* FANİ DUNYA FORUM HABERLER

Son İletiler

Sayfa: 1 ... 6 7 [8] 9 10
71
Tevekkür Tevhid / Tevhidî Eğitimde Namaz
« Son İleti Gönderen: türkiyem Haziran 25, 2025, 10:37:43 ÖÖ »


Tevhidî Eğitimde Namaz

İslâm kimliğini ifade eden, özetleyebilen dört temel özellik vardır: Tevhid Akidesi, Adaletin İkamesi, İnsanın Özgürlüğü ve Davet. Bir başka deyişle; insanın, kula kulluktan uzaklaşarak özgür bir irade ile Allah'a teslim olması, özgürce yaşayabilmesi, yeryüzünde adaletin tesisi için say-ü gayret göstermesi ve tüm insanlığın ıslahı ve ahiretlerinin de selameti için davet etmesi, vs. İslâm dininin müntesibi olmanın bir gereğidir. (1)

Bu çerçevede Allah’ın Rabliğine teslim olunmalıdır. Rabb, ilah ve melik olan Allah, kullarını ihsan makamına dek sürecek bir yürüyüşle terbiye eder.

İslâm'ın ibadetleri bir boyutuyla Allah'a teslimiyetin simgesidir, göstergesidir, gereğidir. İbadetler Müslüman birey kimliğinin ve İslâm toplum yapısının, medeniyetinin tamamlayıcı öğesidir, birer sonucudur. İbadetler diğer yönüyle de bir eğitim argümanıdır. Yani Müslümanı eğitir, terbiye eder, şekillendirir.

Namaz, İslâm'ın en temel ibadetlerinden birisidir. Namazsız bir Müslüman teorik olarak -ehl-i sünnet usulü açısından- mümkün (buradaki mümkünlük meşruluğu ifade etmiyor) gibi görülse de aslında “namaz eşittir İslâm, İslâm eşittir namaz” şeklinde değerlendirmeler de yaygındır.

“Onlarla bizim aramızda alamet-i farika namazdır. Binaenaleyh namazı terk eden kâfirlere benzemiştir.” (2)

Yukarıda da belirtildiği gibi İslâm akidesine sahip bir birey Allah'a isyan etmediği, haramlarla helalleri değiştirmediği sürece, günah olduğunu bilerek namazı terk etmesi halinde -günah işleyen- Müslüman’dır. İslâm’dan çıkmış kabul edilmez. Ancak uzun süre aynı günahı işleyen, yanlış olarak kabul ettiğini fiiliyatında işleyen kişinin bu halde kalışı da fıtrata müğayirdir, aykırıdır. Bu nedenle de namazın bu önemine binaen “Namaz kılmayan kâfir değildir, ancak kâfirler namaz kılmaz” tespiti yapılarak bu haldeki Müslümanlara; şeklen benzedikleri bir toplumla akidevî ayrılıkları arasındaki paradoksun fazla uzun sürmeyeceği ve akidenin şekle uymazsa, bu kez şeklin akideye uyması gerekeceği ikaz edilir. Zira “inandıkları gibi yaşamayanlar yaşadıkları gibi inanırlar”.

“Muhakkak namaz, insan ile küfür ve şirk arasında bir perdedir. Namazı terk etmek bu perdeyi kaldırmaktır.” (3)

Bu çerçevede namaz bir yönden Müslümanın kalbini Rabbine teşne kılıp yüreğinin, gönlünün hali, yansıması iken, keza aynı zamanda onları sükûna erdiren bir liman özelliğine sahiptir. Diğer yandan da Müslüman’ı bir eğitmen gibi eğiten, şekillendiren bir vasfa sahiptir.

Namaz önce temizlikle; fiziğini, cismini ve yüreğini temizlemekle başlar. Allah'a karşı pazarlıksız bir teslim oluşu hatırlatır. İçine bir şey karıştırılmamış, hür bir iradeyle Allah'a kulluk edileceğinin ilanıdır. Arınmış bir yürek ve zihinle herhangi bir karşı teklif talep etmeden ilahlığına teslim olunan Allah'a tüm benliği ve iradesiyle teslim olma ve O'nun Rabliğine sığınarak hayatını şekillendirmesine rızanın ifadesidir.

İnanan insanların cahiliye hayatı içindeki hemcinsleri ile ilişkileri nedeniyle benzer yaşam tarzlarına sahip olmaları kaçınılmazdır. Mesela; doğu illerinde Müslüman olsun olmasın herkesin çok baharatlı yiyecekleri tercih etmesi, benzer kıyafetleri giymeleri, vb. gibi.

Namaz, bu çerçevede Müslümanların ayrı bir toplum olduklarını bizzat günlük hayatın içerisine girerek bir fark oluşturuyor. Müslümanlar günde beş kez temizlenerek, temiz bir mekâna gidip kendi toplum merkezlerine yüzlerini çevirip adeta biat tazeliyorlar. Namaz, Müslümanların aynı coğrafyayı paylaştığı diğer toplum bileşenlerinden ayrılarak kendi aralarında bir toplum oldukları, farklı oldukları, eşi ve şeriki [ortağı] olmayan aynı Allah'a kul ettiklerini unutmamalarını sağlıyor. Bir ümmet ve cemaat olmanın, diğer toplum kesimlerinden ayrılmanın, ayrı bir toplum olmanın hangi sebeplerle olduğunu fark etmeleri bunun doğal bir sonucu olacaktır.

Hayatın içerisinde her gün, molaya izin olmaksızın işi gücü bırakarak Allah'a ibadet ediyor olmak Allah'la insanın hukukunu; Rabb ile kul olmanın tekrar tekrar dikkate almaya, her insanın bu çerçevede haddini bilip, sınırını aşmamasına tavsiye merciidir. Allah'a kul olan birinin, ne O'na herhangi bir varlığı, gücü denk, müsavi, ortak kabul etme lüksü vardır, ne de başka varlıklara zulmetme hakkı vardır. O (cc) ne isterse yapar, Müslümana düşen sadece itaat etmektir. Müslüman Allah'a isyan etmez, emrine uyar, başıboş değil kuludur, kimseye zulmetmez, adalet dağıtır, kötülüğü engeller, iyiliği emreder...

Namazın ikamesi bireyin keyfî bir tercihi değil, Allah'ın emridir. Yani kendisini kendisi tanımlayan hiçbir noksanı olmayan, Esmaü’l-Hüsna sahibi olan Allah’ın emridir. O Allah, hiçbir isminde, Zatında, sıfatında ortağı yoktur, ortak da kabul etmemektedir. Namaz şeriki olmayan Allah’a kılınmıyorsa, eğilip kalkma hareketleri İslâm'ın namazının ikamesi değil, bir gaflet eseridir. O halde namaz için yönelinen Rabb’in kim olduğu unutulmamalıdır. Her tekbirde tekrar hatırlanmalıdır.

Namaz, tekbirleriyle Tevhid inancını hatırlatmaktadır. O Allah en büyüktür, her şeyin sahibi O’dur, yerin ve göğün Rabbi O’dur, insanların ilahıdır.

Tekbir ile Rabblerine yönelen Müslümanlar kıyamda, bir yönden başları önlerinde Allah'a teslimiyetlerini arz ederlerken, diğer yandan masivaya, dünyaya, dünyaya ait olana, şeytana, cahiliyeye sırtlarını dönmektedirler. Müstekbirlere bir meydan okuyuştur bu: Bizim yüzümüz Tevhidî olana dönüktür, sizin oluşturduğunuz nizamı bırakıp O'nun nizamına göre yaşıyor, İslâmî olmayan her şeye kıyam ediyoruz!

Namaz şeklî yönüyle Müslümanın hayatını şekillendirirken, formatlarken, intizamını muhafaza ederken diğer yandan da içeriğiyle mü’minin kimliğini inşa etmekte, belirtmekte, haslığını sürdürmektedir. Namazın ayrılmaz parçası olan kıraatte insan Rabbiyle konuşmakta, Ondan direktifler, tavsiyeler almaktadır: “Dini yalnız Allah'a has kılmaya…” (4), “Yalnız ondan yardım dilemeye...” (5), “Tağutu rededip Ona iman etmeye…” (6), “Yalnız Allahı Hâkim tanımaya…” (7), “Allah ve Resulü bir işte hüküm verince ancak itaate…”  8 , “Sözü değiştirmemeye…” (9), “Kınayıcının kınamasından korkmamaya…” (10) ve benzer ayetlerle İslâm’ın ilkelerine sadakatini yenilemektedir.

Namaz İslâm’a şirkin bulaştırılmasına müsaade etmez. Eğer bir karışıklık varsa bunu reddeder. Müslümanın bir taraftan şeklen namaz kılarken bir taraftan kalbinin, fikrinin başka dünyalarla hareket ediyor olması normal bir davranış değildir: “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki kıldıkları namazdan gafildirler.” (11)

Bunlar “din gününü yalanlayanların” da özelliğidir zira. O halde bir taraftan Müslüman olup diğer taraftan -insanlarla olan doğal beşerî ilişkiler, davet ekseni dışında- İslâmî değerlerle gayr-i İslâmî değerlerin karıştırılması mümkün değildir, kılınan namaz buna müsaade etmez.

“Namazını kılan, fakat hususî ve umumî hayatında, toplum ve devlet işlerinde Allah’ın koyduğu kanun ve hükümlerden başkasını kabul edip, onların hâkimiyetine razı olan kimse Allah’tan başkasına kulluk etmiş olur.” (12)

Namaz ile birlikte hayat bulan, anlamı ortaya çıkan tesbih, tekbir, zikir, hamd, tehlil Müslümanın kalbini ve dimağını Allah'a muhabbetle doldururken diğer yandan da kimliğini, fikrini farkındalıkla beslemektedir.

Namaz bir davettir Müslümana. Kimliğini hatırlatan bir davet... Davetçiliğini hatırlatan bir davet... Davet tüm insanlarla bir arada beraber yaşama sanatı değil, yapılan her şeyi bir hikmet ve basiret üzere yaparak, İslâm'ın nurundan mahrum yürekleri İslâm'la kurtarma, İslâm'a kazandırma gayreti, İslâm'la şereflenen kulların ise dünyaya Tevhid ve adaleti ulaştırmak için ümmet ve cemaat bilinciyle hareket etmelerinin temini ameliyesidir. Davet tüm insanlığı İslâm’a dönüştürme niyetinin ve çalışmasının adıdır.

Namaz bir mürebbi gibi Müslüman’ı beslemekte, eğitmektedir. Değerlerin, akidenin, ilkelerin unutularak üstünün tozlanmamasına, dejenere olmasına engel olmaktadır.

Namaz Müslümanın sadece kimliğinin bir gereği değil, aynı zamanda Müslümanca yaşamın ve şahsiyetin sürdürülmesi, ikamesi, şekillendirilmesi açısından hayatın içindeki canlı bir eğitimcidir. Salihler ve âlimler insan olması hasebiyle bireyin hayatında bırakın yirmi dört saat olmayı, bir sezon, bir mevsim dışında etkili olamazlar. Namaz, Müslümanla ergenlikten itibaren bir ömür ayrılmayan bir mürebbidir.

Namazın eğitimci kimliğinin tezahürü, ona verilen önemle görülür. Müslümanın gerek kendi evinde gerekse cemaatle olan namazlarına verilecek önem, aynı zamanda onun kimliğinin, irfanının yücelmesini sağlar.

“Sabır ve namazla Allahtan yardım dileyin.” (13)

Kıl beni ey namaz…

Dipnotlar:

(1) Rahle Dergisi, Sayı: 33-Tevhid, 34- Adalet, 35-Özgürlük, 26-Davet.

(2) Tirmizî, 2623; Nesaî, 1/231; İbn Mace, 1079.

(3) Müslîm, İman, 134.

(4) Zümer: 2.

(5) Fatiha: 4.

(6) Bakara: 256.

(7) Bakara: 107.

8 -  Ahzab: 36.

(9) Ahzab: 23.

(10) Maide: 54.

(11) Maun: 6.

(12) Yusuf el-Kardâvî, İslâm’da İbadet.

(13) Bakara: 153.

İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.

YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.

Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
72
İslamda Aile / Model Ailenin Gerekliliği
« Son İleti Gönderen: türkiyem Haziran 25, 2025, 10:33:27 ÖÖ »


Model Ailenin Gerekliliği

Bir Müslüman bireyin hayat yolculuğu yürüyüşündeki temel azığı olarak  zaten sahip olduğu imanı, ihlası, heyecanı ve salih(kardeş)lerle birlikteliği, …  onu motive edici, amellerinde sürekliliği sağlayıcı bir etkiye sahiptir. Bunun yanında Müslüman kimliğinin gereği olarak sahip olunan davetçi kişilik, ilave hasletleri de yaşamayı gerektirir.

Davetçi, yaşadığı ortamdan başlayarak ulaşabildiği her yerde tüm insanların Tevhidi imanla şereflenerek Adalet ve Özgürlüğün yaşandığı bir toplumun inşasına gayret göstermekle yükümlüdür.  Aynı coğrafyayı yaşayan insanlardan ayrışarak ayrı bir toplum oluşturma ameliyesidir, bu. Bu toplum, bir boyutuyla takva toplumudur ve aynı hassasiyeti paylaşmayan insanlardan farklı bir ufka sahiptir. Zira bu toplumun kendine has bir istikameti (sırat-ı müstakim) vardır ve onlar diğer insanlardan ayrı birer ümmettir.

Aile ümmetin ve cemaatin hem bir minyatürü, hem de temel bir bileşenidir. İslâm’ın her alanda helal ve haram sınırı ile çizdiği hudutlar, aile için de geçerlidir; ailenin de helal ve haramlarla çizilmiş bir temeli vardır.  Bu temel -genel anlamda- sorumluluklar temeli üzerine kurulmuştur. Ailede ahengin yakalanması ve sürdürülmesi bu sorumlulukların ifasıyla alakalıdır. Bu başlıkta birkaç örnek sıralamak mümkün. Ne var ki bunları ayrı ayrı bablarda sınıflandırarak birbirinden izole etmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Böyle bir ayrıklaştırma çabası bir boyutuyla modern insanın düşünme melekeleri açısından konunun anlaşılırlığını sağlar. Ancak bu metot yani meseleyi atomize ederek algılama, konunun bütünlüğünü ve sistemin ahengini parçalanan başlık sayısı ve başlık sayısına yapılan referans adedi ile sınırlandıracaktır. Kısaca Sultan Ahmet Camiini temel, direk, cam ve kubbeler ile ifade etmek gibi olacaktır. Bu tasnifleme doğrudur ama Sultan Ahmet Camiini “Sultan Ahmet Camii” yapan bunların o camide birbiriyle ve bunların yanında burada sayılması ihmal edilmiş (mesela üzerinde bulunduğu tepe veya denize olan durumu gibi) özellikleri ile birlikte oluşan mimari ve tarihi kompozisyondur.

Şu halde ailede kadın hakları, çocuk hakları, …  şeklinde listelenmiş bir değerlendirme yerine; Allah’ın halifeliği ve kulluk misyonuyla dünya imtihanını başarma azminde takdir-i ilahi olarak bir araya gelmiş Müslümanların birbirlerine karşı sorumluluk ve saygı zemininde ilişkileri kendi ahengini oluşturacaktır. Allah Resulünün ümmetine vedasında altının çizilmesini gerektiğini hissettiği bir durumdur bu denge.

Ailenin her bireyi İslâm ümmetinin minyatür bir modelinde aldıkları rollerin gereğinin farkında olarak bu davaya hizmette güçleri miktarında say-ü gayret edeceklerdir. Bu bilinç “yaptığım zerre miktarı şey bile olsa her hayrın bir karşılığı vardır, bozduğum her dengenin, bırakın doğrudan benim tarafımdan üretilmesini, benim duyarsızlığım nedeniyle bilmem kaçıncı dereceden etkiyle dolaylı oluşan fesadın, bozgunun bedeli de bana aittir” bilincidir. Bu sorumluluk bilinciyle aile, bu cihetten İslâm davasının, özgürlük ve adalet mücadelesinin mütemmim bir fırkasıdır. Bu birlik hizmetin çoğalması ve davetin halka halka yayılması için kendi rolünün farkındadır.

Şahitlik ettiğimiz İslâmî eksenli olmayan toplumsal yaşam, sunduğu değerlerle insanlığa dünyada huzur getirmiyor.  Adaletsizlik, ekonomik problemler, geleceğe dair ümitsizlik, hırsızlık, gasp vb. her türlü güvenlik problemleri, kaybolan çocukluk, gençlik meseleleri arasında yalnızlaşan, sığınacak liman arayan insanlık kurtuluşuna çabalamaktadır. Her gün yeni ideolojilerle bunalımlarına derman aramaktadırlar. Tarihin sayfaları onlarca “izm” ve yüzlerce felsefî akımla doludur. Zulmün hat safhaya çıktığı memleketler hariç, insanlar sistemlerine bunun için isyan etmekte, kurtuluş reçeteleri aramaktadırlar.

Sorumluluğunun farkında olan Müslüman, tüm insanlığı kurtaracak yegane limanın İslâm’ın nuru olduğunu bütün benliğiyle bilir. “KURTULUŞ İSLÂM’DADIR”.  İnsanı Kurtuluşa “selam yurduna, selamete ermeye, esenliğe” çağırmak İslâm olmak demektir.

 Şu halde insanlara cahiliye hayatının sürüklediği karanlıklardan İslâm toplumunun aydınlığına davet eden insanların,  sadece teorik bir aidiyet duygusunun ötesinde el ile tutulur, gözle görülür, yaşanır bir toplumsal formata da çağrı yaptıklarının bilincinde olmaları gerekir. Yani “Biz sizi İslâm’ın nuruna çağırıyoruz” cümlesinin “Yaşam tarzımızın sizden farkı yok” cümlesiyle değersizleşeceğini bilmek gerekir.

Müslüman aile; kendini kendisine sunulan şeylere göre değil, Müslüman aile olmanın bilincinde, kendisinin bu dünyada zaman geçiren bir nesne değil, zamanı gelince aldığı emaneti teslim edecek, ciddi sorumlulukları olduğunun farkında olarak kendine mensuplarına bu bilinçle şekil vermelidir.

Bir gayr-i müslim aile yapısı ile bir Müslüman’ın aile yapısı arasında derin bir uçurum vardır.  Bu uçurum çevrelerindeki her  şeyde mevcuttur. Yenilen içilende de, tutulan ellerde de, oturulan evlerde de, söylenilen sözlerde de. Bu farklılık kendiliğinden vardır.

Bir Müslüman, aile ile ilgili sorularının temeline -yaşamının her alanında olduğu gibi-, “hayatıma dahil etmek istediğim bu şey beni mutlu eder mi? Bu mutluluğu sağlarken harama düşürmez, değil mi?” sorusunu kendine daha genel sormalı ve “Aile hayatımıza dahil olmak üzere olan bu şey Müslüman kimliğinden ve İslâm kültüründen mi doğdu? Kimliğimi temsil etme kapasitesi var mı? Varsa bu beni hemen şimdi ya da uzak gelecekte hangi dünyanın insanı yapar? Bu şey beni nasıl terbiye edecek?” diyebilmelidir.

Bu niyet ile sorulan sorunun aksine dair izdüşümleri Allah Resulünün hayatında ve Müslüman davet önderlerinin yaşamında görecektir.

Zamanını namaz vakitlerinin belirlediği, temizliğin, selamın hakim olduğu,  terbiye ve tertibin kendiliğinden fenomen olduğu,  haremlik, selamlık adabına riayet edildiği, ilişkileri saygı ve sevginin beslediği, ahlâk ve erdemin öne çıktığı, israfın değil infakın olduğu, eşyaların hakimiyetinde olan bir ev değil, kapısından ancak ihtiyaç olan şeylerin girebildiği bir eve sahip ailedeki bu sadelik bir imkan meselesi değil bir bilinç meselesidir.

Müslüman kimliğin en görünür hali ailedir. Bu ailenin rol ve değeri tüketici hedonist aymazlığa kurban verilmemelidir.  Esenlik davetçilerinin selam limanı fırtınalı ummanlar için sükunet  ufkudur. İnsanlık bu ufuktan mahrum edilmemelidir.

Ailede; sadelikten, zaman planlamasına, ilişkilerden, yemek adabına kadar her alanda Allah Resulünün yaşam modeli esas alınarak ona benzemeye çalışmanın öne çıkarılmasıyla oluşacak şekillenme mümkündür. Yaşanabilir. Davet ve hizmet sorumluğunda olan herkesin kendini şekillendirmesi için gereklidir. Velhasıl zorunludur...

İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.

YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.

Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
73
Cihad / Cihadı Kuşanma Çabası
« Son İleti Gönderen: türkiyem Haziran 25, 2025, 10:28:47 ÖÖ »


Cihadı Kuşanma Çabası

Diğer varlıklardan farklı olarak insan, varoluş şuuruna sahip bir varlıktır. Şahsiyetinde var olan “bir ideal olarak yürüdüğü her şeyde bu varlık” talebi başat rol oynar. Hayatı bu eksendeki kavramsal düzeyle algılar, anlar, müdahale eder. Cümle yapısı mesela; özne ve öznenin ne yaptığı (yüklem) iskeletine oturur.

Hayat irade etmektir. İrade özne olana ait bir özelliktir. Evrendeki varlıkla ünsiyet kurma adına onlara özne vasfı yükleyenler vardır. Ne var ki, müşahede edilemeyen irade ölüm halidir, hayatın değili’dir. Ölüler irade edemez.

Cihadı Anlama

Cihad hayatı iradenizle sürdürebilmenin imkânını sunar. İslam'ın önemli amellerinden biridir. Bu boyutuyla insanca yaşama talebi olan bir Müslüman'ın bilincini kuşatır.

Cihad öteki ilan edilen varlığın: ortak düşmanın hayat ya da hegemonya alanından püskürtülmesi uğraşısı değildir. Zira bu hal muharebe’dir. Düşmanın telef edilerek yok edilmesi ise kıtal’dir. Düşmana üstünlük sağlamak, galebe çalmak ameliyesi mücadele’dir. Bu kelimelerin tümü Kur'an-ı Kerimde kullanılan terimlerdir.

Cihad ise cehd etme, gayret etme anlamındadır ve Kur'an cihadı fisebilillah (Allah yolunda olma) şartıyla onaylar. Cihad; davetin ve İslam'ı yaşamanın önündeki her türlü engelin kaldırılması ve zulmün bertaraf edilmesi mücadelesidir.

Bir Tevhid eri olan Rebî b. Âmir, Fars kumandanı Rüstem'e karşılarına geliş nedenlerini ültimatom niteliğinde açıklarken cihad anlayışını da deklere eder:

“Allah bizi, dilediği kimseleri putlara tapmaktan kurtarıp Allah’a kulluk etmeye çağırmak, dünyanın darlığından kurtarıp dünyanın genişliğine çıkarmak, batıl dinlerin zulmünden kurtarıp İslâm’ın adaletine kavuşturmak için gönderdi.”

Yani cihadın anlam zemini farklı bir ifadeyle Tevhid, Davet, Özgürlük, Adalet olarak ifadelendirir.

Cihadın iki temel odağı vardır:

Birincisi: Hikmet ve güzel öğütle yapılan bir davetin sürdürülebilmesidir. Mesele davet edilen insanın mesajı algılanmasının sağlanmasıdır. Öncelik budur. Mesajla muhatap arasına ne başkası ne de davetçi engel örmemeli, sebep olmamalıdır.

İkincisi ise, fitnenin bertaraf edilmesidir:

“Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.”(Bakara, 2/193)

Bu ayet ekseninde tefekkür edildiğinde Allah’tan uzaklaştıran her şey fitne; ona yaklaştıran her şey cihad olarak nitelendirildiği müşahede edilecektir. Zira fitne toplumsal hayatı ifsat eden, insan öldürmekten çok daha fena bir ortamdır. (Bk. Bakara, 2/191) Bu ortam sonucu itibarıyla ortadan kaldırılmalıdır.

Gayr-i Müslim komşularla, ticaret yapmak, sadakat gösterdikleri sürece onlarla sulh içinde yaşamak ile onlar gibi olmak aynı şey değildir. Cihad anlayışı o gayr-i Müslim komşuyu hikmetli bir diyalogla İslam’a kazandırma azmini besler.

Cihadı Yaşama

Cihad silm (barış) kelimesi ile aynı köke sahip İslam dininin tanımladığı, kimliğine varoluş alanına dâhil ettiği bir yaşam tarzıdır.

Cihad, cahilî olan her şeye, İbrahim’in (sa) ifadesiyle; “Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.” (Mümtehine, 60/4) demenin tezahürüdür.

Cihad modern ifadeyle “öteki” ile olan ilişkiyi belirler. Bu ilişki biçimi öteki olandan “uzağız” şeklindedir. Yani Müslümanın varoluş düzlemi öteki olandan kopuktur, ayrıdır, o düzleme inmeyi reddeder.

Mücahede salih amellerin en faziletlisidir. Mücahedenin alanı zalime meyletmemekten başlar, zalime karşı hakkı söylemek ve ilay-ı kelimetullah uğrunda mücadele ve mücahedeye iştiyak göstermek, cihad edenlere yardım vb. halleri yaşamakla olur. Her ibadet gibi zamanı ve mekânı oluştuğunda, düşman mücessem olarak ortaya çıkıp zulmettiğinde de can ve malın fedasından kaçılamaz.

Bu çerçevede Müslümanların işgale uğramış vatanlarını kurtarmak için çarpışan kardeşlerine yardım etmeleri bu cihad ruhunun gereğidir. Mümkün olduğunda “mallarıyla ve canlarıyla” her türlü desteği vermek bir ümmet olmanın karşılığı, muhsin olmanın icazetidir:

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahip) gönder, bize katından bir yardım-eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nisa, 4/75)

“Ey peygamber, mü'minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden yirmi sabırlı kişi olursa bunlar iki yüz kâfiri yenerler. Eğer sizden yüz kişi olsa, bunlar bin kâfiri yenerler. Çünkü onlar anlayışsız, bilinçsiz bir güruhtur. Allah, bundan böyle, bu konudaki yükünüzü hafifletti ve bünyenizde bir zaaf belirdiğini bildi. Buna göre eğer sizden yüz sabırlı kişi olursa, bunlar iki yüz kâfiri yenerler. Eğer sizden bin sabırlı kişi olursa, bunlar Allah'ın izni ile iki bin kâfiri yenerler. Allah sabırlılarla beraberdir.” (Enfal, 8/65-66)

“Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim'in dininde (de böyleydi). Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da) size “Müslümanlar” adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!” (Hacc, 22/78)

Cihad bir irade ameliyesidir. Bir iki görüntü seyredip heyecanlanarak zalimlere meydan okuyarak, “ben gidiyorum” demek yerine bir bilinç ve iştiyak ile cihada sarılmalıdır. Cihad eğer içinde bir insanın ölümüyle sonuçlanan bir boyuttaysa burada İslam’ın savaş ahlakı ve fıkhı -ki evrensel olarak insanlığın akl-ı selimi de bu fikre sahiptir-  bilinmelidir. Yani çocuğa silah kalmaz, esir olana iyi davranılır, asi olmayanla sulh yapılır gibi… (Bk. Yusuf el-Karadavi, Cihad Fıkhı) Dostu düşmanı ayırt edemeyen, neye attığını göremeyen irade sahibi değildir.

Cihad toplumun gündemine muharebe boyutu öne çıkınca girmektedir. Zira muharebe toplumun, cemaatin tüm fertlerini ilgilendiren, etkileyen bir vasfa sahiptir. Bu aşama ise kendiliğinden birden ortaya çıkmaz. Bu boyut zaten yaşayan bir cihadın, süreğen bir mücahedenin kaçınılmaz olarak yüzleştiği bir aşamadır.

Ötekinin Karşı-Cihadı

İslam Dünyası 18. yüzyıldan sonra kaybettiği coğrafik ve hegemonik gücü sebebiyle tarihi yapan aktör olma vasfını yitirmişti. Aktörleri değişse de son zamanlarda tarihi şekillendiren ana unsur Rönesansçı aydınlanma çizgisi olmuştur. Görünüşte Hıristiyan geçmişiyle yüzleşerek kalkınan, özünde Yahudi hegemonyası ile ittifak yapmış yeni batı paradigmasının iktidarı hâkimdir. Bu düşünce, esasında, iktidarın kayıtsız hâkimiyetiyle hayata arz-talep ve güçler dengesi eksenli müdahalede yetki sahibi olduğu bir düzeni ifade eder. Bu çerçevede iktidarın halktan onay alıyor olması onların kayıtsızlığı ile ilgili değildir. Bu durum, arz-talep dengesinin sürdürülmesi açısından olağan, taktik bir süreçtir.

Batı düşüncesi -ki günümüzde düşünce sistematiğini en iyi adlandıran kavram “neo-liberalizm” olacaktır- 19-20. yy.larda nüfuz alanının hızla genişlemesinden ilham alarak, kendisine teorik düzlemde bile olsa kayıt koymaya çalışan her şeye karşı öteki ve düşman tepkisi göstermiştir.

20. yy. sonlarına doğru ise erişebileceği doğal sınırlara varması ve yılların verdiği düşmanlık ve savaş psikolojisi kendisini tüketmiştir. Artık sükûnet ihtiyacı vardır.

Dünyanın her yerine bir şekilde nüfuz edebilmenin verdiği güçle ötekini yok etme yerine, artık, dönüştürme stratejisini benimsemiştir.

Ötekilere daha önce yaptığı zulümleri hatırlatarak ya dönüşürsünüz ya yok olursunuz mesajı vermektedir. Halen kendi iktidarına kayıt koyacak, ahlakî, usûlî sınırlar önerecek çözümleri öteki ve düşman olarak görme eğilimini terk etmemiştir. Bu nedenle küresel hegemonik güç, önerdiği dönüşüm modelinde kendi anlam dünyasına itirazı olan düşüncelerin öteki kültürlerden arınmasını şart koşmaktadır.

Yüzyıllardır kişiliğini dahi ezdiği halklar, İbn-i Haldun’un ifadesiyle; “galip olanı taklit etme” ufkunu aşabilme yeteneğini henüz kazanamamış görünmektedir. Örneğin “kadın hakları” denildiğinde “kendi yaşam formumuzda kadın hakları genetiğinin esastan var olduğunu” belgeleme çabasına girmezlerse embeded (gömülü) müttefik ya da en azından akredite (onaylanmış) vatandaş olma vasfını kaybedeceği psikolojisine düşenler gibi.

Keza küresel hegemonya “cihadı tren vagonlarına bomba koyarak okula giden çocukları katletmekle bir gördüğünü” deklere etmesine; “İslam'ın barış demek olduğunu, insan öldürmenin günah olduğunu, İslam'ın bir arada yaşamayı emrettiğini, dinde zorlama olmadığını,  vatana saldırılırsa verilen savaşa cihad dendiğini, zaten cihadın aslen nefisle yapılan olduğunu” ifade etme refleksi bir boyutuyla zihnen bu hegemonyanın kırılamadığını göstermektedir.

Bir şekilde de günümüzde artık Müslümanlar beşeri ilişkilerinde cihadı konuşmaktan imtina etme, cihad kelimesi kullanandan uzak durma refleksi verme boyutuna sürüklenmeye çalışılmaktadır.

Cihadı Kuşanma Çabası

İnsanlar hayatları ile ilgili değerlendirme yaptıklarında, Ali Bulaç’ın ifadesiyle; şu üç şeyden birisinin yönlendirici etkisi ile karar verirler: a) Müslüman bireyin ve bir İslam Cemaatinin davranışlarına meşruiyet çerçevesi teşkil eden Kur'ân ve Sünnet; b) Müslümanların tarih içinde geliştirdikleri gelenek ve kültürel yapılar; c) Onları dışarıdan gözleyen birinin bilgi ve gözlem derecesi düzeyinde onlar hakkında sahip olduğu fikir ve kanaatler.

Bu çerçevede her olguda olduğu gibi bir cemaatin algısını bu kuvvelerden hangisi şekillendiriyorsa yaşam formu da o eksende olacaktır. Yani Kur'an ve Sünnetle bağı sağlam kurulmamış ve dışarıdan gözleyen birinin fikir ve kanaatlerine göre yapıp edeceklerini, söyleyeceklerini şekillendiren bir Müslümanın kökleriyle arasındaki bağ örümcek ağı gibi zayıf olacaktır. Bu Müslümanın  hayatı ve varlık zemini tehlikededir.

Aslolan, açık (düşünceleri, değerleri, hedefleri kendi anlattığı şekilde herkesçe bilinen), cahiliyeden bağımsız olmaktır. Müslüman cemaat cahiliyeden bağımsız kalmalıdır. Cahiliyeden bağımsızlık bilinci iradenin muhafazası ile mümkündür. Cihad bu çerçevede kendi çözümünü de getirir:

“Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz.” (Ankebût, 29/69)

“Ey inanalar! Allâh yolunda cihad edin ki, kurtulasınız.” (Maide, 5/35)

“Hepiniz Allâh yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Bilirseniz bu sizin için hayırlıdır.” (Tevbe, 9/41)

Cihad tanımı itibarıyla, Allah'ın dininden bigâne kalmış insanlara vahyi bütün imkânları kullanarak ulaştırma ve onun özgürleşmesine, iradesini ortaya çıkarmaya vesile olma yani bir insanı daha hayatta tutma ameliyesidir. Bu çerçevede gereken her şeyin yapılmasıdır. Bu işgal edilen vatanda zalime karşı savaşmaktır, savaşan kardeşine yardım etmektir. Bu, Karadavi'nin ifadesiyle; “Allah yolunda çaba harcamak onun rızasını kazanmaktır, okuma yazma bilmeyen insanlara okuma yazmak öğretmek, işsize iş bulmak, aç olanı doyurmak, çıplak olanı giydirmek, evsiz ve barksız olanı ev sahibi yapmak, hastaları tedavi etmek, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılamak, spor kompleksleri, okul, üniversite ve camiler inşa etmektir.” (Bk. Karadavi, Cihad Fıkhı) Bütün bu çabalar eğer cahili düşünceye sahip insanı dönüştürme çabasına sahipse cihad kapsamındadır.

Küresel hegemonyanın yönlendirmeye çalıştığı gibi onların varlığından rahatsız olmadan ticaret yaparak mutlu mesut yani sakin (?) yaşam sürmek, ötekine karışmamak düşüncesiyle cihadı terk etmek  İslam düşüncesi ile örtüşmez, aynı değildir. Kaynağını nefsinden, aklından alan hiç bir düşünce ile doğru ve yanlışın menşei olarak Kur’an ve Sünneti referans alan düşünce ortak anlam dünyasında uzlaşamaz.

Şu halde Cihad irade sahibi bir Müslümanın Muttaki bir hayat sürdürmesinin  anahtarıdır. Cihada sarılan Mümin öteki ile ayrı olduğunun farkındalığıyla İslam Şahsiyetini diri tutma bilincinde olacaktır.

Hasan el-Benna’nın dediği gibi; “Cihad tutkunu olunuz ki, size hayat bahşedilsin.”

İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.

YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.

Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
74
İnaç Ahlak / Ta’lim ve Terbiye Üzerine
« Son İleti Gönderen: türkiyem Haziran 25, 2025, 10:24:02 ÖÖ »


Ta’lim ve Terbiye Üzerine

“Nitekim kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi temizleyen (tezkiye), size kitap ve hikmeti, size bilmediklerinizi öğreten (ta’lim) bir resul gönderdik.” (Bakara, 2/151)

Eğitim, bireylerde istekli davranış değişiklikleri oluşturma sürecidir. Bu süreç bir boyutuyla kişiyi “terbiye etme” sanatı olarak değerlendirilebilir. Ta’lim ve terbiye kavramı ile eğitimin hedeflerinin içselleştirilmesi için gerekli olan dış kaynaklar ifade edilir. Ya da tefekkür, tezekkür, irfan gibi kişinin zihinsel çabaları ile kendinde oluşturmak istediği davranış kalıplarının tamamlayıcısı olarak, bir eğitim sisteminin, nihai rol model hedefine dönük talebesine uygulayacağı planı içerir.

Ta’lim, bir bilgiyi öğretme anlamında kullanılır. Alıştırma yapmak da ta’lim ile ifade edilir.

Terbiye, genellikle eğitim kelimesinin karşılığı olarak kullanılır. Yetiştirme, kabiliyetlerini geliştirme, eğitim, bilgi, saygı ve edep öğretme, iyi ahlâk, nezaket, görgü, hafif ceza verme, alıştırma gibi manalar için kullanılır. Ta’lim ve Terbiye genel anlamda Öğretim ve Eğitim karşılığı şeklindedir.

Terbiye, Rabb olan, Efendi olan tarafından şekillendirilen bir ilişki biçimini tanımlar. Yani kişinin her hangi bir davranışı değil Rabbi ile kurduğu ilişkiyi kapsar.

Bu çerçevede en başta rabbe karşı sunulan tazim akla gelir.

Rabb olanın terbiyesi ile abd (kul) olan bu tazimi icra eder. Bu şekliyle terbiye toplumda ilişkilere rengini veren ahlâki bir erdem olmaktan daha belirgin bir anlam ihtiva eder. Tevhid-i Tedrisat gibi örgün eğitimi böyle bir Rabb-kul, sahip-tebaa, devlet-vatandaş ilişkisinin omurgası görülen bir sistemde Ta’lim ve Terbiyenin bu eksende kurumsallaşması kaçınılmazdır. Şu halde ta’lim ve terbiye Rabb tarafından şekillendirilen ve kurumsallaşma istidatı bulunan eğitim süreçleri anlamında olmalıdır.

Eğitim konusuna paralel olarak ta’lim ve terbiye konusunu ele almak, bir boyutuyla özellikle günümüz açısından kurumsallaşmış bir eğitim sürecine dikkat etmeyi gerektirir.

Ulus devlet açısından örgün eğitimin iki odağı vardır. Bu iki odak laik ideoloji tarafından şekillendirilmiştir. Dünyaya ait olan eğitim “Milli Eğitim” sistematiği tarafından, manevi alana ait olan eğitim “Diyanet İşleri” sistematiği tarafından örgün olarak icra edilecektir. Bir boyutuyla seküler yaklaşımdır. Üstelik bu örgün eğitim vatandaşın yaklaşık 8-15 yılını tamamen kuşatmaktadır, bir yaklaşıma göre de bu zaman zaten bu içeriğe yetmemektedir. Bu noktadan hareketle, bu iki kurumun programında ve/veya kontrolünde olmayan herhangi bir “örgün eğitim” sadece yasal olarak değil ideolojik olarak gayr-i meşru/kanunsuz (illegal) ilan edilir.

İslâm davetçilerinin bu ortamda üç önemli sorununu bu durum oluşturur:

1. Muhataplarının dimağlarının en açık olduğu dönemde hâkim güç tarafından zorunlu eğitimle kontrollerinin dışına çıkmış olması,

2. Örgün içerikli eğitime izin verilmemesi,

3. Velev ki hâkim erk bu konuda esnek olacak olsa bile tüm toplumu taşıyacak denetlenebilir bir eğitim sistemini planlama ve sürdürme imkânlarının zayıflığı.

Adı örgün olsun olmasın, Davet ve Takva Toplumu inşa süreci sistemli bir şekilde müminin hayatını ta’lim ve terbiye etme sürecidir. Bu çerçevede örgün eğitim kapsamında kanunsuzluk (?) problemi olmayacağı düşüncesiyle Kur'anî anlamdaki bir ta’lim ve terbiye süreçleri şekillendirilmeli, icra edilmelidir.

Ta’lim “el-Âlim” olan Allah'ı bütün esma ve sıfatıyla, “Kur'anî bir yaşamı” öğrenmektir. Terbiye “en güzel örnekliğe” sahip Rasulü’nün (sa) eserlerine mutabık âlemlerin Rabb’ine kulluğun hakikatini keşfet/tir/me ameliyesidir.

Eğitimi eğitim yapan öğeler bu süreçte ihmal edilmemeli, gerekli tüm hazırlık ve ortamlar sağlanmalıdır. Nefsi eğitim için tefekkür ortamı nasıl kaçınılmaz ve elverişli bir ortamın sağlanması elzem ise, daha iyi bir Müslüman birey ve daha sağlam bir İslâm toplumunun inşası için ta’lim ve terbiye alanında tüm ortam ve imkânlar oluşturulmalı ve kullanılmalıdır.

Bir Müslüman kimliğinin inşasında en önemli noktalardan bir kaçı şu şekilde sıralanabilir:

- Eğitimde talebenin kaldırabildiği yoğunlukta olmalıdır. Zihin gücünün ve mevcut eğitim seviyesinin üzerine bina edilmelidir.

- Tedricidir. Kimlik, ahlâk ve davranışların inşası aşama aşama ta’lim edilir.

- En önemlisi yoğundur. Zorunlu ihtiyaçları hariç tüm gündemini eğitim süreci oluşturur.

- Eğitim ta’limi de içerir. Öğrenilenlerin talebenin hayatında tatbikine fırsat tanınmalı ve değerlendirilmelidir.

- Eğitim müfredatı, kaynak kitapları ile eğitim içeriği aynılaştırılmalıdır.

- Genel eğitim tecrübemiz asr-ı saadetten beri hoca-talebe ilişkisi zemininde kurulmuştur. Her ne kadar eğitim materyalleri kullanılsa da eğitimin birebir insan ilişkileri zemininde yürümesine özen gösterilmelidir.

- Eğitim usulü belirginleşmeli, usûl bir taraftan, kadim İslâmî gelenek ile irtibatını koparmamalı, diğer taraftan meşru ya da gayr-i meşru ama Müslümanların birinci dereceden dâhili olmadan şekillenen günümüz ortamının sosyo-kültürel değerlerinin ve insanlığın ortak tecrübelerinin diline de aşina olmalıdır.

Bir Müslüman’ın hayatı Rabbinin terbiyesinde “beşikten mezara kadar ta’lim” üzere kuruludur. Bu yoğun, programlı bir eğitimdir. Bu eğitim benlik ve zamanını vererek talebenin iradesi ve mürebbinin programa riayetiyle sürdürülecektir.

İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.

YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.

Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
75
HZ MUHAMMED S.A.V / Hz. Peygamber’in (sav) 33 Özelliği
« Son İleti Gönderen: türkiyem Haziran 25, 2025, 10:17:35 ÖÖ »


Hz. Peygamber’in (sav) 33 Özelliği

1- Kötü söz söylemezdi.

2- Kimseyle çekişmezdi.

3- Her zaman ağırbaşlıydı.

4- Dünya işleri için kızmazdı.

5- Umanı ümitsizliğe düşürmezdi.

6- Kimsenin kusurunu aramazdı.

7- Affedici idi, intikam almazdı.

8- Hoşlanmadığı bir şey hakkında susardı.

9- Yemek seçmezdi, önüne ne konulursa yerdi.

10- Susması konuşmasından uzun sürerdi.

11- Gerçeğe aykırı övgüyü kabul etmezdi.

12- Sade kıyafet giyer, gösterişten hoşlanmazdı.

13- Sıkıntılı hallerinde kabalaşmaz ve bağırmazdı.

14- Konuşurken adeta çevresindekileri kuşatırdı.

15- Kimseye, hakkında hayırlı olmayan bir söz söylemezdi.

16- Kendi şahsı için asla öfkelenmezdi, öç almazdı.

17- Kendisinden bir şey istendiğinde asla hayır demezdi.

18- Kelimeleri tane tane ve inci gibi idi.

19- Yanında en son konuşanı, ilk önce konuşan gibi dinlerdi.

20- Halkın kullandığı hiçbir kötü sözü kullanmamıştı.

21- Her zaman hüzünlü ve mütebessim bir halde dururdu.

22- Fakirlerle beraber yerdi, öyle ki onlardan ayırt edilmezdi.

23- Sıradan değildi ama sıradan insanlar gibi yaşardı.

24- Hiç kimseyi ne yüzüne karşı ne de arkasından kınardı.

25- Düşmanlarını affetmekle kalmaz, onlara değer verirdi.

26- Gereksiz yere konuşmaz, konuştuğunda da   ne eksik ne de fazla söz kullanırdı.

27- Bir topluluk içersinde oradakiler bir şeye gülerse O (sav) da güler, bir şeye hayret ederlerse O (sav) da hayret ederdi.

28- Konuşurken yüzünü başka tarafa çevirmez,   bulunduğu yerde ayrı bir yere oturmazdı.

29- Bir gün kendisinden yaşça küçük bir dostunun omuzlarından tutarak şöyle demişti: “Dünyada garib bir yolcu gibi ol...”

30- Yürürken beraberindekilerin gerisinde yürürdü. İki yalına salınmaz, adımlarını geniş atardı. Yüksek bir yerden iner gibi öne doğru eğilerek vakar ve sükunetle yürürdü.

31- Sabahları evden çıkarken şöyle derdi: “İlahî, yolda sapmaktan ve saptırılmaktan, kanmaktan ve kandırılmaktan, haksızlık etmekten ve haksızlığa uğramaktan, saygısızlık etmekten ve saygısızlık edilmekten sana sığınırım.”

32- Çok konuşmazdı, öz ve hikmetli konuşurdu.

33- Düşünceliydi, boş şeylerden yüz çevirirdi.

İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.

YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.

Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
76
Yaşar Değirmenci / İnsanlığın Gidişatından Her Müslüman Sorumludur 1
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Haziran 25, 2025, 08:54:12 ÖÖ »


İnsanlığın Gidişatından Her Müslüman Sorumludur  1

Bugünkü yazımda notlarımı paylaşmak istiyorum. Genelde davet/çağrı yapılmadığı, yapanlar usulünce yapmadığı, “davet yapma sorumluluğu taşıyanlar” sorumluluktan kaçtığı için notlarımdan “Davet/Çağrı” ile ilgili olanlardan Nasıl Bir Davet? Diyerek başlıyorum.

Davet şart mıdır? Eğer inandığınız değerlerin insanlığın değişmez değerleri olduğunu, bu değerlere bağlılığın insanı iki dünya mutluluğuna götürdüğünü, yeryüzünde hayatın yeniden inşasını sağlayacak insanın ancak vahiy tarafından inşa edileceğini biliyor ve buna inanıyorsanız, davet şarttır. Bunlara inanmıyorsanız, zaten sizin davetçi olmanız söz konusu değildir. Çünkü, kendiniz davete muhtaçsınız.

Ama hem bütün bunlara inanıp hem de davet etmiyorsanız, siz dünyanın en bencil, en kıskanç, en muhtekir ve muhteris insansınız. Çünkü mutlak güzelliği paylaşamıyorsunuz. Ortak doğruları kıskanıyorsunuz.

Mutlak güzellik paylaşıldıkça artar. Ortak doğrular yaygınlaştıkça hayat daha bir güzelleşir. Bu gerçeği bilen biri, onları paylaşmadan nasıl durabilir ki? Üç şeyi sevmeyen gerçek davetçi olamaz:

1) Adına davet ettiği Allah’ı

2) Kendisine davet ettiği hakikati.

3) Mutluluğunu paylaştığı insanı.

Bu üç şeyi seven ise davet etmeden duramaz. Çünkü Allah’ı seven insanı sever, insanı seven ona hakkı ve hakikati tavsiye eder. Eğer bütün peygamberleri ortak bir mesleğe nispet etmek caiz olsaydı, bunun adı “davet mesleği” olurdu. Bu sebeple her davetçi, peygamberlerin oluşturduğu insanlıkla yaşıt zincire eklenmiş mütevazi bir halka olduğunu düşünmelidir.

Bilmek insana, sadece bildiklerini yaşama sorumluluğunu yüklemez. Aynı zamanda bildiklerini taşıma sorumluluğunu da yükler. Vacip olan bir bilgiye ulaşmak da vaciptir. Bazı araçlar olmadan ona ulaşılamıyorsa, bu kez o araçları elde etmek vacip olur. Diyelim ki bilgiyi elde ettiniz, bu sefer o bilgiyi, ondan mahrum olanlara ulaştırmak vacip olur. İlim durdurmaz. Eğer bir bilgi sahibini “Beni muhtaç olanlara ulaştır” diye rahatsız etmiyorsa ya bilenin içi boştur ya da bilinen muhtevadan/içerikten yoksundur.

Davet bir tür tekliftir. Teklif muhataba farklı usullerle iletileceği gibi, davet de muhataba farklı usullerle iletilebilir. Çünkü davet her zaman, mekân ve insan için geçerlidir. Fakat her zamana ve mekâna uygun usuller farklı olabilir.

Zamanla ve mekânla değişmeyen üç unsur davetçinin uyması gereken şu üç talimattır:

1) Temsil et: Davet edenle davet ettiği hakikat arasında bir özdeşlik değilse de bir irtibat bulunmalıdır. Davet eden eğer davet ettiği hakikatle uyumsuzluk arz ediyorsa, davet meşru olsa da etkisi sıfır olur. İşte davetçiyle davet ettiği hakikat arasındaki bu uyuma temsil yeteneği adı verilir. Önce temsil et, sonra davet et. Zaten her temsil kendi başına bir “hal daveti”dir.

2) Tebliğ et: Temsil ettiğini düşünelim. “Ben temsil ediyorum ya, bu yetmez mi?” deme. Yetmez. Yetseydi, “iyiliği özendirmek kötülükten sakındırmak” ayrı bir vecibe olmazdı. Kur’an-ı Kerim’de bir kötülükten kaçınmak ayrı bir emir, ondan gücü yettiği kadar başkalarını sakındırmak daha başka bir emirdir. Bunun gibi, iman etmek ayrı bir sorumluluk, imanı ondan mahrum olanlara taşımak ayrı bir sorumluluktur. Küfürden uzak durmak, kişiyi başkalarının içine düştüğü küfür bataklığına lakayt kalmanın vebalinden kurtarmaz.

3) Teşvik et: İşte tam bu noktada üçüncü madde gündeme girer. “Tebliğ ettim, benden vebal gitti” deme. Hakka, doğruya, hayra, güzele, yararlıya teşvik et. Hakkın galip gelmesi için var gücünü ortaya koy. İyinin artması için çalış. Hayırda öne geçmek için yarış. Hak, doğru, hayır, güzel, yararlı için bir bedel ödenecekse, bu bedeli onların değerini henüz bilmeyenlere ödetmek yerine sen öde. Onlara ödetmeye kalkmak zulme dönüşebilir.

Tabii bütün bu sorumlulukların idrakinde olmanın en önemli şartı; şahsiyetli mümin olmaktır. Her davetçi de şahsiyetli/kişilikli bir mümin olma şartını taşımalıdır.

Allah’a karşı savaş açanlar, tanrılıklarını ilan etme safhasına gelmişlerse, cami duvarına işemeyi marifet bilmeye başlamışlarsa, ben bundan ecellerine doğru yol aldıkları sonucunu çıkarırım. Allah’ın düşmanlarıyla baş edeceğine imanım tamdır. Çünkü Allah büyüktür; güç ve kudret sahibidir. Ona savaş açanlarsa zavallı birer ölümlüden başkası değildirler.

İnsanın önce şu soruyu kendisine sorması gerekiyor:

“Ben çözümün bir parçası mıyım, yoksa sorunun bir parçası mıyım?” sorduğu bu soruyu dürüstçe cevapladıktan sonra içinde bulunduğu yapıyı sorgulaması gerekiyor. “Benim cemaatim ümmetin sorunlarının çözülmesinde sorunun bir parçası mı, çözümün bir parçası mı?” diye. Bundan sonrası kolay. Bu bilinç meselesidir. Şahsiyet bilinci, önce “ben idraki” yani kendi olabilme, kendi kalabilme, kendini gerçekleştirme, kendi başına var olabilme direnci ile başlar. Kulluk sorumluluğunun farkına varmış, Müslüman şahsiyet olabilmişse, kesinlikle çözümün bir parçası olacaktır. İnsan kumaşının kalitesini artırıp sorumluluğun bilincine varmasını sağlamak. İnsanlara sorun: “Sen kendini ne sanıyorsun?” diye. Bilmem kaç milyardan biri demeye gelen düz, kimliksiz, kişiliksiz bir birey mi, yoksa kimliğini, kişiliğini bulmuş bir şahsiyet mi?

Kendisini ne sandığını hatırlatacaksın, ne sanması gerektiğini öğreteceksin. Bunu yapabildiğimiz oranda başarır, yapamadığımız oranda da kaybederiz ve hatta başkaları tarafından kullanılırız. “Elimi uzatabileceğim halde uzatamadığımdan dolayı ateşe yürüyen her bir insanın manevi katlinde benim de sorumluluğum var.” diye düşünmeli her Müslüman.

Yaşar Değirmenci.
 .
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.

YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.

Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
77
Yusuf Özertürk Prof Dr / Cahiliye Toplumu ve İslâm 10
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Haziran 25, 2025, 08:44:17 ÖÖ »


Cahiliye Toplumu ve İslâm  10

TOPLUMLARIN SAADETİ İSLÂM’A BAĞLIDIR

…İslâm, kadını yüceltmiştir   

* İslâm’da kadına büyük bir değer verilir ve ailenin de temeli olarak görülür. Özellikle de ‘anne olarak’ kadına mümtaz bir değer verilmiştir. Bu konuda hem Kur’ân’da, hem de hadis-i şeriflerde mühim emirler vardır(1). Bir de ‘modern cahiliyede olanları düşünün! Kadın cinayetlerini (Eşini, annesini, kız çocuklarını hunharca öldüren canileri…), geçim derdiyle perişan olan, seks kölesi yapılan kadınları… Kadın, erkek eşit değildir.

* ‘Modern cahiliye’ anlayışı, ‘kadın-erkek eşittir’ diyerek, güya kadını yücelttikleri algısıyla, gerçekte kadınları emellerine alet edip ezmektedirler. Kadını bir meta gibi her türlü reklam aracı yapanlar, haklarını gasbedenler ve ahir hayatlarında bir paçavra gibi atanlar bu ikiyüzlüler değil midir?

* Allah sonsuz hikmet sahibidir ve abes iş yapmaz. Hikmetinin iktizasına göre, mahlukatını, istediği gibi yaratır. Allah, mahlukatını vereceği vazifelere göre kabiliyetlerle donatır. Bu meyanda vazifeler farklı olunca da, birine, diğerinden farklı meziyetler ve kabiliyetler verir. Bu Allah’ın koyduğu fıtrat kanunlarıdır. Hiçbir mahlukun da, Allah’ın bu hüküm ve iradesine müdahale etmeye ne hakkı ve ne de haddi vardır.

* Evvela, kadın ve erkek eşit olarak yaratılmamıştır. Anatomik, fizyolojik, genetik, ruhî-psikolojik olarak kadın-erkek eşit değildir. Kadını, erkek ile eşit yapmaya çalışmak fıtrata (yaratılışa) aykırıdır. Fıtrat kanunlarına aykırı hareket, müsbet bir netice vermez, sadece dengeyi bozar. Kadın ve erkek, farklı vazifeler ve farklı ihtiyaçlara cevap verecek şekilde yaratılmış ve donatılmışlardır. Mesela; Kadın çocuk doğurma (yumurta hücresi-ovum üretme) ve annelik vazifesini (kadınlarda; şefkât, sabır, sevgi, vefâ, vs, duygu zenginliği vardır) yapacak şekilde donatılmıştır. Erkek ise; Dölleme (tohum hücresi-sperm üretir) vazifesi yapar. Erkek, ailenin korunması ve geçimini (nafaka) sağlamakla yükümlüdür ve ona göre donatılmıştır (Erkekler; Kas-kemik gücü, cesaret, mücadele, aile için kendini fedâ etme, vs duygular vardır.). Allah, ailenin sorumluluğunu evvela erkeklere vermiştir. Erkekler, ailenin ihtiyaçlarını temin etmek ve maddi-manevi her türlü tehlikeden korumakla vazifelendirilmişlerdir. Allah, kadınlara daha fazla şefkat ve fedakârlık duygusu vermekle de, onlara ‘çocuk terbiyesi ve yetiştirilmesi vazifesini vermiştir’ (2).

* Kadın ve erkek birlikte neslin devamını sağlarlar. Bunların tersini düşünmek, yani kadına erkek, erkeğe de kadın rolü ve vazifesi vermek, fiziken ve aklen mümkün müdür? Bu mümkün olmadığına göre; Gay, lezbiyen, erkek çocuklarını kız, kız çocuklarını erkek yapma davası güden bu sözde ‘modernler’ ne yapmak istiyorlar? Yapmak istedikleri bellidir. O da, toplumu ifsâd edip, fıtratı bozup, kendi şeytanî bâtıl düzenlerini herkese dayatmaktır. Ama şu iyi bilinmelidir ki, Allah’ın koyduğu fıtrat kanunlarını tağyir ve ılga etmek kimseye bir fayda sağlamaz. Olsa olsa beşer kendi elleriyle kendi felaketine sebep olur. Geçmiş kavimlerin yok olmalarını hatırlatmak isteriz.

* Kadınlar ve erkekler, birbirlerinin eşidi değil, birbirlerinin eksiklerini tamamlayan, bir bütünün eşit olamayan parçalarıdırlar. Hem kadınların, hem de erkeklerin birbirinden üstün olan tarafları vardır. Bu özellikler bir aile çatısı altında birleştirilerek ailenin dengesi ve saadeti temin edilmiş olur. Kadınlar ve erkekler, ‘kilit ve anahtar misali gibidirler’. Biri, diğerisiz bir işe yaramaz ve hayat dengesini sağlayamazlar.

(1): “…Kadınlarla iyi geçinin…” (Nisa-19).

“…Anaya, babaya iyilik edin! Şayet onlardan biri, yahut her ikisi senin yanında ihtiyarlarsa, sakın onlara ‘öf’ deme ve onları azarlama! İkisine de güzel ve yumuşak söz söyle”(İsra-23).

“Kadınlar hakkında Allah’tan korkun! Çünkü siz onları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Ve Allah’ın adını anarak (nikâhlayıp) kendinize helâl kıldınız” (Müslim, Hac-147).

“Cennet annelerin ayakları altındadır” (Nesâi, Cihad-6).

Allah Resûlüne “Ya Resulallah, insanlardan en çok iyilik yapmama layık olan kimdir? diye sorulmuş ve şöyle buyurmuşlardır: Annendir. Ya sonra kimdir? Yine annendir. Sonra kimdir? Yine annendir. Dördüncüde sonra kimdir? Denince, Babandır  diye cevap vermiştir.” (Buharî, Edeb-2, Müslim, Birr;-2548).

(2): “Erkekler, kadınlar üzerine koruyucu ve hakim (yönetici) durumdadırlar. Çünkü Allah, bazılarını diğerlerinden üstün kılmıştır. Bir de erkekler mallarından (kadınlara) nafaka verirler (aileyi geçindirirler). Onun için iyi kadınlar kocalarına itaatkârdırlar. Allah, onları (kocalarının) himayesine vermekle koruduğu gibi, onlar da gaybı namuslarını ve kocalarının mallarını  korurlar….”  (Nisa-34).

Prof. Dr. Yusuf Özertürk
 .
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.

YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.

Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
78
Mahmut Tobtaş / Hırs ve Irkçılığımız Dinimizin Önüne Geçmesin
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Haziran 25, 2025, 08:35:12 ÖÖ »


Hırs ve Irkçılığımız Dinimizin Önüne Geçmesin

“Cihar-ı Yâr-ı Güzin” dediğimizde hemen o meşhur “Dört seçkin dostu” hatırlarız.

Bunlar, Sevgili Peygamberimize ilk iman eden ve vefat edinceye kadar yanından hiç ayrılmayan Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali’dir. (Allah hepsinden razı olsun.)

Bunlardan üçü Hazreti Ömer, Osman ve Ali şehit edilmişler.

Hazreti Ali’yi şehit edenin da Müslüman olduğunu biliyoruz.

İslam adına Hazreti Ali’ye baş kaldıranlar hakkında:

عَنْ أَبِى الْبَخْتَرِىِّ قَالَ : سُئِلَ عَلِىٌّ رَضِىَ اللَّهُ عَنْهُ عَنْ أَهْلِ الْجَمَلِ أَمُشْرِكُونَ هُمْ؟ قَالَ : مِنَ الشِّرْكِ فَرُّوا. قِيلَ : أَمُنَافِقُونَ هُمْ؟ قَالَ : إِنَّ الْمُنَافِقِينَ لاَ يَذْكُرُونَ اللَّهَ إِلاَّ قَلِيلاً. قِيلَ : فَمَا هُمْ؟ قَالَ : إِخْوَانُنَا بَغَوْا عَلَيْنَا.

“Bunlar müşrikler mi?” diye Hazreti Ali’ye sorulduğunda, “Hayır, bunlar, şirkten İslam’a firar ettiler” demiş.

“Peki, bunlar, münafık mı?” diye sorulduğunda yine, “Hayır Münafıklar Allah’ı az zikrederler” diye cevap vermiş.

“Peki, bunlar kim” dediklerinde, “Hüm İhvanüna, Beğav Aleyna/Onlar, bize baş kaldıran kardeşlerimizdir” buyurmuş.

Dikkat ediniz, Hazreti Ali, kendisini öldürmek için kılıç çekenler hakkında bu sözü söylüyor.

Durun, okumayı bırakınız ve beş dakika düşününüz ve (Buradaki “Hüm İhvanüna, Beğav Aleyna/Onlar, bize baş kaldıran kardeşlerimizdir” cümlesini Arapçasıyla beraber ezberleyiniz. Buna da “Mevkuf Hadis” denir.) (Beyhaki, Süneni Kübra, K. Ktali ehlil bağyi Hadis no 17158, Musannefi İbni Ebi Şeybe 7/535)

Köy ve şehirlerimizde kan davası güdenler, köpek davasını sürdürenler, “benim tavuğa kış dedin” diyenler ve bu uğurda kan dökmeyi kendine bir hak olarak görenler, örneğimiz ve önderimiz sevgili peygamberimizden sonra, İslam yolunun en seçkin örnekleri olan bu dört dostun bu konularda ne yaptıklarına bakmamız ve ona göre hareket etmemiz gerekir.

Fitne ateşi her yanı sardığında kin ve nefret dumanından göz gözü görmez olduğunda “Ateş böcekleri, hırs kurtları” meydana çıkar ve bulanık havada Müslüman kanı akıtmaya başlar.

Cemel Vakasında Cennetlik olduğu dünyada iken müjdelenenler kılıçlarıyla karşı karşıya gelmişler.

Hazreti Talha bin Ubeydullah ve Zübeyr bin Avvam, Cemel savaşında Hazreti Ali’ye karşı savaşırken şehit olmuşlar. (Allah hepsinden razı olsun)

Hazreti Ali, bir gün, Talha’nın oğluyla konuşurken: “Allah’tan dileğim, öbür dünyada babanla beraber, cennette karşılıklı sohbetler ederiz” demiş ve şu ayeti okumuş:

إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ

“Muhakkak muttakiler, cennetlerde ve pınarlardadırlar.

ادْخُلُوهَا بِسَلَامٍ آَمِنِينَ

Oraya güvenle selâmetle girin.

وَنَزَعْنَا مَا فِي صُدُورِهِمْ مِنْ غِلٍّ إِخْوَانًا عَلَى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ

Göğüslerindeki kini çıkarıp attık ve kardeşler olarak karşılıklı koltuklar üzerindedirler.” (Hıcr süresi ayet 15/45-47)

Cennetle müjdelenenlerden Hazreti Talha bin Ubeydullah ve Zübeyr bin Avvam, harbin başlamaması için gereken her şeyi yaparlarken her ikisi de harp ateşini körükleyen eller tarafından şehit edilmişler.

Hazreti Talha: “Düne kadar bizim dışımızdakilere karşı tek el gibi iken bu gün birbirine saldıran demirden iki dağ haline geldik” demiş.

O günlerde Basra valisi olan Ka’b bin Sur el ezdi, bu fitne ateşinden korunmak için evinin kapı ve pencerelerini kapatmış, dışardan çamurla da sıvatmış yanız ihtiyacını karşılayacak bir delik bırakmış.

Bunu duyan Hazreti Aişe anamız, o delikten kedisiyle konuşmuş ve kendisine anası olduğunu ve kendisine katılmasını istemiş.

Ka’b da, “Biz, Peygamberimize uymakla emr olunduk. Sen, benim dünya ahiret anamsın ama sana uymakla emr olunmadık” demiş, evinden çıkmış, iki ordunun arasında Kur’an ayetlerini okumaya başlamış.

Puslu havaları seven kurtlardan biri, bir ok atarak onu da şehit etmiş.

Ka’b bin Sur el-Ezdi, bize kime uyacağımızı öğretiyor.

İstanbul’un, Kadisiye’nin, Endülüs’ün, Şam’ın, Mısır’ın fethinde Cemel, Sıffin, Nehrevan savaşlarında birbirlerine kılıç çekenler, İstanbul’un fethi için Eba Eyyup el Ensariyle beraber Konstantıniyyeye kadar gelmişler ve savaşmışlar.

Kadisiyye’de Pers İmparatorluğu’nun saltanatına son vermişler.

Babamızın, anamızın, kralın, şahın, padişahın, hocalarımızın, kabile reislerimizin, aile reisinin, köy ağasının, parti liderinin, dernek başkanının, vakıf yönetiminin emir veya yasakları, Allah’ın kitabına, Raslünün sünnetine uygunsa, biz ona uyarız.

Yoksa babamız bile olsa o eğri emir veya yasağı reddederiz.

Gönlünde zerre kadar imanı olan kişi canımıza kıysa bile ona karşı kafir muamelesi yapmayız.

Yasin süresinin 20-27 inci ayetlerinde kafirlerin başkentinde bir Müslüman’ı linç ederek öldürdüklerini ve şehit olan o yiğidin can çekişirken cenneti ve ikramları gördüğünde Ona, "Gir cennete" denildi. O da; "Keşke kavmim Rabbimin beni afvettiğini ve beni cennette ikram olunanlardan kıldığını bilseydi" dedi.

Can çekişirken bile katillerinin Müslüman olmasını isteyenler başarılı olurlar.

Mahmut Toptaş.
 
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.

YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.

Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
79
Yetenekli Kalemler / Kalbinin Sesini Dinle
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Haziran 25, 2025, 08:27:02 ÖÖ »


Kalbinin Sesini Dinle

Bilgilerin karışık olduğu, belli konularda farklı farklı birçok görüşün olduğu zamanlarda doğru olanı nasıl anlarız? Ya da bize bir haber, iddia, tahmin veya yorum geldiğinde bunların aslı olup olmadığını nasıl anlarız? Şayet o konulara dair bilgilerimiz varsa önümüzdekinin doğruluğunu veya yanlışlığını gayet tabii anlayabiliriz. Lâkin bilgimiz yoksa. Veya mevcut bilgimiz yeterli değilse. O vakit ne yapılacak?

 İnsanlar arasında bir deyiş vardır. "Kalbinin sesini dinle!" Evet çok bilimsel bir yaklaşım gibi görünmeyebilir ama göründüğünün aksine son derece bilimseldir.  Şöyle ki kalbi temiz bir insanın otomatik olarak yanlışlara ve kötülüklere karşı bir alerjisi olur. Yani bu kişi önüne gelen bir iddianın asılsız olduğunu hissiyatı ile anlayabilir. Asılsız olan o iddiayı ilmen reddedemez durumda olsa bile vicdanı onu kabul etmeye el vermeyecektir. O iddianın gerçekliği ona çirkin gelecektir. Kirli bir kalbe sahip kişi için aynı şeyleri söylemek güç. Çünkü o kişi yanlış fikirleri beğenebilir veya bu tarz fikirlerin kabulü onu rahatsız etmeyebilir.
 
İşte, doğruyu ve eğriyi birbirinden ayırt etmek için bilgi edinmenin yanı sıra kalp temizliği de lazımdır. Hatta belki en önce o lazımdır. Çünkü bilgi olsa bile kirli kalbin tesiriyle bu bilgi yanlış yorumlanıp yanlış neticelere varılabilir.
 
Dışarıda çok bilene âlim deniyor. Esasında çok bilen değil, hakkı bâtıldan ayırt edebilen gerçek âlimdir.

İsterse bu kişi çok az şey bilsin bir şey fark etmez. Türkçede bu hâle 'bilgelik' diyoruz. Bilge insan, sahip olduğu temiz kalbi ile iyiyi kötüyü anlayabilen insan demektir. Bu anlama kuvvetini ona güzel ahlakı vermektedir...
 
Bu bilge insanlar kimlerdir diye sual edilecek olursa onlar bizlere hiç de yabancı değiller. Bizlerin evliya dediği Allah dostları bilge insan tanımının karşılığıdırlar. Onlar İslamiyet'e uymakla kalplerini tertemiz kılmışlar ve bu sayede anlayışları berraklaşmıştır. Bundandır ki etraflarında cereyan eden hâdiselere karşı son derece isabetli tutumlar göstermektedirler. Denilebilir ki doğrular onların vicdanlarına yerleşmiştir. Gereken yerlerde bu doğruları ortaya çıkarabilir, yanlışları reddedebilirler. İşte, dünyanın sırlarından bir sır da insanın bu hâlidir.
 
Özcan Emir.
 
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.

YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.

Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
80
Hasan Yavaş / İlim Öğrenmek ve Öğretmek Her Müslümanın Vazifesidir
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Haziran 25, 2025, 08:19:02 ÖÖ »


İlim Öğrenmek ve Öğretmek Her Müslümanın Vazifesidir

Çocuğunun Müslüman olmasını isteyen ana-baba, Kur’ân öğretmelidir. Fırsat elde iken okuyalım, öğrenelim ve çocuklarımıza da öğretelim!

 Su uyur, düşman uyumaz. Allahü teâlâ, habîbi, çok sevdiği Peygamberi Muhammed “aleyhisselâm” hürmetine, Müslümanları, gaflet uykusundan uyandırsın. Düşmanların yalanlarına, iftiralarına aldanmaktan muhafaza buyursun! Âmîn. Yalnız dua etmekle kendimizi aldatmayalım! Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyesine uymadan, sebeplere yapışmadan, çalışmadan dua etmek, istemek, kuru bir temenniden ibarettir. Müslümanlıkta, hem çalışılır, hem de dua edilir. Önce sebebe yapışmak, sonra dua etmek lâzımdır.
 
Küfürden kurtulmak için birinci sebep, İslâmiyeti öğrenmek ve öğretmektir. Zaten, Ehl-i sünnet i’tikâdını ve farzları, haramları öğrenmek, kadın erkek, herkese farzdır. Birinci vazifedir. Bugün, bunları öğrenmek, çok kolaydır. Çünkü, doğru olan din kitabı yazmak ve neşretmek serbesttir.

Müslümânlara bu hürriyeti veren devlete, her Müslümanın yardım etmesi lâzımdır. Ehl-i sünnet itikâdını ve ilmihâlini öğrenmeyen ve çocuklarına öğretmeyenler, Müslümanlıktan ayrılmak, küfür felâketine düşmek tehlikesindedir. Böyle kimselerin duaları zâten kabûl olmaz ki, küfürden korunabilsinler.
 
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Efendimiz buyurdu ki:
 
(İlim bulunan yerde Müslümanlık vardır. İlim bulunmayan yerde Müslümanlık kalmaz.)
 
Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibadet etmekten daha sevaptır.)
 
Ölmemek için, yemek, içmek lâzım olduğu gibi, kâfirlere aldanmamak, dinden çıkmamak için de, dînini, îmanını öğrenmek lâzımdır. Ecdâdımız, her zaman toplanırlar, ilmihâl kitaplarını okurlar, dinlerini öğrenirlerdi. Ancak, böyle Müslüman kaldılar. İslâmiyetin zevkini aldılar. Bu saadet ışığını bizlere, doğru olarak ulaştırabildiler. Bizim de Müslüman kalmamız, yavrularımızı içimizdeki ve dışımızdaki kâfirlere kaptırmamamız için, birinci ve en lüzûmlu çâre, her şeyden önce Ehl-i sünnet âlimlerinin hâzırladığı ilmihâl kitaplarını okumak ve öğrenmektir.
 
Çocuğunun Müslüman olmasını isteyen ana-baba, çocuğuna Kur’ân öğretmelidir. Fırsat elde iken okuyalım, öğrenelim ve çocuklarımıza, sözümüzü dinleyenlere öğretelim! Mektebe gittikten sonra öğrenmeleri güç olur. Hatta imkânsız olur. Felâket gelince, âh etmek fayda vermez. İslâm düşmanlarının, zındıkların, tatlı, yaldızlı kitaplarına, gazetelerine, mecmua, televizyon ve radyolarına ve filmlerine aldanmamalıdır.
 
İbni Âbidîn “rahime-hullahü teâlâ”, üçüncü ciltte buyuruyor ki:
 
“Hiçbir dîne inanmadığı hâlde, Müslümân görünüp, küfre sebep olan şeyleri Müslümanlıkmış gibi anlatarak, Müslümanları dinden çıkarmaya çalışan sinsi kâfirlere (Zındık) denir.”

Hasan Yavaş.

İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.

YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.

Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
Sayfa: 1 ... 6 7 [8] 9 10