Sayfa: 1 ... 5 6 [7] 8 9 10
61
« Son İleti Gönderen: webtasarim Haziran 26, 2025, 11:14:03 ÖÖ »

Kibir Özgüven Değildir
Kişisel gelişim konusunda son zamanlarda uzmanların sıklıkla bahsettiği konulardan birisi "özgüven"dir. Özgüven; en basit ifadesiyle, bir insanın kendi yeterliliğine olan inancıdır. Kişinin gelişimini destekleyen, karşılaştığı problemlerle mücadele etmesini kolaylaştıran, ona enerji ve motivasyon veren ferdî bir özelliktir. Kendi becerileri ile ilgili müspet idrâki olan kişinin başladığı işi bitirmesi daha kolaydır.
Özgüvenin temeli, çocukluk yıllarında atıldığı için, ebeveynlerin geliştirici tutumlar sergilemesi çok önemlidir. Bir anne-babanın davranışları çocuğunun temel özgüvene sahip olup olmamasına sebep olabilir. Çocuğa, yaşına uygun sorumluluklar vermek, kendi yeteneklerini keşfetmesi için yardımcı olmak, onun başarılarını takdir edip ön plana çıkarmak; çocuklarını kendilerine güvenen fertler olarak yetiştirmek isteyen ebeveynlere tavsiye edilen destekleyici tutumlardan bazılarıdır.
Bu konu hakkındaki yazılar, genellikle özgüvenin gerekliliğinden ve eksikliği durumunda karşılaşılan problemlerden bahseder. Özgüven eksikliği durumunda kişi, kendi yeterliliğine inanmaz, bir işi başarabileceğine güvenemez. Başaramayacağını düşündüğü bir iş için teşebbüste bulunmaktan kaçınır. Kendisini ifade etmesi gereken ortamlarda çekingen ve ürkek duruşu ile dikkat çeker. Özgüven eksikliği ile karşılaşmamak için ebeveynler çocuklarına güven vermek için çabalar dururlar, hatta diğer ebeveynlerle yarış hâlinde çocuklarına daha fazla güven yüklemek isterler.
Bu yazıda, ebeveynlerin dikkatini çekmek istediğim farklı bir konu var. Vermeye çalıştığınız özgüvenin eksikliği kadar fazlalığı da sıkıntı oluşturacak bir durumdur.
Özgüven fazlalığı ile kişi, kendisini diğer insanlardan üstün görmeye başlıyorsa, kibir içeri sızmaya başlamış demektir. Özgüven ve kibirlilik durumu, aynı davranış şeklinde görülebilir; her iki hâlde de kişi bir işi başaracağına inanır, ama arada duygusal açıdan oldukça büyük farklar vardır. Özgüven, kibir değildir; kibir özgüvenin yaramaz kardeşidir. Kibirli bir insanın, özgüveni olduğundan bahsedemeyiz. Ancak kibir ve özgüven duyguları farklı hislerle benzer davranışlara sebep olabilir. Kişi kendi davranışına sebep olan bu iki duyguyu ayırt edemeyebilir.
Bu iki duyguyu birbirinden ayırt edebilmek için onları daha yakından tanımalıyız. Özgüven sahibi kişi, başarısını çabasına, emeğine atfederken; kibirli kişi başarısını kişisel özelliklerine atfeder. Meselâ özgüven sahibi kişi "Çalıştığım için başardım" derken kibirli biri, "Akıllı olduğum için başardım!" der. Özgüven sahibi kişi, başarısızlığını da çabasının ve emeğinin eksikliğine atfeder, kibirli kişi ise başarısızlığını sebebini dış sebeplerde arar; "Yeteri kadar çalışmadığım için başaramadım." demek yerine "Sorular saçma olduğu için başaramadım!" demek gibi... Kendisine bir türlü hatayı yakıştıramaz.
Dolayısıyla özgüven sahibi kişi, başarısızlığından ders çıkarır ve hatasını düzeltebilir, ama kibirli kişi yanlışının sebebini göremediği için hatasını da düzeltemez.
Özgüveni olan kişi etrafında pozitif bir atmosfer oluşturur, başkalarının güçlü yanlarını kabul eder, takdir eder. Kibirli kişi ise, başka birisinin kendisinden daha üstün olabileceğini kabullenemez, etrafındakileri küçümser, aşağılar. Özgüveni olan kişi, kendinden emindir; kibirli kişi ise ikinci olma ihtimalinin tedirginliği içindedir.
Özgüven ve kibir hâlleri arasındaki ince çizgi dikkate alınmayarak çocuk yetiştirirken bilinçsizce özgüven tohumları serpmek, yine hüsranla sonuçlanabilir. Ahlâken insanoğluna hiç de yakışmayan kibir, yanlış takdir ve teşvik tutumları ile ebeveynler tarafından pekiştirilmektedir.
Çocukların gelişiminde pozitif davranışların devamlılığını sağlamak için sunulan takdir ve teşvikler çok önemlidir; çocukların ahlâklı, disiplinli olmasına ve içtimâî davranışlar geliştirmesine yardımcı olur. Fakat yetişkinlerin takdir ifadelerinin çocuğun kişiliğine değil, çabasına yönelik olması çok önemli bir konudur. Meselâ küçük çocuklar severek çizdikleri resimleri heyecanla âilelerine gösterirler; burada âilenin takdiri çocuğunun emeğine, dikkatine, kullanılan renklerin uyumuna yönelik olması gerekmektedir. Zira çocuğun yeteneğine, zekâsına yönelik yapılan takdir ifadeleri ("Sen çok yeteneklisin...", "zaten sen çok akıllısın..." gibi) çocuğun benlik duygularının güçlenmesine, yani enâniyet hissetmesine, dolayısıyla kibirlenmesine sebep olur.
Aynı mantıkla olumsuz davranışlardan duyulan memnuniyetsizliği belirtmek için kullanılan eleştiri oklarının da çocuğun kişiliğine yönlendirilmesi, çocukta özgüven eksikliğine sebep olur. Mesela ilkokul birinci sınıftaki bir öğrencinin okumaya başlamakta arkadaşlarından geç kalması durumunda, ebeveynin çocuğa akıllı olmadığını söylemesi, hayat boyunca çocuğun akademik becerilerine güvensizlik oluşturmasına sebep olabilir. Bunun yerine çocuğun çalışmalarının pek de yeterli gelmediğini söylemek daha doğru bir tenkid/eleştiri şeklidir.
Özgüven, daha çok âile ortamında kazanılan; okul ortamında ise eğitimciler tarafından pekiştirilebilen bir özelliktir. Bir çocuğun güvenli olup olmamasındaki esas şekillendirici güç, âilelere aittir. Âileler, bazen özgüven duygusunu hiç önemsemeyip sindirilmiş çocuklar yetiştirmekte; bazen ise özgüvenli fertler yetiştirmek amacıyla istemeden onlara kibirli olmayı öğretmektedir. Fazla üstelenen özgüven gelişimi ile ebeveynlerin hem emekleri boşa gitmekte, hem de bir müslümana en yakışmayacak "kibir" elbisesini, kendi elleri ile kıymetli çocuklarına giydirmektedirler.
Her haslette olduğu gibi özgüven konusunda da ölçüyü tutturmak için, özgüven eksikliğine ya da fazlalığına duyarlı bir terbiye metodu takip etmek gerekmektedir.
Psikolog Tuba Sökmen
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.
YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
62
« Son İleti Gönderen: webtasarim Haziran 26, 2025, 10:54:41 ÖÖ »

Ne Gibi Amelle Meşguldün
Birgün Resulullah Efendimiz, Eshab-ı ile mescidde otururken, Cebrail aleyhisselam geldi. ResuI-i Ekrem'e,
- Ebu Bekir'in bir saat ibadeti başkalarının yetmiş yıllık ibadetinin yerini tutar, dedi. ResuI-i Ekrem, bir şey söylemeyip, Hazret-i Bilal'e, Hazret-i Ebu Bekir (r.a.)'i çağırmasını emir buyurdu. Hazret-i Ebu Bekir (r.a.) hemen geldi. Resulullah, Hazret-i Ebu Bekir'i karşıdan görünce, karşılayıp, yanına oturttu.
- Evde ne yapıyordun ne gibi bir amelle meşguldün? diye sordu. O da şöyle cevap verdi:
- Hatırama şu gelmişti: Hak Teala Cenneti ve Cehennemi yarattı. Her ikisini de dolduracağını diledi (takdir etti). Hak Teala'dan, vücudumu Cehennemi dolduracak kadar büyük yapmasını ve yalnızca oraya beni koymasını başka kulunu koymamasını diledim. Böylece hem Hak Teala'nın takdiri yerine gelmiş, hem de bütün insanlar Cehennem korkusundan kurtulmuş olurlar, cevabını verdi. Eshab-ı kiram, Hazret-i Ebu Bekir (r.a.)'in bu yüksek duasına hayran kaldılar.
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.
YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
63
« Son İleti Gönderen: webtasarim Haziran 26, 2025, 10:48:20 ÖÖ »

İhlâs Sûresi
İbn Abbâs’tan gelen bir rivayete göre Âmir b. Tufeyl ve Erbed b. Rabîa, Hz. Peygamber (s.a.s)’e gelmişler. “Ey Muhammed, bizi neye çağırıyorsun?” diye sormuşlar. Hz. Peygamber (s.a.s): “Allah’a çağırıyorum.” diye cevap vermiş. Onların: “O’nun özelliklerini söyle. O altından mı, gümüşten mi, demirden mi?” diye sormaları üzerine İhlas Suresi nazil olmuş.
Allah Rasûlü’ne farklı zamanlarda benzer sorular sorulmuştur. Yahudi bir grubun:
“Ey Muhammed! Allah mahlûkatı yaratmış. Peki, O’nu kim yaratmış?”; Hayber’den gelen Yahudilerin:
“Ey Ebû’l Kasım! Allah (c.c) melekleri nurdan, Âdem’i süzülmüş çamurdan, İblis’i ateşten, göğü dumandan ve yeryüzünü su köpüğünden yaratmıştır. Peki, Rabbinin mahiyeti nedir?”; bir bedevînin: “Bize Rabbinin nesebini anlatır mısın?” şeklindeki sorularına[1]
Efendimizin her defasında onlara İhlâs Suresi ile karşılık vermesi, bu surenin rivayet zamanı hakkında farklı görüşler ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Ancak surenin muhtevasından onun, Mekke döneminin başlarında nazil olduğu anlaşılıyor. Mekke’de Hz. Bilal’in İhlas Suresi’nden talim ettiği “Ehad Ehad!” feryadı da bu fikri destekliyor.
Kur’an’ın ana gayesi, insanlara yol göstermektir. Yolu gösterecek Rabbi tanımak, yola gireceklerin en tabi haklarındandır. Bu sebeple öncelikle Allah, kendini her türlü kapalılıktan uzak, sade ve açık ifadelerle tanıtır. Bunun en güzel örneği ise İhlâs Suresi’dir.
İhlas Suresi bütünüyle Allah’ı konu edinen tek suredir. En yüce varlığı konu edinen surenin, sureler arasında özel bir yeri olacağı aşikârdır. “İhlâs Suresi’ni çokça okuyun. Çünkü o sülüsü’l-Kur’an’dır (Kur’an’ın üçte biridir).” Bir başka rivayet insanı harekete geçiren cinsten: Rasûlullah, sahabilerine: “Sizden biriniz, Kur’an’ın üçte birini bir gecede okumaktan acizlenir mi?” diye sordu. Bu, ashabına zor geldi ve: “Ey Allah’ın Rasûlü, kim buna güç yetirebilir ki.” dediler. Rasûlullah: “İhlas Suresi, Kur’an’ın üçte biridir.” buyurdu.[2]
Gazzâlî Cevâhiru’l-Kur’ân isimli eserinde şu bilgiyi verir: Kur’an’daki bilgiler; ana hatlarıyla Allah hakkında bilgi (ma’rifetullah), âhiret bilgisi ve doğru yol bilgisi olmak üzere üçe ayrılır. İhlâs Suresi, bunlardan ilkini yani ma’rifetullah ve tevhid konusunu ihtiva etmektedir. Kur’an’daki diğer hükümler bu suredeki tevhid temeline dayandığı için sure, Kur’an’ın üçte birine denk görülmüştür.[3]
Sure, içinde “ihlas” kelimesi geçmediği halde şirkten halas anlamında bu ismi almıştır. İhlâs sözlükte “arınmak, saflaşmak, kurtulmak” manasına gelen “hulûs” kökünden türemiş olup “Allah dışında her şeyden uzaklaşmayı; şirk ve riyâdan, bâtıl inançlardan, kötü duygulardan, çıkar hesaplarından ve genel mânâda gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi” ifade eder.[4]
İmanda ihlas, amelde istikamet neticesini verecektir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hud 11/112)
Sure, Kâfirûn Suresi ile birlikte “Mübrie” (iyileştiren) diye isimlendirilir. Kâfirûn Suresi “kalbin, Allah’tan başka ma’bud edinilen şeylerden beraetini (uzak tutulmasını)”; İhlâs Suresi ise, “ma’budun (Allah’ın), kendisine layık olmayan şeylerden beraetini” ifade eder. Bu bilinçle Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Sabah Namazı’nın sünnetinde Kâfirûn Suresini okuyarak şirk binasını yıkmış, İhlas Suresi ile İslam binasını inşa etmiştir.
Surenin yirmi kadar ismi tespit edilmiştir ki bu isimler, sureyi anlamamıza ışık tutacaktır: Tefrîd (Allah’ı Birlemek), Tecrîd (Cenâb-ı Hakk’ı, kendisine yakışmayan, zat-i ulûhiyetine ters düşen bütün sıfat ve benzerlerden ayırmak), Tevhîd, Necât (Dünyada küfür ve şirkten, ahirette ateşten kurtarmak), Marifet (Allah’ı bilmek), Mukaşkışa (Şirk ve nifaktan beri olmak), Esas, Müzekkire (Tevhidi hatırlatan), Beraat (şirkten kurtuluş), Muhzar (Meleklerin hazır beklemesi), Müneffere (Şeytanın uzaklaşması)…[5]
1) De ki: O Allah’tır, tektir.
“De ki” ifadesi bize şunları öğretir: 1)Tebliğ etmek senin temel vazifen. Dilinle, bedeninle hayatının tüm alanlarında O’nun tek olduğunu herkese ilan et. Zira “Hakk’ı tavsiye” senin hüsrandan kurtuluşuna vesiledir. 2)
Bu sözleri kendiliğinden söylemen mümkün değil. O’nu ancak O’nun bildirdiği kadarıyla bilirsin. Üzerine ne ilave edebilir ne de ondan eksiltebilirsin.
Hüve (O)… O, Vâcibu’l-Vücud’dur. O’ndan gayrı, varlığı hakikî olan yoktur. Her ne varsa O ve O’nun mahlûkatı…
“Hüve” tüm sureyi içinde gizleyen bir nüve âdeta. O: Allah’tır. Allah, tek olmasını; tek olması, Samed olmasını; Samed olması doğrulmamasını ve doğurmamasını; o da hiçbir dengi olamamasını gerektirir.
Allah… Yeni bir ilah türetilmiyor. Mekkeli müşrikler, Ebrehe ordusuyla Kâbe’yi yıkmak için geldiğinde tüm putlar bir tarafa bırakılıp O’na yalvarmışlardı. Allah’a yakınlaştırsın diye tapındıkları ilahların (Zümer 39/3), onların nezdinde gerçekte hiçbir değerinin olmadığını; şirkin izafî, Tevhid’in asıl olduğunu göstermişlerdi. Tehlike anında kabuk mahiyetindeki bu örtü kalkmış, fıtrat/öz gün yüzüne çıkmıştı. Sadece onlar değil, tarih boyunca insanların geneli bu eğilimde olmuştur.[6]
Ehad… Tek, biricik. Sayısal anlamından ziyade tapınılacak tek varlığın olması demektir. Birdir yerine tektir ifadesinin kullanılması boşuna değil: İkileşmesi, değişmesi, yok olması mümkün olmayan, hep tek olan. O yüzden diğer din mensupları, tarih boyunca dinlerinin gereğini yerine getirmeye çalışan Müslümanları etkisiz hâle getirmek için azamî gayret göstermişlerdir. Zira onlar, ilahları yanında bir ilah fazla olsa çok bir şey kaybetmeyeceklerdir. Ancak Allah’ı tek Rab, tek ilah, tek melik olarak ilan eden, diğer ilahları tamamen reddeden bir dine tahammül etmemişlerdir: “Bütün ilâhları tek bir ilâha indirgemiş. Bu gerçekten şaşılacak bir şey?” (Sad 38/5)
Tek olan Allah… Hem aşkın, hem içkin, hem de yetkin olan Allah… Tekliğine delil mi ararsın? Evrendeki düzen bunun en büyük delili. (Enbiya 21/22) Allah’ı tek ilah kabul edip etmediğinin delili de hayatındaki düzen olacaktır. Kalp tek olana bağlandığında tüm zincirlerinden kurtulmuş olacak, direktifi yalnız O’ndan alınca karmaşa bitecek. Ve marifetullah ile dünyada cennetin kokusu alınacak.
İstek ve ihtiyacımız çok fazla. Bunları tek bir ilah nasıl karşılar, diye bir tereddüde düştüysen işte sana cevap geliyor:
2)Allah Samed’dir.
“Samed” hakkında iki ayrı anlam rivayet edilmiştir. Birincisi masmud-i ileyh yani maksatların doğrudan doğruya kendisine yöneldiği maksûd anlamına gelir. İkincisi de hiç boşluğu olmayan, eksiği-gediği bulunmayan, nüfuz edilemeyen şeye denilir ki bu da nusmet demektir. Dilimizdeki karşılığı “som”dur.
Samed başkasına muhtaç olmayan, kendi kendine var olup varlığını sürdürebilen; kendisine sığınılan; ihtiyaçlar hususunda kendisine başvurulan efendi; parçalanma kabul etmeyen; ilk sebep, son gaye; her şeyin varlık ve devamını kendisine borçlu olduğu vâcibu’l-vücud.[7]
“Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız, Allah ise zengin ve hamde layık olandır.” (Fatır 35/15, bk. Zariyat 51/57-58, Muhammed 47/38)
3) O doğurmamış, doğmamıştır.
Hristiyanlık, Yahudilik, Eski Mısır, Zerdüştlük, şirk inancı… Tevhide aykırı tüm inançları reddeder. O; ne baba, ne anne, ne evlat oldu.[8] “O’na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Allah onların asılsız yakıştırmalarından çok uzak, çok yücedir.” (En’âm 6/100)
“Bu söz yüzünden neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp yerle bir olacaktı. Rahman’a çocuk yakıştırmak mı! Hâlbuki evlat edinmek Rahman’ın şanına yakışmaz.” (Meryem 19/90-92)
Allah Teâlâ’nın doğmaması ezelî, doğurmaması da ebedî olması anlamına gelir. O, varoluş bakımından doğmadığı gibi bir fikir ve bilgiden de türetilemez. Her şeyde sezilen zahir, hiçbir şeyle bilinmeyen batındır O. Âlemden çıkarılan bilgiler O’nu kuşatamaz.
4)Hiçbir şey O’na denk olmamıştır.
“O’na benzer hiçbir şey yoktur.” (Şura 42/11) Peygamberimiz (s.a.s) “Siz Allah’ın zatını bilemezsiniz, aklınıza ne gelirse gelsin Allah, onun dışındadır; bu sebeple sizler zatını düşünmeyiniz, mahlûkatını tefekkür ederek onu tanımaya çalışınız.”[9] buyurmuşlardır.
Hz. Ebû Bekir: “O’nu idrak etmekten aciz olduğunu itiraf etmek, O’nu idrak etmektir.” İnsanoğlu, Allah’ı ancak yarattığı şeylerden yola çıkarak tanıyabilir. Zâtî sıfatlarını ise anlayamaz ancak onlara iman eder.
İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez, Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez. (Ziya Paşa)
Kur’an-ı Kerim, zahiri sebepleri aşarak işleri Allah’ın iradesine bağlamayı öğretir: “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” (İnsan 76/30, bk. Enfal 8/10, 17) Tüm sebepleri bir tarafa atıp tek ve samed olan Allah’ın iradesine uygun bir hayat sürmek, bizi hem dünyada hem de ahirette mutlu kılacaktır.
Allah Teâlâ kendisini iki şekilde tanıtır: Tevhid ve tenzih. Surede ilk iki ayette tevhid, diğer ayetlerde de tenzih etmek suretiyle kendini anlatmıştır. Tevhid; hayatı tamamen kuşatan, varlığın hakiki yorumunu öğreten dinamik bir inanç olarak mü’minin hayatında yerini alacaktır. Sure ile insanın Allah dışındaki varlıklara bakışı, daha da netleşecektir:
Hiç kimse/hiçbir şey tek (ehad), vazgeçilmez değildir.
Hiç kimse/hiçbir şey, eksiksiz (samed) değildir. Muhtaç olarak yaratılmıştır. O yüzden mutlak manada ona bel bağlanamaz.
Herkesin/her şeyin başı ve sonu vardır. Varlığını O’ndan almıştır. Eksikliğini gidermek için neslini devam ettirmelidir.
Herkesin/her şeyin benzerleri, işlerinde yardımcıları vardır.
“Çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, acizlikten ötürü bir yardımcısı bulunmayan Allah’a hamdolsun, de ve O’nu gereği gibi tekbir et.” (İsra 17/111)
-------------------------------------------------------------------------------------- [1] Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları: 2/980-981.
[2] Buhârî, Fedâilü’l-Kur’an 13; Müslim, Müsafirûn 259.
[3]Gazzâlî Cevâhiru’l-Kur’ân, s.4748.
[4] Râgıb el-İsfahânî, Müfredât, “h-l-s” maddesi.
[5]Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Y. 23/555-557.
[6] bk. Mü’minun 23/84-89, Yunus 10/31, Ankebut 29/ 61-63, Zuhruf 43/87, İsra 17/67.
[7] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c.9, s.
[8] Bk. Nisa 4/171, Saffat 37/151-152, 158, Zuhruf 43 15, Enbiya 21/26.
[9] Beyhaki, Şuâb-ı İman, 120; Keşfu’l-Hafa, Aclûnî, 1:271.
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.
YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
64
« Son İleti Gönderen: webtasarim Haziran 26, 2025, 10:34:19 ÖÖ »

Hayata İmanın Nuruyla Bakabilmek
Millî ve manevî değerlerin zaafa uğratıldığı, inançların hayatın dışına itildiği zor bir zamanda yaşıyoruz. Maddenin manaya baskı yaptığı, hatta galebe çaldığı bu çağda hayata imanın nuruyla bakabilmek, içimizde çıkmazlar oluşturan pek çok meseleye çözümler getirebilecektir. Yeter ki bakışımızı çağa göre değil, İslam inancının getirmiş olduğu temel ilkelere göre şekillendirelim. Gerçek mümin odur ki İslam’a çağın gözüyle bakmaz, çağa İslam gözlüğüyle bakar. Bu iki bakış açısı birbirinden çok farklıdır. Birincide çağın değerleri, ikincide İslam’ın değerleri esas alınmaktadır. Elbette esas olan İslam’ın kıymet hükümleridir.
Yoz bir çağda yaşadığımızı kimse inkâr edemez. Bu asık suratlı çağda insanların bir kısmı açlık ve sefalet içerisinde ömür törpülerken, bir kısmı da nimetler denizinde şükürsüz bir dalgıç misali pervasızca haz avcılığı yapmaktadır. Neticede bu kesimlerin hiçbiri aradığı mutluluğu bulamamaktadır. Çünkü mutluluğun kaynağı maddî refah değildir. İnançların boşluğunu dünyevî hazlarla doldurmaya çalışanlar, dibi delik çuvalı doldurmak için günlerce uğraşan akıl fakirlerinden farksızdır. Onların emekleri zayi olmaya mahkûmdur.
Günümüzde özellikle Batıda akılcılık ve bilim esas alınmaktadır. Öyle ki aklın ve bilimin tescil etmediği duygu ve düşünceler çağdışı kabul edilmektedir. Dünyaya pozitivizm ve materyalizm penceresinden bakınca aklar kara, karalar ak gösterilmektedir. Oysa hayata aklın ve bilimin değil, vahyin penceresinden bakabilseydik bütün manevî hastalıklara derman bulabilirdik. Daha doğru bir ifadeyle söylemek istersek vahyin alanları bilimin ve aklın alanlarını kuşatır. İslam inancı bilimi reddetmez, aksine teşvik eder. Bu inanç sistemi akla ve iradeye çok büyük değer vermiştir. Bunun en büyük göstergesi ölümden sonra sadece akıl sahiplerinin hesaba tabi tutulmasıdır; aklı ve cüzi iradesi olmayanlar hesap ve sorumluluk dışında kalmaktadırlar. Demek ki İslam inancı aklı, iradeyi ve bilimi önemsemektedir. Fakat bunlar vahyin kapsama alanından çıkarılınca, tabir caizse içleri boşalmaktadır.
Günümüzde dünyaya yön vermeye çalışanlar ve kendilerini mutlak hâkim olarak görenler dünyayı yaşanmaz hale getirmişlerdir. Bunların yürüttükleri faaliyetler İslam’ın nurunu söndürmeye yöneliktir. Fakat onların suni nefeslerinin gücü bu muhteşem ışığı söndürmeye yetmeyecektir. Onlar fırtınaya karşı şemsiyeyle korunmaya çalışan akılsız bedbahtlardır. İnsanlığın huzurunu kaçırmaya çalışanların iki cihanda da huzurları kaçacaktır.
Dünyanın ilahî nizamına pranga vurmaya çalışanlar; işe, gelir dağılımındaki düzensizlikleri ikame etmekle başlamışlardır. En başta ekonomiyi hâkimiyetleri altına alan bu kesimler, fiyatları lehlerine düzenlemek, bu sahte dengeyi sağlamak için milyonlarca aç insanın var olduğu bir dünyada, ellerindeki malları denizlere dökebilmektedirler. Bu kişiler biriktirdikleri sermayeleriyle İslam inanç sistemine son darbeyi indirmek için gayret sarf etmektedirler. O hain kişiler aç insanların imanına talip olmakta, çok kere de kalplerdeki açlığa endeksli cılız imanı söküp alabilmektedirler. Bu kişiler, sanki suçlular kendileri değilmiş gibi aç ve biilaç kişilerin onurlarıyla oynamakta, reklâm amacıyla onlar için yardım eğlenceleri düzenlemektedirler. Bu ‘eğlence’ ifadesine özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum. Yani dünyanın düzenini altüst eden iri göbekli insaf ve izan fakirleri, mide fakirleri açlıktan kıvranırken eğlenmekte, bu eğlence sonunda sözde hayır kasasına katkıda bulunmaktadırlar.
Oysa İslam inanç sisteminde argo tabirle güçlünün değil, haklının borusu öter. Kal’e alınan güç değil, haktır. İslam’da gelir dağılımında dengesizlik olmaz. Çünkü bu inancın özünde biriktirme değil, paylaşma esastır. “Komşusu açken tok gezen bizden değildir.” hadis-i şerifi bu hakikati tescil etmektedir. Bu arada İslam paylaşmayı ve yardımlaşmayı ferdin insafına bırakmamıştır. Zekât müessesesi toplum dengelerini gözetmek için İslam’ın beş şartından biri olarak kullara emredilmiştir. Böylelikle fakirle zengin dostluk, barış ve kardeşlik duygularıyla huzur içinde yaşama imkânı bulmuştur. İslam gerçek manada yaşatılabilse dünyada aç ve biilaç insan kalmazdı. Herkes huzur içerisinde ahirete hazırlanırdı.
Müslümanlıkta esas olan, amellerin Allah rızası gözetilerek yapılmasıdır. Bizler İslamî inançlarımızı faydasından dolayı değil, Hakk’ın rızasına nail olmak için yaşarız. Müslümanın diğer insanlardan en bariz farkı da budur. Beklentilerle hareket edenlerin, amellerini ona göre yerine getirenlerin davranışları, beklentiler ortadan kalkınca veya zaafa uğrayınca sekteye uğramaz mı? Kişi zaten Allah’ın hoşnutluğunu esas alırsa nimetlerin en büyüğüne mazhar olur. Demek ki beklentiyle hareket etmeyenler, beklentilerle ibadet edenlerin mükâfatlarını kazandığı gibi, fazlasına da mazhar olurlar. Bu, neticesi daha hayırlı bir davranış değil midir?
Günümüzde bizi İslamî inançtan uzaklaştırmak için sayısız tuzaklar kurulmuştur. İslam’ı yaşamanın her geçen gün zorlaştığı bir dünyada yaşadığımız doğrudur. Fakat mühim olan ve sevabı fazla olan, zor zamanda İslam’ı yaşamak değil midir? Demir ne kadar ateşte ısıtılıp dövülürse o kadar dayanıklı olur. Öyle de imtihanın zorluğu mükâfatını da artıran bir sebeptir. Bundan on dört asır evvel Asr-ı Saadette yaşayan Müslümanların İslam’ı yaşama ortamı bugünkünden çok daha mı iyiydi? Fakat o mübarek insanlar o zor şartlar altında bu dini kusursuzca yaşama mücadelesi vermişlerdir. İslama karşı yapılan saygısızlıkları sineye çekmemişler, hayatlarını ortaya koyarak mücadele etmişlerdir.
Onların büyüklüğü de bu zor şartlar altında tavizsiz ve diri kalmalarındandır. Takdir edersiniz ki zor şartlarda elde edilenler daha kıymetlidir. Yıldızlar karanlıkta daha parlak görünürler. Öyle de çetin şartlar altında İslamı yaşama gayreti içerisinde olanlar Hakk katında daha muteber kullardır.
Müslümanlık sanıldığı kadar yaşanması zor bir din değildir. Bütün mesele alışkanlıkların terk edilmesinin zorluğudur. Buna nefsin ve şeytanın fitnelerini ekleyince imtihan daha da zorlaşıyor. İslam bize hiç de uzak bir yaşantı değildir. Bizler her geçen gün bu hayat tarzından uzaklaşıyoruz; bizler uzaklaştıkça bu inanç sistemi bizlere ulaşılmaz geliyor. Oysa İslam ütopya değil, gerçeğin ta kendisidir. İnsanlar inandıkları gibi yaşamazsa gün gelir yaşadıklarına inanmaya başlarlar. Bizlerin geldiği nokta da sanırım budur.
Bugünkü insanlık mal mülk biriktirme telaşı içerisinde Allah’a ve ibadetlere ayıracak zaman bırakmamıştır. Servet biriktirme telaşı ve dünya sevgisi bizlere gerçek sorumluluklarımızı unutturmaktadır. Oysa mülkün gerçek sahibi Allah’tır. Biz kullar birer emanetçiyiz. Kişinin faydalanabildiği serveti; yiyip içtiği, giyip eskittiğidir. Bu da bellidir.
Kanaatkâr olmak mutluluğun reçetesidir. Kişi, çevresindekilerle para ve mal biriktirme yarışına girmemelidir. Fakat bu tembelliğe methiye değildir. İnsan, rızkını kazanmak için çalışmalıdır. Lakin daha çok kazanmak için kulluk sorumluluğunu geri plana atmamalıdır. Bizim dünyaya geliş sebebimiz mal ve para biriktirmek değildir. Bilinmelidir ki akıllı insan tamahkârlık yapmayan insandır. Bununla ilgili olarak bir kudsî hadiste şöyle denmektedir:
Ey insanoğlu, mal benim malımdır, sen de benim kulumsun. Benim malımdan senin malın ancak yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin, dünya için geri bırakmayarak sadaka verip ahiret için ebedileştirdiğin şeylerdir. Dünya için biriktirdiğinden senin hissen, ilahî gazaptır.”
İnsanların bazısı nimetlerle, bazısı da yoksullukla imtihan edilmektedir. Onun içindir ki mevcut hayatımızı bu minval üzere yaşamalı, imtihan edildiğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız. Zahirde zenginlik nimet, yoksulluk bela olarak görülse de kişi kulluk bilinci içerisinde hareket ederse bela gibi görüleni rahmete dönüştürebilir. Öte yandan nimet olarak görülen zenginlik, kişiyi çıkmaza, sapık yollara sürükleyebilir. Kul nimete şükretmezse, ilahî imtihanı kaybedebilir. Öte yandan fakirliği sabırla ve tevekkülle rahmete dönüştürmek de mümkündür. Her şey niyetle ve onu hayata geçirme kararlılığıyla neticelenerek faydamıza veya zararımıza tecelli ediyor.
İslam orta yolu öneren bir inanç sistemidir. Bu dinde ifrat ve tefrite yer yoktur. İslam bütün zamanları kapsayan bir inancın adıdır. Bu inancın kitabı da, peygamberi de bellidir. Onu başka inançlarla kıyaslamak yersizdir. Kullar dünya hayatıyla ahiret hayatını dengeli yürütmelidir.
Peygamber Efendimizin buyurduğu üzere “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışmalıyız.” Fakat kazancımızı yeri gelince tasadduk etmesini, paylaşmasını bilmeliyiz. Bu ömür mülkü bize sonsuza dek tapulanmış değildir.
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.
YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
65
« Son İleti Gönderen: webtasarim Haziran 26, 2025, 10:30:08 ÖÖ »

Dünya Ateşini Ahiret Ateşine Tercih Edenler
Enes ibn-i Mâlik radıyallahu anh’ten rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Üç özellik vardır; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını alır:
Allah ve Rasûlü’nü, (bu ikisinden başka) herkesten fazla sevmek, sevdiğini Allah için sevmek, Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.” (Buhârî, Îmân 9, 14, İkrâh 1, Edeb 42; Müslim, Îmân 67.)
İmanın tadını alabilmenin üçüncü temel şartı, imandan sonra küfre dönmeyi ateşe atılmak derecesinde bir felaket olarak görmektir. Buradaki küfürden kasıt, İslam’ın dışındaki bütün batıl dinler ve dinsizliktir. Hadis-i şerifimizin Sahih-i Müslim’de geçen diğer bir rivayetinde, ‘imandan sonra Yahudiliğe ve Hristiyanlığa dönmek’ tabiri geçmektedir.[1]
Buna göre, imanın tadına varabilmek için ehl-i kitap olan Hristiyan ve Yahudilerden başlamak üzere İslam’a göre şirk ve küfür üzere bulunan bütün batıl dinlerden ve inançsız akımlardan şiddetle kaçınmak lazımdır. Mü’min için, imanını kaybetmesi en değerli varlığını kaybetmesi demektir. Bu bilinçle yola çıkan mü’min, yol boyunca iman hassasiyetini elden bırakmaz. İmanına zarar vereceğini düşünerek davranışlarını, konuşmalarını hatta düşüncelerini sürekli kontrol eder. Bütün bunları inancının belirlediği sınırlar içinde geliştirir. Mü’min, inancıyla ilgili konuları espri konusu, şaka ve fıkra malzemesi yapamaz. Yüce Allah Kur’an’da, alaycı münafıkları azarlarken şöyle buyurur: “Şayet kendilerine (niçin alay ettiklerini) sorsan, ‘Biz sadece lafa dalmış şakalaşıyor, eğleniyorduk.’ derler. De ki: Allah ile, O’nun ayetleriyle ve Peygamberiyle mi eğleniyordunuz?!”[2]
İmanını kaybetmektense ateşe atılmayı tercih eden mü’min, eylemleriyle şirke düşmekten ve küfre düşüren söz söylemekten şiddetle sakınır. Bu noktada Sevgili Peygamberimizin şu hadisi oldukça uyarıcıdır. “Bir kimse sakınca görmediği bir söz söyler. Bu söz sebebiyle Allah onu cehennemde yetmiş yıllık uçurumun dibine atar.”[3]
Ateşin Yakamadığı Sevgi Kahramanları: Ashâb-ı Uhdûd
İnsanlık tarihi boyunca imanlarını canları pahasına koruyan kahramanlar, hep var olmuştur ve kıyamete kadar da var olmaya devam edecektir. Onlardan bir topluluğa Kur’an-ı Kerim’de Burûc Sûresi’nde şöyle işaret edilir: “Kahrolsun yerde hendekler kazıp Müslümanları yakmak için ateş yakanlar! Öyle bir ateş ki, alev alev yanar. Hani o zalimler ateşin başında oturup mü’minlere yaptıkları azap ve işkenceyi seyrederlerdi. O mü’minlerden, sadece güçlü ve övgüye layık olan Allah’a inanıyorlar diye intikam alıyorlardı.”[4]
Sevgili Peygamberimiz (sas), Burûc Suresi’nde işaret edilen bu iman destanını bizlere hadislerinde genişçe açıklamıştır: Önceki ümmetlerden birinde zalim bir hükümdar ve onun, şeytanî büyülerle kendisini destekleyen bir sihirbazı vardır. Sihirbaz yaşlanınca hükümdara, kendisinden sonra yerine geçmek üzere bir gence sihirbazlık öğretmek istediğini söyler. Sonunda hükümdar akıllı bir genç bulur. Her gün saraya gidip gelen genç, bir gün yolu üzerinde bulunan bir mağarada kendisini ibadete vermiş bir âlimle karşılaşır. Artık, saraya giderken hep ona uğrayıp sözlerini dinlemeye başlar. Âlimin sözlerinden etkilenen genç, Müslüman olur. Hem de öyle bir Müslüman ki, gün gelecek hiç korkmadan zalim hükümdarın ve sihirbazının karşısına dikilip hakkı haykıracaktır.
Kısa sürede manevî sahada uzun mesafeler alan genç, bir taş atarak korkunç bir canavarı öldürecek, körlerin gözlerini açıp alaca tenlileri ve diğer hastaları iyileştirecek bir mertebeye gelir. Artık saraya gitmeyen genç, gözlerden uzak bir yerde hasta insanlara yardımcı olmaya ve onları İslam’a davet etmeye başlar. Kendisine gelen ve amansız hastalıklara tutulmuş insanlara her seferinde, şifayı verenin Allah olduğunu, kendisinin ise sadece dua ederek buna vesile olduğunu söylemeyi ihmal etmez. Derken, hükümdarın adamlarından kör birisi, birçok hediyelerle gencin yanına gelerek kendisini iyileştirmesini ister. Genç ona da, kendisinin şifa veremeyeceğini; şifayı verenin Allah olduğunu söyler. Fakat iman ederse, kendisi için dua edeceğini de ilave eder. Adam iman edince de onun için dua eder ve Allah da adamın gözlerini açar. Adam hükümdarın yanına varınca, hükümdar, ‘Senin gözünü kim iyileştirdi?’ diye sorar. Adam, ‘Rabbim iyileştirdi.’ der ve zalim hükümdara imanını haykırır. Bunun üzerine adama işkenceler yaptıran hükümdar, ondan gencin yerini öğrenir. Askerleri, genci bulup getirirler. Hükümdar gencin kendi dininden ayrılıp Müslüman olduğunu öğrenince onu tutuklatıp işkence yapmaya başlar. Sonunda genç, Müslüman olmasına vesile olan âlimin yerini söylemek zorunda kalır. Hükümdarın askerleri onu da yaka paça saraya getirirler. Âlime ve hükümdarın adamına ‘Dininden dön.’ denilir. Onlar bunu kabul etmeyince de testereyle ikiye bölünerek şehit edilirler. Derken genç de getirilir ve dininden dönmesi teklif edilir. Genç kahraman, bunu şiddetle reddedince hükümdar onu ölüm korkusuyla diniden döndürmek için birçok yola başvurur.
Bir defasında askerlerine, onu bir dağın zirvesine götürüp uçurumun kenarında dininden dönmesi için zorlamalarını; dönmezse uçurumdan aşağı atmalarını emreder. Fakat Allah, tam delikanlıyı uçurumdan atacakları sırada dağı sallar ve askerler uçurumdan yuvarlanırlar. Genç İslam davetçisi yürüyerek saraya gelir ve hükümdara, Allah’ın kendisini koruduğunu, askerlerin ise öldüğünü söyler. Küfürdeki inadından vazgeçmeyen hükümdar tekrar askerlerine emir verir. Bu sefer onu denizin ortasına götürüp dininden vazgeçmezse denize atıp geleceklerdir. Fakat yine Allah’ın yardımıyla, denizde boğulan, askerler; dönüp gelense imanlı genç olur. Genç İslam fedaisi, saraya gelince hükümdara olanları haber verir ve eğer kendisini öldürmek istiyorsa dediklerini yapması gerektiğini söyler: “Halkı bir yere toplarsın ve beni bir ağaca bağlarsın. Sonra torbandan bir ok alır ve bu oku yayın ortasına yerleştirirsin. Sonra, ‘Bu çocuğun Rabbi olan Allah’ın adıyla’ diyerek oku bana atarsın. Böyle yaparsan beni öldürürsün.” der. Hükümdar bunları aynen yapıp oku fırlatır. Ok, gencin şakağına saplanır. Elini alnına götüren genç, oracıkta ruhunu teslim ederek şehit olur. Bütün bu olanlara şahit olan halk, ‘Biz de gencin Rabbine inandık.’ diye bağırmaya başlar. Neye uğradığını şaşıran hükümdarsa iyice sinirlenerek her yolun başına hendekler kazılmasını ve içlerinin ateşle doldurulmasını emreder. Müslüman olanlar bu hendeklerin başlarına getirilip eğer dinlerinden dönmezlerse diri diri yakılacaklardır. İmanlarından sonra tekrar küfre dönmektense ateşe atılmayı tercih eden yiğit mü’minler, o gün teker teker hendeklere atılıp yakılırlar.
Nihayet kucağında yeni doğmuş bebeğiyle ateş çukurunun kenarına getirilen bir mü’mine kadın, yavrusuna olan merhameti yüzünden ateşten çekinince, o yavru dile gelir ve ‘Anneciğim sabret! Çünkü sen hak üzeresin.’ der…[5]
İşte bu, imanın tadını gerçekten alanların destanıdır. Aslında onlar, ateşin yakamadığı sevgi kahramanlarıdır. Allah’a ve dinine olan sevgi ve bağlılıklarıyla ateş korkusunu yenmişlerdir. Allah bizi de onların yolunda eylesin.
Firavun’un Sarayında Bir Kahraman Kadın
İman ettikten sonra küfre düşüp ahiret ateşinde yanmaktansa dünya ateşinde yanmayı tercih eden ve imanın tadını doyasıya yaşayanlardan biri de Firavun’un kızının saçlarını taramakla görevli mübarek hanımdır. Sevgili Peygamberimiz (as), miraca çıkarıldığında burnuna çok güzel bir koku gelir. Bu kokunun nereden geldiğini sorduğunda ise Cebrail aleyhisselam, onun Firavun’un kızının saçlarını tarayan hizmetçi kadın ve çocuklarına ait olduğunu söyler. Peygamber Efendimiz (as), onların hikâyesini de Cebrail (as)’den sorup öğrenmiştir. Buna göre, o mübarek hanım bir gün Firavun’un kızının saçlarını tararken tarağı elinden düşürünce, ‘Bismillah’ diyerek tarağı yerden almıştır. Onu duyan Firavun’un kızı ‘Herhalde babamın adıyla diyecektin!’ demiştir. O âna kadar imanını gizleyen o yiğit kadın, artık kabına sığmayıp taşan imanıyla, ‘Hayır! Benim de, senin de, babanın da Rabbi olan Allah’ın (adıyla diyorum)’ diye haykırmıştır. Kız, ‘Babama söylerim.’ deyince de, ‘Evet söyleyebilirsin.’ demiştir. Kız, olanları söyleyince Firavun, onu huzuruna getirtmiştir.Firavun, hizmetçi kadına, ‘Senin benden başka Rabbin mi var!?’ deyince O, ‘Evet benim de Rabbim, senin de Rabbin olan Allah!’ diye cevap vermiştir. Bunun üzerine zalim Firavun, bakırdan yapılmış inek şeklindeki işkence aletinin getirilip kor haline gelinceye kadar ateşte kızdırılmasını emretmiştir. Sonra da o büyük mücahidenin ve evlatlarının onun içine atılarak öldürülmesi emrini vermiştir.
İmanı uğruna böyle korkunç bir şekilde öldürülmeye razı olan o kahraman kadın, Firavun’a canını bağışlaması için yalvarmamış, sadece öldükten sonra evlatlarının kemikleriyle kendi kemiklerinin aynı torbanın içinde gömülmesini istemiştir. Firavun da bunu kabul etmiştir. Firavun, gözlerinin önünde evlatlarını tek tek ateşe atıp öldürmüş; nihayet sonuncu evladı olan henüz emzikteki bebeği de ateşe atacakken anne yüreği dayanamayıp tereddüde düşmüş; fakat evladı dile gelip de, ‘Anneciğim dayan, sabret! Sen hak üzeresin. Şüphesiz ki dünyada azaba uğramak, ahirette azaba uğramaktan iyidir.’ deyince evlatlarıyla birlikte cennete yürümüştür.[6]
Dağlar kadar yüce imanıyla zalim Firavun’a meydan okuyan şehîde hanım, cennette Yüce Allah’ın özel ikramına mazhar olmuştur: Evlatlarıyla birlikte yakılmasından meydana gelen dayanılmaz yanık kokusuna bedel olarak Allah onları cennetin en güzel kokularına sahip sakinlerinden eylemiştir.
Sahabe Efendilerimiz de (r.anhüm), İslam’ın en çileli günlerinde küfre dönmektense işkence alevinde yanmayı tercih ederek imanın tadını bütün zerreleriyle yaşamışlardır. Onlar en ağır işkenceler altındayken dahi ruhsatlara sarılmadan azimet ruhunu temsil eden kahramanlardır.
Sahâbîlerden Abdullah b.Huzâfe (ra)’nin hikâyesi, onların İslâm’a nasıl aşkla bağlı olduklarını göstermesi açısından oldukça dikkat çekicidir. Hz. Abdullah b.Huzafe (ra), Hz. Ömer (ra)’in hilafeti zamanında Rum diyarına çıkarılan bir askerî müfreze içinde yer almıştır. Rumlar onları esir etmiştir. Hükümdarları, Hz. Abdullah b. Huzâfe’ye (ra), ‘Hristiyan ol, seni mülküme ortak edeyim.’ demiş; fakat Hz. Abdullah b.Huzâfe onu derhal reddetmiştir. Sonra onun asılmasını ve vücuduna ok atılmasını emretmiştir. O ise, hiçbir korku belirtisi göstermemiştir. Sonra onu indirmişler. Hükümdar büyük bir kazan getirilmesini emretmiş. Sonra içine su döküp kaynatmışlar. Hükümdar, esirlerden birinin kazana atılmasını emretti. Esir kazana atılınca etleri kemiklerinden ayrılmış. Sonra, eğer Hristiyan olmazsa Hz. Abdullah’ın da (ra) kazana atılmasını emretmiş. Hz. Abdullah b. Huzâfe (ra), Hristiyan olmayı reddedince onu kazanın yanına götürdüler. Tam o esnada Hz. Abdullah (ra), ağlamaya başladı.
Hristiyan olacağını umarak onu kazandan geri çekmişler ve ‘niçin ağlıyorsun’ demişler. Hz. Abdullah (ra): “Keşke yüz canım olsaydı da hepsini böyle Allah yolunda verseydim, diye ağladım.” demiş. Hükümdar onun bu sözüne çok şaşırdı ve ona, ‘Benim başımı öp, seni serbest bırakayım.’ demiş. O, ‘Bütün Müslüman esirleri de.’ deyince, Hükümdar, ‘evet’ demiş. Bunun üzerine Hz. Abdullah b. Huzâfe (ra), hükümdarın başını öpmüş ve bütün esirleri kurtarmış. Medine’ye geldiklerinde Hz. Ömer (ra), ayağa kalkıp Hz. Abdullah b. Huzâfe’nin (ra) başını öperek onu tebrik etmiştir.[7]
İşte bunlar bizim örneklerimizdir. Öyle iman ettiler ki, imanları dağlardan yüceydi. İman, onların elbiseleri olmaktan öte, hiç çıkmayacak derileri olmuştu. Bugünün Müslümanlarıysa en küçük bir zarar görürüm endişesiyle dinlerinden ve imanlarından taviz verir oldular; mazeret olarak ruhsatlara sarıldıklarını öne sürdüler. Fakat zamanla yaşadıkları gibi inanmaya başladılar.
Artık onlar bir vadide; ilk Müslümanlar ayrı bir vadide kaldı. Allah (cc) bizleri, Hakk’ı hak olarak görüp Hakk’a tabi olan; batılı batıl olarak görüp ondan kaçınan ve kendilerine nimet verdiği peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve sâlihlerin[8] yolunda yürüyen kullarından eylesin.
AMİN.
------------------------------------------------------------------------------------------------------
[1] Müslim, İman 15, No:165.
[2] Tevbe Suresi 9/65.
[3] Tirmizi, Zühd 10, No:2314; Ahmed: 2/316.
[4] Buruc Suresi 85/1-8.
[5] Bakınız: Müslim, Zühd 73 No:3005.
[6] Bakınız: Ahmed:1 / 309 No:2822; Hâkim. el-Müstedrek: 4 / 1436-1437, Tefsir:66 No:3835.
[7] İbn-i Hacer, el –İsabe, (I-VIII),Beyrut 1993/1412 c. IV, s. 59.
[8] Nisa Suresi 4/69.
Erol Demiryürek
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.
YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
66
« Son İleti Gönderen: webtasarim Haziran 26, 2025, 10:21:58 ÖÖ »

Tercihlerimiz
KİMLERİ VE NELERİ?
Maddi varlığını devam ettirebilmek için hava, su ve gıdaya ihtiyaç duyan insanoğlunun, manevi varlığını sağlam ve diri tutabilmek için ulvi bir kaynağa ve cennete beraber yürüyeceği dostlara ihtiyacı vardır. Bizler için bu ulvi beslenme kaynağı Allah Teâlâ’nın (cc) son vahyi Kur’an ve elçisi Hz. Muhammed’in (sas) Kur’an’ın hayata aktarılmış şekli olan sünnetidir. Cennete uzanacak yoldaki arkadaşlarımız da “Ben Müslümanım” sözünü söyleyip, istikamet üzerine olanlardır.
Allah Teâlâ insanı içtimai bir varlık olarak yaratmıştır. Yalnız yaşayan bir insan, hem dört yandan hücum eden dalalet rüzgârları karşısında kuvvetsiz, desteksiz hem de dualarının kabul olması gibi nimetlerden mahrum kalabilir. [1]
Bunun için insanoğlunun, kendisi gibi aynı kaynaktan beslenen kişilerle beraber olması çok önemlidir. Allah Teâlâ’ya inanan ve Rasûlü’nü örnek ve önder kabul edenlerin ortak tavır ve davranışlar içinde olmaları kadar bu birlikteliği devam ettirebilme çabası içinde olmaları da önemlidir. Şüphesiz ki yüce duygu ve değerler, kişi ve toplumlarda kendiliğinden alışkanlık haline gelmemektedir. Azim ve sabırla belli bir çaba ve mücahedeyi gerektirir.
Toplumlar da tıpkı bir beden gibidir. Farklı işlevleri olsa da her bir organ ayrı bir öneme sahiptir. Toplumu oluşturan bütün insan grupları da ister âlim-cahil, ister zengin-fakir olsun bütün katmanlarıyla bir birliktelik arz ettikleri zaman, beraber yaşamanın bir anlamı olabilir. Nitekim Hz. Peygamber (sas) bir hadis-i şerifinde müminlerin toplum hayatında nasıl olmaları gerektiğini şu şekilde bildirmiştir: “Birbirlerini sevme, birbirlerine acıma ve şefkat hususunda mü’minler âdeta tek bir beden gibidirler. Ondan bir uzuv şikâyet ederse, uykusuzluk ve ateşle vücudun diğer uzuvları da ona iştirak ederler.”[2]
Allah’ın rızasını gözeterek bir kimseyi sevmek veya sevmemek, iyi bir mümin olabilmenin ve gerçekten iman etmiş olmanın göstergelerindendir. Herhangi bir Müslüman’ı değerli görmek, onun kimliğine hürmet gösterip onlara dua ederek iyiliklerini istemek, ayıp ve kusurlarını örtmek, inananlardan yana tavır almak iman sahiplerinin olmazsa olmazıdır.
İslam bizim en aziz varlığımız, dünya ve ahiretteki en değerli sermayemizdir. Hayatı algılarken ve tercihlerimizi yaparken onu ve değer sistemini her şeyin önüne yerleştiririz. İnsan, tabiatı gereği; etrafında olup biten hadiselere, kabullendiği değerler penceresinden bakar. Yüce Rabbimizin bizlere farz kıldığı “din kardeşliği” İslam toplumunun dayanışma ve huzurunu tesis ederek cemiyet hayatını beslemektedir. Bu kardeşlik, toplum fertlerinin daima birlikte ve birbirinden haberdar olmasını gerektirir. Kur’an-ı Kerim ayrılık ve bölünmelerin; toplum gücünün zayıflamasına veya yok olmasına sebep olduğunu vurgular. “Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin, sakın çekişip birbirinize düşmeyin; sonra korkuya kapılıp zaafa düşersiniz, rüzgârınız (kuvvetiniz) gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” [3]
Müslümanlar, hayatlarında sahip oldukları değer yargılarını, ilahi değerler üzerine inşa etmedikleri için süfli arzular ve basit menfaatler uğruna, çok rahatlıkla kardeşlerini terk edebilmektedirler. Siyasi görüş, dini grup veya cemaat farklılıklarına göre dostlar belirlenmekte, diğerleri ötelenmekte bazen de İslam dışı olanlar bir müminden daha fazla değer bulabilmektedir. Ayetler ve hadisler gereğince her Müslüman, diğer Müslüman’a karşı bakışına dikkat etmeli ve kardeşlik ilkesini temel edinmelidir.[4]
İslam’ı özümsemiş kişiler, her şeye layık olduğu kadri kıymeti verir ve adaleti ikame eder. Müslüman’ın nazarında dünya ve içinde taşıdığı hiçbir değer, din kardeşinden daha kıymetli değildir. Kazanacağı küçük bir menfaat için onu asla diğerlerine tercih etmez. Çünkü Müslümanlar arasındaki kardeşliğin uhrevi boyutu vardır. Bu kardeşliğin ahirette de devam edeceğine inanılır.
“Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulüm ve haksızlık yapmaz, yardımı kesmez ve onu hakir görmez. (Peygamberimiz üç defa göğsüne işaret ederek buyurdular ki:) Takva işte buradadır. Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi, bir kimseye şer olarak yeter. Her Müslüman’ın kanı, malı ve ırzı, başka Müslüman’a haramdır.”[5]
Şu çarpıcı ifadeyi hiç akıldan çıkarmamak gerekir. “Müslüman kardeşini hor görmesi, kişiye kötülük olarak yeter”[6]
Hz. Peygamber döneminde Müslüman’ın şerefi her şeyin üstünde tutulmuştur. Bir kişi bin kişi için, bin kişi bir kişi için gerekirse canını feda etmekten kaçınmamıştır. Beni Kaynuka Yahudilerinin bir Müslüman kadına hakareti ve bir Müslüman’ı şehit etmesi Rasûlullah tarafından kendilerine harp ilanı ve Medine’den sürülmeleriyle sonuçlanmıştır. Hz. Osman’ın şehit edildiği haberi Müslümanlara ulaşınca Beyatü’r-Rıdvan’da Allah Rasûlü 1500 Müslüman’dan, gerekirse savaşmaları için biat almıştır. Üstelik o sırada Müslümanların yanında sadece basit yolcu silahları bulunmaktaydı. İnsan, dışındaki dünyayı nasıl değerlendiriyorsa, ona nasıl bir mana veriyorsa davranışlarını da ona göre ayarlar. İşte bu sebeple Ashâb-ı Kirâm efendilerimiz, şehadeti göze alabilmiştir.
Efendimizin hayatında Müslümanlık hep üstünlük sebebi olmakla birlikte insanlar arasındaki temel prensibi de adalet olmuştur. Sevgilerimizi kontrol edemez ve ölçüsüz seversek; sevgimiz onların hatalarına ve doğrularına karşı bizleri kör ve sağır eder. “Sevdiğini ölçülü sev, belki bir gün düşmanın olabilir. Kızdığına da ölçülü kız, belki bir gün dostun olabilir.”[7]
Müslümanların adaleti konusunda muhatapların zihninde herhangi bir tereddüt oluşmamalıdır. Çünkü hem Rabbimizin bizden isteği hem de Rasûlullah’ın hayatında gösterdiği bu olmuştur. Karakter, düşünüş, duyuş ve davranış şekillerini Kur’an’ın belirlemesi için Müslümanların Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e uymaları gerekir. Ölçüsüzleşmek; Hakk’ı ayakta tutmak ve Hak’tan yana olmakla yükümlü bulunan mü’mini, zulmün tarafında olmak durumuyla karşı karşıya bırakır. Gelecekte oluşabilecek hayırların da önünü kesebilir. “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”[8]
Allah Teâlâ’nın aziz elçileri, risalet görevlerini yerine getirirken en büyük mukavemeti, o toplumların önde gelen grup veya kişilerinden görmüşlerdir. Kur’an-ı Kerîm’in “mele’ ” diye tanımladığı bu takım, peygamberlere inanan ancak zengin olmayan ve sade yaşayan insanları küçük görmüşlerdir. Mele’ grubu, peygamberlerden, bu insanları uzaklaştırmalarını, kendileriyle görüşme ön şartı olarak istemişlerdir. Peygamberler de genel bir uygulama olarak inananlardan yana tavır alıp onlara kol-kanat germişler, müminlerle beraber olmayı tercih etmişlerdir. Hz. Nuh’un (as) tavrı çok dikkat çekicidir ve böyle bir talebe şu şekilde cevap vermiştir:
“Ey milletim! Ben onları kovarsam, beni Allah’ın azabından kim korur? Düşünmüyor musunuz? Ben size “Allah’ın hazineleri benim yanımdadır.” demiyorum, gaybı da bilmem. “Ben bir meleğim.” de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, “Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir.” diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zalimlerden olurum!”[9]
Rabbimiz(celle celaluhu), Peygamber Efendimize de Müslümanları koruyup gözetmesini emretmiş ve şu ilahi talimat vermiştir:
“Sabah-akşam Rablerine, O’nun hoşnutluğunu dileyerek dua/ibadet edenlerle birlikte ol, bunda sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme! Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına esir olmuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme!”[10]
Dinî değerleri günümüze uygun görmeyip bu değerleri hayatın dışına itmek isteyenler, modernlik, çağdaşlık ya da sistemle alakalı kimi ilkeleri gerekçe göstererek dini(İslam) ve dindarları aşağılamaktadırlar. Sanki inananlara yönelik çağlar öncesi tavır çağımıza yansımaktadır. Geçmişte böylesi davranışlar, peygamberlerin inananlara sahip çıkmaları, onlardan yana tavır koymaları ile düzeltilmiştir. Bugün de aynı şekilde, Müslümanların tercih sorumluluklarını inananlardan yana kullanmalarından başka düzelme ve düzeltme yolu yoktur.
Dünyayı asıl gaye gören insan ile ahiretin tarlası olarak değerlendiren insanın tutum ve davranışları arasındaki farkı görüp anlamak zor olmasa gerektir. Kardeşini koruyup kollaması, onu kendi nefsine tercih edebilmesi rızayı Bâri’ye ulaşmasının önemli bir yoludur.
---------------------------------------------------------------------
[1]-M.Fethullah Gülen, İnancın Gölgesinde, s.175.
[2]-Buhârî, Salât, 88; Müslim, Birr, 65.
[3]-Enfâl 8/46.
[4]-Hucurât 49/10.
[5]- Müslim, Birr 32; Buhârî, Edeb 57.
[6]- Müslim, Birr 32. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 35; Tirmizî, Birr 18; İbni Mâce, Zühd 23.
[7]- Tirmizî, Birr ve’s-Sıla, 60.
[8]- Nisa 4/135.
[9]- Hûd 11/ 29-31.
[10]-Kehf 18/28.
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.
YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
67
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Haziran 26, 2025, 08:18:15 ÖÖ »

Güzel Huylarla Bezenmek
Bilge bir zata sormuşlar:
- Bir kimse tevbe ettiği zaman, tevbesinin kabul olup-olmadığı bilinebilir mi?
Bu Allah dostu şu cevabı verir:
- Hayır, kabul veya reddedildiği hakkında kesin bir hüküm verilemez. Fakat kabul olunduğuna dair bazı alâmetler vardır:
1- Tevbe eden kişi, nefsinde günah işlemeye meyil bulunmadığını görür.
2- Kalbinden sıkıntının gittiğini görür. Allah’ın inayetini hep yanında bulur. Hafiflediğini hisseder.
3- Doğru ve güzel ahlâklı kişilerle düşer-kalkar. Kötü huylulardan uzak durur.
4- Tamah etmez. Az da olsa meşru kazancı ile iktifa eder. Az bir helâl kazanç onun gözünde çoktur. Fakat yaptığı hayrat ve güzel ameller çok da olsa onun gözünde azdır.
5- Kalbi daima Allah’ın farz kıldığı şeylerle meşguldür.
6- Dilini kötü kelâmdan korur.
7- Devamlı tefekkür hâlindedir.
8- Geçmişte işlediği günahlardan dolayı daima nedamet duyar.
Geçmiş zamanın birinde daima fücur hâlinde (günah içinde) olan Utbe isminde birisi varmış. Günahta çok ileride imiş bu adam. Bu adam bir gün Hasan-ı Basri ismindeki büyük zatın ders verdiği yere girmiş. O sırada o mecliste ders olarak Hadid Suresi’nin 16. ayeti veriliyormuş. Bu ayetin meali şöyle:
“İman edenlerin Allah’ı ve Hak’tan ineni zikir için, kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı hâlâ; gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerlerinden uzun zaman geçmiş, artık kalpleri kararmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu dinlerinden çıkmış fâsıklardı.”
Hasan-ı Basri bu âyeti şerh ettikten sonra duygulu bir konuşma yaptı.
Bu konuşma üzerine içlerindeki bir genç şu soruyu sordu:
- Efendim, Allah benim gibi günahkâr birini de af eder mi?
Hasan-ı Basri şu cevabı verdi:
- Evet delikanlı, eğer, bir daha dönmemek üzere kötü huylarını terk eder ve Allah’tan af dilersen seni de affeder.
Aynı soruyu Utbe de sordu. Cevap yine aynıydı. Utbe bu cevabı alınca Allah’a ellerini açıp şu üç maddede izah edebileceğimiz duâyı yaptı.
1- Allah’ım, eğer tevbemi kabul ederek günahlarımı af etti isen bana, anlama, öğrenme ve öğrendiğimi muhafaza etme kabiliyeti ver.
2- Allah’ım, bana öyle güzel bir ses ver ki, benim Kur’an okuyuşumu duyan herkesin kalbinde yumuşama olsun...
3- Allah’ım, bana helâl rızık nasip et ve ummadığım yerden rızıklandır.
Allah (C.C.) onun bu duasını kabul buyurdu:
Anlayış ve zekâsı arttı. Öğrendiklerini hiç unutmadı. Okuduğu Kur’an’ı dinleyen herkes tevbe etti. Kötü huylarını bıraktı. Bu hâl ölümüne kadar böyle devam etti.
İşte, sırf Allah için kötü huylardan vazgeçip ilâhi ahlâk esaslarına uyanların hâli budur. Çünkü Allah, kötü huyları terk edip, iyi huylarla beslenen, güzel amelleri işleyenlerin mükâfatını zayi etmez.
Mevlüt Özcan.
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.
YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
68
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Haziran 26, 2025, 08:08:05 ÖÖ »

İmanın Hayata Yansıması
﷽ مَنْ عَمِلَ صَالِحاً مِنْ ذَكَرٍ اَوْ اُنْثٰى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَنُحْيِيَنَّهُ حَيٰوةً طَيِّبَةًۚ .وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ اَجْرَهُمْ بِاَحْسَنِ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ وَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: الإِيمَانُ بِضْعٌ وَسَبْعُونَ شُعْبَةً، اَعْلاٰهاَ قَوْلُ: لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ، .وَأَدْنَاهَا إِمَاطَةُ الأَذَى عَنِ الطَّرِيقِ
Aziz Müminler!
Okuduğum hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.s), imanın yetmiş küsur şubeden oluştuğunu bildiriyor. Bu şubelerin en üstünü “Lâ ilâhe illallah/Allah’tan başka ilah yoktur.” sözü, en altı ise yoldan eziyet verici bir şeyi kaldırmaktır.
Sevgili Peygamberimizin (s.a.s) bu iki uç örneği bize gösteriyor ki; iman sadece kalpte taşıdığımız soyut bir inanç değil, hayatın her alanına yansıması gereken bir yaşam biçimidir.
Kıymetli Müslümanlar!
Allah’a olan inanç ve teslimiyetin timsali olan peygamberlerin hayatına baktığımızda, bu yansımaların en güzel örneklerini görürüz: Hz. Âdem’in hayatında iman, Rabbe yöneliş ve O’nun rahmetine duyulan özlemdir. Hz. Nuh, imanının bir sonucu olarak her türlü zorluğa göğüs germiş; sabır, tevekkül ve umutla kurtuluş gemisini inşa etmiştir. Hem hastalığın hem de şifanın Allah’tan geldiğini bilen Hz. Eyyûb, imanıyla şifaya kavuşmuştur. Kardeşleri tarafından kuyuya atılan Hz. Yusuf, imanın gerektirdiği şekilde hareket etmiş, güzel ahlâkından asla taviz vermemiş ve sonunda Mısır’a sultan olmuştur. Oğlunun hasretiyle adeta yüreği yanan Hz. Ya’kûb, derdinin ve kederinin ancak Allah tarafından giderileceğine inanmış; sabrın en güzel örneğini sergileyerek hem evladına hem de gözlerine kavuşmuştur.
Hayatla imtihan edilen Hz. İsmail’in ve evladıyla imtihan edilen Hz. İbrahim’in teslimiyetinin kaynağı da imandır. İman, büyük bir aşk, büyük bir davadır! Allah Resûlü’nün (s.a.s) ifade ettiği gibi: Güneşi sağ elimize, ayı sol elimize verseler bile asla vazgeçilmeyecek bir hakikattir.
Değerli Müminler!
İman, elle tutulamayan, gözle görülemeyen bir hakikattir. Ama etkileri, yansımaları hissedilir, görülür ve yaşanır. İman, kişinin sözlerinde tezahür eder. Dilinden kimsenin zarar görmediği bir kimse, mümindir. İman, kişinin yüzüne yansır. Allah’a imanının bir gereği olarak tebessüm etmekten kaçınmayan bir mümin, yüzünü asmaz. İman, yapılan işe de yansır. İşini, doğruluğu ve helal kazancı esas alarak yapan bir mümin, güvenilir olur. İman, rızka yansırsa sofraya bereket gelir; aileye yansırsa yuvaya huzur hâkim olur.
Aziz Kardeşlerim! Unutmayalım ki iman, bizim en büyük imkânımızdır. İman; dünyamızı huzurla mamur edecek, ahiretimizi cennetle buluşturacak bir nimettir. Geliniz hep birlikte imanın canlı timsali olalım!
Hutbemi Yüce Rabbimizin iman edip kendisine güvenenlere vaad ettiği müjdeyle bitirmek istiyorum:
“Erkek veya kadın, kim mümin olarak iyi işler yaparsa ona mutlaka hoş bir hayat yaşatırız. Ve onların mükâfatlarını, yaptıklarının en güzeliyle veririz.”
------------------------------------------------------------------------------------------
Buhârî, Îmân, 3;
Müslim, Îmân, 58;
Nahl, 16/97.
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.
YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
69
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Haziran 26, 2025, 07:48:29 ÖÖ »

Cahiliye Toplumu ve İslâm 11
TOPLUMLARIN SAADETİ İSLÂM’A BAĞLIDIR
…İslâm, kadını yüceltmiştir
Ailede bir reis olur
* Bir mahallede iki muhtar, bir vilayette iki vali ve bir memlekette iki başkan olmaz. Olursa ikilik, fitne çıkar. Bir ailede de iki aile reisi olamaz. Olursa bunun sonu geçimsizlik ve boşanmadır.
Aile içindeki nizam ve dengenin sağlanması için erkeğin aile reisi olması şarttır. Ne var ki, aile reisi erkektir ama onun sorumluluğu da o kadar fazladır. Kadının erkeğe itaâtı ne kadar gerekliyse, erkeğin de kadının hukukunu gözetmesi o kadar lüzumludur. Kadın ve erkek mutlak eşit yapılmaya çalışılırsa, o zaman kadın da reislik yapmaya kalkar, erkeğe itaât etmez, bu durumda ailede nizam bozulur ve huzursuzluk baş gösterir. İslâm, aile huzurunu, erkek ve kadının sorumluluklarını bilip, onun gereklerini yerine getirmeleri ve karşılıklı saygı, sevgide görür(1).
Sorumluluklarının bilincinde olmayan ve vazifesini yapmayan ister erkek, isterse kadın olsun, o ailenin huzur içinde devamı mümkün değildir. İslâm’ın aileye bakışını tenkid edenler, acaba getirdikleri ‘modern sistemleriyle’ ailede huzuru sağlayabilmiş ve boşanmaları durdurabilmiş veya azaltabilmişler midir?
İslâm’da kadın hakları
* Allah’ın ilk vahyi, Kur’ân’ın ilk ayeti ‘Oku’dur(2). Bu sebeple de İslâm, okumayı, ilim tahsilini herhangi bir zümreye, sınıfa has kılmayıp ve kadın erkek farkı da gözetmeden bütün Müslümanlara farz kılmıştır. Bu farzı hiç değilse bir grup insan yerine getirmezse, bütün Müslümanlar mesul duruma düşerler. Bu bakımdan, İslâm muhaliflerinin ‘İslâm kadını eve hapsetmiştir’ iftiralarının aksine, İslâm kadına okuma, ilim tahsili yapma hakkı tanımıştır. Hz. Resûlullah(sav) her hususta olduğu gibi, kadın hakları ve korunması hususunda da insanlığa rehber olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber ‘İlim talep etmek, öğrenmek her Müslümana farzdır’(3) demekle, kadın erkek ayırdetmeksizin ‘bütün Müslümanlara’ demektedir.
Allah’ın emri ve Hz. Resûlullah’ın tavsiyesine uyan Müslüman erkekler ve kadınlar ilim tahsili yapmışlardır. Hz. Peygamber zamanında ve ondan sonraki devirlerde pek çok kadın ilim tahsil ederek, çeşitli meslekler edinmişlerdir. Bunlardan bazıları şunlardır:
Sağlık alanında
* İslâm sağlığa çok önem vermiştir. Sağlıklı insanın hem kendisine, hem de başkalarına faydası dokunur. Sıhhatsiz, hasta insan başkalarına yük olur. Hz. Resûlullah ümmetine hastalıklarını tedavi ettirmelerini tavsiye etmiştir(4). Müslümanlar, erkek kadın sağlık alanında da çalışmışlardır.
* Kadınların ağırlıklı olduğu sahalardan biri de sağlık alanıydı.
Esma binti Umeys Hz. Resûlullah’ın hastalığı sırasında Hindistan ve Yemen’den getirilen bitkilerden ilaç yaparak, Hz. Peygamber’i tedavi etmeye çalışan bir hekimdi. Safiyye binti Şeybe ebelik yaparak pek çok kadının doğumunu gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamber’in hizmetlisi Selma, Kindeli Sevde binti Misrah’da, Nuseybe binti Haris el Ensari, Leyla el Şifâ da ebelik yapanlar arasındadır. Ümmü Enmar sünnetçilik yapardı.
Ku’aybe binti Sa’d el Eslemiyye, Ümmü Atiyye, Ümmü Sinan el Eslemiyye, Şifâ binti el Adeviye, Ümmü Eymen savaşlara katılıp hemşirelik yaparak yaralıları tedavi etmişlerdir. Hz. Peygamber zamanında hekim, hemşire ve ebelere ücret de verilirdi(5).
-------------------------------------------------------------------------------------------
Kaynakça
(1) “O’nun (Allah’ın) ayetlerinden (emirlerinden) biri de, onlara (kadınlara) gönül veresiniz(mutlu olasınız) diye, sizin için zevceler yaratması ve aranızda bir muhabbet ve hürmet koymasıdır. Şüphesiz bunda düşünecek bir kavim için ibretler(hikmetler) vardır”(Rum-21).
(2): “Yaratan Rabbinin adıyla oku!”(Alâk-1).
(3): İbn Mace, Mukaddime-17
(4): “Allah, hastalığı da, ilacı da indirmiştir. Her hastalığın bir ilacını da var etmiştir. Öyle ise tedavi olun. Ancak haram olan şeyle tedavi olmayın” (Ebu Davud, Tıb;11, 3874.
“Allah’a göre kuvvetli mü’min (sıhhatli) zayıf mü’minden daha hayırlıdır” (Müslim, Kader-34).
(5): Ahmet Acarlıoğlu, Hz. Peygamber döneminde kadının çalışma hayatındaki yeri. S. Demirel Üniversitesi İlahiyat Fak. Dergisi 2019/1, sayı;42
Prof. Dr. Yusuf Özertürk.
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.
YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
70
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Haziran 26, 2025, 07:34:33 ÖÖ »

Ruhsal Olarak Rahatlayabilmek İçin
Hayatın karmaşası insanları yormakta. Stresli hayat istenmeyen söz ve davranışlara sürüklemekte. Aşırı tüketim hırsı reklamların etkisiyle çok kazanayım çok harcayayım düşüncesini oluşturuyor. Yatlarım katlarım olsun anlayışı ile fütursuzca işlere kalkışmak aslında insanı epey yormakta ve çıkmazın içine atmaktadır. Öyle ki bu had safhaya vardığında cinayetlere kadar gidebilen bir çıkmaza sürüklenebilmektedir.
Çözüm bütün bu debdebeli hayattan sıyrılmak. Boş zamanlarda insanın sevdiği işlerle uğraşması onu ruhen mutlu edecektir. İnsanın hayattan zevk alabilmesi için öncelikleri ruh ve beden sağlığı, aile, sosyal çevre ile iş hayatında mutlu olabilmelidir. Düşünce biçimi hayatımıza yön verebilmektedir. Olumlu düşünmeyi bilebilmek ruhsal olarak da huzurlu olmamızı sağlayacaktır. Teknolojinin ilerlemesi ve insanların hareketsiz hâle gelmesi ile hastalıklar da çoğaldı. Ruh ve beden dengesizliği insanın ayarını bozmakta huzursuzluk baş göstermektedir. Konu ile alakalı okuduğum kitapta hatırladığım kadarıyla; Alman araştırmacılar Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında tarihî eserlere rastlandığı bilgisini alırlar ve hemen yola çıkarlar tabii ki orada yaşayan yerlilerden ve rehberden yararlanırlar. Araştırmacılar çok sabırsız ve hemen tarihî esere ulaşmak istemektedirler. Zor orman şartlarında çok hızlı hareket ederler, kano ile nehrin diğer karşısına çıktıklarında yerlilerin hareket etmedikleri ve beklemeye geçtiklerini görürler. Nedenini sorduklarında “bedenimiz ruhumuzun önüne geçti ruhumuzun gelmesini bekliyoruz” derler. Yani vücut bir denge hâlinde oluşturulmuştur. Ruh ve beden uyumlu olması hayatı daha da kolaylaştıracaktır. Sözün özü ruh ve beden sağlığı huzuru için kanaatkâr olmak, olumlu düşünmek, şükretmek, karşılıksız vermek hayatın mutluluk kaynağıdır... Gidilecek yer belli. Önemli olan iyi izlenimler ve temiz eserler bırakabilmek. Helalinden ve insanlığa fayda verecek işlere imza atmak ve katkıda bulunabilmektir. Gerisi teferruattır vesselam. Nurettin Bozan.
İNTERNET RADYOMUZ FANİDUNYA FM 24 SAAT YAYINDADIR.
YENİ SİTE GİR,İŞİMİZ.
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
Sayfa: 1 ... 5 6 [7] 8 9 10
|