yüzden de kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi nadir olmamıştır. Cahiliye de kadınlar açık ve bir nevi şehvet iştihası olacak şekilde giyiniktiler. Çünkü devrin muktedirleri böyle bir düzen kurmuş ve kadınları birer ticaret metaı haline getirmişlerdi. Kadınlar da, toplumda yer etmeyi kişilikleriyle değil, dişilikleriyle kazanmaya çalışıyorlardı. Bu sebeple zina yaygınlaşmış, fuhuş bir meslek gibi görülmeye başlanmış ve bir ticaret sektörü haline dönüşmüştü. Cariyeler alınır, satılır ve zorla fuhşa sürüklenirlerdi. Kadınlar yönünden ‘Eski cahiliyede’ olduğu gibi, ’Modern cahiliyede’de durum pek farklı değildir, kadınlar yine istismar edilip, sömürülmektedirler. Ne var ki, modern cahiliye ikiyüzlüdür(münafık). ‘Kadın hakları, kadına hürriyet’ diyerek güya kadın taraftarlığı yapıyor.
Gerçekte ‘kurbağayı pişirme metodu ile’ kadınlar sömürülmektedirler. Eski Cahiliye devrinin muktedirleri gibi Modern Cahiliyenin muktedirleri de sömürüye dayanan bir düzen kurmuşlardır. Eski Cahiliyede olduğu gibi Modern Cahiliyede de kadınlar birer ticarî meta olarak görülmektedirler.
Kadınlar üzerinden çeşitli ticarî sektörler gelişmiştir (Reklam, Tv. dizileri, moda, profesyonel spor kulüpleri, vs sektörler). Zina yasak olmaktan çıkarılmış, fuhuş meşrulaşmış ve bir meslek olarak tanımlanmıştır. Umumhanelerde (genelevler) çalışanlar meslekleri sorulduğunda ‘hayat kadını’ cevabını vermektedirler. Devlet, fuhuşhaneleri vergiye tabi tutmuş, hatta fuhuşhane işletenler gerine gerine vergi rekortmeni olmakla ‘övünür’ hale gelmiştir. Bu haliyle ‘modern cahiliye’ eski cahiliyeyi fersah fersah geçmiştir. Eski Cahiliyede olduğu gibi Modern Cahiliyede de kadınların açılıp, saçılmaları her vesile ile teşvik edilmektedir. Eskiden olduğu gibi kadınlar yine açık, saçıktırlar. Öyle ki, edeb yerlerine kadar açık veya edeb yerlerini de belli eden giysiler (tayt, vs) ile örtülü açık vaziyettedirler. İnsanlıktan çıkılmış Dünya’nın çeşitli yerlerinde çıplaklar kampları (plajları) bile kurulmuştur.
* Eski Cahiliyede, kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu. Modern Cahiliyede de, kız çocukları fuhuş çetelerinin ağına düşürülerek fuhuş batakhanelerine gömülüyorlar. Bugün Modern Cahiliye muktedirleri, Tv. dizileri, müzik, güzellik yarışmaları, çeşitli spor müsabakaları, vs diyerek kadınları fıtratlarının aksi bir mecraya sürüklüyorlar.
‘Kadınlara hürriyetlerini ve şahsiyetlerini kazandırıyoruz’ maskesi altnda gerçekte kadınları kendi şeytani emellerine alet ediyorlar.
* Modern Cahiliyede çocuk istismarlarının haddi, hesabı yoktur. Dünyanın çeşitli ülkelerindeki fuhuş batakhanelerinde çocuk yaştaki kızların dramını, şehvetten gözleri dönmüş, vicdanları körelmiş ‘modern cahiliye’ mensupları görmezden geliyorlar.
Yalnız pislikleri o kadar yayılmış ki, artık saklıyamıyorlar. Bunun ayyuka çıkan son meşhur olmuş örneği Jeffrey Epstein Pedofili Adası skandalıdır.
* Modern cahiliye mensupları, çocuk yaşta flörtünden (erkek arkadaşından) hamile kalarak doğurup anne olanlara, okul tuvaletlerine, çöp konteynirlerine atılan evlilik dışı nesebi belli olmayan veya flörtünün kabullenmediği bebeklere ne diyecekler? Modern cahiliyenin münâfıkları, Afganistan, Irak, Suriye, Myanmar. Filistin-Gazze, vs’de çıkardıkları çıkar savaşlarında ve çatışmalarında ölen, istismar edilen kadın ve çocuklara acaba ne diyecekler?
* Münâfık modern cahiliye mensupları kendi pisliklerini örtmek için, töre, gelenek, cehalet, taassup ve dini istismar edenlerden kaynaklanan yanlış uygulamaları, kötülükleri ve zulümleri Din’e (İslâm’a) malederek İslâm’a iftira etmektedirler.
Halbuki İslâm’ın kaynağı olan Kur’ân’a ve Hz. Resûlullah’ın uygulamalarına bakmaları gerekmez miydi? Vicdanı olan hiçbir ateist, kâfir, deist, fâsık Allah’ın Nizamında bir kusur bulamaz ve Hz. Resûlullah’ın ahlâkının kâmil mânâda hayranlık uyandıracak bir ahlâk olduğunu tastik eder. Ancak vicdanı bozulmuş olanlar ve münâfıklar hasedlerinden tastik etmezler.
Prof. Dr. Yusuf Özertürk
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.
YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
90
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Haziran 24, 2025, 11:34:15 ÖÖ »

Tebbet Sures - Elleri Kurusun
Birinci ayetteki ‘kurusun’ manasına gelen beddua sözcüğü (tebbet) sureye isim olmuştur. Sûre, “Mesed”, “Leheb”, “Ebû Leheb” isimleriyle de anılır. Fâtiha sûresinden sonra Mekke’de inmiştir. Resulullah (s.a.), “(Önce) en yakın akrabalarını uyar!” (Şuarâ 26/214) ilahi talimatını alınca Safâ tepesine çıkmış, Kureyş kabilesi mensuplarını yanına çağırarak onlara, “Ben size, ‘Şu dağın arkasından bazı atlılar çıkacak (ve saldıracak)’ diye haber versem bana inanır mısınız?” dedi. Onlar, “Biz senden şimdiye kadar doğrudan başka bir şey duymadık” dediler. Bunun üzerine Efendimiz (s.a), “Öyleyse ben sizi, önünüzde bulunan bir azap ile uyarıyorum!” dedi ve onlara İslâm’ı tebliğ etti. Ancak Resûlüllah’ın (s.a.) amcası Ebû Leheb bu olaya kızarak, “Kuruyup yok olasıca! Bizi bunun için mi çağırdın?” dedi. İki eline taşlar alıp Efendimize (s.a.) atmaya kalktı. Bunun üzerine bu sûre nazil oldu (bk. Buhârî, Tefsîr 111). İmdi, şairin “Ebu Leheb ölmedi yâ Muhammed; Ebu Cehil, kıtalar dolaşıyor!” dediği hakikati anlama vaktidir!
Tebbet Suresi’nin meali şöyledir: “Rahmân Rahîm Allah adıyla.
1- Ebu Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da.
2- Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi.
3- O, alevli bir ateşte yanacak.
4- Odun taşıyıcı olarak karısı da (ateşe girecek);
5- Boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip (mesed) olduğu halde.”
Ebû Leheb, Abdülmuttalib’in oğlu ve Peygamberimizin (s.a.) baba bir amcasıdır. Asıl adı Abdüluzzâ’dır. Parlak yüzlü olduğu veya öfkelendiğinde yanakları kızardığı için babası ona ‘alev gibi, çok parlak’ anlamına gelen Ebû Leheb lakabını verdi. Daha önce Hz. Muhammed’i çok sevdiği, iki oğlunu onun kızlarıyla evlendirdiği (nişanlandırdığı) halde peygamber olduktan sonra ona azılı düşman oldu. Kibirli ve zengin biri idi.
Rivayete göre Resulullah (s.a.) panayırlarda dolaşarak insanları İslâm’a davet ederken Ebû Leheb de arkasından gider, onun yalancı olduğunu söylerdi.
Bir keresinde Resulullah Zülmecaz panayırında, “Ey insanlar! ‘Allah birdir, O’ndan başka ilah yoktur’ deyin ki, kurtuluşa eresiniz” buyurmuş, Ebû Leheb de ona taş atıp bacaklarını kanatmıştı. Resulullah’a (s.a.) hem kendisi hem de karısı eziyet ederdi. Hicretin 2. yılında çiçek hastalığına yakalandığı için Müslümanlara karşı Bedir Savaşı’na katılamadı ama yerine adam gönderip, müşriklere malî destekte bulundu. Kureyş’in Bedir’deki yenilgisini ve kayıplarını haber aldıktan yedi gün sonra kahrından öldü. Bulaşıcı çiçek hastalığı nedeniyle ona yaklaşamayan ailesi, cesedini ücretle tuttukları birilerine defnettirdiler. Ebû Leheb’in kızı Müslüman olarak Medine’ye hicret etmiş, oğulları Utbe ile Muttalib de Mekke’nin fethinden sonra İslâm’a girmişlerdi…
1. âyetteki “Ebû Leheb’in elleri kurusun!” bedduası mecazi bir ifade olup, “Kahrolası!” anlamına gelir. Devamındaki “tebbe” fiili, bedduanın gerçekleşeceğini belirtir. Yine, bu “tebbe” fiilinin mecaz olduğu; ‘işinde zarar etsin, işleri kötüye gitsin’ anlamına geldiği yorumu da yaygındır, nitekim öyle de olmuştur.
Tefsircilere göre, 2. âyette Ebû Leheb’in kazandığı bildirilen şeyler çocukları, malı, mevki ve itibarıdır.
Ayet, bunların hiçbirinin kendisini dünyadaki kötü sondan kurtaramadığını anlatır. “Ona ne malı fayda verdi ne de kazandığı” ifadesi, “Malı ona ne fayda sağladı, o ne kazandı?” diye soru şeklinde de anlaşılır. Nitekim Ebû Leheb’in tüm çabaları boşa çıktı; malı ve kazancı işe yaramadı (bak: Âl-i İmran 3/10).
Ebû Leheb’in karısı Ümmü Cemîlde Resulullah’a eziyet ve sıkıntı verdiği için, 3. âyette ateşi son derece şiddetli olan cehenneme gireceği haber verildi. O, dünyada Ebû Leheb’in küfrüne ve arzusuna hizmet ettiğinden dolayı, cehennemde de onun azabına ortak olacaktır. 4. âyetteki “odun taşıyıcı” ifadesi, onun Efendimize eziyet amacıyla diken, çalı çırpı toplayıp gece peygamberin yoluna serdiğini veya fitne için söz taşıdığını ya da yanacağı cehennem için kendi odununu taşıdığını anlatır. O, Lât ve Uzzâ isimli putlara yemin ederek çok kıymetli gerdanlığını Resulullah’a düşmanlık uğrunda harcayacağını kibirle söylediği için 5. âyet, ‘dünyadaki gerdanlık yerine ahirette boynuna ateşten bir ip takılacağını’ müjdeledi!
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.
YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
|